30 Eylül 2010 Perşembe

HEYKELİN YASAKLANMA NEDENİ

Yukarıda zikredilen hadisler incelendiğinde heykelin yasaklanma nedenini de ifade ettikleri görülür. Islam bilginlerinin ortaklaşa belirttiklerine göre heykelin yasaklanma nedeni, onları yapanların Allah'ın yarattıklarına benzetmeye çalışmaları kendilerini yaratıcı yerine koymuş olmalarıdır. Yasağın hikmeti ise, insanları putperestlikten uzaklaştırmak, saf tevhid inancını şirk ve putperestlikten korumaktır. Çünkü bütün kavimlere putperestlik heykel yoluyla girmiştir.

Âyette Nuh Peygamberin kavmi ile ilgili olarak şöyle buyrulur: "Sakın ilahlarınızı bırakmayın "ved ", "suvâ", "Yeğâus", "Nesr" gibi putlarınızdan vazgeçmeyin, dediler. Böylece bir çok insanı sapıttılar. Sen bu zalimlerin sadece sapıklıklarını arttır" (Nuh, 71 /23-24). Bunlar Nûh kavminin Allah'tan başka kendilerine taptıkları putlarının adlarıdır. Abdullah bin Abbas ve Muhammed bin Kays'tan şöyle dediği nakledilmiştir: Ayette adı geçen put isimleri Nuh kavminin bazı salih kimselerinin adlarıydı. Bu kimseler öldükten sonra, şeytan onların birer heykelinin dikilmesini öğütleyerek: "siz onların yaptıklarını bu heykeller aracılığıyla hatırlar ve yaparsınız." der. Şeytanın bu yanıltmasına kanan insanlar o salih kimselerin heykellerini yaparak dikerler. Önceleri güzel amelleri hatırlamada birer araç olan heykeller, bir kaç nesil geçtikten sonra nitelik değiştirir ve kendilerine tapınılan birer put halini alırlar. Işte Islam'dan önceki arap toplumunda bu putları yeni ilavelerle devir almış ve onlara tapınırken Islam güneşi doğmuştur (Ibn Kesir, Muhtaşaru Tefsiri Ibn Kesir, 7. baskı, Beyrut 1402/1981, III, 554).

HEYKEL

Taş, tunç, mermer ve pişmiş toprak gibi dayanıklı maddelerden yapılmış insan ya da hayvan görüntüsü, simgesi. Heykel, Islâm terminolojisinde "suret" kavramı içerisinde değerlendirilmiş resim anlamındaki suretten bunu ayırmak için "gölgeli suret" deyimi kullanılmıştır. Heykel, şekil olarak müşriklerin tapındığı putlarla aynı olmakla birlikte kendisine tapınılan anlamda put olmadığı için suret kavramı içerisinde ele alınmış ve onunla birlikte hükme bağlanmıştır.

Kur'an, heykelden put anlamı dışında bir yerde söz etmekte, hakkında herhangi bir hüküm vermemektedir. Sebe' sûresinde cinlerin bir kısmının Hz. Süleyman'ın emrinde çalıştığı bildirildikten sonra "Ona dilediği gibi kaleler, heykeller, havuzlar kadar (geniş) leğenler, sabit kazanlar yaparlardı"(Sebe 34/13) buyurulmaktadır. Bu âyet bilginlere göre Hz. Süleyman devrinde heykel yapmanın mübah olduğunu ifade etmektedir. Ama yine bilginler Hz. Süleyman devrine ait olan Rasulullah (s.a.s.) den gelen haberlerle ortadan kaldırıldığını, Islam dini tarafından neshedildiğini söylemektedirler.

Kur'an, Hz. ibrahim (a.s.)'ın putları, heykelleri kırdığını anlatmaktadır. Rasul (s.a.s.)'da Mekke'nin fethinde Kâbenin içinde, çevresinde ve Safa ile Merve tepeleri üzerinde bulunan putları (heykelleri) kırıp temizletmiştir.

Rasulullah (s.a.s.)'dan gelen hadisler heykel (suret) yapmayı yasaklamaktadır. Bu konuda gelen haberler tevâtür derecesine ulaşacak kadar çoktur. (Resim için bk. Resim mad.)

Hz. Âişe (R. anha) dan Nebi (s.a.s.)'in şöyle dediği nakledilmiştir: "Kıyamet günü en şiddetli azaba uğrayacak olanlar, yaratma hususunda kendisine Allah'ın yerine koyup, kendini ona benzetenlerdir" (Buhari, libas, 39; Nesai, Zinet, 112-114).

HELAL VE HARAM OLAN HAYVANLARIN BAZILARINI AÇIKLAR MISINIZ?

Haram olan hayvanları üç kısma ayırmak mümkündür.

1- Başkasına saldırıp azı dişleriyle parçalayarak kendisini müdafaa eden domuz, kaplan, aslan,ayı, kurt, fil, pars, kedi, maymun ve köpek gibi dört ayaklı hayvanlar.

2- Tırnaklarıyla kendini müdafaa edip zayıf olan olan hayvanları avlayan kartal, akbaba, atmaca, karga ve şahin gibi hayvanlarla leş yiyen kuşlar.

3- Tiksindirip nefret veren ve kötü olarak bilinen yılan, akrep, böcek, fare gibi yer haşreleridir. Bunlardan başka hayvanlar mübah sayılırlar. Ancak bazılarının hakkında ihtilaf vardır. Mesela Hanefi mezhebine göre, sırtlan, keler, tilki, at, kirpi gibi hayvanlar haram ise de, Şafii mezhebine göre helaldır. Kırlangıç., tavus, hüdhüd, papağan ve baykuş gibi hayvanlar da Şafii'ye göre haram. Hanefi'ye göre helaldır (Fıkh, Essünne).

HAZRETI ALİ'NİN KABRİ NEREDEDİR? BU HUSUSTA ÇEŞİTLİ SÖZLER SÖYLENMEKTEDİR. ACABA BU HUSUSTA AYDINLATICI BİLGİ VERİR MİSİNİZ?

Bilindiği gibi Hz. Ali (kav) Haricilerden Abdurrahman bin Mülcem tarafından şehid edilmiştir. Kesin olarak nerede medfun olduğu belli değildir. Kimi Küfe'nin emirlik binasında, kimi Rahbetü'l-Küfe denilen yerde, kimi Necef'tedir dediler. Bazılarına göre onu Medine'ye götürülmek üzere bir sandık içine koyarak deveye yüklediler. Tay kabilesinin toprağına varınca kabile mensupları deveyi gasp edip kestiler. Hz. Ali'yi de orada defn ettiler. Kabrini gizli tutmaktan gaye onu Harici'lerden korumak idi. Çünkü belli bir yerde defn etseydiler Hariciler kabrini kazıp cesedini çıkaracaklardı.

Şii'lere göre Hz. Ali (kv) Necef şehrinde medfundur. Kabir orada ziyaret edilmektedir. Bazı muhakkiklere göre de Necef şehrindeki kabir al-Mugire bin Şu'be'nin kabridir. Hz. Ali'nin değildir. Bu kabrin Hz. Ali'ye nisbeti hicretten üçyüz sene sonra olmuştur.

HAYVANLARDA SUNİ TOHUMLAMA

Bu konu hakkında, bilebildiğimiz kadarıyla, klasik fıkıh kitaplarımızda bir hüküm yoktur. "Eşyada aslolan ibahadır", yani Allah her şeyi insanlar için yaratmış olduğuna göre (bk. Bakara(2) 29) haram kılınmış olmayan şeylerin helâl olmakta devam ediyor olması gerekir. Sözü edilen suni tohumlamanın da direkt olarak haram olduğuna dair bir nas bulunmadığına göre bunun da helâl olması gerekir, diye düşünülebilir. Ancak mesele o kadar da basit değildir. Yine Kur'ân-ı Kerim'de "Allah (cc)'ın yaratışını (fıtratı)" bozanlar şeytanın dostu olup hüsrana ugrayanlar olarak nitelendnilirler.(K. Nisâ (4) 119) Bu da acaba fıtrata müdahale değil midir? Hayvanların normal çiftleşmesine engel olunması halinde, erkeklerinin hakkına ve tabiî ihtiyacına tecavüzden sözedilebilir. Ama bunun için denebilir ki, onlar da insanlar için yaratıldığına göre spermalarının bu yolla alınması daha yararlı ise bu yolla alınır, fazla gelenleri de kesilerek değerlendirilir ve artık onların ihtiyaçları da söz konusu olmaz. Sonra hayvanların erkeklerinin semirmesi ve bu yolla daha faydalı olmaları söz konusu ise birçok alim burulmalarının caiz olduğunu ve bunun fıtratı değiştirme sayılmayacağını söylemişlerdir.(Burmanın caiz olmadığını söyleyenler de vardır. bk. Kurtubî, V/390-91)

Ama yine de ilerleyen zooloji ve özellikle de genetik ilminin verileri kesin sonuçlara varmadan nihâi sözü söylemek imkânsızdır. Kiloda biraz daha ağır, süt veriminde biraz daha fazla bir hayvan türü geliştirelim derken, insana da, çevreye de ve hatta o türe de zararlı bir sonuç ortaya çıkabilir. Günümüzde çokça sözü edilen hormon skandalı bunun bir başka açıdan tezahürü sayılmalıdır.

Diğer yönden meselenin, bir ölçüde ağaçların aşılanması olayına benzerliği de yok değildir. Bilindiği gibi Rasulülah Efendimiz (sav) Medine'ye geldiklerinde halkın hurma çiçeklerini aşıladıklarını görmüş ve: "Bunun faydalı olacağını sanmıyorum", ya da, "bunu yapmasanız belki de daha iyi olur" buyurmuş, onlar da aşılamayı terketmişlerdi. Sonunda verimin düşük olduğu kendilerine hatırlatıldığında da "faydalı işi yapsınlar. Ben sadece zanla konuştum. Zandan dolayı beni muahaze etmeyin. Ama size Allah (cc)'tan gelen bir şeyden sözedersem onu hemen alın... Siz dünya işinizi iyi bilirsiniz"(bk. Müslim, Fedâil,139,141; Ibn Mâce, Ruhun 15; Müsned, V/16, 298, VI/128) buyurmuştu. Hayvanların suni yolla tohumlanması da bir bakıma buna benzer. Ancak benzemediği yönler de vardır. Meselâ hurmanın aşılanmasında yapılan şey tabiî olanı kolaylaştırmak ve çabuklaştırmaktır. Erkek hurma ve onun hakkına tecavüz söz konusu değildir. Çiftleşme ve ondan doğacak tabiî etkileşimden söz edilemez. Kimbilir, belki de hayvanların tabî çiftleşmelerinde bilinen sperm alışverişinin dışında başka psikolojik ve genetik etkileşimler vardır ve bu etkileşimler neslin sıhhatli devamında bir takım fonksiyonlara sahiptirler. İşte bunlar özellikle genetik ilminin ve müstakbel fıkıh heyetlerinin ileride halledecekleri meselelerdendir. Şimdilik mahzurlu olduğunu gösteren bir delil yoktur (Allah'u a'lem).

"Hayvanların spermlerinin (melakîh) ve ceninlerinin (medâmîn) satışı yasak edildi" (Muvattâ, Buyû 63) diye bir hadis vardır, ama bununla anlatılan sun'i dölleme değil, sağlam doğumla sonuçlanıp sonuçlanmayacağı bilinmeyen sperm ve ceninin satılmasıdır.

HAYVAN YEMLERİNİN TEMİZLİĞİ

Tavuk yemi üretiyorum. Yeme belli oranlarda balık unu ya da kan katıyoruz. Bunların katılmaması halinde tavuklarda vitamin eksikligi yüzünden bir hastalık oluyor ve birbirlerini yiyorlar. Aslında bu ihtiyaç balık unuyla karşılanıyor, ama onu bulmak her zaman mümkün olmadığından kanı tercih ediyoruz. Ama kan kullanmanın da mahzurlu olduğunu öğrendik?

Sorunuzu ya da sorununuzu sizi ve bütün müslümanları ilgilendiren iki farklı yönüyle ele almayı deneyecegiz:

1. Genel esaslar ve mes'elenin tahlili.

2. Olayın, halihazırdaki durumun vehametinden haber veriyor olması.

Kur'ân-ı Kerim'de murdar ölü eti (meyte), kan, domuz eti ve Allah (cc)'ın adıyla kesilmeyen etler aynı kategoride olmak üzere birden çok yerde yasaklanır ve haram oldukları bildirilir: "De ki, bana vahyolunanlar içinde bir yiyenin yemesi için ölü eti (meyte), akıtılan kan, domuz eti-ki, bu gerçekten murdardır- Ya da Allah (cc)'tan başkası adına kesilmiş iş bir fısk dışında haram kılınan bir şey bulamıyorum..."(K. En'am (6) 145; Yakın anlamlar için bk. Bakara (2) 173; Mâide (4) 3; Nahl (16) 115)

Buradan hareketle alimler; hayvan boğazlandığında akıtılan kanın murdar olduğu, yenmeyeceği ve ondan (herhangi bir yolla) yararlanılamayacağı konusunda ittifak etmişlerdir. (Ibnü'1-Arabî, Ahkâmül-Kur'ân, I/53) Bu ittifakın icma halinde olduğu ifade edilmiştir.(bk. Sabûnî, Ahkâmü'I-Kurari, I/160,163) O kadar ki, meşhur Hanefi fıkıhçısı Cessâs, bu maddelerin haram kılınışının her türlü yararlanmaya şamil olduğunu, binanaleyh ölmüş hayvan etinden hiç bir suretle yararlanılamayacağını, hatta köpeklere ve diğer et yiyenlere dahi yedirilemeyeceğini, çünkü bunun da bir nev'i yararlanma olduğunu söyler.(Sabunî, age, I/160)

HAYIZLI VE CÜNÜP IKEN BEBEGE BAKMAK

Hayızlı, nifaslı ya da cünüp iken, yeni doğmuş bebege bakılmaz deniyor. Bu ne derece doğrudur.

Cünübün, âdetlinın ve lohusanın yapamayacağı şeyler fıkıh kitaplarında etraflıca anlatılmıştır. Yani bakması haram değildir. Bu, olsa olsa maddeten ve mânen temiz olmaya karşı duyulan titizlikten ve bu konudaki hassaslıktan doğmuş bir söylenti ve bir yönüyle de güzel bir kabulleniş biçimidir. Çünkü bunda temizlikte acele etmeye teşvik vardır. Ancak insanın bir helâla; haram deme yetkisine sahip olmadığı ve Kur'ân-ı Kerim'de geleneklere göre yaşayanların kınandığı da bilinmelidir.

HAYIZLI KADININ KABİR ZİYARETİ

Hayız, ya da lohusalık halinde kadının kabır ziyaret etmesinde "beis yoktur."(Hindiyye I/38 (Sirâciyye'den) Ancak fıkıhta "beis yoktur" demek, olur ama olmasa daha iyi olur, demektir.Hattâ kadının temiz olduğu zamanlarda bile kabir ziyaretinde bulunmaması daha evlâdır. Çünkü bundan hâsıl olan zararlar, elde edilebilecek kârlardan çok daha fazla oluyor. Bu yüzden bu konuyu bir önceki başlık altında etraflıca yazmayı denedik.

HAYIZLI KADININ KABİR ZİYARETİ

Hayız, ya da lohusalık halinde kadının kabır ziyaret etmesinde "beis yoktur."(Hindiyye I/38 (Sirâciyye'den) Ancak fıkıhta "beis yoktur" demek, olur ama olmasa daha iyi olur, demektir.Hattâ kadının temiz olduğu zamanlarda bile kabir ziyaretinde bulunmaması daha evlâdır. Çünkü bundan hâsıl olan zararlar, elde edilebilecek kârlardan çok daha fazla oluyor. Bu yüzden bu konuyu bir önceki başlık altında etraflıca yazmayı denedik.

HAYIZLI IKEN TRAŞ

Hayızlı iken vücuttan tüy koparılmaz, tırnak kesilmez gibi söylentiler var. Bunun doğruluk derecesi nedir? Lohusa da aynı durumda mıdır? Ayrıca devamlı olan renksiz, kokusuz akıntı özür sayılır mi? Namaza mâni midir?

Fıkıh Kitaplarının:

Âdetli, lohusa ve cünübün yapması haram olan şeyler bölümlerine bakıldığında, vücutlarından tüy yolmaları, traş etmeleri, ya da tırnak kesmeleri gibi temizliklerin sayılmadığını görürüz. Bu da bu davranışların, bu halde iken hâram olmadığını gösterir. Ancak helâl olduğunu da söyleyenler de yoktur. Hattâ Gazâlî, öbür dünya'daki dirilme bedenen olacâğından (haşr-ı cismânî) ve bu dünyada iken insandan kopan her parça; orada koptugu yere yeniden takılacağından, bu hallerde iken tüy yolmaları mekruh olduğunu söyler. ( Hindîyye V/358) Bazı fetvâ kitaplarında da: "Cünüpken vücudundan tüy koparılmayacağın da bilmek gerekir." ( Nemenkânî, N/206) denir. Ancak koltuk altı; kasık ve tırnak temizliğinin kırk gün geciktirilmeşinin tahrimen (harama yakın) mekruh olduğunu düşünürsek diyebiliriz ki, temizlik süresi kırk günü aşmayacaksa, âdetli; lohusa ve cünübün vücudundan bir şey koparmaması gerekir. Aşacaksa "zararların hafif olanını" seçer ve bu tür temizliklerini yapabilir.

Renksiz ve kokusuz akıntı; pamuk kullanılmak suretiyle önlenebileceği için, özür değildir. Pamuk kullanılır ve akıntının dışarı çıkması önlenirse, aldığı abdestle istediği kadar namaz kılabilir. Bunu daha önce abdest bahsinde görmüştük.

HAYIZLI İKEN TIRNAK KESMEK

Hanımlar adetli günlerinde saç ve tırnak kesebilirler mi? Bu artıkları yakmakta ya da çöpe atmakta dinimizce bir mahzur var mıdır? Vücuttan cünüpken tırnak v.s. kesilirse, sonra yıkanıldığında gusül tamam olmuş olur mu?

Bu konuda âdetli de cünüp hükmündedir. Vücudtan tırnak ya da tüy kesmesi mekruhtur. Bir zaruret yoksa temizlenmeyi beklemelidir. Bu tür artıkları imkân varsa biriktirip sakin bir bucağa gömmek gerekir. Şehirlerde olup gömecek yer bulamazsa, çöpe atmaktansa yakmak daha iyidir. (Allah'u a'lem) Bunun gusülle alâkası yoktur. Gusül tamamdır.

HAYIZLI İKEN KINA YAKMAK

Adetli bir hanım kına yakabilir mi? Sol ele kına yakılabilir mi?

Cünüpken kına yakılabilir. Cünüpken yapılabilen şey âdetli iken daha rahat yapılabilir. Erkeğin cünüpken yaktığı kına ile kadının kınalanmasında da mahzur yoktur. Ancak onun yıkanabilen çamur ve tortusunu yıkamadan namaz kılamaz. Kadın her iki eline de kına yakabilir. Bu bir zevk ve örf meselesidir. ( Hindiyye V/359; Kâdihân Ill/412 ) Cünüpken koyduğu kınayı yıkayarak namaz kılabilir. ( Kâdihân NI/431)

HAYIZLI İKEN CENAZE YIKAMAK

Hayızlı bir kadın cenaze yıkayabilir mi?

Bilindiği gibi, kadın cenazeyi kadın, erkeği de erkek yıkar. Yıkayanın cünüp, hayızlı, nifaslı, ve gayrı müslim olması mekruhtur. (Yani hoş olmamakla beraber, bunların yıkadığı da olur.) Ama bunlardan başka yıkayabilecek kimse yoksa, bunların da yıkamalarında bir mahzur yoktur. (81 Bilmen 248 (md. 533))

HAYIZLI IKEN ÂYETÜL-KÜRSÎ OKUNUR MU?

Âdetli, cünüp ve lohusanın Kur'ân-ı Kerim okumaları haramdır. Dua anlamındaki âyetleri, dua maksadıyla okumalarında bir mahzur yoktur diyenler vardır ama, dua olmayan bir âyeti dua niyyetiyle okumak, onu dua yapmış olmayacağından, böyle bir âyeti hangi niyetle okursa okusun, câiz olmaz. Âyetül-Kürsî de dua değildir; bu sebeple onu da okuyamazlar.

HAYIZ VE HÂFIZLIK

Hâfizlık yapan kız talebelerin ve hanım hocaların hayız durumlarında ne yapmaları gerekir?

Hayız halindeki kadının Kur'ân-ı Kerim okuyamayacağını önce söylemiştik. Hâfizlık yapanların ve hoca olanların durumu da aynıdır. Hâfizlık yapanlar bu dönemlerinde hâfizlığa ara vermelidirler. Öğretici olanlar ise, her iki kelimeden birini atlamak sûretiyle kesik kesik okur ve öğretir. Arada bir tek kelimenin okunuşunu, meddini, harflerinin mahrecini talim edebilir. Bazılarına göre de âyetin yarısını öğretir ve böylece devam eder. Ama ihtiyata uygun olan birincisidir, bunda bir mahzur yoktur ve mekruh da değildir. (80 Ebû saî'd el-Hudrî'den: Rasûlullah'a soruldu ki, hayız bezleri, köpek leşleri ve kokulu artıkların karıştığı Budâ'a çukurundan abdest alabilir miyiz? O da: "Su temizdir, onu bir şey pisleyemez" buyurdular. (Ebû Dâvûd, taharet 34)

HAYIZ HALİNDE AVRET

Bakma konusunda kadının kocasına göre avreti, hayızlı iken de temiz olduğu zaman gibidir. Tutma ve yararlanma konusunda ise farklıdır. Kocanın hayızlı karısı ile cinsî ilişkide bulunması, ayetle belirlendigi için (bak. el-Bakara 2/22) ittifakla haramdır; helâl sayan küfre girer. Birleşmenin dışındaki cinsel oynaşma, tutma ve karısının eli v.s. ile tatmin olma, kadının göbekle diz kapağı arası örtülü olmak üzere, herkese göre caizdir. Örtü varken, göbekle dizkapağı arasından da, örtünün üzerinden olmak üzere her türlü yarlanabilir. Imam Muhammed'e göre ise, hayızlı iken yasaklanan, sadece kadının cima organını kullanarak yapılacak cinsel ilişkidir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de bu yasağa gösterilen illet "eziyet"tir. Bu ise ancak cima organını kullanmakta bulunur. Binaaneleyh, koca karısının cima organı dışında her yerinden örtü olmaksızın da yararlanabilir. (Fetâvâ-yi Kâdîhân, (yazma) 611/b,; Serahsi, Mebsût, X/159.)

HAYIZ BEZLERİ

Hanımların kullandıkları hayız bezi ve pamuğu atılabilir mi? Normal günlerde kullanılan pamuk da aynı durumda mıdır?

Özellikle bu konuyu anlatan bir nas ya da hüküm bilemiyoruz. Bu da bunun çok fazla önemi olan bir şey olmadığı gösterse gerek. Ancak Ebû Dâvûd'da rivayet edilen bir hadis-i şeriften, asr-ı saâdette de kadınların hayız bezlerini kenar çöplüklere attıkları anlaşılıyor. Buna göre bu bezleri, ya da sair günlerde kullanılan pamukları atmakta bir mahsur olmadığı söylenebilir. Fakat hayızlı kadının, yanındakileri ve özellikle kocasının tiksindirmemek için; hayız bezine ağır kokuları giderici kokular sürmesi sünnetten olduğuna göre, bu konuda da dikkatli olup çirkin manzaralara sebep olmaması, bu şeylerden habersiz düşünceleri ifsad etmemesi, sünnetin yani Islâm terbiyesinin gereği olmuş olur. Kanalizasyona karışamayacak olanların sakince yakılmalarında da bir mahzur olmasa gerektir. (Allah'u a'lem)

HAYAT SİGORTASI

Günümüzde yaygınlık kazanan "Hayat sigortası" (Halk sigorta ve Anadolu sigorta gibi) caiz midir?

Sözü edilen iki sigorta kurumunun mahiyetini ve çalışma biçimini bilmiyoruz. Ancak genel olarak "hayat sigortası" için şunları söyleyebiliriz:

Sigorta bir takım risk (tehlike)lerin zararlarından korunma müessesesidir ve Türkiye için "Sosyal Sigortalar" ve "Özel sigortalar" diye ikiye ayrılır. Sosyal Sigortalar Emekli sandığı, Isçi Sigortası ve Bağkur olmak üzere üç birimden oluşur ve resmi bir kurumdur. Kâr düşüncesi yoktur, ideal şekliyle yardımlaşma (sosyal dayanışma) ve sosyal risklerin zararlarını daha çok kişiye dağıtarak azaltmayı hedefler. Kapitalizmin doğurduğu haksızlıklar ve sosyal riskler sonucunda zorunlu olarak ortaya çıkmıştır. Islâm'da böyle bir müesseseye hiç ihtiyaç yoktur, ancak yardımlaşma esprisi taşıdığı için Islâm'la idare edilmeyen ülkelerdeki müslümanlar adına tartışılmış ve birçok çagdaş Islâm alimince caiz görülmüştür.Soruda sözü edilen özel hayat, yangın, araba vb. sigortalar ise bünyelerinde taşıdıkları birçok haram unsurdan dolayı gayr-i Islâmîdir, caiz değildir. Çünkü bu sigortalar "garar" (taraflardan biri için aldanma ve zarar) içerir. Kumar, faiz, başkasının malınıbedelsiz alma, lûzumlu olmayanı lûzumlu kılma, borcu borca karşılık satma, müşterek bahis ve Allah (cc)'in gücüne karşı koyma... gibi ma'nâlar ihtiva eder ki, bunların hepsi haramdır. Çok büyük suistimallere, yakmalara ve tahriplere sebep olur ki, bunlar da hem haram hem de ekonomik açıdan gayri makuldür.(Geniş bilgi için bk. Dr. Muhammed Biltacî, ‚Ukûdût-Te'min min Vicheti'1-Fıkhı'1-Isâmî, 150 )

HAVÂİC-İ ASLİYYE

Hâcet, çoğulu Havâlic; ihtiyaç. Aslî; temel, esas. Hâcet-i aslıyye; temel ihtiyaç demektir. Bir zekât terim olarak; zekâttan muaf tutulan ve bir kimsenin kendisi ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin temel ihtiyaç maddelerini teşkil eden şeylerdir. Zekât yükümlüsü hür, müslüman, âkıl-bâliğ ve nisap miktarı mala sahip olan kişidir. Nisap miktarı, aslî ihtiyaçların dışında hesaplanır. Ayrıca zekât yükümlüsü olacak kimsenin mala tam mâlik olması, malda alış-veriş veya doğurmakla nemâ (gelişme-çoğalma) kabıliyetinin bulunması, malın temel ihtiyaç maddelerinden fazla olması ve nisap miktarına ulaşması dâ gereklidır (Yusuf el-Kardâvî, Islâm Hukuku'nda Zekât, Terc. Ibrahim Sarmış Istanbul 1984, c. I, s. 134-168).

Kişiyi zekât yükümlüsü hâline getiren nisap miktarı malın üzerinden bir yıl geçmesi lâzımdır. Hadîste: "Kim servet elde ederse, zekât bir yılın geçmeşiyle farz olur" (Tirmizî, Mişkât, 6).

Temel ihtiyaç ve yıllık zorunlu harcamalar zekâttan muaftır. Buna geçim indirimi de denilebilir. Bu geçim indirimi için, para yerine belli ihtiyaç maddeleri geçtiğinden mal sahiplerinin mağduriyeti sözkonusu olmaz. Çünkü bir kimse önce temel ihtiyaç maddeleri ve borçları düşürdükten sonra geri kalan altın, gümüş, ticaret eşyası veya nakit para nisap miktarını aşar ve üzerinden de bir yıl geçmiş olursa zekât farz olur.

HAVAİC-İ ASLİYE NE DEMEKTİR?

Havaic-i asliye normal olarak maddi ve manevi hayatı idame ettirmek için insanın muhtaç olduğu şeylerdir. Mesken ve onun için lüzumlu olan eşya, elbise, silah, kitap, san'at aletleri, binek hayvanı ve hizmetçi gibi şeylerdir.

Havaic-i asliyye, zaman ve mekanın değişmesiyle değişti gibi, şahsa göre de değişir. Mesela: Asr-ı sa'adette kitap yoktu. Yazma ve alma ihtiyacı doğdu, bilim sahasında ilerlemek için kitap bulundurmak icab etti. Böylece ehl-i ilim için kitap, havaic-i asliyeden sayıldı. Radyo ve teyp gibi araçlar da, kötüye kullanmamak şartıyla havaic-i asliyedendir. Çünkü bu zamanda insanın ufkunu açan bir çok kitaplardan daha fazla bilgi vermektedirler. Ama kötü kullanılırsa, havaic-i asliyeden olması şöyle dursun, bulundurulmaları bile haramdır. Çamaşır makinesi ve buzdolabı ise kesinlikle havaic-i asliyedendir. Çünkü yukarıda belirttiğimiz gibi hizmetçi havaic-i asliyedendir. Bunlar bir cihetten hizmetçiden daha ucuz, masrafı daha az ve daha faydalıdırlar. Onun için havaic-i asliyeden sayılırlar. Yalnız burada bilinmesi gereken bir husus vardır. Şöyle ki; namı olmayan havaic-i asliye dışındaki eşya; ticaret eşyası olmadığı takdirde nisaba baliğ olunca zekat almamaya, kurban kesmeye ve fitre vermeye sebebtir. Ama zekata tabi değildir.

HAVA PARASINI, İCAD VE TE'LİF GİBİ ŞEYLERİN ÜCRETİNİ ALMAK CAİZ MİDİR?

Zaman değişti, büyük İslam hukukçularının kaleme almadıkları ve hükmünü beyan etmedikleri birçok şeyler hayat sahnesinde ortaya çıktı. Onların bazıları da soruda adı geçen şeylerdir. Yalnız Kur'an'da ve sünnette ve bu büyük hukukçuların meydana getirdikleri güzel eserlerde bunları ve benzerlerini kapsayacak kaideler vardır. Ortaya çıkan her şeyin hükmünü anlayabilmek için bu kaidelere baş vurmak kafidir. Bu soruda sorulan şeylerin hükmünü anlayabilmek için bey'in –alış verişin- şartlarını gözden geçirip ne olduğunu bilmemiz lazımdır. Bey'in şartı beştir:

1- Satılan şeyin satış zamanında mevcut ve ele geçmesi mümkün olması.

2- Nehir ve deniz suyu gibi herkes için mübah olan şey olmaması.

3- Satıcının mülkü olması.

4- Dinen değer sahibi olması.

5- Teslim alınması mümkün olması, yani denizdeki balık, havadaki kuş gibi, satıcının elinde olmayan bir şey kabilinden olmaması.

Binaenaleyh hava –kiralık bina veya dükkan devretme- icat ve te'lif gibi şeylerin hakkını satmak cümhür-i ulemaya göre caiz demücerrede kabilindendirler. Yalnız Maliki mezhebinin büyük ulemasından olan Nasır al-Din al-Lakanı ve Abd al-Rahman al-İmadı gibi bazı ulema örfe veya zarurete dayanarak hukük-ı mücerrede satılabilir diye iddi'a etmişlerdir (İbn Abidin).

HAVA PARASI

Bir dükkan veya işyerini kira ile tutacak kimseden, kira bedeli dışında karşılıksız olarak alınan bedel.

İslâm hukukuna göre kira akdinin geçerli olması için şu şartların bulunması gerekir:

1- Tarafların rızası. Satım akdinde olduğu gibi, kira akdinde de tarafların rızası gerekir (en-Nisâ, 4/29). Malı malla mübâdele niteliği yüzünden kira akdi de ticârî bir muamele sayılır.

2- Akdin konusu olan "yararlanma"nın, anlaşmazlığa yol açmayacak şekilde belirli olması. Bu şart; kiralanan malın, kira süresinin ve iş akdinde, yapılacak işin belirlenmesini gerektirir. Çoğunluk bilginlere göre, kira süresi kısa olsun, uzun olsun akit geçerlidir. Hatta kiralanan malın var olabileceği süreye kadar akit yapılabilir. Çünkü süre belli olunca yararlanma miktarı da belirlenmiş olur. Ancak Hanefîlere göre, vakıf ve yetim mallarında kiracının mülk iddiasında bulunmaması için, bunlara ait gayr-i menkullerde en uzun kira süresi üç yıl, menkullerde ise bir yıl olarak sınırlandırılmıştır (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', IV, 179, 180; es-Serahsî, el-Mebsût, XVI, 43; İbnü'l-Hümâm, Tekmiletü Feti'l-Kadîr, VII, 150; el-Meydânî, el-Lübâb, II, 88).

Diğer yandan kiralanan kiracıya tesliminin mümkün olması ve yararlanma şeklinin meşrû bulunması da gereklidir.

HATİME ÜCRET

Hatim okuyan birisi, "Ben Kur'an için değil, harcadığım emek ve zaman için ücret alıyorum" diyerek fiyat tayin etse caiz midir?

Kazançların en çirkinlerinden biri, Kur'ân-ı Kerîmin âlet edildiği kazançtır. Allah (c.c.) "Âyetlerimi, az bir değer olan dünya karşılığında yemeyin" buyurur. Allah Resûlü Efendimiz: "Kur'ân-ı okuyun, onu yemeyin" buyurur. Fıkıhçılar bu ve benzeri delillere bakarak, Kur'ân okuma karşılığında ücret almanın haram olduğunu söylemişlerdir. Alana aldığı haramdır, veren de buna sebep olduğu için haram işlemiştir, demişlerdir. Okuyanın bunu bir emek karşılığı ve hediye olarak kabul etmeside mümkün değildir. Çünkü ücreti hak eden emek, faydası belli olan emektir. Okuyanın okuyuşuna sevap yazıldığı ise belli değildir. Ayrıca fıkıhta: "Herkesin yapmakla mükellef olduğu birşeye ücret vermek câiz değildir" kuralı okumakla her müslüman mükelleftir. Bunun hediye kabul edilmesi de mümkün değildir. Çünkü okuyan, hediye vermeyene ikinci defa okumaz.Bu yüzden Imam Birgivî: "Bu herifler leş yeseler de Kur'ân'ı Kerîm okumaya ücret alıp yemeseler daha iyi olurdu" der. Ücret alınmasa Kur'ân zayi olur, diye söyleyenler, cahilce, ya da şeytanca bir aldatmaca yapmaktadırlar. Çünkü Kur'ân ücretle okunmamaktan değil, okumayı öğrenmemekten zayi olur. Bu yüzden Kur'ân-ı Kerîm okumayı öğretmeye karşılık ücret almakta, zaruretten ötürü mahzûr yoktur denmiş; bu Kur'ân simsarları ise, okumayı da buna katı vermişlerdir.

"Lânet ola bir mala ki, anın,

Tahsiline ırzı, namusu, din ola âlet"

HATÎM VE MEVLİT

Insanlarda yüce bir güce inanma duygusu doğuştan vardır. Nasıl her insan doğuştan, maddî ihtiyaçlarını kimseden öğrenmeksizin arayacak ve isteyecek duygularla yaratılmışsa, görünmeyen, yani manevi bir güce inanma duygusunu da beraberinde getirir. Sonra annesi Babası ve çevresi bu duyguyu köreltirlerse, ya da bozarlarsa, insanın ruh dünyası alabildiğine gıdasız kalırve her fırsatta önüne gelen inanış biçimlerine, doğrusuna yanlışına bakmadan salıverir. Tıpkı boğulmakta olanın yılana sarılması gibi. İşte mevlit ve hatîm okutma da, bu tür görünümlerden örneklerdir.

Aslında Kur'ân-ı Kerîm'in okunması da başlıbaşına bir ibadettir ve her harfine on sevap verileceği bildirilmiştir. Bu sevapların ölmüş olan birisinin ruhuna bağışlanması da uygundur ve yararlıdır. Ancak böyle bir ibadet karşılığında para almak, ya da vermek, câiz değilir. Fıkıhçılar, Kur'ân okuma karşılığında para alınması halinde. alınan ücretin alana haram olacağını ve ölünün bundan hiçbir fayda görmeyeceğini bildirmişlerdir. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'i okuyabilmek her müslümana farzdır. Böyle herkese farz olan birşeyin, başkasına ücretle yaptırılması câiz değildir. Sonra böyle bir uygulama, iş sözleşmesine benzer. Verilen ücretin karşılığının da belli olmasını gerektirir. Oysa bundan sevap elde edileceği kesin değildir. Böyle kesin olmayan bir menfaat karşılığında ücret ödenmez.

HATİM MESELELERİ

Apartmanımızdaki kadınlar toplanıp mukabele okuyoruz. Bazı meselelerimiz oluyor:

I - En güzel hatim nasıl olmalıdır?

2-Kadın adetli iken Kur'an'i dinleyebilir ve yüzünden takip edebilir mi?

3-"Ha'mim" ler tek seferde okunacak deniyor doğru mudur?

4-Hatim duası nasıl olmalıdır?

5-Kur'an'i dinleyen ya da her satırı yerine bir ihlas okuyan hatmetmiş olur mu?

HATİM DUASI

Evde, yalnız başına hatim bitiren birisi, hatim duası bilmiyorsa ne yapmalıdır?

Hanefi âlimlerine göre Kur'ân-ı Kerimi hatmettikten sonra, camide ya da başka bir yerde topluca dua etmek Rasûllulah Efendimizin ve ashabının uygulamadığı bir bid'attır. (166 Bezzâziye VI/380; Hindiyye V/380; Hindiyye V/318) Ancak hatim yapanın kendi çoluk çocuğunu toplayıp, evinde onlarla beraber dua yapması müstehaptır, denmiştir. (167 Hindiyye V/317) Çünkü Enes b. Mâlik'in böyle yaptığı rivayeti vardır. (168 Dârimi N/469; Ibn Kudâme, el-Mugnî I/803;) Ayrıca "Kur'an-ı Kerîm hatmedildiğinde yapılan dua kabul olunur" (169 Dârimî N/470) rivayeti de olduğuna göre, bid'at olanın, dua etmek değil, topluca ve sesle dua etmek olduğu anlaşılır. Hele hatim okuyanların adlarını okuyarak yapılan dualar, bid'at üstüne bid'at demek olur.

HASTALIK KANIYLA İLGİLİ HÜKÜMLER

Kadınlar özel hastalık kanının, hüküm bakımından, burundan akan kandan farkı yoktur. Eğer sürekli akarlarsa böyle bir özrü bulunan kimseye; "özürlü","özür sahibi" ya da "mazur" denir.

Kısaca; üreme organından âdet ve lohusalık dışında kan gelen kadın (istihazali), sürekli burnu kanayan, kanı giden, idrarını kaçıran, yel kaçıran, akıntısi dinmeyen, yarası bulunan, hastalık sebebiyle gözü yaşaran kadın ve erkek özürlü sayılır ve aşağıda sayacağımız hükümler hepsi için geçerlidir.

Kadından gelen hastalık kanı ve yukarıda saydığımız diğer özürlerin özür sayılmaları, sürekli olmalarıyla olur. Sürekliliğin ölçüsü ise, bir namaz vakti boyunca devam etmesi. öyle ki, bir abdest alıp o vaktin namazını kılabilecek zaman kadar bir süre kesilmemesi, yani bir vakti hükmen ya da hakikaten kaplamasıdır. Hükmen kaplaması, abdeste ve namaza yetmeyecek kadar kısa bir süre kesilmesi ile olur. Ama özrün bundan sonraki vakitleri kaplaması şart değildir. Her vakitte en az bir defa görülmesi özrün devam ettiğini göstermek için yeterlidir. Kısaca: Özrün özür sayılması için hükmen de olsa bir vakti kuşatması şarttır. Devam ettiği için her vakitte en az bir defa görülmesi şarttır. Özrün kalkması için bir vaktin tamamında kesilmiş olması şarttır.

Hastalık kanı namaza, oruca engel olmadığı gibi cinsel ilişkiye de engel değildir. Cinsel ilişki, ancak adil bir doktorun sağlıga zararlı olacağını bildirmesiyle sakıncalı (mekruh) olabilir.

HASTALIK KANI (İSTİHAZA)

Dinî terminolojide "istihaza" denen ve kadının fercinden âdet ve lohusalık sebebiyle değil de bir hastalıktan dolayı gelen kandır ki, biz ona "hastalık kanı" tâbirini kullanacağız.

"Hastalık Kanı" diyeceğimiz "Istihaza"da kadının fercinden, yani üreme organından geldiğine göre bunu âdet ya da lohusalık kanından ayırabilmek, öncelikle âdet ve lohusalık kanlarının ve özellikle de âdet kanının iyi tanınmasına bağlıdır. Bu yapıldıktan sonra, âdet ve lohusalık kanı olmayan kanlar hastalık, yani istihaza kanıdır, denebilir. Bu yüzden âdet kanından sözederken; "Temizlik ve çeşitleri" ile "Kan ve Çeşitleri" başlıkları altında söylenenleri burada da var kabul edip tekrar okumak gerekir. Böylece normal (sahih) kanın âdet ya da lohusalık kanı, anormal (fasit) kanın da hastalık yani, istihaza kanı olduğunu görecegiz. Oradaki bilgilere dayanarak hastalık kanının (anormal yani fasit kanın) çeşitlerinin aşağıdakiler olduğunu görürüz.

Çeşitleri

1. Dokuz yaşınıdoldurmamış kızdan gelen kan,

2. Ümitsizlik yaşına ulaşan kadından siyah ve kırmızı dışında gelen kan,

3. Hamilenin doğum olmaksızın gördüğü kan,

4. Âdetin ve lohusalığın en çok sınırını geçen kan,

5. Âdet süresince üç günden az gelen kan,

HASTA OLAN KİMSE SECDE İÇİN BAŞINI YERE KOYAMAZSA NASIL NAMAZINI KILACAKTIR?

Hasta olan kimse secde için başını yere koyamazsa İmam-ı Harameyn ve Gazali'ye göre yastık ve masa gibi yüksekce bir şeyin üzerine başını koyup secde eder. Rafi'i gibi başka ulemaya göre ise imkan nisbetinde başını eğerek secdesini eda eder. Otobüs gibi vasıtalarda vasıtanın durakta durmaması sebebiyle namaz kılma mecburiyeti hasıl olursa aynı ihtilaf mevcuttur.

HASTA NAMAZI

Sıhhatini kaybeden bir müslümanın namazın tüm şartlarını yerine getirme imkânı olmadığı durumlarda yüce Allah bazı kolaylıklar göstermiş ve namazı "imkânı elverdiği" şekilde kılmasına izin vermiştir. Hasta müslümanın tüm rükünlerini yerine getirmeyerek kıldığı bu namaza hasta namazı adı verilir.

İslâm'daki ibâdetlerin amacı insanı zora koşmak olmadığı için ibâdetler katı şekilci kurallarla çevrili değildir. En önemli ibâdet olan namaz, günde beş defa müslümanlara farz kılınmıştır; ancak namazın amacı Allah'ı sürekli olarak hatırlamak, günde beş kez O'nun huzuruna çıkıp iki namaz arasında yaptıklarının muhâsebesini yapma fırsatını ona vermektir. Bu şekilde günde beş kez Allah'ın huzuruna çıkan bir müslüman kötülük duygusunu kalbinden atıp onun yerine Allah korkusu ve sevgisini yerleştirir. Namazın amacı bu olunca, yani insanları kendi rızalarıyla Allah'ın gözetimine sokmak olunca sıhhatli ya da sıhhatsiz olması bunu yapmaya, yani Allah'ın huzurunda boyun eğmeye engel değildir. O halde hasta olan bir müslüman bu görevini gücünün yettiği şekilde yerine getirir. Bunun bazı kuralları vardır: Namazda; farzlar, sünnetler, müstehablar vardır.

"Sıhhatli müslüman tüm bunları dosdoğru yerine getirerek namaz kılar. Allah, "namazı dosdoğru kılın" emrini şekil açısından, sadece sıhhatli olanlara farz kılmıştır. Hasta olanlar ise görünen şekil yönünün dışında kalben, ruhen ve tüm düşüncesiyle "dosdoğru kılmak" zorundadır. Ona gösterilen kolaylık yapacağı hareketler yönündendir.

HASTA BİR KADININ ERKEK DOKTOR VEYA HASTA ERKEĞİN KADIN DOKTORA MUAYENE OLMASI CAİZ MİDİR?

Hasta bir kadın, muayene, tedavi ve ameliyat gibi şeylere muhtaç olabilir. Ancak kadın, hasta olduğunda ehliyetli bir kadın doktor varsa ona yaptırır. Aksi takdirde erkeğe gitmesi günah ve vebaldir. Kezalık bir erkek hasta olursa, ehliyetli erkek bir dokor varsa ona gitmeye mecburdur. Yoksa bir kadın doktora gidebilir (Beda'i al-Senai).

HAŞR SURESİNİN SON AYETLERİNİ OKUMAK

Sabah ve akşam namazlarından sonra çeşitli "Eûzü"lerle "Lev-enzelnâ" okunuyor. Her yerde de ayrı uygulanıyor. Bunun aslı var mıdır, doğrusu nasıldır?

Bu konuda kitaplarımızda bulunan çeşitli rivayetlere baktığımızda şu hadis-i şerife benzer çeşitli hadislerin olduğunu görürüz. "Malik b. Yesâr'dan rivayet edildiğine göre Rasûlüllah (sav) şöyle buyurmuştur: Kim sabahleyin üç defa "euzubillahis-Semî'il-Alîmi mines-şeytanirracım" der, sonra Haşr suresi'nin sonundaki üç ayeti okursa Allah kendisine yetmiş bin melek vekil kılar, bunlar akşama kadar o kişiye dua ve istigfar ederler. Eğer o gün vefat ederse şehid olarak ölür. Bunu akşamleyin okuyan da aynı derecededir" (Tirmizî, Fedâilü'l-Kur'ân, 22; Müsned, V/26; Ayrıca Darimî, Beyhakî ve Taberani'de rivayet etmişlerdir. bk. Ibn Kesîr, IV/537; Tuhfetü'1-Ahvezi, VNI/240; Fethu'1-Beyân, IX/363).

HÂRİCÎLİK (HÂRİCİYE, HAVÂRİC)

Hz. Ali döneminde ortaya çıkan siyasî ve itikadî mezhep. Mezhebe Hâricı"lik adının verilmesi konusunda çok çeşitli yorumlar yapılır. Mezhepler tarihçilerince en çok kabul gören yoruma göre, mezhep üyeleri, ümmetin başındaki hak imam olan Hz. Ali'ye karşı çıkarak itâattan ayrıldıkları için Havâric (Hâriciler) olarak anılmış, mezheblerine de Hâricilik adı verilmiştir. Kendi ifadelerine göre ise, Allah yolunda huruc etmelerinden dolayı hâricîler adını almışlardır.

Hâricîler başka adlar ve lâkablarla da anılmış, tanınmışlardır. Sözgelimi Hz. Ali'nin ordusundan ayrıldıklarında ilk toplandıkları yer olan Harûra'nın adına izafetle Harûrîler (Harûrîye); Allah'tan başka kimsenin hüküm verme yetkisine sahip olmadığı gerekçesiyle hakem olayına karşı çıktıkları için el-Muhakkime adıyla anılmışlardır. Kendilerinin ençok hoşlanarak kullandıkları isim ise Şürât'tır. Satın alıcı anlamındaki Şârî'nin çoğulu olan Şürât'ı kendini Allah'a verenler, satanlar anlamında kullanıyorlardı. Hâricîler iman sorununa yanlış bir usulle yaklaşarak bu konuda kimlerin kâfir olduğunu tartıştılar. Hakem olayında hakemlik yapanları ve taraflarını kafir ilan ettiler. Cemel Vak'ası'na karışanları ve taraftarlarını lânetlediler. Adâletsiz hükümdara karşı isyanı bütün mü'minlere farı kabul ettiler. Büyük günâhlar işleyen (mürtekîbü'l-kebâir) herkesi kâfir ilân ettiler (el-Bağdâdî, el-Fark beyne'l-Firâk, s. 55).

28 Eylül 2010 Salı

HAREMLİK VE SELÂMLIK'IN MENŞEİ

Önce konumuzla çok yakından ilgili bir âyet-i kerime ve bazı hadisleri ele alacak, sonra da "Haremlik-Selâmlık" ın tarihi seyrine kısaca temas etmeye çalışacağız.

Söz konusu âyet-i kerîme Rasûlüllah'ın Zeynep'le evlendiklerinde verdikleri ziyafet sırasında bazı sahâbîlerin oturma ve sohbeti sıkıntı verecek biçimde uzatmaları üzerine; onları ikaz için gelmiş bir âyet-i Kerimedir: "Ey mü'minler, size yemek için izin verilmeden ve vaktine de bakmaksızın Peygamberin hücrelerine girmeyin, ancak çağırılırsanız girin, yemeği yiyince de dağılıverin. Söz ve sohbet için de girmeyin. Gerçekte bu, peygambere eziyet vermekte ve o da sizden sıkılmaktadır; oysa Allah hak'tan sıkılmaz. Onlardan (peygamberin eşlerinden) bir şey isteyeceğiniz zaman, perde (hicap) arkasından isteyin. Bu sizin kalpleriniz için de, onların kalpleri için de dâha temizdir..."(K. Ahzab (33) 53)

Buhâri'nin naklettiği habere göre, Ömer b. Hattâb'in : "Ey Allah'ın Rasulü, senin yanına iyiler de giriyor kötüler de Mü'minlerin annelerine "hicâb" emretseniz nasıl olur?" demesi üzerine bu âyet-i kerime indirildi.(Buhari, tefsir (Ahzâb) Enes b. Mâlik'in anlattığına göre: "Düğün yemeğine gelenler dağıldıktan sonra geldim ve "Ey Allah'ın Rasulü, gittiler." dedim. Hemen kalkıp odasına girdi. Ben de girmek üzere kalktım ama, önüme perde (hicap) çekiverdi de bu âyet indirildi."(Buhari, agy; Ibn Kesir VI/441) Kurtubi'nin ifadesine göre, söz konusu âyetin "nüzul sebebi" ile ilgili en sağlam rivâyetler bu ikisidir.(bk, Kurtubi, XIV/224) Âyette geçen "hicâb" kelimesi konumuz açısından anahtar kelimedir ve "Haremlik ve Selâmlık"ın anlaşılabilmesi için se mantık yönünden bu kavram üzerinde durmak gerekir:

HAREMLİK SELÂMLIK HAKKINDA İLMÎ BİR ARAŞTIRMA

Kavramın Tarif ve Şumûlü

"Harem" kelimesi Arapça bir kelime olup, "kişinin özenle koruduğu ve ugrunda savaştığı şey"( el-Mu'cemül-vasît, (ha-ra-me) md.) demektir. "Harâm", "hürmet", "muhterem" ve "ihtiram" kelimeleriyle aynı köktendir. Bu türevlerinden de anlaşılacağı gibi kelimemizde "saygınlık", "saygın" "korunmaya ve savun maya değer" gibi anlamlar saklıdır. Bir hadîs-i şerîfte "Malı ugrunda öldürülen şehittir, canı ugrunda öldürülen şehittir, dini ugrunda öldürülen şehittir, ırzı ugrunda öldürülen de şehittir. "(Buhari, mezalım 33; Müslim, imhan 226; Tirmizi, diyyât 21) buyurulmuştur ki, bu hadîs bir bakıma Islâmda "özenle korunması gereken" değerleri saymaktadır. Kişinin "ırzı"da bu korunması gereken değerlerin önemlilerinden olmakla."harem" telakki edilmiş ve "kötü ellere", "kem gözlere" karşı titizlikle korunmuştur. "Hurmet" kelimesi de, saygınlığı çiğnenemeyecek zimmet, hak ve sohbet vb. manalara geldiği gibi, yine bu manayı taşıması itibari ile "kadın" anlamına da gelir.( el Mu'cemu'1-vasît agy.) "Harîm" kelimesi de aynı kökten olup yaklaşık manalar taşır.Bütün bu anlamlar göz önünde bulundurularak "harem", herkesin girmesine müsaade edilmeyen, saygıdeğer ve kutsal yer,( bk. Devellioğlu (harem) md.) diye tanımlanmıştır. Mukaddes Mekke ve Medine şehirlerini çevreleyen ve sınırları Hz. Peygamber tarafından çizilip "mü'min" olmayanların girmelerine müsaade edilmeyen bölgelerin her birine de "harem" adı verilir ve "Harem-i Mekke" (Mekke'nin kutsal bölgesi) ile "Harem-i Medîne"nin ikisine birden, iki kutsal bölge, anlamında "Haremeyn" tâbir edilir."Harem-i şerif", şerefli harem, anlamında olarak, hem Kâbe ile Hz. Peygamber Mescidi ve civar larına, hem de Devellioğlu'na göre, büyük islâm konaklarında bulunan kadınlar dairesine denir.(agy.) Ancak "Büyük Islâm Konakları" ifadesi pek yerinde görülmediğinden, onun yerine "Islâm öğretisine göre inşa edilmiş evler" denmesi daha isâbetli olduğu kanaatindeyiz.

HAREMLİK - SELÂMLIK

Arapça bir kelime olan "Harem", girilmesi yasak olan yer, mukaddes ve muhterem olan şey demektir. Eskiden saray, konak ve evlerin kadınlara ait kısmına "Harem", erkeklere ait kısmına ise "Selâmlik" derlerdi. Kadınlar ayrı, erkekler ayrı yerlerde otururlardı. Bu uygulama örften ve âdetten değil, dinî ernirlerden kaynaklanırdi. Çünkü "Avret ve Örtü" bölümünde de gördüğümüz gibi, erkeklerin mahremi olmayan kadınlara, kadınların da mahremi olmayan erkeklere belli ölçüler dışında bakmaları câiz değildir. Buna göre aralarında birbirinin mahremi olmayan kadınlar ve erkekler bulunan insanlar, birbirlerini görmeyecek şekilde ayrı ayrı yerlerde oturacaklardır. Bu nefislere zor gelir ama, kalplerin ve duyguların selâmeti için daha elverişlıdır.

Aslında haram olan, bir kadınla bir erkek başbaşa kalmadıktan sonra bir arada oturmak değil, birbirlerinin avret yerlerine bakmaktir. Buna göre; elleri ve yüzünden başka bir yeri açık olmayan kadınların, kendi erkekleri de yanlarında varken, erkeklerin bulunduğu mecliste oturmalarının ne zararı vardır? denebilir. Zararlarını saymadan önce biz aynı soruyu tersine çevirerek soralım: Ne yarari vardır? Buna verilecek cevap, bir "hiç!"ten ibarettir. Öyleyse şimdi de zararlarını söyleyelim:

HAREM-İ ŞERİF

Kâbe-i Muazzama'yı çepeçevre kuşatan, etrafı kubbeli, ortası açık büyük câmi. Ortasındaki küçük meydan (tavaf yeri, metaf) üzerinde bulunan Kâbe, Zemzem ve Makam-ı İbrahim (a.s), bu câminin birer parçasını teşkil eder. Dilimizde daha çok Haremi Şerif olarak bilinen bu mescide, Mescid-i Haram veya Mescid-i Şerif de denilir. Kur'ân-ı Kerîm'de onaltı ayette "el-Mescidü'l-Harâm" geçmektedir. Bu ayetlerden iki taneşinin anlamı şöyledir: "Ey iman edenler, müşrikler murdarın murdarıdırlar bu yıldan sonra artık Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. Yoksulluktan korkarsanız bilin ki, Allah dilerse, yakında sizi büyük lütuf ve ihsanı ile zenginliğe kavuşturacaktır. Şüphesiz Allah bilendir, hikmet sahibidir" (et-Tevbe, 9/28). "Muhakkak ki, o inkar edenler, Allah'ın yolundan ve bir de kendisinde yerli ve yabancının eşit hakka sahip olduğu ve bütün insanlar için meydana getirdiğimiz Mescid-i Haram'dan alıkoymaya çalışanlar, bilmelidirler ki, kim zor kullanarak orada bir dinsizlik ve zulme yeltenirse, ona acı azabı tattıracağız" (el-Hacc, 22/25). Bu ayetlerden de anlaşıldığı gibi, "haram" olarak isimlendirilmesi, hürmet duyulan yer olduğundandır. Harem dahilinde kan dökmek, ağaç kesmek ve avlanmak haram kılınmıştır.

Harem-i Şerif'in sadece tanıttığımız cami'den ibaret olduğu, ya da tüm haram beldeyi içine aldığı hususunda ihtilaf vardır. Ancak genellikle söz konusu büyük cami olarak zikredilmiştir (Geniş bilgi için bkz. el-Ezrakî, Ahbâru Mekke, neşr. Rüşdi Salih Melhas, Beyrut 1979, II, 62,130 vd. Eyüp Sabri, Mir'at-ı Mekke, İstanbul h. 1301,127; el-Fâsî, Takiyyüddin Muhammed b. Ahmed, el-Ikdu's-semîn, Beyrut 1986, I, 44).

HARB SIRASINDA DÜŞMAN GÖZETLEYEN VARSA DÜŞMANI VURMAK İÇİN SİPER ARKASINDA SAKLANAN KİMSE NASIL NAMAZ KILACAK?

Savaş sahasında düşmanı gözetleyen veya düşmanı vurmak için siper arkasında gizlenen kimse ayakta namaz kıldığı takdirde düşman onu görecek, dolayısıyle de kendisi ve İslam ordusu zarar görecektir. Böyle bir durum karşısında bu kimse oturarak namazı kılacaktır.

HARAM VE TEMİZ OLMAYAN BİR İLACI TEDAVİDE KULLANMAK CAİZ MİDİR?

İslam dini sağlığa büyük ihtimam gösterip hasta olmamak için tedbir almamızı emrettiği gibi, hastalık olduktan sonra tedaviyi de emretmiştir. Ancak varsa tahir bir ilaç kullanmak gerekir. Necis veya müteneccisi kullanmak caiz değildir. Remli ve Şirazı: Temiz bir ilaç bulunmadığı takdirde müslüman bir doktorun tavsiyesine binaen necis veya mütenecis bir ilacı tedavide kullanmakta beis yoktur, diyorlar. Bir hastalık için, "İçkiden başka ilaç bulunmazsa içilmesi caizdir” diyen olduğu gibi "caiz değildir” diyen de olmuştur. Yalnız Şafi'i mezhebine göre, ilaca maslahata binaen müteneccis bir şey katmakta beis yoktur. Binaenaleyh çeşitli hastalıklara yarayan ve içinde alkol bulunan şurubu ( başka bir ilacın bulunmaması şartıyla) içmek caizdir.

HARAM PARA İLE TAHSİL

Diploma belli bir ilmi ya da meslegi öğrenmiş olmanın belgesidir. Ehil olma açısından hakederek alınmış olduktan sonra, haramla beslenerek alınmış olsa bile onu kullanmamak, bildiklerini unutmakla eş anlamlıdır. Bu olmayacağına göre, söz konusu diplomadan yararlanmamak da olmaz. Ama ne var ki, haram yapacağı tahribatı yapar. Içe doğru olan duyuların, alıcıların (letaif) paslanıp körelmesine vereceği zarardan da geri durmaz. Bunun için de ondan sakınarak çok tevbe edip bağışlanma dilemek gerekir. Işi daha sağlama bağlamak isteyenler için, (Allah'u a'lem) bir de yediği paraya karışan faiz (haram) miktarını hesap ederek eline para geçtikçe, ne olduğunu söylemeden halka yönelik meşru hizmetlere (çünkü faiz bütün bir milletten sömürülmektedir) vermek iyi olur. bu konuda fıkıhçılarımız şöyle açıklamalarda bulunmuşlardır: "Birisine bir hediye ya da ziyafet verenin, malının çoğu haramdan ise alanın kabul etmemesi ve yememesi gekerir. Ama ona verdiği kısmı, miras ve karz gibi helâl yoldan edindiği bir malından ise onu almasında ya da yemesinde mahzur yoktur. Malının çoğu helâl olan ise almasında ve yemesinde zaten mahzur yoktur. Yeter ki bizzat verdiği kısmın haramdan olduğunu biliyor olmasın. O takdirde onu da alamaz ve yiyemez. Böyle olmadıkça yer çünkü az da olsa malına haram bulaşmayan insan (özellikle de günümüzde) yoktur."(Hâniyye (Hindiyye kenarında), NI/400; Hindiyye; V/343)"Böyle bir durumda hediyesi ya da ziyafeti kabul edilmeyecek olan kişi kırılacaksa, hediye ya da ziyafet verilen yiyeceğinin tutarı (Bezzâziye, VI/360) kadar bir hediyeyi ona götürür ve adeta kendi malından yemiş olur."

HARAM MALDAN İKRAM

Malına herhangi bir yolla haram karıştığı bilinen birisinin ikramını, ya da hediyesini kabul etmek için bakılır, eğer malının veya kazancının çoğu haramdan değilse alınır ve yenilir. Bu durumda ikram ettiği şeyin haramdan olduğu bilinse, malının çoğu helâldan olsa dahi kabul edilemez, yenemez. Aksine, malının çoğu haramdan olsa ve fakat ikram ettiği şeyin helâldan olduğu bilinse, ya da ikram eden öyle olduğunu söylese alınır ve yenilir.(Hindiyye, V/342; Kâdihan, NI/400-402). Faizle para kazanan için de durum aynıdır.(Hindiyye, V/343) Helâl kazancı daha çoksa ikramı alınır, değilse alınmaz. Durumu bilinmiyorsa, bir mü'min ancak helâl yolla kazanır diye hüsn-i zan edilir ve yine kabul edilir.

HARAM

Kelime anlamı, hürmet gösterilen, dokunulmayan, saygın demektir. Terim olarak; farzın tam zıddıdır, yani Allah'ın, ya kendi sözüyle, ya da Elçisinin sözüyle yapılmamasını kesinkes istediği şeylerdir. Ancak haram herkes için haramdır. Geri kalan yönleri ise aynen farz gibidir. Meselâ kabullenmeyen kâfir olur.

BİR KİMSE HANIMINI BOŞARSA KÜÇÜK ÇOCUKLARI KIME BIRAKILACAKTIR?

Boşanmak suretiyle birbirinden ayrılmış olan çiftin küçük çocukları aşağıda zikredilecek şartları haiz anneye bırakılır.

1- Mürted olmaması.

2- Fuhuş veya hırsızlık gibi büyük günahları işleyen bir kadın olmaması.

3- Emin olması.

4- Mahrem olmayan kimse ile evli olmaması.

Yukarıda kaydettiğimiz manilerden biri varsa, isterse anneanneye bırakılır. O da olmazsa babaanneye, sonra ana-baba bir kızkardeşe, yoksa anne bir kızkardeşe, sonra teyzeye, sonra da halaya bırakılır. Tabii bunlar arzu ettikleri takdirde böyledir. Erkek çocuk yedi yaşına girinceye kadar bu durum devam eder. Ama anne vveya nine olmazsa dokuz yaşına gelinceye kadar bu durum devam eder. Bu açıklama Hanefi mezhebine göredir.

Şafii mezhebine göre ise; aşağıda zikredilen şartlar dahilinde erkek olsun çocuk anneye bırakılır:

1- Annenin müslüman olması. Hıristiyan, Yahudi veya mürted olursa kendisine bırakılmaz.

2- Akıllı olması.

3- Emin olması. Fasıka olduğu takdirde kendisine bırakılmaz.

4- Mahrem olmayan kimse ile evli olmaması.

5- Çocuğun mümeyyiz olmaması. Aksi takdirde çocuk muhayyer bırakılır (el-Envar).

HANEFİLERE GÖRE AVRET

1- Namazda: Erkeğin namazdaki avreti, namaz dışındaki olduğu gibi, göbekle diz kapağı arasıdır. Diz kapağı avrettir, göbek ise avret değildir. Câriyenin avreti ayrıca karnıni ve sırtını da kapatmak üzere, erkeğinki gibidir. Hür kadının avreti ise, yüzü, ellerinin içleri, ayaklarının ise üstleri hariç, bütün bedenidir. Hatta kulağı hizasindan aşağıya sarkan saçlarının açılması, bazılarına göre namaza mâni değilse de, sahih olan görüşe göre avrettir. Avret olmadığını söyleyenlere göre de, mahremi olmayanın saçına bakması haramdır. Bu haramlık avret oluşundan değil saçın fitneye sebep olabileceğinden ötürüdür. (Ibrahim el-Halebî, Gunyetü'l-mümteli fi serhi Münyeti'l-musallî, s. 212.) Namazda iken kaba avretin -ki, ön ve arka uzuvlar ve etraflarıdır- ya da hafif avretin -ki, avretin geri kalan kısmıdır- dörtte biri, kendi fiili ile olmasa bile, bir kürün edâ edebilecek kadar açık kalırsa" namazı fâsit olur. Kerhî ise, galiz avretten bir dirhem mikdarının, hafif avretten ise, dörtte birinin açılmasının namaza mâni olacağını söyler. (Halebî, age., s. 2l3.) Ama bu kadarı, ya da daha azı kendi fiili ile açılırsa, açılma süresi bir rükün edâ edecek zamandan kısa bile olsa, namazı hemen fâsid olur. Ancak uzvun dörtte biri namaza girmeden önce açıksa bu, namaza başlamaya mânidir. Avretin kişinin kendi nefsine karşı da örtülmesi şart değildir. Mekruh olmakla birlikte, elbisesinin yakasından avretini görmesi, namazını iptal etmez. Bu durumda namazı fâsid olur diyenler de vardır. (Halebî, age. s. 209-210.)

HANBELİLERE GÖRE AVRET

1- Namazda:Bu konuda Hanbeliler, Malikilerle aynı görüştedirler. Ancak kadının namaz içerisindeki avretinden sadece yüzü istisna ederler. Namazda kendi kasdı olmaksızın açılan avret az ise, namaza mani olmaz; çok ise, zamanın uzaması halinde namazı bozar.

2- Namaz dışında: Kadının mahremlerine karşı avreti yüz, boyun, baş, eller, ayaklar, ve bacaklardan başka, bütün vücududur. Yabancı erkeklere göre ise, elleri ve yüzleri dahil bütün bedenidir. (Sâbânî, a.ge., N/156.) Müslüman kadınlarla kâfir kadınlar arasında, avreti gösterme bakımından fark yoktur. Dolayısıyla kadın, kâfir kadına bile göbek ve diz kapağı arası hâricini gösterebilir. Erkeğin avreti konusunda Hanbelî mezhebinde uygun görüş, Hanefilerde olduğu gibi göbekle diz kapağı arasının avret oluşudur. Mezhepte erkeğin avretinin ön ve arka uzuvlardan ibâret olduğu görüşü de vardır. (Ibn Kudame el-Mugnî, I/578, Kahire (Tarihsiz).) Bedenden ayrılan avret bir uzuv, avret olma niteliğini kaybeder.

7 yaşın altındaki çocuklar için avret yoktur. 7-9 arası erkek çocuğun avreti, namaz içinde de namaz dışında da, sadece ön ve arka uzuvlardır. Kız çocuğun namazda ve namaz dışında mahremlerine karşı avreti, göbekle diz kapağı arası, yabancı erkeklere karşı baş, boynu, dirseklere kadar eller, bacak ve ayakları dışındaki bütün bedenidir.

HÂMİLENİN NAMAZI

Hamile bir kadına, namaz kılacak kadar süre ayakta durmasının sakıncalı olduğu söylenirse, namazlarını oturarak kılabilir mi?

Adil, yani dinin asgari farzlarını yapan ve büyük günahlardan sakınan uzman bir doktor, namaz kılarken ayakta durmasının sakıncalı olduğunu söylemişse, bu durumdaki bir hâmile namazlarını oturarak kılabilir.

HÂMİLELİK ÇİLLERİ VE ESTETİK AMELİYAT

Estetik ameliyat yaptırmanın caiz olmadıgını öğrendik. Doğumdan sonra yüzümde benekler ve lekeler oluştu. Aslında bir rahatsızlık veriyor değiller, ama estetik ameliyata benzer diye endişe ettiğim için ilaç kullanamıyorum. IIaç kullanmamızın Şer'an bir mahzuru var mıdır?

Insanın normal yaratılışını beğenmeyip estetik ameliyatlarla burnunu, dişini, göğsünü vb. değiştirmesi, sizin de dediğiniz gibi haramdır ve sıhhi bir gerekçe yokken bûnu yapanlar lânetlenmiştir. Bunu daha önce uzunca yazmaya çalıştık.Ancak Islâm, fıtratı bozmaya karşı çıktığı kadar, bozulan fıtratı tedaviyi ve estetiğin korunmasını da teşvik etmiştir. Hamilelik çilleri de aslî görünümü bozan, yani fıtrata halel getiren türden bir olgudur.Bu yüzden giderilmesi ve tedavisinin yapılması daha evlâdır. Dolayısı ile bunu estetik ameliyatla bir tutmak doğru değildir.

Ümmü Seleme annemiz diyor ki: "'Lohusa olan kadınlar Rasûlüllah zamanında kırk gün otururlardı (ibâdet etmezlerdi). Biz o dönemimizde yüzümüzde oluşan lekeler için vers kürü uyguluyorduk." (vers turuncu bir ot olup yanakları kızartmak için kullanılırdı).(Ebû Dâvûd, tahâret 121) Demek ki, sizin sorununuz "asr-ı saâdet"te de söz konusu olmuş, hal çâresi aranmış ve Rasûlüllah Efendimiz buna karşı çıkmamıştır.

HAMELE-İ ARŞ (ARŞI TAŞIYAN MELEKLER)

Arşı taşıyan melekler. Allahu Teâlâ'nın Arş'ı taşımakla vazifelendirdiği sekiz müvekkel melek. Arşın mahiyetini bilmediğimiz gibi bu meleklerin arşı taşıma keyfiyetini de bilemiyoruz. "Gök yarılmış ve o gün bitkin bir hale gelmiştir. Melekler onun çevresindedir. Ve o gün Rabbının Arş'ını, onların da üstünde sekiz tanesi yüklenir" (el-Hâkka, 69/16,17). Bu âyette anlatılan olay müteşâbihdir. Nasıllığı hakkında izahlar, sahih rivâyetlerin ötesinde fazla bir kıymet taşımaz. Bu melekler "Subhanallahi ve bihamdihi" diyerek Arş'ı tavaf ederler.

Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Size arşı taşıyan meleklerden bahsetmem konusunda bana izin verildi. Onlardan her birisinin kulak memesi ile boynunun arasındaki mesafe yedi yüz yıldır" (Ebû Dâvûd Sünne,18): Abdullah b. Amr "Arş'ı taşıyan melekler sekiz tanedir" der. Sa'id b. Cübeyr âyetteki "sekiz melek" ifadesini sekiz saf melek olarak tefsir etmiştir. Bu meleklere Allahu Teâlaya yakın ve meleklerin efendileri olmalarından dolayı Kerûbiyyûn melekleri denilir. İbn Abbâstan nakledilen bir rivâyete göre Kerûbiyyûn melekleri, sekiz bölümdür. Onlardan her bir cinsinin insan, cin, şeytan ve melek gücü kadar gücü vardır (İbn Kesîr, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azîm, VIII, 239).

"Arşı taşıyanlar ve çevresinde bulunanlar Rablarını hamd ile tesbih ederler, O'na inanırlar ve mü'minlerin bağışlanmasını isterler. Rabbımız ilim ve rahmetle herşeyi kuşattın; tevbe edip senin yoluna uyanları bağışla ve onları Cehennem azabından koru" (el-Mü'min, 40/7). Bu âyetin tefsirinde İbn Kesîr "Allahu Teâla, Arş'ı taşıyan dört mukarrebûn melek ile onların çevresindeki "Kerûbiyyûn melekleri'nin Allah'ı tesbihle Rablerine hamdettiklerini haber verir" der. Bu âyete dayanılarak meleklerin sayısının dört olduğu iddia edilmiştir (İbn Kesîr, a.g.e. VII, 120).

Hasan-ı Basrî, Hamele-i Arş meleklerinin sayısının sekiz mi sekiz bin mi olduğunun ancak Allah tarafından bilinebileceğini söyleyerek meseleyi Allah Teâla'nın ilmine havale eder. Sa'lebî'nin rivâyet ettiği bir hadîste Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur.

"Hamele-i Arş şu anda dörttür, Kıyamet günü Allah onları bir dört melekle daha kuvvetlendirir, böylece sekiz olur" (Kurtubî, el-Cami'u fî-Ahkâmi'l-Kur'ân, XII, 266).

İbn Sina " Melâike" risalesinde Arş'taki meleklerin tesbih ve tahmid ile Rablerine kulluk ettiklerini ve mü'minler için istiğfar ve duada bulunduklarını kaydeder. Erzurumlu İbrahim Hakkı (ö.1780) "Allah dört büyük melek yaratmıştır, bunlar Arş'ı taşır, Hamele-i Arş denilen bu meleklere Kerûbiyyûn da denilmiştir. Allah'ın yanında bütün meleklerden daha üstün ve faziletlidirler. İsrafil de bu meleklerdendir, İsrafil diğer üçünden daha üstündür" der (bk. Tecrîd-î Sarîh tercemesi, IX, 7).

HALVET VE MAHREMLİK

Bir erkeğin, yabancı ve hür bir kadınla, bir evde başbaşa kalmaları, harama yakın mekruhtur. (Bazı fıkıh kitaplarında ise "Haramdır" denilir. Bak. Ibn Nüceym, el-esbah ve'n-Nezâir (Hamevi şerhi ile birlikte) M. Âmire; N/lll.) Ancak bulundukları odaların araları kesikse ve herbirinin ayrı ayrı kilidi varsa; ya da kilidi yoksa da aralarında duvar ve perde gibi bir engel olup, erkek de güvenilir birisi ise veya kadının yanında bir mahremi, ya da cinsel ilişkide bulunamayacak, ancak saldırıyı önleyebilecek derecede yaşlı bir kadın varsa, veya erkek o derece (yaşlı kadın gibi) yaşlı ise veya yanında bulunduğu kadın borçlu olup, erkek onu takip için orada bulunuyorsa, halvet haram değildir.(Alâuddin Abidin, el-Hadıyy·e'l-Alâiyye, (1984) s. 243-44; Resülullah: ‚Biriniz, mahremi olmayaan bir kadınla başbaşa kalmasın" , "Bir erkekle bir kadın başbaşa kaldıklarında, üçüncüleri mutlaka şeytan dır." buyurmuştur. (Buhârî, Nikah, 111-ll2; Müslim, Hac 424; Tirmizi, Radâ', 16)) Erkeğin, mahremi olan kadınla halvette bulunmasında ise, şehvetten emin olunması halinde mahzur yoktur. Ancak süt kız kardeş, genç kayınvalide ve eşinin başka kocadan olan kızı gibiler bunlardan istisna edilmiştir. (Alâuddîn - Abidin, age. 244.) Erkek, yabancı kadınlarla, birden çok olsalar da bir arada bulunamaz. (Kadızâde Efendi, Netâicü'l-Efkâr, N/122.) Bu yüzden erkeğin; içlerinde başka erkek ya da kendi hanımı ve annesi gibi bir mahremi bulunmayan kadınlara, ev gibi bir yerde imam olup namaz kıldırması, mekruh görülmüştür. Ancak bunun camide olması halinde mekruhluk ortadan kalkar. (Serahsî, age N/166.) Serahsî'nin bu ifadesine dayanarak bazıları; bir erkekle bir kadının halveti, yabancı da olsa, bir başka erkeğin bulunmasıyla önlenmiş olur, ancak mahremi ve güvenilir bir yaşlı kadın dışındaki yabancı kadınlarla ortadan kalkmaz ve erkeğin birden çok yabancı kadınla başbaşa kalması da, harama yakın mekruh olur demişlerdir. (Bak. Ibn Abidin, age. VI/368-69; Hamid Mirzâ Fergâni, el-Fethur-Rahmanî, Kahire 1396, N/212.)

HALİFENİN BELİRLENMESİ

Hz. Peygamber (s.a.s) hayatta olduğu sürece peygamberlik görevinin yanısıra devlet başkanlığını da şahsında toplamıştı. Bu nedenle Hz. Peygamber hayatta iken, kurulan ilk Islâm devletinin başkanını belirlemek gibi bir problem ile karşılaşılmış değildi. Diğer taraftan Hz. Peygamber (s.a.s) kendisinden sonraki halifeyi belirleyen herhangi bir söz de söylememişti. Durumun böyle olması nedeniyle Hz. Ebu Bekir (r.a) halîfe seçilene kadar bazı farklı görüşlerin ortaya çıktığını görüyoruz. Ancak bu durumlar geçici ve oldukça kısa bir süre için sözkonusu olmuş; bir müddet sonra unutulup gitmiştir. Yani bu görüş ayrılıkları Hz. Peygamber (s.a.s)'in vefatından sonra Hz. Ebu Bekir halife seçilinceye kadar devam etmiş ve onun seçilmesiyle tam anlamıyla son bulmuştur.

Ancak daha sonraki dönemlerde Hz. Ali (r.a)'ın halifeliği zamanında başlayan ve gittikçe yayılan karışıklıklar sonucunda ondan önceki halifelerin halifelikleri tartışma konusu yapılmıştır. Bu tartışmalar, Hz. Peygamber'in, Hz. Ali'yi vasiyet ettiği iddiasıyla başlatılmış; pek çok yanlış görüşlerin, düşünüşlerin, Islâm dünyasında yayılmasına neden olmuştur. Geçmiş dönemlerin kapatılmış sahifeleri tekrar aralanmış, ileri-geri, doğru-yanlış pek çok fikirler ortaya atılmıştır.

Aslında Hz. Peygamber (s.a.s)'in kendisinden sonraki halifenin kim olacağına dair açık hiç bir tavsiyede bulunmadığı hususu, başta Hz. Ali (r.a) olmak üzere pek çok sahabinin açıkça ifade ettiği bir husustur (Müslim, Vasiyye 18,19; Edâhi 43; Tirmizî, Fiten, 48; Nesâî, Vesaya, 2; Ibn Mace, Cenâiz 64; Vesaya 1; lbn Kuteybe, el-Imame ve's-Siyâse, I, 6).

HALİFE NASIL SEÇİLİR?

İslam'da halifenin seçilişi üç yoldan birisiyle meydana gelir.

1- Müslüman, mükellef, adil –yani büyük günahlardan sakınıp, küçük günahlarda ısrar etmeyen- ve kendisini şüphelerden koruyan ve şahsi menfaatını ön planda tutmayan, bilgili, şahsiyetli ve müslüman halkın ileri gelenlerinden birini müslümanların tayin etmesi. Hazreti Ebubekir al-Sıddık'ın halife olarak seçilişi bu yolla olmuştur.

2- Adil halifenin henüz vefat etmeden önce adil ve bu işe layık olan bir kimseyi tayin etmesi Hz. Ebubekir al-Sıddık hz. Ömer'i (ra) bu yolla tayin etmiştir. Hz. Ebubekir vefat etmeden evvel şöyle buyurdu: ben Ömer bin Hattab'ı size amir olarak tayin ettim. İyilik eder ve adelete bağlı kalırsa zaten benim bilgim ve görüşüm de hakkında budur. Zulüm eder ve durumu değiştirirse ben gaybı bilmem. Ben istedim. Herkes ne kazanırsa kendisine aittir. Durum öyle olmakla beraber ehli hal ve akdin muvafakatıda şarttır. Bunların muvafakatı olmazsa o hilafet hilafet değildir.

3- Hilafetin şartlarına haiz bir kimsenin zor kullanmak suretiyle kendini seçtirmesi (Nihayetü'l-Muhtac).

HAKKU'L-MÜRÛR(GEÇİŞ HAKKI)

Geçiş hakkı.

Mürûr, merre fiilinin mastarı olup, geçmek, gitmek ve uğramak demektir. Mürûr hakkı, bir kimsenin kendi ev, arsa, bahçe ve arazi gibi gayr-i menkulüne ulaşabilmek için, başkasına âit bir gayri menkuldeki yoldan geçiş hakkını ifade eder. Bu yol, ya umûmî, ya da kendisine veya üçüncü şahsa âit özel bir yol olabilir. Geçiş hakkı, irtifak haklarından olup, bir gayr-i menkul lehine başkasına âit bir gayr-i menkul üzerinde kurulmuş bir yararlanma hakkıdır (bk. Hakku'l-İrtifâk)."

Geçiş hakkının esası İslâm hukukçularınca şöyle açıklanır: Bir kimse ölü (mevât) bir araziyi ihyâ etse, daha sonra başkaları bu arazının dört yanını ihyâ ettiği için, geçiş yolu kalmasa, en son ihyâ edilen arazının geçiş hakkı tanıması kesinleşir. Çünkü ortada kalan arazının giriş-çıkış yolunu en son kapatan bu arazidir (İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, . V, 303; Fahri Demir, İslâm Hukukunda Mülkiyet ve Servet Dağılımı, İstanbul 1981, s. 46).

HAKKU'L-MESÎL(BAŞKASINA AİT ARSA)

Başkasına âit arsa, bahçe veya araziden, kullanılmış veya ihtiyaç fazlâsı suyun geçeceği kanal veya kanalızasyon geçirme hakkı. Bir kimsenin ev, bahçe veya arazisindeki ihtiyaç fazlası saçak, tuvalet ve benzeri yerlerin temiz veya pis sularını, ev veya fabrikasının sıvı artıklarını kendi mülkü dışına akıtma hakkı vardır. Bu sıvıların en kolay geçebileceği komşu gayr-i menkul sahipleri buna katlanmak zorundadır. Artık sulan geçirme, ya toprak zeminine açılacak kanalla, ya dâ toprak altına döşenecek boru, kanalızasyon gibi altyapı tesisleriyle olur. Bu, bir gayr-i menkul lehine, diğer gayr-i menkul aleyhine bir irtifak hakkıdır.

Su geçirme hakkı (hakku'l-mecrâ) ile bunun arasındaki fark şudur: Birincisi, içme, kullanma veya araziyi sulamaya elverişli suyu bir boru veya kanalla başkasının gayri menkulûnden geçirmeyi; mesîl hakkı ise kullanılmış suları ve pis sıvı artıkları, başkasının mülkünden geçirip dışarı akıtmayı ifade eder. Kanalızasyon, bazan yararlanana âit özel mülk olur, bazan içinden geçtiği komşu arazi sahibine âit bulunur, bazan da umuma âit olabilir. Kanalızasyon geçirme hakkı sâbit olunca, açık bir zarar söz konusu bulunmadıkça komşu gayr-i menkul sahibi bunu engelleyemez. Bu hak, gayr-i menkulün tarım arazisi iken, ev veya fabrika arazisine dönüşmesi gibi yollarla niteliği değişse bile devam eder.Mesîl hakkı eskiden beri geliyorsa, umûmî veya husûsî maslahata zarar vermedikçe eski hâli üzere kalır. Başkasına zarar veriyorsa bu zarar kaldırılır. Zararın eskiden beri gelmesi sonucu etkilemez. Çünkü zarar kadîm olmaz.

HAKKU'L-MECRÂ( SU GEÇİRME HAKKI)

Su geçirme hakkı.

Sulanacak akarı, suyun geçtiği yerden uzak olan kimsenin, komşu akarlardan kendi akarına kadar suyu geçirme ve akıtma hakkı. Tarım ürünlerini sulamak için başkasının arazisi üzerinden kanal açarak, boru veya künk döşeyerek sulama suyunun geçirilmesi irtifak haklarından birisidir.

Hz. Peygamber (s.a.s) "insanlar üç şeyde ortaktırlar; su, ateş, ot" buyurmuştur (Zeylaî, Nasbu'r-Râye, IV, 294). Suyun sahibi veya suyun geçirileceği arazının sahibi suyun kullanılmasını engellerse, gerekirse silah kullanarak sudan yararlanılır. Hz. Ömer (r.a.)'in uygulaması böyledir (Ebû Yûsuf, Kitâbü'l-Harac, s. 97; Mevsılî, İhtiyâr, III, 71).,

Eğer suyu geçirecek şahsın kendi arazisi ile su arasında kalan arazide hakkı varsa ortaklık hakkına dayanarak suyu geçirebilir. Şayet bir ortaklığı yok ise irtifak hakkı ile suyu araziden geçirir, arazi sahibi veya komşu arazi sahipleri bunu engelleyemez.

27 Eylül 2010 Pazartesi

HAFAZA MELEKLERİ

İyi ve kötü her yapılanı gözetip hıfz etmek ve korumakla görevli melekler. Hafaza ve hâfızîn, hâfız kelimesinin çoğuludur.

Gözetlemeye memur melekler insandan hiç ayrılmaksızın her an onu murakabe etmekte ve her hareketini yazmaktadırlar. Bütünüyle bu işin nasıl olduğunu da bilemediğimiz gibi keyfiyetini bilmekle de mükellef değiliz.

"Muhakkak sizin üzerinizde hafız (gözetleyici) melekler var. Kiram (değerli) kâtipler var. Her ne yaparsanız bilirler" (el-İnfitâr, 82/ 10, 11, 12).

"Hafızın" gözetleyici, amelleri ezberleyen, muhafaza eden ve koruyan anlamında tefsîr edilmiştir. Âyette hafaza melekleri "kirâmen" değerli, şerefli sıfatlarıyla anılmıştır. Melekler Allah katında şerefli ve değerlidirler (Taberî, Tefsîr, XXX, 88). Bu suretle kalplerde o şerefli meleklerin yanında utanma ve toparlanma hissi uyarılmak istenmiştir. Zira insanoğlu yüksek mevkide bulunanların huzurunda söz, hareket ve davranış bakımından bir hata yapmamak hususunda son derece dikkatli ve itinalı hareket eder. "Kirâmen" vasfıyla anlatılan meleklerin her an ve her durumda kendilerini gözetlediğini bilen kimselerde huy ve davranışlarını dikkatle ve güzel bir şekilde yapmalarıdır.

HADLERİN UYGULANMASI KONUSUNDA BAZI HADİSLER

"Allah'ın hadlerini yakında ve uzakta yerine getiriniz. Hiçbir kınayanın kınaması sizi Allah'ın hakkını yerine getirmekten alıkoymasın. "

"Allah'ın yasaklarına uyan kimseyle o yasakları (hududu) ihlâl eden kimse, bir gemiye binip, kur'a çekerek bir kısmı alt kata bir kısmı üst kata yerleşen topluluk gibidir. Aşağı katta olanlar su almak istedikleri zaman yukarı katta olanlara gidip: "Sizi zarara sokmadan biz kendi katımızda bir delik açsak!.." derler. Eğer yukarıdakiler onları serbest bırakırsa hepsi helâk olur, mani olursa hepsi kurtulur" (et-Terğib ve't-Terhib, 4/25, 27).

Şer'î hadlerin tatbiki konusunda gözden uzak tutulmaması gereken bazı hususlar vardır: Her şeyden önce had cezaları bütün müessese ve kurumlarıyla işleyen Islâm Devletinde ve Devletin hakiminin kararlarıyla uygulanır. Toplumda suça sebeb olabilecek bütün unsurların ortadan kaldırılmış olması, insanların islâmî eğitimle yetiştirilmiş olması, fertlerin maddî manevî ihtiyaçlarını devlet tarafından eksiksiz giderilmiş olması gerekir.

Suça götüren yolların tamamen kapatılamaması, şüphelerden sanığın faydalanması, suçun sübut bulması için gerekli şartların tam teşekkül etmemesi gibi sebeplerle geçmişte had cezaları nadır olarak uygulanmıştır. Buna, yöneticilerin bu cezaları uygulamakta gösterdikleri ihmal, acz ve gevşekliği, kayıtsızlığı da eklemek gerekir.

Hadis-i Şerifte: "Şüphelerden dolayı hadleri kaldırınız (uygulamayanız)" " (Ebû Dâvud, Salât,14; Tirmizî, Hudûd, 2) buyurulmuştur. Islâm ceza hukukunda bu önemli bir prensiptir. Bu prensibe göre, Hz. Ömer'in tatbikatıyla, kıtlık yılında hırsızlık yapanın eli kesilmemiş; efendisinin veya akrabasının malından çalan kimseye de, o malda hakkıolabileceği şüpheşiyle, bu had uygulanmamıştır. Aşağıdaki örnekler de bu prensiple ilgilidir:

HADİS USÜLÜ ISTILAHINDA VASİYET

Hadis usûlü ilminde Vasiyet, hadis tahammül yollarından birisidir. Sefere çıkacak veya ölmek üzere bir şeyh (hadis bilgini) in, rivayet etmekte olduğu bir kitabı bir şahsa Vasiyet ederek bırakması demektir. Bu ilimde, vasîyette bulunan şeyhe, mûsî, kendisine kitap bırakılan öğrenciye mûsa leh denilir.

Vesayet yoluyla hadis tahammülünün caiz olup olmadığı bu sahanın bilginleri arasında tartışmalıdır. Içlerinde Nevevî'nin de bulunduğu bir gruba göre caiz değil, bir başka gruba göre caizdir. Caiz görenler de bu yolu hadis tahammül şekillerinin en alt seviyesi olarak kabul etmişlerdir. Vasiyet yoluyla tahammülü kabul edenler, şeyhi bu vasiyetiyle öğrencisine muayyen bir şey vermiş, ve onun kendi rivayetlerinden birisi olduğunu kabul etmiş gibi telakki ederler. Vasiyet edilen bir kimsenin rivayet sırasında vasiyet edenin sözlerini fazla veya eksik olmadan aynen aktarması gerekir (Suyutî, Tedrîbu'r-râvî fı Şerhi Takribi'n Nevevî, II, 59, 60; Tehanevî, a.g.e., II,1526; Yaşar Kandemir, Hadis Ilimleri ve Hadis Istılahları, trc. 79, 80).

HAD, HADLER

Sınır çekmek, bilemek dikkatle bakmak, ayırmak ve ceza tatbik etmek. Bir isim olarak; sınır, son, bıçak vb. ağzı, tarif ve şer'î ceza. Çoğulu hudûd gelir. Bir hukuk terimi olarak hadler; Islâmî ölçüler, Islâm Dininin ortaya koyduğu helâl-haram sınırları, miktarı ve niteliği nasslarda belirlenmiş olan şer'î cezalar demektir.

Mükellef, yani akıllı ve ergin kişilerin yaptığı işlerin Allah ve Resûlünün rızasına uygun olup olmadığını gösteren ölçüler vardır. Bu ölçüler Kur'ân ve Sünnetle bildirilmiştir.

Islâm'da mükelleflerin yaptığı işlerin (ef'al-i mükellefi) değer hükmünü gösteren ölçüler şunlardır: Farz, vacip, Sünnet, Müstehap, Helâl, Mübah, Mekruh, Haram, Sahih, Fâsit, Batıl. Mükellefin yaptığı her iş, şer'î sınırları gösteren bu ölçülere göre değerlendirilir. Sonuçta ona göre ceza veya mükâfaat alır; yapılan iş ya geçerli (sahih) veya geçersiz (fâsid, bâtıl) olur.

Şer'î hadlerin genel anlamı Allah'ın koyduğu helâl-haram ölçüleridir. Bu mana aşağıdaki âyet ve Hadislerden anlaşılmaktadır: Nisâ suresi 12. âyette mirasla ilgili hükümler açıklandıktan sonra şöyle buyurulmaktadır: "Bunlar Allah'ın sınırlarıdır, Kim Allah'a ve elçisine itaat ederse Allah onu, altından ırmaklar akan cennetlere sokar, orada ebedî kalırlar. Işte büyük kurtuluş budur. Kim de Allah'â ve O'nun Elçisine karşı gelir, O'nun sınırlarını aşarsa, Allah onu ebedi kalacağı ateşe sokar. Onun için alçaltıcı bir azab vardır" (en-Nisa, 4/ 13, 14). Burada Allah'ın emirleri "O'nun sınırları' olarak ifade edilmiş, bu sınırları aşanların ceza ile karşılaşacakları haber verilmiştir.

HACİZ, HACZ

Ayırmak, bölmek; Islâm hukukuna göre, borçlunun malına hâkim kararı ile el koymak.

Fıtratının gereği olarak yaptığı işlerde iradesine göre hareket etme serbestisinde bulunan insan bu serbestisini aklî yetenekleri var olduğu sürece devam ettirir. Ancak akıl ve şuur ile ilgili bir kısım noksanlıklarında şahsın adına faaliyette bulunması hem kendine hem de ilgili bulunan bir başkasına zararı olacağı nedenle Islâm hukuku bu şahsı "hacr" altına alır.

Hacr, lügatta engel olmak demektir. Islâm hukukunda hacr, bir kimseyi sözle olan tasarruflarından alıkoymaktır. Hukukî ifadeyle "bir muayyen şahsı tasarruf-ı kavlîsinden men etmektir ki, o şahsa bu hacr'den sonra "mahcur" denir. Tasarruf-ı kavlîden men, o tasarrufu hükümsüz, gayrı sâbit ve gayr-ı nâfiz addetmektir (Mecelle, mad, 942). Bir şahsın "hacr" altına alınması için çocukluk, cinnet hâli, bunama hâli ve kölelik gibi gerekli sebepler olmalıdır. Bu grup insanlar, hâkimin kararına gerek olmaksızın aslında hacr altında kabul edilir ve kendiliklerinden yaptıkları muâmeleler hükümsüz sayılır. Hâkim kararı ile hacr altına alınanlar ise: a) Borçlu olanlar; b) belâhet (ahmaklık, düşüncesızlık, ne yaptığını iyi bilmemek); c) sefâhet (zevk ve eğlenceye ve yasak şeylere düşkünlük, akılsızlık edip lüzumsuz yere sonunu düşünmeden, hazz-ı nefs için masraf etmek); d) amme zararına çalışma (câhil olan tabîbin tedavide bulunması, insanlara müctehidlerin ictihadlarına aykırı birtakım bâtıl hileleri öğreten, bilmediği halde fetvâ vermeye kalkışan "müftî-i macın" ve kendisinin muntazam nakil vasıtaları ve parası olmadığı halde yolcuların naklını deruhte eden ve nakil zamanı ortadan kaybolarak yolcuları aldatan "Mükarı-i müflis" gibi kimseler) gibi haller, bu icraatta bulunan şahısları hâkimin kararı ile hacr altına almayı gerekli kılan sebeplerdir.

HÂCET NAMAZI

Herhangi bir ihtiyacı olan kişinin, bu ihtiyacının giderilmesini Allah'tan dilemeden önce kıldığı namaz. Kur'ân, "Sabırla ve namazla Allah'tan yardım dileyin"(el-Bakara, 2/45) buyurur. Mü'minler; yalnız Allah'a kulluk etmek ve yalnız O'ndan yardım dilemekle yükümlüdürler (el-Fâtiha, 1/4). Bu nedenle bir ihtiyaç içindeki insanın namaz ve dua ile Allah'a yönelmesinden, O'ndan yardım dilemesinden daha mâkul birşey olamaz. Hâcet namazı bu yöneliş ve dilemenin bir mukaddimesi niteliğindedir.

Mendûb olan hâcet namazı, yatsı namazından sonra iki, dört ya da on iki rekât olarak kılınır. Hz. Peygamber'den gelen bir rivâyete göre hâcet namazının ilk rekâtında Fâtiha'dan sonra üç defa Âyetel-Kürsî, diğer rekâtta (ya da rekâtlarda) da Fâtiha'dan sonra birer defa İhlâs ve Muavvizeteyn (Felâk ve Nâs) sûreleri okunur.

HACCÜ'L-KIRAN, HACCÜ'L-İFRAD VE HACCÜT-TEMETTU NE DEMEKTIR?

Haccın üç çeşidi vardır.

1- Haccü'l-Kıran, hac ve umre niyetini getirerek her ikisini birlikte eda etmektir.

2- Haccü'l-İfrad, hacc niyetini getirip önce onun menasikini ifa etmektir. Bayram günlerinden sonra da umre menasiki eda edilir.

3- Temettü ise, önce umre niyetini getirip menasiki eda etmek. Bilahare Arafata çıkılacağı gün Mekke'de hacca niyet edip menasikini eda etmektir. Afaki yani mikat haricinden gelen kimse bunlardan istediğine niyet edebilir. Üçü de caizdir. Haccü'l-İfrad için kurban kesilmez. Temettü ve Kıran için kurban kesmek icab eder.

HACCIN YALNIZ KADINLARLA İLGILI ÖZEL ŞARTLARI

Kadınlarla ilgili iki şart vardır.

1. Hacda yol arkadaşının bulunması:

Hac yapacak kadının yanında kocası veya mahrem bir hısımının bulunması gereklidir. Aksi halde kendisine hac farz olmaz. "Kadın, yanında mahrem hısımı bulunmadıkça üç günden fazla yolculuk yapamaz" (eş-Şevkânî, a.g.e, IV, 290). "Bir kadın, yanında kocası bulunmadıkça hac yapmasın" (eş-Şevkânî, a.g.e, IV, 491) hadis-i şerifleri buna delildir. Şâfiîler ise, kadına, güvenilir kadınlarla birlikte olunca, haccı gerekli görürler. Yol arkadaşı olarak tek kadın yeterli değildir. Mâlikilere göre ise, kadın, yalnız kendilerine emanet edilmiş kadın arkadaşları veya yalnız erkekler yahut da erkek-kadın karışık bir toplulukla birlikte hac yapabilir. Bu iki mezhebin dayandığı delil; "Oraya gitmeye gücü yeten herkese, Allah için Kâbe yi ziyaret edip haccetmek farzdır" (Âl-i İmrân, 3/97) ayetinin genel anlamıdır. Bu yüzden, kadın kendisi aleyhine kötülükten güvende olunca, ona hac gerekli olur.

HACCIN SIHHATİNİN ŞARTLARI

Yapılacak haccın geçerli olması için dört şartın bulunması gereklidir:

1. İslâm: Haccın, hem farz olma ve hem de sıhhat şartıdır.

2. Özel yerler: Arafat ve Kâbe.

3. Özel vakit: Arafatta vakfe, arafe günü zevalden itibaren, Kurban bayramı sabahı şafak sökünceye; ziyaret tavafı ise, bayram sabahından, ömür sonuna kadar yapılabilir. Ancak ziyaret tavafını bayramın ilk üç gününde yapmak vacib olduğu için, ziyaret tavafını bundan sonraya bırakana, vacibi terkettiği için, kurban kesmek gerekli olur.

4. İhram: Hac veya umre niyetiyle, diğer zamanlarda helâl olan bir kısım, fiil ve davranışları, kişinin kendisine hac veya umre süresince haram kılması demektir. Halk arasında ihramlı erkeğin örtündüğü iki parça örtüye de "ihram" denilmektedir.

HACCIN ŞARTLARI

Haccın Şartları erkekleri ve kadınları içine alan genel veya yalnız kadınlarla ilgili özel şartlar olmak üzere ikiye ayrılır. Bunlar tam olarak bulununca hac ve edası farz olur. Aksi halde farz olmaz.

Genel Şartlar. Bunlar; farz oluşunun, sıhhatinin veya edasının şartları kabilinden olur. Müslüman, akıllı, ergin, hür ve haccetmeye gücünün yeter olması gibi.

1. Müslüman Olmak! Kâfire hac farz olmaz. İbadeti eda ehliyeti bulunmadığı için, onun yapacağı hac geçerli değildir. Münkir hac yapsa, sonra İslâm'a girse, ona İslâm'ın haccı farz olur. Hanefilere göre, kâfir, şeriatın furûu ile muhatap olmadığı için haccı terkten dolayı hesaba çekilmez. Çoğunluk hukukçulara göre ise o, furû (İslâmî emir ve yasaklar)a muhataptır ve ahirette bunlardan hesaba çekilir.

HACCIN HÜKMÜ VE DELİLLERI

İslâm âlimleri haccın ömürde bir defa farz olduğu konusunda görüş birliği içindedir. Delilleri; Kitap ve Sünnettir. Kur'an'da şöyle buyurulur:

"Oraya gitmeye gücü yeten herkese, Allah için Kâbe'yi ziyaret edip haccetmek farzdır" (Âl-i İmrân, 3/97).

"Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın" (el-Bakara, 2/196) "İnsanları hacca davet et ki, gerek yaya olarak ve gerekse uzak yollardan gelen çeşitli vasıtalarla sana varsınlar" (el-Hac, 22/27)

Hadislerde şöyle buyurulur: "Şüphesiz Allah size haccı farz kıldı, haccı ifa ediniz" (Müslim, Hac, 412; Nesaî, Menâsik, 1; Ahmed b. Hanbel, II, 508). " Îslâm beş şey üzerine bina edilmiştir: Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed (s.a.s)'in, Allah'ın elçisi olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekât' vermek, Beytüllah'ı haccetmek ve Ramazan orucunu tutmak"(Buhârî, İman, l, 2; Müslim, İman,19-22; Tirmizî, İman, 3; Nesâî, İman, 13).

HACCIN FEVRİ VEYA ÖMRÎ OLUŞU

Ebû Hanife, Ebû Yûsuf, iki görüşten tercih edilende Mâlikîler ve Hanbelîlere göre, hac fevrîdir. Yani yükümlünün, gerekli şartları taşıdığı ilk yılda haccetmesi gereklidir. Haccı, yıllar boyunca geciktirirse fâsık olur ve şahitliği reddedilir. Çünkü haccı geri bırakmak küçük ma'siyettir. Bunda ısrar etmek kişiyi fıska götürür. Böyle bir kimse hac yapmadan malı telef olsa, borç para alıp haccetmesi hâlinde, ilâhî mağfirete nail olacagı umulur. Haccın geciktirilmeden ifasına, hacla ilgili âyetler delâlet ettiği gibi, şu hadisler de bunu destekler: "Hac yapmakta acele ediniz. Çünkü sizden biriniz ölümün kendisine ne zaman geleceğini bilmez" (Ebû Davûd, Menasik, 5; İbn Mâce, Menâsik, 1; İbn Hanbel, I, 214, 225). " Bir kimseyi hastalık, açık bir ihtiyaç, bir sıkıntı veya zalim bir sultan alıkoymaksızın hac yapmazsa; ister yahudi, isterse hrıstiyan olarak ölsün"(eş-Şevkânî, a.g.e., IV, 284).

HACC-I TEMETTÜ

Hac mevsiminde hac ile umrenin iki ihramla ayrı ayrı yerine getirilmesi. Temettü; ihtiyacını giderecek şekilde bir şeyden faydalanma; Umreyi veya umrenin ekseri şartlarını hac aylarında eda etmektir. Kişi şartların bir kısmını hac aylarında yapar ve o senede haccını eda ederse hacc-ı temettü yapmış olur. Yani hac aylarında (ve aynı yıl içerisinde) iki ihramla umre ve haccı eda etmeye hacc-ı temettü denilir.

Temettü haccı yapan kimseye mütemetti denir. Kelime anlamından da anlaşılacağı üzere temettü yapan kimse hem umre yaparak onun sevabından faydalanmış olur, hem de umre yaptıktan sonra ihramdan çıkarak ihramın yasaklarından kurtulur. Böylece bazı kolaylıklardan faydalanmış olur. Temettü haccı hacc-ı ifraddan efdaldır (Fetâvây-i Hindiyye, Beyrut 1400, I, 238, Meydânî, el-Lübab, 1400, I, 199).

Hacc-ı Temettu yapmak isteyen kimse Mikat'ta ihrama girerken "Ya Rabbi, ben umre yapmak istiyorum, onu bana kolay kıl ve benden onu kabul et" diye niyet eder. "Lebbeyk..." duasını okur, iki rekât namaz kılar. Mekke'ye girince umre için Kâbe'yi usûlüne göre tavaf eder. Tavaftan sonra iki rekât namaz kılar. Sonra Safâ ile Merve arasında sa'y yapar. Saçlarını kestirdikten sonra ihramdan çıkar, günlük elbisesini giyer. Arafat'ta vakfe yapmak üzere Mekke'den ayrılıncaya kadar günlük elbisesiyle ibadetlerini yapar.

HACC-I KIRÂN

Hacc ile umrenin bir ihramla yerine getirilmesi.

Kırân, sözlükte iki şeyi biraraya getirmektir. Bir terim olarak; hacc ile umrenin ihramını birleştirmek, yani ikisi için birden ihrama girmek, demektir.

Kırân haccı yapacak kimse, mîkatta veya daha önce umre ile hacca birlikte niyet edip, iki rekât namaz kılar; sonra "Allah'ım, ben umre ile hacc yapmak istiyorum; bunları bana kolay kıl, bunları benden kabul buyur" diye dua eder, telbiyede bulunur ve ihram yasaklarına uyar. Mekke'ye girince, önce umresini yapar, Beytullah-ı tavaf eder, Safâ ile Merve arasında sa'y eder. Sonra ifrat haccı yapan kimse gibi farz haccın menâsikine başlar. Kudûm tavafı, Arafat'ta vakfe, ziyaret tavafı, sa'y ve veda tavafı gibi ibâdetlerle hacc ve umre tamamlanır. Kur'an-ı Kerîm'de, "Hacc ve umreyi Allah için tamamlayınız" buyurulur (el-Bakara, 2/ 196). Ayette, kırân haccı yapanla başkaları arasında bir ayırım yapılmaksızın, başlanan hacc ibadetinin tamamlanması istenmiştir. Sabiy b. Ma'bed iki tavaf ve iki sa'y ile hacc yapmış, Hz. Ömer kendisine, "Resulullah (s.a.s)'in sünnetine giden doğru yolu buldun" demiş (Zeylaî, Nasbu'r-Râye, III,109); Hz. Ali de kırân haccı yapan bir kimseye, "Hacc ve umre için yüksek sesle telbiyede bulunduğun zaman, ikisi için iki tavaf ve iki sa'y yap" diye açıklamada bulunmuştur (Zeylâî, a.g.e., III, 111).

HACC-I İFRÂD

Umreye niyet etmeksizin yapılan tek hac.

Mikat'ta Mekke'nin dışından gelen kimsenin yalnız hac niyetiyle ihrama girip, kudûm tavafını yaptıktan sonra hac ile ilgili menasik (ameller) bitinceye kadar Mekke'de ihramlı olarak kalmasıdır. Bu hacda umre bulunmayıp, tek bir hac yapılmış olduğundan, hacc ı müfrîd ve hacc-ı ifrat diye adlandırılır.

Hace-ı ifrat yapmak isteyenler şöyle niyet ederler:

(Allahümme innî ürîdü'l-hacce feyessirhü lî ve tekabbelhü minnî)

"Allah'ım senin rızanı kazanmak için haccetmek istiyorum. O'nu ifa etmeyi benim için kolaylaştır ve benden kabul eyle" diyerek yalnız hacca niyet eder. Gerekli temizlik yapıldıktan sonra ihrama girer, sonra iki rekât namaz kılar. Birinci rekâtla Fatihadan sonra Kâfirûn: İkinci rekâtta ise Fatihadan sonra İhlas suresinin okunması efdaldır. İhrama girildikten sonra şöyle telbiye getirilir:

"Lebbeyk Allahümme lebbeyk, lebbeyke lâ şerîke leke lebbeyk İnne'lhamde ve'n-ni'mete leke ve'l-mülk. Lâ şerîke lek"

HACC-I EKBER

Hacc-ı Ekber, Arapça "E1-Haccü'1 Ekber" terkibinin Osmanlica söylenisidir ve kelime olarak "En Büyük Hac" demektir, Kur'ân-ı Kerim Tevbe suresi 3. ayette söz konusu edilmektedir. Bu sûre, dolayısı ile bu ayet-i kerime Hicretin 9. senesi Medine'de nazil olmuştur. O yıl Rasulüllah (sav) Efendimiz kendileri hacca gidememiş, Hz. Ebubekir'i hac emiri olarak göndermişlerdir. Bu sûre, müşriklere karşı bir ültimatom olarak nazil olunca, bunu onlara duyurmak üzere Hz. Ali'yi görevlendirdi ve bizzat kendi devesine bindirerek Mekke'ye gönderdi. O da Kurban Bayramı'nın birinci günü, hala müslümanlarla beraber hac yapmakta olan müşriklere surenin ilk kırk (ya da otuz) ayetini ültimatom olarak okudu. Üçüncü ayette -mealen- şöyle deniyordu: "Ve bu, Hacc-ı Ekber günü Allah'ın ve Rasulünün bir ilânıdır ki, Allah ve Rasulü müşriklerden beridir..." Burada görüldüğü gibi "hacc-ı ekber günü" bilinen (marife) birgün olarak zikredilmekte ve Rasûlüllah'ın bulunmadığı, Hz.EbuBekir'in Hac emiri olduğu o yılki Hacca "hacc-ı ekber" denilmektedir. Çünkü ültimatomun ilâmi o yıl yapılmıştır. "Hacc-ı ekber günü bir ilamdir" dendiğine göre "hacc-ı ekber" o yılki hacdır. Ancak niçin o yıla "hacc-ı ekber" denmiştir? O yıldan sonra da "hacc-ı ekber" var mıdır? Bu konudaki rivayetler tarandıgında çok değişik değerlendirmeler ortaya çıkar. Peşinen bunlara biz de şu nokta-i nazarımızı ilave edelim: Rasûlüllah da Kâbe'yi ertesi sene Hicri onuncu yılda haccetmişler ve Ebu Davud'un rivayetine göre, Kurban günü cemreler arasında durmus, "bu gün ne gündür?" diye sormuş. Kurban günüdür, demişler, O'da bunun üzerine, "bugün hacc-ı ekber günüdür" buyurmuşlardır (Ebu Davud, Menâsik, 66; Tirmizi'nin bir rivayeti de bu anlamdadır). Durum böyle olunca, Hz. Ebu Bekir'in haccı yaptığı bir önceki yıl haccına "hacc-ı ekber" dendiğini adı geçen ayetin işareti ile, Rasûlüllah'ın hac yaptığı yılın haccına "hacc-ı ekber" dendiğini de, mezkür hadisin ibaresiyle anladığımıza göre "hacc-ı ekber" hem Hz. Ebu Bekir'in haccına has değildir, hem de her yıl tekerür eden bir şeydir. Iki yıl peşpeşe kurbanın birinci günü cumaya rastlamayacağına göre hacc-ı ekberin cuma ile de ilgisi olmamalıdır. Gerçi Hâzin'in bir ifadesine göre: "Hacc-ı ekber Rasulüllah'ın veda haccıdır ve o gün bir cuma günü idi" denmişse de (bk. H.B. Çantay, I/271; Ibnü l-Kayyim'in aldığıbir rivayet de işaretiyle bunu destekler, bk. Zâd'ül-Me'âd, I/204. Aliyyu 1-Kâri nin bir ifadesi de bu anlamdadır) bu bir tarihi tevafuktan ibarettir(Faik Reşit Unat'in hesaplarına göre Hz. Ebubekir'in haccının arafesi Salı gününe, Rasulüllah (sav)'in veda haccının arafesi ise Cumartesi gününe denk gelmektedir ki, bu durumda tesbitlerinde bir yanılma olmalıdır bk. Hicrî Tarihleri Milâdî Tarihe Çevirme Kılavuzu, s. 2,3). Bu durumda "hacc-ı ekber", kurban bayramının birinci günüdür, şeklindeki değerlendirme ve rivayetlerin daha isabetli olması gerektiği ortaya çıkar. Zaten tefsircilerin çoğu da "hacc-ı ekber"in bayramın birinci günü olduğu görüşündedirler. Bu konuda ayrıca şu görüşler rivayet edilmiş ve serdedilmiştir:

HACAMAT (HICAMAT)

Iki omuz arasından, sırttan, başın arka tarafından yahut vücudun herhangi bir yerinden tedavi maksadıyla bardak, şişe veya boynuzla kan aldırma. Peygamberimiz (s.a.s)'in sağlıkla ilgili tavsiyelerinden ve bizzat tatbik ettiği sünnetlerindendir.

Hacamat, sebebi belli bir hastalığın tedavisi olmaktan ziyade kan fazlalığının vücutta meydana getirdiği rahatsızlıkları gidermek için kullanılan genel bir tedavi usûlüdür.

Eskiden yaygın olarak "hacamat bıçağı" veya "hacamat zembereği" denilen bir aletle tatbik edilen bu usûl, bugün yerini enjektörle kan almaya bırakmıştır. Hacamat bıçağı, tarak biçiminde, vücutta bir sıra çizik meydana getiren bir alettir. Bir yüzünde birçok yarık bulunan bakır bir kutu içinde tetikli bir zembereğe bağlı olan bıçaklar, düğmesi basılınca zembereğin boşalmasıyla yarıklardan dışarı fırlar ve vücutta çizikler meydana getirir. Bardak vb. bir şeyle çizikler üzerinden kan çekilir. Bir cins sülük de bu iş için kullanılmaktadır. Sülük vücudun ağrıyan bölgelerine konularak kanı emmesi sağlanır.

HAC VE UMRE İBADETİ SIRASINDA, İHRAMLI İKEN İŞLENEN CİNAYETLERİN KEFFÂRETİ:

Hem hacc, hem umre ibadetinin sadece Allahü Teala'nın rızası için edâ edilmesi esastır. Mükellef; niyet ederek ve telbiye yaparak ihrama girmek durumundadır. Ihram'a bürünen kimse, bazı hususlara riâyet etmek zorundadır. Ihramlının sakınması gereken şeyler âyet ve hadislerle belirlenmiştir. Meselâ; Ihrama giren mükellef; herhangi bir zaruret olmadan başını tıraş ederse, başka bir ceza değil, doğrudan doğruya kurban kesmesi gerekir. Zaruret hali bulununca ihramlıya bazı kolaylıklar getirilmiştir. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur: "Artık içinizden kim hasta olur veya başından bir eziyeti bulunursa; ona oruçtan ya sadakadan ya kurbandan (birisiyle) fidye vacipolur" (el-Bakara, 2/196). Dolayısıyla dilerse üç gün oruç tutar dilerse altı fakire üç sa' (yaklaşık 10 kg) buğdayı sadaka olarak verir.

Yemini bozmanın keffâreti:

BİLİNMEYEN KUL HAKKI VE HARAM PARA İLE HAC

Hacca gitmek niyetindeyiz, paramıza haram karışmadığından emin değiliz. Ayrıca üzerimizde bilmediğimiz ya da helâllık isteyemeyeceğimiz bir sürü kul hakkıvar. Bu durumda ne yapmalıyız?

Bilindiği gibi, kabul olunmuş bir hac, insanın kul hakkıdışındaki bütün günahlarının silinmesine yetiyor. Insan günah yönünden dünyaya adeta yeniden geliyor. Ama bunun için asgari şu ,beş şarta riayet etmesi gerekiyor: 1. Hacca son derece halis bir niyetle, yani sadece Allah için gidiyor olmak. Adeta Allah'ı ziyarete gidiyor gibi O'nun dışındaki her şeyi gözünden çıkarmak. 2. Tertemiz (tayyib) bir para ile hacca gitmek. 3. Üzerindeki kul haklârını ödemek ya da helallık almak, Allah'a olan namaz ve oruç gibi borçlarını da kaza etmek ya da kaza etmeye kesin karar verip başlamak, 4. Hac boyunca boş ve çirkin söz, niyet ve davranışlardan (rafes ve fusîk) uzak durmak, 5. Haccı diğer zahir ve batın şartlarına uygun olarak tamamlamak.

HAC FARİZASINI İFA ETMEYEN KİMSE BAŞKASININ YERİNE HACCA GİDEBİLİR MI?

Hac farızasını ifa etmeyen kimsenin başkasının yerine hacca gitmesi doğru değildir. Bununla beraber hanefi mezhebinde böyle bir hac yapılırsa sahihtir, batıl değildir. Ancak tahrimen mekruh sayılır. Şafii mezhebine göre ise hacca gitmeyen kimsenin başkasının yerine hacca gitmesi sahih değildir (İrşhadü'l-Sarı).

HAC

İslâm'ın temel ibadetlerinden biri. Arafat'ta belirli vakitte bir süre durmaktan, daha sonra Kâbe-i Muazzama'yı usûlüne göre ziyaret etmekten ibaret olan ve İslâm'ın şartlarından birisini teşkil eden ibadet.

Hac, HCC kökünden bir mastar olup; müslümanlara göre, bir farzın edası, hristiyanlara göre ise ibadet ve teberrük amacıyla mukaddes toprakları ziyaret etmek, demektir. Kur'an-ı Kerîm'in 22. suresinin adı da "Hac Suresi"dir.

Hac ibadeti maksadıyla ziyaret edilecek olan yerler; Kâbe, Arafat ve çevresidir. Zamanı ise hac ayları diye isimlendirilen; Şevval, Zilkâde ve Zilhicce aylarıdır. Hac'da her fiil için özel zamanlar vardır. Ziyaret tavafının, kurban bayramı sabahından, ömrün sonuna; Arafat'ta vakfenin ise, arefe günü zevalden, kurban bayramı sabahı şafak sökünceye kadar yapılabilmesi gibi. Diğer yandan bu büyük ziyarete hac niyetiyle ve ihramlı olarak yönelmek de gereklidir.

H

·  HEYKEL
·  HARAM
·  HAC
·         HUTBE
·         HÜRMET-I MUSÂHARE
·         HURAFE, HURAFECİLİK
·         HUNSA
·         HULLE-HULLECİ
·         HULLE
·         HUL' NE DEMEKTİR?
·         HUKÛKULLAH
·         HRİSTİYANLIK
·         HORMONLU GIDA
·         HORMON NAKLİ
·         HIYAR (MUHAYYER) OLMAK
·         HİSSE SENETLERİ
·         HİSSE SENEDİ ALIM-SATIMI
·         HÎLE-İ ŞER'İYYE
·         HÎLE
·         HİLÂFETİN MÜDDETİ
·         HİLÂFET TÜRLERİ
·         HİLAFET NE DEMEKTİR?
·         HİLÂFET
·         HİBEYİ KABUL EHLİYETİ
·         HIBENİN ŞARTLARI
·         HİBEDEN RUCÛ (VAZGEÇME)
·         HİBE