31 Mart 2010 Çarşamba

HALKU'L-KUR'ÂN

Kur'ân'ın yaratılmış olması meselesi.
Halk sözlükte; Allah'ın mümkini yaratması, aslı ve modeli olmadan ve bir âlet kullanmadan var etmesi demektir. Halku'l- Kur'ân; Kur'ân'ın yaratılmış olması anlamında bir terkip olup, terim olarak, Kur'ân-ı Kerîm'in Cenâb-ı Hakk'ın ezelî ilmine mi dayandığı, yoksa sonradan mı yaratıldığı konusunda Hicrî 1. asırda çıkan fikir cereyanını ifade eder. Konu Allah'ın kelâm sıfatıyla yakından ilgilidir.

Kur'ân-ı Kerîm'in sonradan yaratılmış (mahlûk) olup olmadığı konusundan ilk defa sözedenler Mu'tezile âlimlerinden Ca'd b. Dirhem (ö. 118/736) ile Cehm b. Safvân (ö. 128/745)'dır. Daha sonra bu ikisine, Bişr el-Merîsî (ö. 218/833) de tâbi olmuştur.
ed-Dârimî (ö. 288/895)'nin er-Reddu ale'l-Cehmiyye adlı eserinde nakledildiğine göre Ca'd b. Dirhem, Hz. İbrahim'in "Allâh'ın dostu" olduğunu ve yine Allah'ın Hz. Musa'ya hitabettiğini inkâr ettiği için, zındıklık ve ilhad isnadiyle Kûfe vâlisi Hâlid b. Abdullâh el-Kasî tarafından öldürülmüştür. Cehm b. Safvân da Horasan emirlerine isyan ettiği için katledilmiştir. Hâfız Zehebî Bişr'den sözederken "fakîh, mütekellim Bişru'l-merîsî 218 H. yılında ölmüştür. Kur'ân-ı Kerîm'in mahlûk olduğu görüşünü yaymakta idi. Bu senenin sonlarında göçtü. Kendisine hiçbir âlim katılmadı. Bazı imamlar küfrüne hükmetmişlerdir" diyor (Zehebî, el-İber, Kuveyt, 1960, I, 73; İbn Nedim, el-Fihrist, 337 vd; The Encyclopaedia of İslâm Ez, "İbn Dirham" mad.; Montgomery Watt, İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri, Terc, Ethem Ruhî Fığlalı, Ankara 1981, s. 305; Ebû Gudde, Halk-ı Kur'ân Meselesi, Terc. Mücteba Uğur, A.Ü.İ.F. Dergisi,1975, c. XX, s. 307 vd.)
Bişr'in babası Yahudi idi. Kendisi boyacılık yapar, kaval imal ederdi. Kur'ân-ı Kerîm'in mahlûk olduğu görüşünü kuvvetlendirmek için yeni deliller öne sürmüş ve yaymaya çalışmıştır. Bişr, Hârûn er-Reşîd zamanında (170-193/786-808) yakalandı. Kelâma âit görüşleri yüzünden eziyet gördü. (Zehebî, Mîzânü'l-İ'tidâl, Mısır 1963, I, 322).
Halku'l- Kur'ân fitnesi kısmen Ebû Hanife (70-150/689-767) zamanında ortaya çıkmıştır. Ebû Hanife konuyu en ince ayrıntısına kadar açıklayarak Kur'ân-ı Kerîm'in mahlûk olduğu görüşünü yayanları cevaplandırmış ve onları bir süre susturmuştur. Kevserî bu konuda şunları söyler: "Cehm b. Safvân'ın öldürülmesinden sonra çok geçmedi. Kur'ân-ı Kerîm'in mahlûk olduğu görüşü iyice yayılmadan bir grup insan çıkmaza girdi. Bir kısmı Cehm'i tutarken bir kısmı ona karşı çıktı. Sonunda birçok kimse bu bid'atçının asıl maksadını anlayamadaıi gerçekten uzaklaştı. İfrat ve tefrîte düştü. Bir grup, Cenâb-ı Hakk'ın ezelî bir sıfatını nefyederek O'nun kendisine mahsus bir kelâmı olmadığı iddiasında Cehm'e katılırken bir grup, telaffuz edilen sözün kadîm (ezelî) olduğuna inanarak aksini ileri sürdü. Ebû Hanife durumu görünce işi ciddiyetle ele aldı, konuyu açıklayarak şöyle dedi: "Allah'a âit sıfatlar mahlûk değildir. Yarattıklarına âit olanlar mahlûktur." Ebû Hanîfe'nin bununla kasdettiği şudur: Kelâm, Allah'a âit oluşu itibariyle ezelîdir ve yalnızca O'na mahsus bir sıfattır. Ancak Kur'ân-ı Kerîm'i okuyanların dillerindeki ses, ezberliyenlerin zihinlerindeki zihnî tasavvur, mushaflardaki yazı... hepsi de mahlûktur. Onu ezberleyenlerin mahlûk oluşu gibi. Daha sonra ehl-i sünnet âlimlerinin görüşü bu noktada birleşmiştir." (Kevserî, Te'nîbü'l-Hatîb, s. 53).
Ebû Hanife'ye göre, Kur'ân-ı Kerîm mushaflarda yazılı, kalplerde mahfûz ve lisanlarda okunan kelâmdır. Allah'ın kelâm-ı nefsîsi olan Kur'ân Allah kelâmıdır, yaratılmış değildir. Kelâm-ı nefsî; içten konuşma, sesin ve harflerin yardımıyla söylenen söz cinsinden olmayan, fakat ses ve harflerle ifade edilen sözün belirtmek istediği asıl mânâ demektir. Nitekim şâir şöyle demiştir:
Asıl söz kalpde olandır, bil, Kalbe bir kılavuz kılınmış dil, Kur'ân-ı Kerîm'de ifade edilen
"Onlar kendi nefislerinde derler..." (el-Mücâdele, 58/8) âyeti de bu anlamdadır.
Emretmek, yasaklamak veya bir şeyden haber vermek isteyen kimsenin iç âleminde önce buna dâir bir manâ oluşur; sonra bu manâyı söz, yazı veya işaretle ifade eder. bu, içimizdeki duygu, düşünce ve kararı dışâ vurma yoludur.
İmam Eş'arî'nın (ö. 324/936) tercihine göre, var olan herşeyin görülmesi mümkün olduğu gibi işitilmesi de mümkündür. el-Bâkıllânî (ö. 403/1013) de şöyle demiştir: "Allâh'ın kelâmı tabiî olarak işitilemez, fakat tabiat üstü bir hâdise olarak Cenâb-ı Hak kullarından istediği kimselere kelâmım işittirebilir" (Ziriklî, el-A'lâm, V, 69, VI, 313). Bu bilginlere göre, Musa aleyhisselâm Allahu Teâlâ'nın kelâmını ses ve harf aracılığı olmaksızın doğrudan işitmiştir (bkz. en-Nisâ, 4/164). Ebû İshâk el-İsfereyânî (ö. 414/1027) ile onun görüşünde olanlar Allah'ın kelâmının asla işitilemeyeceğini söylemişlerdir. Ehl-i sünnet'in itikad imamlarından Ebû Mansur el-Mâtürîdî (ö. 333/944) de bu görüşü tercih etmiştir. Buna göre, Cenâb-ı Hak, " ... ta ki Allah'ın kelâmını işitsin" (et-tevbe, 9/6) meâlindeki âyet-i kerîmesiyle " .. tâ ki Allah'ın kelâmına delâlet eden şeyi işitsin" anlamını kasdetmiştir. Bu bilginlere göre Musa (a.s.) Allah'ın kelâmına delâlet eden bir ses işitmiştir, ancak arada kitap ve melek aracılığı olmadığından Hz. Musa "Kelîmullâh = Allah'ın kendisiyle konuştuğu kimse" diye anılmıştır. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. Musa'nın Allah'ın kelâmım doğrudan işittiğine dâir bir açıklık yoktur. Ancak Allah'ın ona söylediği, onunla konuştuğu vardır. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Allah Musa'ya konuşarak söyledi" (en-Nisâ, 4/164); "Rabbi ona söyledi" (el-A'râf, 7/143). Başka bir âyette Allah'ın kullarıyla konuşmasının üç yolla olabileceğine işaret edilmiştir. " Allah, bir insanla ancak vahiyle veya perde arkasından konulur, yahut bir elçi gönderir de izniyle, ona dilediğini vahyeder" (eş-Şûrâ, 42/51).
"Bu duruma göre, Kur'ân-ı Kerîm Cenâb-ı Hakk'ın kelâm sıfatının tecellisidir. O'nun konuşma (kelâm) sıfatı yukarıdaki âyetler yanında, Hz. Peygamber'in tevâtür derecesine ulaşan hadisleriyle sâbittir. (es-Sâbûnî, el-Bidâye fî Usûli'd-Dîn, Dımaşk 1979, s. 34, 35).
Halku'l-Kur'ân meselesi Abbâsi Halifesi Me'mûn (170-218/776-833) zamanına kadar gizli açık devam etmiş, Me'mûn'un Mu'tezile'ye kapılarak Kur'ân-ı Kerîm'in mahlûk olduğu görüşünü benimsemesiyle yeni bir boyut kazanmıştır. Bu halife, alimleri, kadıları, muhaddisleri, hadis râvîlerini bu görüşe inanmaya dâvet etmiş, kabul etmeyenlere karşı da zor kullanmıştır. Bu fitne Mu'tasım (177-227/793-842) ve Vâsık (ö. 232/846) devirlerinde devam ederek Mütevekkil (206-247/822-861) devrinin başlarına kadar sürmüştür.
Me'mûn Rakka'da bulunduğu sırada Bağdat'taki nâibine yazdığı mektupta, alimlerin halku'l-Kurân konusunda imtihana tâbi tutulmasını istemiştir. Devrin alimlerinin çoğu zorla olumlu cevap vermiş, bir kısmı susmuştur. Olumsuz cevap veren sayısız insan hapsedilmiş, işkence görmüş hatta öldürülmüştür. Mesele zamanla devleti ve bütün müslümanları ilgilendiren bir konu hâline geldi. el-Vâsık hilâfete geçince Mısır Kadısı Muhammed b. Ebî'l-Leys'e bir mektup yazarak herkesi halku'l-Kur'ân meselesinden imtihan etmesini emretti. Mısır'da ne kadar fakih, muhaddis, müezzin, alim varsa sorguya çekildi. Zindanlar Kur'ân-ı Kerîm'in mahlûk olduğunu inkâr edenlerle doldu. Bu durum el-Mütevekkil'in halife olmasıyla sona erdi. Adı geçen halife halku'l-Kur'ân meselesini münâkaşa konusu olmaktan çıkardı ve herkesi düşüncesinde serbest bıraktı (Zehebî, el-İber, I, 372; Ahmed Emîn, Duha'l-İslâm, Kahira 1949, III,184; Muhammed Ebû Zehra, İslâm'da Fıkhî Mezhepler Tarihi, terc. Abdülkadir Şener, İstanbul 1976, s. 439-451; Ebû Gudde, a.g. makale, s. 309-310).
Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855) de halku'l-Kur'ân fitnesinden nasibini almış ve Kur'ân mahlûk değildir, görüşünü benimsediği için işkence görmüş ve 28 ay kadar hapiste kalmıştır.
Sonuç olarak Ehl-i sünnet'le Mu'tezile arasında cereyan eden halku'l-Kur'ân ihtilâfının özü, mânâ kelâmının (kelâm-ı nefsî) varlığını kabul veya red ile ilgilidir. Mu'tezile, "Kur'ân mushafın iki kapağı arasında mevcut olan ve bize kadar tevâtüren nakledilen şeydir" der ve ilâve eder: "bu mushaflarda yazılma, dillerde okunma ve kulaklarla işitilme, sonradan olmanın (hudûsun, yaratılmanın) belirtileridir." Ehl-i sünnete göre ise, Kur'ân; Allâhu Teâlâ'nın zâtı ile kaim, kadîm, ezelî bir mânâdır. Allah'ın kelâmına delâlet eden nazm ve sözler vasıtasıyla telaffuz edilir, okunur ve dinlenilir; ancak mushaflara, dillere ve kulaklara hulûl etmiş olmaz (el-Cüveynî, Kitâbü'l-İrşad, Mısır 1950, s. 128 vd.; Taftazânî, a.g.e,170-171; Aliyyu'l-Kârî, Şerhu Fıkhı'l-Ekber terc. y.v. Yavuz, İstanbul 1979, s. 77-79).
Hamdi DÖNDÜREN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder