15 Mart 2011 Salı

KADININ EV İÇİ KIYAFETİ

Kadın, yabancı erkeklerin görecegi yerlerde; avret olan tüm bölgelerini örten, vücut hatlarını belli etmeyen, süslü, kokulu ve çekici olmayan elbise giymelidir. Yabancıların bulunmadığı evde kadının geniş ve her tarafını örten elbise giyme zorunluluğu yoktur. Başı, kolu, bacağı açık dolaşabilir. Hele kocası istiyorsa, çarşıda pazarda görülecek en etkileyici açıklık, makyaj ve elbise ile bulunabilir. Gözleri ve ilgiyi sokaktan evine çekmek ve böylece haramdan korunmak isteyen bazıları için bunun bir ibadet olduğu da söylenebilir. Rasûlüllah Efendimizin:"Sizden birinize bir kadın câzip gelecek olursa derhal evine ve kendi hanımına gitsin; aynı şey onda da mevcuttur" buyurmalarında buna işaret vardır sanıyorum. Özellikle günümüzdeki Müslüman kadının, başka erkekler için süslenip, sokaklara çıkan, başkalarının kadınlarından daha çok süsü ve câzibeyi kendi kocası için becermesi gerekir. Bu elbette gözü harama takılıp kalma ve dışardakileri "elin tavuğu kaz..." fehvasınca ideal görme eksikliği ve problemi olan erkekler için böyledir. Yoksa kadının evinin içinde dahi, ânî bir durum sözkonusu olması halinde utanmayacağı bir kıyafetle bulunması, çıplak denecek ölçülerle dolaşıp hem melekleri utandırmaması, hem de böylece "vuslat" ile sonuçlanacak cinsel ilgiyi köreltmemesi elbette daha iyidir. "Allah utanılmaya daha lâyıktır."

KADININ HAKLARI

"Birisine bir kız çocuğu müjdelenirse, üzüntüsünden yüzü simsiyah kesilir..." (Kur'ân-ı Kerîm 16 (en-Nahl)/58 ) Bu âyette Allah (c.c.) cahiliyyet insanının kadına bakışını anlatır ve takbih eder. Halbuki, "Allah diledigine kız, dilediğine erkek, dilediğine ikisini birden verir, dilediğini de kısır yapar." (Kur'ân-ı Kerîm 42 (es-Sûrâ)/49)

Kadın da tıpkı erkek gibi doğar, erkek gibi insan yavrusudur. Şefkatte ve hediyede aralarını ayırırlarsa, anne baba sorumlu olurlar. Peygamberimizin vasiyyetini gözetmemiş olarak şefaatten mahrumiyeti hak ederler. Cahiliyyet duygularının insanlarda zaman zaman depreşeceğini bildiği için, Efendimiz kız çocuklarının, eğitimini özellikle vurgular ve "üç, iki, hattâ bir kız çocuğunu, haklarını koruyarak yetiştiren babanın, Cennette kendisiyle beraber olacağını" (Ibn Mâce, edep3) duyurur. Çocuğun kız doğmasında da erkekte olduğu gibi, "Şükür" olarak "akîka" kurbanı kesilir. Ismi güzel verilir, zorunlu eğitimi yaptırılır. Gerekli cinsel bilgileri anneden alır. Kur'ân'da ve Sünnette ilme teşvik eden hiç bir nas, kadınları bundan ayırmaz. Tersine, ihmale uğrayacaklarını bildiği için, Peygamberimiz özellikle kadın eğitimini tavsiye etmiş. haklarının korunmasını emretmiştir. Onun devrinde "müctehid" olan kadınlar yetişmiştir. (Meselâ Resûlüllah'ın (s.a.) zevceleri Âişe validemiz bunlardan biridir.)

KADININ ERKEKTEN AYRILDIĞI NOKTALAR

Yıkanmada

Yıkanmayı (guslü) gerektiren durumlarda kadının erkekten ayrıldıgi noktalar vardır. Âdetin ve lohusalığın sona ermesi bunlardandır. Ihtilam (rüyada şehvetle boşalma)'dan dolayı kadına da erkeğe de yıkanma gerekir. Çünkü Allah Resülû (s.a.s.): "Kim rüyada cinsel ilişkide bulunduğunu görür de uyandığında yaşlık bulmazsa yıkanması gerekmez; ama kim uyandığında yaşlık bulursa, rüya görmemiş olsa bile yıkanması gerekir" (Ibn Kutluboga, Tahrîcu ehadîsi-l Ihtiyâr 14.) buyurur. Ancak bu noktada kadın erkekten biraz farklıdır, şöyle ki; kadın rüyada cima ettiğini görür de uyandığında yaşlık bulamazsa; uyandığı andaki durumuna bakar uyandığında sırtüstü yatıyor idiyse yıkanması gerekir. Çünkü kadından gelen akıntı bu tür yatışlarda geri kaçabilir ve rüyadaki cimalarda genellikle akma olayı olur. Kadın uyandığında eğer sırtüstü yatmiyor idiyse yıkanması gerekmez. Çünkü akma olayı olmamıştır. Bu sebeple yıkanmanın kadına farz olması için menisinin fercinin dışına çıkması şarttır, çıkmazsa yıkanması gerekmez, diyenler de vardır.

Ister elle, isterse herhangi bir aletle olsun, uyanıkken şehvetle boşalma, erkeğin kamışının sünnet yerine kadar olan kısmının, kadının fercine ya da dübürüne girmesi, ölüm ve kâfirin müslüman olması gibi durumlarda yıkanmanın gerekmesinde ise kadın ve erkek eşittir.

Kadının fercine, erkeğin kamışından başka bir şey sokulması halinde, seçkin görüşe göre kadın şehvet duymuş, ya da bundan şehveti kastetmiş ise yıkanması gerekir.

Kadının menisi sarı ve berraktır, erkeğin menisi ise beyaz ve koyudur. Buna göre kadın cima edip yıkandıktan sonra fercinden meni gelirse, kesinlikle kendi menisi olduğu takdirde tekrar yıkanır, ama kıldığı namazı iade etmez, şüpheli olduğu, ya da erkeğin menisi geldiği takdirde ise bir şey gerekmez, sadece abdest alır.

Erkek, kamışına bir bez sararak organlar birbirinin sıcaklığını duymayacak şekilde kamışın ferce sokulması halinde yıkanmak, şehvet duymalarına bağlıdır. Duyuyorlarsa yıkanmaları gerekir, duymuyorlarsa gerekmez. Fakat ihtiyat olarak yıkanmalıdırlar. Ancak günümüzde korunma aracı olarak kullanılan kılıf ya da prezervatiflerle sokulması durumunda ise, şehvet duysun ya da duymasınlar, yıkanmaları gerekir. Çünkü o sıcaklığı olduğu gibi ileten ince ve hassas bir zardan ibarettir.

KADININ, ERKEK DİNLEYİCİLERE HİTAP ETMESİ, KONFERANS VERMESİ CAİZ MİDİR?

Konunun birden çok yönü vardır. Kadının sesinin avret olup olmaması bunlardan birisidir. Bazı Hanefiler kadının sesinin de avret olduğunu söylerler.'Gizledikleri bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar"(24/31) mealindeki âyet-i kerime ile ilgili olarak Cessâs der ki: "Bu âyetten anlaşıldığına göre kadının sesini yabancı erkekler duyacak şekilde yükseltmemesi gerekir. Çünkü kadının sesi fitne uyandırmakta halhal'dan daha etkilidir. Bu yüzden imamlarımız kadının ezan okumasını mekruh görmüşlerdir."( Cessâs, Ahkâm NI/393) Namazda ikaz için "tekbir erkekler, ellerini birbirine vurmak da kadınlar içindir." (Buhârî, el-amel fi's-salât 5, ezan 48; Müslim, salât 107; Ebû Dâvud, salât 169) hadîsi de bunu gösterir. Seslerini yükseltmeleri mahzurlu olmasaydı, onlar da sesle ikaz ederlerdi, derler. Kadının güfteli ve makamlı tegannisinin yabancı erkekler için haram olduğuna ise hemen hemen ittifak vardır. Çünkü bundan ancak erkeklik fıtratında bir arıza olanlar etkilenmezler. Ancak Hanefilerde genel kabul gören görüşe ve Şâfilere göre ise kadının bizzat sesi avret değildir. Çünkü kadınlar seslerini erkeklere duyurmasınlar, diye bir nas yoktur. "Kırıla döküle konuşmayın", (33/32) meâlindeki âyet vardır. Hattâ kadının kocanın dışındaki erkeklerle sertçe konuşması, hem cahiliyye döneminde hem de Islamda onun güzelliklerinden sayılmıştır.(bk. Âlûsî XXN/5) Demek ki yasak olan, kadının sesini duyurması değil, kadınlığı ihsas ettirecek tarzda konuşmasıdır. Sonra kadınların alım-satımı, mahkemede şahidlik yapmaları haklarıdır ve bu herkese göre câizdir. Saâdet asrında kadınların erkeklere (konuşma anlamında) hitap ettikleri; hattâ Halifenin hutbesine müdâhale ettikleri vâkîdir.Meselenin diğer bir yönü ise, bakmak ya da bakışmakla ilgilidir. Bilindiği gibi kadınlara da erkeklere de bakışlarını "kısmaları" emredilmiştir. (24/30-31) Rasûlüllah Efendimiz (s.a.s.)"Bakışı bakışa ekleme"(Ebû Dâvûd, nikâh 43; Timizî, edep 28; Dârimî, rikâk 3; Müsned V/351, 353, 357) buyurmuşlardır. Cumhur (fıkıhçıların çoğunluğu) kadının yüzünün de avret olduğu görüşündedirler. Hanefilerin çoğunluğu kadının ellerinin ve yüzünün avret olmadığını, ancak fitne söz konusu olduğunda örtmesi gerektiğini söylemişlerdir. Bir kısım Hanefiler ise cümhûra uyarak kadının ellerinin ve yüzünün de avret olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Meselâ Aliyyu'1-Kârî bunlardandır. Görüldüğü gibi fitne söz konusu olduğunda kadının ve özellikle genç kızların yüzlerini dahî kapatmaları konusunda ittifak vardır. "Fitne" onun, karşı cinsten olmaklığına duyulan cinsel arzudur.Bu bağlamda meselenin bir yönünden daha söz edilebilir ki, bu da "teberrüc" yasağıdır. "Teberrüc" kadının, elbise ya da vücudundaki güzelliklerini yabancı erkeklere arzetmesi demektir ve âyet-i kerime ile yasaklanmıştır. (33/33) Süslü bir başörtüsü, alınmış kaşlar, allanmış yanaklar hep "teberrüc" cümlesindendir. Imdi bütün bu durumlara göre: Kadın, sesini kırıla döküle kullanmazsa, dış elbisesi dahi, müteberrüc olmazsa, dinleyenlere sürekli bakış imkânı sağlamakla fitneye (şehvetli bakışlara) sebep olmazsa, erkeklere hitap etmesi, konferans vermesi vb. caizdir denilebilir. Ancak bir sürü erkeğin huzurunda, hem de genç bir kadının, göz göze, yüz yüze uzun süre konuşması halinde bu şartlar gerçekleşmiş olur mu? Olsa bile bunu yapmaya ve yaptırmaya gerek var mıdır? Bunu da ayrıca tartışmak gerekir. Şahsen ben ne mümkün olduğuna ne de gerek bulunduğuna inanıyorum. Şâir Ahmed Sevkî'nin dediği gibi:

KADININ, ADETLİ İKEN KESTİĞİ YENİR Mİ?

Müslüman, ya da ehli kitap olması ve boğazlama şartlarına riâyet etmesi halinde kadının (câriye de dahil) kestiği yenir.

Bunda temiz olma, abdestli olma, âdetli, nifaslı vb. olmama gibi bir kayıt sözkonusu değildir. Yeter ki boğazlamayı bilebilsin ve bunu cesaretle yapabilsin. Zaten kadının boğazlaması sözkonusu olduğunda bazılarının aklına gelen olumsuzluk, sadece merhamet (acıma) duygusu erkeğe göre fazla, cesareti ise erkeğe göre az olan kadının bu işi becerip beceremeyeceğinde tereddüt etmelerinden dolayıdır. Bunu becerebiliyorsa mesele yoktur. Bu anlamda bazı erkekler de bu işten ürperti ve tiksinti duyar; boğazlamaya cesaret edemezlerse aynı olumsuzluk onlar için de geçerlidir.

Bir câriye, ölmek üzere olan bir koyuna yetişip onu bir taşla boğazlamış; durum Rasûlullah'a anlatılınca da onun boğazladığının yenilmesini emretmiştir.( Buhâri, zebâih 18,19; Ibn Mâce, zebâih. 8) Câbir b. Abdullah; "Rasûlullah'la beraber Ensâr'dan bir kadına gittik, o da bize bir koyun boğazladı." demiş ve hep beraber yediklerini anlatmıştır.

KADINLA TOKALAŞMANIN CAİZ OLDUĞUNU VE HARAM OLDUĞUNA DAİR BİR ŞEY VARİD OLMADIĞINI SÖYLÜYOR. BU HUSUSU AÇIKLAR MISINIZ?

Yabancı kadınla tokalaşmak caiz değildir. Bu hususta ihtilaf da yoktur. Peygamber (sav) şöyle buyuruyor: "Kendisi için yol olmadığı halde bir kadının elini elleyen (tokalaşan) kimsenin eline kıyamet günü bir kor konulacaktır. Bu durum mahlukat arasındaki hüküm bitinceye kadar devam edecek."

Ancak Hanefi mezhebinde arzu edilmeyecek kadar yaşlı olan kadınla tokalaşmakta beis yoktur. Zira hz. Ebu bekir (ra) halife olduğu sırada sütannesinin mensub olduğu kabilelere gider ve yaşlı kadınlarla tokalaşırdı. Hz. Zübeyr (ra) de mekke'de hastalanınca kendisine yardım edip işini görmek için yaşlı bir kadın hizmetçi tutmuştu. O yaşlı kadın ayaklarını ovalar, saçı bitlenmesin diye onu kontrol edip ayıklıyordu (Serahsi).

Kadın yaşlı olmadığı takdirde onu hizmetçi veya sekreter olarak çalıştırıp onunla yalnız kalmak caiz değildir, haramdır. Peygamber (sav) şöyle buyuruyor: "Bir erkek kendisiyle mahremiyeti olmayan bir kadınla beraber kalmasın. Onların üçüncüsü mutlaka şeytandır" (Serahsi).

KADININ ERKEK DOKTORA MUAYENE OLMASI

Tedaviye, dolayısı ile sağlıga İslam'ın çok çok önem verdiği bilinen bir gerçektir. Çünkü insanın yaratılış gayesi "ibâdettir" ve ibâdet ancak sağlıkla yapılabilir.Meselâ fıkıh kitaplarının abdest ya da namaz bölümlerinde, "sargı üzerine mesh" diye bir başlık bulunur ve bu başlıkaltında abdest uzuvlarından birinde ya da bir kaçında yarası bulunup, üzerini sargı vs. ile bağlayan birisinin nasıl abdest alması gerektiği açıklanır. Bu açıklamalara bakan, bu konudaki bütün görüşlerin, yaranın tedavisinden ve sağlıktan yana olduğunu görür. Bunun, sanıyorum hiç bir istisnası yoktur. Hattâ üzeri sarılan bir yara, açılması ve su değmesi hâlinde zarar görecekse, yıllarca sarılı kalsa dahi açılıp o uzvun yıkanması istenmez ve sargının üzeri meshedilir. Burada iyileşmenin sadece gecikmesi dahî zarar sayılır.

KADININ ERKEĞE SELÂM VERMESİ

Bu konuda Hanefi bilginleri; kadının erkeğe, erkeğin de kadına selâm verebileceğini, ancak erkeğin genç kadına, genç kadının da erkeğe selâm vermesinin mekruh olduğunu söylemişlerdir. Selâm veren kadın yaşlı ise, erkek onun selamını duyacağı şekilde sesli olarak alır, genç ise içinden alır. Erkeğin selâm vermesi halinde de selâm verdiği kadın gençse, selâmı içinden, yaşlı ise sesli olarak alır. Yine erkek aksırdığında kadın "yerhamükellah" diye "tesmit" te bulunursa, kadın genç ise erkek onu içinden, ihtiyar ise sesli olarak cevaplar, denmiştir. (Bu konuda bk. Halîl Ahmed, Bezlü'l-mechûd XX/l4O; Aynî XVNI/299; Ibn Abidîn VI/369)

KADININ DIŞARIDA NAMAZ KILMASI

Kadınların dışarıda namaz kılması doğru mudur?

Avretlerini hakkıyla örtmek şartıyla câiz olmasına câizdir. Ancak kadınların namazlarını evlerinde kılmaları daha sevaptır. Gaye sevâp almaksa, evlerinde kılmaları daha uygundur. Allah Rasûlü Efendimiz : "Onların evleri kendileri için daha hayırlıdır" buyurmuşlardır. (Bu konudaki hadîsler için bk. Hindî VN/676 vd. XVI/413-18) Hatta evinde bile en tenha köşeyi seçmesi öğütlenmiştir.

KADININ ÇOK ERKEKLE EVLENMESİ MÜMKÜN MÜDÜR?

Son zamanlarda bazı basın organlarında kadının da birden çok erkeği sevebileceği ve birden çok erkekle evlenebileceği yolunda yazılar çıkıyor, benzer konular işleniyor. Bu mesele için neler söyleyebilirsiniz?

1- Bu iddiaları ortaya atanlar, önce kendileri buna inanıyor değillerdir. Ya psikolojik hastadırlar, (iyi bir psikiyatriste muayene olsunlar göreceklerdir) ya dine olan yönelişi, vatanı belirsiz patronlarının isteği üzerine durdurmaya çareler üretmektedirler, ya "vahşi kapitalizmin" ve inançsız teknolojinin sıkıcılığı ile stres, anomi, nihilizm ve ruhi anarşizm nöbetleri geçirmektedirler, ya da birşeyleri dile dolamakla iyi para kazanıldığını gördüler. Yoksa onlar da biliyorlar ki:

2- Kadın ile erkeğin bir araya gelmelerinden gaye, insan neslinin sürdürülmesidir. Sevgi, karı ile kocanın birbirlerini tamamlamaları, birbirlerinden huzur bulmaları, ilişki ve ona götüren öncüllerden zevk almaları hep o nesli sürdürme için yolu açma, avans verme kabilinden şeylerdir. Hâl böyle olunca düşünelim: Erkeğin birden çok kadınla evlenmesi, neslin sürdürülmesine açıkça olumlu etki eder ama, kadının birden çok erkekle evlenmesinin bu açıdan herhangi bir faydası var mıdır?

3- Önyargısız her psikologun söyledigi üzere, erkeğin ihtiyaçları arasında "o benimdir" duygusu bulunmasına karşılık, kadının ihtiyaçları arasında "ben onunum" duygusu hakimdir. Bu duygu kadının başını erkeğin bağrına koyması, onun da bağrına basması ile kendini gösterir. Bir baş birden çok bağra konulmaz, ama bir bağra birden çok baş basılabilir.

4- Birden çok koca ile evlenen kadından doğan çocuk kimin olacaktır? Onun ihtiyacı olan baba şefkatini hangi koca gösterecek ve hangi baba onunla çocuğunu kucaklayıp okşama duygusunu yaşayacaktır? Bakımını, nafakasını hangi baba üstlenecek, o hangi babanın mirasını alacaktır? Aynı belirsizlikler "Teaddüd-i zevcât" ta mevcut mudur?

5- Erkekteki "o benimdir" duygusu, böyle birşeyin pratikte olmasına imkan verir mi? Tarih boyunca böyle birşey olmuşmudur?

Hatta erkeklik psikolojisi bu noktada genellik arzetmiyor mu? Horoz, koç, boga vb. isteyerek ortak kabul ederler mi?

6- Bu iddiaları ortaya atan insanlar önce çok kadınla evlenmeye karşı idiler. Bir süre onun aleyhinde spekülasyon yaptılar. Acaba onda bir şey tutturamadıkları için mi şimdi de bu konuya el attılar? Aynı itiraz şimdi onlara yapılamaz mı? Erkeğin birden çok evlenmesi kadına hakaret olurdu da kadının birden çok erkekle beraber olması erkeğe hakaret olmaz mı? Onların hangi dediklerine inanacağız? Kadına böyle bir hak verilirken erkeğe verilmemesi haksızlık olur. Öyleyse ikisine birden verilmeli, diyorlarsa bunun pratikteki faydası nedir? Sadece bir merak gidermek mi?

7- Böyle bir uygulama günümüzde olmadığı gibi, hukukî anlamda tarih boyunca da olmamıştır. Olabileceğini iddia edenler fedakarlık edip bunu önce kendi karılarında ispatlamalıdırlar. Bakalım birden çok kocaya karılık yapabilecekler mi? Yok eğer bundan sadece yatmayı kastediyorlarsa bunu fahişeler fazlası ile yapıyorlar. Kendi karılarında yapamıyorlarsa ve buna rağmen başkalarını teşvik ediyorlarsa demek ki dillerinin altında bir bakla var ve bizler -elhamdülillah- onun ne olduğunu çok iyi biliyoruz.

KADININ CENNETTE CİNSEL ÖZGÜRLÜĞÜ

Önce "Cinsel Özgürlük" kavrammn lastikli bir ifade olduğunu; sınırsız anlamda erkeğin de, ne dünyada ne de cennette, cinsel özgürlüğe sahip olmadığını söyleyerek başlayalım. Erkeğin de kadının da eşinden ne ölçüde yararlanabileceğini bize dinimiz öğretmiştir: Cinsellikle ilgili helâller çerçevesi içerisinde ikisi de özgürdür. Sınırı aşmada ikisi de özgür değildir. Cennete gelince: Önce onlar Cennetin varlığına inanıyorlarsa, Allah'a da inanıyorlar demektir. Çünkü Cennetin varlığını bize o haber veriyor. Allah'a inanan, elbette O'nun "herşeye güç yetirebildiğini", "Hakîm, yani her yaptığının yerli yerinde olduğunu"; "yaptığından hesap sorulamayacağını, onun herkesten hesap soracağını" vb. de kabul etmiş demektir. Artık inanıyorsa O'nu yargılaması haddi aşmışlık olur. Inanmıyorsa onunla Cennetten önce Allah'ın (c.c.) varlığını tartışmalıyız. Çünkü işin başı odur. Bu, onların mantığınca işin diyalektiğidir. Öbür yönüne gelince:

I-"Cennet" de Islami bir kavramdır ve O Kur'an'ın tanımladığı gibidir: "O gün cennet halkı sevinç ve mutlukuk dolu bir meşguliyet içindedirler. Kendileri de eşleri de gölgeliklerde tahtlar üzerinde yaslanmışlardır. Orada taptaze meyveler onların ve istek duydukları her şey onlarındır..."( Yasin 36-55)

Demek ki, kadın olsun erkek olsun, orada her istediklerini elde edeceklerdir. Bu bakımdan aralarında fark yoktur.

2- Kadınlar cennette "yeni bir insan, yani yeni bir yaratılışla yeniden yaratılacaklar. Eşlerine sevgiyle tutkun ve hep aynı yaşta"(Vakia 56) olacaklardır. Bizler o yeni yaratılışın ihtiyaçlarını, arzu ve isteklerini bilemiyoruz. Eğer onlar kocalarından başka erkek istemeyeceklerse, bundan tiksineceklerse onlara bir sürü erkekle beraber olmalarının mümkün olduğunu müjdelemek onlar için bir özgürlük ve lütuf değil, onlara azap ve zulüm etmek olur.

KADININ CAMİYE GİTMESİ

Kadınların, Peygamberimiz döneminde camiye gittikleri bir gerçektir. Hattâ bütün fıkıh kitaplarımızda, cemaatle namaz kılındığında, saf düzeninin nasıl olması gerektiği anlatılırken, "erkekler-erkek çocuklar-kadınlar" sırasından söz edilir.

Ancak Efendimiz bir hadîslerinde, erkeklerin saflarının en hayırlısı ön safları, kadınların saflarının en hayırlısı ise son saflarıdır, buyurur. (Müslim, salât 132; Ebû Dâvûd, salât 97; Tirmizî, mevâkit 52; Nesâî, imâmet 32; Ibn Mâce, Imâmet 52: Dârimî, salât 52; Müsned N/485.) Bir diğer hadîslerinde, kadınların evlerinin en gizli köşesinde namaz kılmaları, herkese açık yerinde namaz kılmalarından daha iyidir. Evlerinin herkese açık yerinde kılmaları da, camide kılmalarından daha iyidir; onların evleri, kendileri için daha hayırlıdır, buyurur. (Beyhakî, Sünen-i Kübrâ NI/31.) Âlimler her iki türlü hadîsleri hesaba katarak, kadınların camiye gitmelerinin hoş olmayan yönünün, kötü duyguları uyandırma sebebi olduğunu açıklamışlardır. Bu yüzden, yaşlı olmayan kadınların camiye gitmeleri uygun değildir; yaşlılar da sadece sabah, akşam ve yatsı namazları için camiye giderler, gündüz namazlarına gitmezler, diye fetvâ vermişlerdir. Ebû Yûsuf ve Muhammed ise, yaşlılar her vakte gidebilirler demişlerdir. (Müsned N/76, 77.)

Görüldüğü gibi, kadınların camiye gitmeleri, her hâlükârda kesinlikle haramdır denmemiş, fitne endişesinden söz edilmiştir. Buna dayanarak günümüz âlimlerinden bazıları: Kadının, dinî konuları ve namazın kılınış biçimini evinde öğrenme imkânı yoksa; avretini örtme emrine ve yollarda süslü-püslü, kınla döküle yürüme yasağına hakkıyla uyarlarsa; kokulu elbiselerle çıkıp, hem yollarda, hem de camide dikkatleri üzerlerine çekmezlerse; cami, kadınların erkeklere karışmamalarına elverişli ise; camide de ses ve hareketlerle dikkatleri çekmezlerse, dış elbiseleri yani "cilbabları" ile beraber iyi niyetle camilere gidip namazlarını oralarda kılmalarında ve sağlam olarak veriliyorsa, dinî bilgileri dinlemelerinde sakınca olmamalıdır, demişlerdir. (bk. Fetâvây-i Hindiyye V/346.) Çünkü kadın çok hassas ve nazik bir yaratılıştadır. Bu konuda çok dikkatli olmak gerekir. Peygamberimiz onları billûr kâselere benzetmiştir? (Buhârî, edep 90,111,116; Müslim, fedâil 70, 72; Dârimî, isti'zan 65; Müsned NI/107,117,186, 227, 254.) Gözleri çok çabuk kamaştırabilirler ve Allah'la başbaşa, O'nu düşünmek için camiye giden insanların düşünceleri başka yönlere kayabilir. Ya da kötü ve kemgözlü insanlar, onların duygularını bozabilirler.

KADININ CAMİYE GİDİP CEMAATLE NAMAZ KILMASI CAİZ Mİ?

Peygamber (sav)'in zamanında erkekler camiye gidip cemaatle namazlarını kıldıkları gibi kadınlar da camiye gidip namazlarını kılarlardı. Ümmü Atiyye'den rivayet edildiğine göre Peygamber (sav) genç, başkasına kendini göstermeyen örtülü ve hayızlı kadınları bayram namazı yerine götürürdü. Ancak hayızlı kadınlar namaza iştirak etmemekle beraber diğer hayır işleri ve müslümanların davetine katılırlardı.

Peygamber (sav) Allah'ın kulları olan kadınların camilere gitmelerine engel olmayınız, buyurmuştur (Ebu Davud).

Yalnız Şafii mezhebine göre kadının evinde cemaatle kıldığı namaz, camide cemaatle kıldığı namazdan daha üstündür.

Hanefi mezhebine göre ise yaşlı müstesna, kadının camiye gitmesi doğru değildir.

13 Mart 2011 Pazar

Kuşandım Aşkını - Ömer Karaoğlu

KADININ ARABA KULLANMASI

Bu konuyla ilgili olarak fıkıh kitaplarımızda öyle ya da böyle bir bilginin bulunmaması normaldır. Bilebildiğimiz kadarıyla bugünkü Suud Hükümeti bir iki hadîs-i şerife ve daha çok da kamu maslahatına (maslahat-i âmmeye) dayanarak kadınlara sürücü ehliyeti vermemekte ve onların araba kullanmalarını yasaklamaktadır. Sözü edilen hadisler sunlardır:

"Eğer üzerindeki dişilere Allah lanet etsin."

"Rasûlullah kadınları eğere (ata) binmekten yasakladı." Önce, bu her iki hadis de, sahih hadis kaynaklarının hiçbirinde geçmez ve son derece zayıftırlar. Yani bunlar üzerine fıkhı bir hüküm bina etmemiz mümkün değildir.

Ikinci olarak, sahih olacakları farzedilse bile, bunlardan kadının araba kullanamayacağı hükmünü çıkarmak zordur, zorlamadır. Çünkü Rasûlullah zamanında at daha çok harp âletiydi, normal binek değildi. Kadınlar da ata binmek ihtiyacından ötürü biniyor olamazlardı. Olsa olsa fiyaka ve çalım satmak için binebilirlerdi. Bu ise kadın onuru ve edebine yakışmadığı gibi, saf gönülleri ifsat edebilir ve başka duygu ve takiplere sebep olabilirdi. Aynı gayeyle elbette erkeğin ata binmesi de caiz olmadığı gibi, hem erkeğin hem kadının araba kullanması da caiz değildir: Ne var ki, kadının caka satarak araba kullanması, aynı şekildeki erkekten daha ifsat edicidir. Dolayısı ile hükmü de daha ağır olur. Hele böyle gösteriş meraklısı bir kadının yalnız başına ve biraz da şehirden uzak yerlerde araba kullandığını düşünün... Işte Suud Hükümeti bu ve benzeri muhtemel tehlikeleri önlemek maksadıyla kadınların araba kullanmalarını yasaklamış olmalıdır. Ama tahrik edici hareket, çalım ve görünümlerde bulunmayan kadınların araba kullanmalarında dinen bir mahzur olmadığı gibi bu bazen lüzumlu da oluyor. Mahzur ancak tesettür ve mahremiyet hükümlerine riayet edilmeyen şoförlük imtihanı ve imtihan öncesi muameleleri yüzünden olabilir.

KADIN VE SPOR

Dinen kadın spor yapabilir mi yapamaz mı? Ya da yapmalı mıdır, yapmamalı mıdır? Görüyorsunuz epeyce mesafe aldık ve işi buraya kadar getirdik. Önce spor niçin çıkmıştır, niye yapılır? Bir ihtiyaç mıdır? Bedensel bir ihtiyaç mıdır, ruhi bir ihtiyaç mıdır? Yoksa insanın kendi idaresi i1e kullandığı bir avuntu, bir yalancı emzik midir? Ya da bir din midir? Kitleleri uyuşturan bir afyon mudur? Veya bunların hepsi midir?

Herhalde yerine ve zamanına göre spor bunlardan herbiri olabilir. Meselâ: Vücudu hantallaşan birisi, yaşaması için gerekli eylemleri yapamaz. Kazanamaz, koşturamaz, getiremez, işini takip edemez. Hattâ ibadet yapamaz. Eğilemez, kalkamaz, namaza uyanamaz, camiye gidemez, nihayet cihada çıkamaz. Bunların hepsi beden sihhatini ve cevvallığı, dinçliği gerektirir. Bunun kazanılmasının yollarından biri de vücudun hareketliliğidir, ya da -eksik bir ifade de olsa- spordur. Demek spor bedenî bir ihtiyaç olabilir.Hareketsiz ve hantal insan sağlıklı değildir. Vücûdundaki zararlı salgıları atamadığından sinir sistemi düzgün çalışamaz. Morâlman güçlü değildir. Karamsardır, ümitsizdir: Istikbalin güzel dünyasını kurmaya talip değildir. Moralsizlik inançsızlığı güçlendirir. Inançsızlık ise Cehennemdir. Demek spor ruhî bir ihtiyaç da olabilir.

KADIN VE HAMAM

Islâm'da temizlik esas olmakla beraber, avretine ve mahremiyetine dikkat etmek de önemlidir. Eğer bir helâl, bir haram işlenmeden yapılamıyorsa, o helâl da terkedilir.

Kadınların da erkekler gibi vücutlarını hem maddi hem de manevî pisliklerden temizlemeleri şarttır. Ancak kadınlar da, yine erkekler gibi, avret yerlerini yasaklananlara göstermemek zorundadırlar.

Umumi hamamlar, yıkanma ve temizlenme yerleridir. Havasi ve suyu sıcak ve şartları, evlerdekine göre genellikle daha elverişli olduğu için, oralarda daha rahat ve daha hoşa gider biçimde yıkanılır. Ayrıca tellaklar da bulunduğundan, insan hamamlarda vücudunun rahat uzanamayacağı yerlerini keselettirebilir. Bazı rahatsızlıklara sıcak duş ve terleme iyi gelebileceği için hamamlar bu bakımdan da tercih edilebilir. Bunlar hamamın iyi yönleridir ve herkes için helâldir ve tabiî olandır. Ancak helâl olan bu nimetlerden harama bulaşmadan yararlanıyorsa, bunlar terkedilir ve evindeki imkânlar ölçüsünde yıkanılır. Su ısıtacak banyosu ve şofbeni olmayanlar, güğümle su ısıtır, öylece yıkanırlar. Zaman zaman keselenme ihtiyacı duyulduğunda da, karıkoca bir birbirlerini keselerler. Çünkü hayâ ve utanma duygusu, etkisini günümüzde geçmişten çok daha fazla yitirmiştir. Bu duygu silindikten sonra insanın herşeyi yapabileceğini Peygamber Efendimiz haber vermiştir.(Buhârî, enbiyâ 54, edep 78; Ebû Dâvûd, edep 6; Ibn Mâce, Zühd 17) Kur'ân-ı Kerîm'de "Allah kadını erkeğe eş olarak yarattı ki, onda huzur bulsun" denilir. (Rûm (30) 21) Demek ki, evlenmenin bir gayesi budur. Peygamberimiz bir hadîslerinde, "Evlenin çoğalın, çünkü ben kıyâmet günü ümmetimin çokluğu ile övünürüm" buyurmuştur. (Nesâî nikâh 11; Ibn Mâce, nikâh 8; Müsned Ill/158) Demek ki evlenmenin bir gayesi de çocuk dünyaya getirmektir. Bir diğer hadîslerinde gençlere evlenmeyi öğütler. "Çünkü o, gözü harama bakmaktan ve insanı zinadan korur", buyurur. (Buhâri, savm 10; Mûslim, nikâh 1, 3; Ebû Dâvûd, nikâh 1) Demek ki, bir gaye de budur. Öyleyse evlilik bu gayeleri gerçekleştirdiğinde ibâdet olmuş olur.

Evlenmenin tek amacı çocuk yetiştirmek olmadığı için, Peygamber Efendimiz (s.a.s.) bazı hadîsleriyle "azıl" yapılmasına izin vermiştir. (Örnek olarak bk. Ebû Dâvûd, nikâh 48; Nesâî, nikâh 55) "Azıl", cinsel ilişkide erkeğin menisini dışarı boşaltması demektir. Ancak Peygamberimiz "azli" teşvik etmemiş, ona izin vermiştir. Hattâ bazı hadîslerinde "azıl" yapmanın kötülüğüne de işaret etmiştir. Ama Hanefi bilginleri, kadının izni olması halinde "azlin" câiz olduğu görüşündedirler. (Ibn Abidîn VI/374)

"Azil" korunma yollarından sadece bir tanesidir. Bugün ilkel ve modern usullerle uygulanan daha bir sürü korunma metodu vardır. Bu korunma yollarının bazıları, çocuğu olma özelliğini sürekli ortadan kaldırır ve artık bu uygulamaya konu olan kadın, ya da erkeğin çocuk yapma kabiliyeti kalmaz. Kadının yumurtalıklarının alınması, erkeğin hadımlaştırılması ve (x) ışınları ile kısırlaştırma, bu tür yöntemdir. Bu insan fıtratına aykırı bir uygulamadır. Peygamberimiz aynı sonucu veren uygulamaları yasakladığından; Islâm âlimleri bunun câiz olmadığına sözbirliği halindedirler. Ancak her konuda olduğu gibi, bu konuda da zorunlu haller haramları ortadan kaldırır.

Ameliyatla tohum yollarının bağlanması da, hüküm olarak kısırlaştırma gibi olmalıdır. Çünkü buda fıtrata müdahale etmek demektir ve bu yöntemde de kısır kalma tehlikesi yüksektir.Kadınların kendi kendilerine kullandıkları ilkel yöntemlerin hemen hepsi zararlı olduğunu, çoğu zaman da bu yöntemlerin gebeliği önlemediğini, hattâ sakat ve özürlü doğumlara sebep olduğunu tıp uzmanları söylemektedir. Bu yolla bulaşan mikroplar ve yapılan tahrişlerle doğan rahim hastalıkları da işin cabasıdır. Islâm, adil tıbbın zararlı dediği uygulamaları, o konuda bir hüküm olmadıkça haram sayar.

Takvim usülünü uygulayıp, kadının gebe kalma ihtimali az olan günlerde ilişki yapmak suretiyle korunmanın haram olduğunu söyleyen birisi, ya da gösteren bir belirti yoktur. Ancak bu da ihtiyaca dayalı ilişki esasına aykırı bir yöntemdir.Erkeğin kılıf kullanması, "azil" den daha hafif olduğu için, "azil"e câiz diyenlerin ona da câiz diyeceği açıktır. Çünkü "azil" de kadının isteğinin tamamlanmama ihtimalı daha çoktur. Halbuki, Islâm, ilişkide kadının da tatmin edilmesine çok önem verir. Erkeğin kılıf kullanması halinde bundan kadın zaman kazanacaktır.

KADIN-ERKEK EŞİTLİĞİ. BU KONUYU İSLAMİ BAKIŞ AÇISINDAN NASIL DEĞERLENDİREBİLİRSİNİZ?

İslam dini, yazımızın başında da belirttiğimiz gibi erkek ile kadını eşit tutuyor ve fıtratan zayıf olduğundan, erkekten ziyade ona eğiliyor. Peygamber (as) Haccetelveda hutbesinde: İki zayıf olan yetim ve kadın için Allah'dan korkunuz, diyor. Ancak bir takım hikmetlere istinaden bir kaç husus istisna ediliyor.

1. Şahitliktir: Bu babta iki kadın, bir erkek mukabılinde kabul ediliyor. Hikmet, genellikle kadınlar ev işi ile ve çocuk bakımıyla daha fazla uğraştıklarından başka şeylerle pek alakadar olmuyor ve bu sebeple meseleleri unutulabiliyor.

2. Mirastır. Bu hususta da baba ve kardeş gibi mirasçılardan kalan mirasta erkeğe iki, kadına da bir hisse veriliyor. Hikmeti de normal olarak her kadın evleniyor. Hayatta muhtaç olduğu her şeyi kendisine değil kocasına yükleniyor. Böylece kendisi için geçim sıkıntısı söz konusu olmuyor. Demek, bir cihetten kendisi için kısıntı yapılmış ise de başka bir cihetten telafi edilmiştir.

3. Devlet Başkanlığı. Devlet başkanlığında kadının daha cok duygusal olması fıtraten erkek den daha zayıf olması bazı küçük olaylar karşısında bile heyecan ve telaşının erkeğe nisbetle daha fazla bulunması devlet başkanlığının erkekte olmasının daha hayırlı olacağını bildirir.

KADIN ÜCRET MUKABİLİ YABANCI BİR ERKEĞİN YANINDA ÇALIŞABİLİR Mİ?

Bir kadının yabancı bır erkeğin evinde veya iş yerinde çalışması İslam'ın emrettiği şekilde olursa, yani birkaç kadın ile birlikte veya açık bir yerde çalışırsa beis yoktur. Ama, kapalı bir yerde yalnız yabancı bir kimse ile birlikte kalacak olursa halvet olduğundan haramdır (el-Fıkıh 'ala'l-Mezahib el-Arbaa).

3 Mart 2011 Perşembe

KADIN PEYGAMBER

Kadından peygamber olması caiz midir? Ya da kadın Peygamberler gelmiş midir?

Bu konu hakkında, bazı ayet ve hadislerin işaretlerinden anlaşılan manalara göre, az farkla da olsa, değişik anlayışlar ortaya çıkmıştır.

I- Bir ayet-i kerimede: "Senden önce rasûl (Peygamber) olarak gönderdiklerimiz, ancak şehirlilerden kendilerine vahyettiğimiz bir takım erkeklerdi"( K. Yûsuf(12) 190; Benzer ayetler için bk. Nahl(16) 43; Enbiyâ (21) 7) buyrulur. Yani kadından, cinden ve melekten rasûl (peygamber) yoktur... Âlimler "Rasûl" olabilmenin şartlarından olarak, erkek, âdemî ve şehirli olmayı da saymışlardır.( Kurtubî IX/274)Hemen farkedileceği gibi burada sözü edilen peygamberlik "Rasûl" olma vasfında bir peygamberliktir.

2- Hz. Meryem'le ilgili bir ayet-i kerimede ise şöyle buyrulur. "Hani melekler de: Ey Meryem, Allah seni seçkin kıldı, seni arındırdı ve alemlerin kadınları üzerine seçti; demişlerdi" Yani melek ona, Allah'tan vahiy getirmişti.

KADIN NAMAZ KILARKEN ÇORAP GİYMESE NAMAZI OLUR MU?

Âyet ve hadîsleri Hanefi'lerin anlayışına göre kadının ellerinin ve yüzünün avret olmadığını, elleri ve yüzü açık namaz kılabileceğini, fitne sözkonusu değilse böylece gezebileceğini başka münasebetlerle söylemiştik.

Ayaklarına gelince: Hanefi mezhebinde kadının ayaklarının (bacaklarının değil) avretliği konusunda ihtilaf vardır. Kur'an ifadesi ile kadınlar "Kendiliğinden açılan zinet yerlerinden" ötürü mes'ul değildirler. (K. (24) 31) Ama ayak zînet yeri midir? Zinet yeri ise "Kendiliğinden açılan" kısma dahil midir? Bazılarına göre; istisna zinet yerlerindendir, ayak ise zînet yerlerinden değildir. Çünkü halhâl takılan yer ayak değil bacaktır, bacağın avret olduğunda ise ihtilaf yoktur. Ayakta, yani kasık kemiklerinden aşağısında zînet bulunmadığına göre ayaklar istisna edilmemiş, yani avret olarak kalmış olur. Binaenaleyh, namazda da açık kalmaları câiz olmaz.(Ibrâhim Halebî, Halebî Kebîr 211)

KADIN, KOCANIN KESİN İZİN VERECEĞİ KOMŞUSUNA KOCASINDAN İZİN ALMADAN GİDEBİLİR Mİ?

Konunun iki yönü vardır.

a) Kocanın hukuku ve izni ile ilgili yönü. Buna göre kadın, kocanın izin edeceğini bildiği komşusuna ondan izin almadan da gidebilir. Hattâ izin edip etmeyeceğini bilmediği komşusuna da gidebilir. Mübah olan bir şey yasak sözkonusu oluncaya kadar mübah olmaya devam eder. Komşularına, akrabasına gitmek, kadın için de erkek için de mübahtır; bu yüzden bunun için izin almaya bile gerek yoktur.

b) Allah'ın hukuku ile ilgili yönü: Buna göre de bir kadın, kocanın izni olsa dahî, Allah'ın hukukunun gözetilmediği ve gittiği takdirde de gözetilmesine bir katkısının olmayacağı komşuya gidemez.Bu konuda zâten kadınla erkek arasında bir fark da yoktur. Kısaca: Komşu ya gayrı müslimdir, ama saygısız değildir. Faydalı olacağı düşünüldüğü sürece ona gidilir. Ya müslümandır ve Islâmi ölçülere riâyetkârdır. Ona gitmek zâten bir görevdir. Ya müslümandır, cahildir. Islâmî ölçülere riâyet etmez ama, anlatıldığında dinler. Ona anlatılabilecekse gidilmelidir. Ya müslümandır; Islâmî ölçülere riâyetsizdir ve mukaddesatla istihza eder, dinlemez. Ona gitmekte bir fayda yoktur, yerine göre zarar olabilir. Bütün bunlar biraz da gidenin durumu ile ilgilidir. Kültürüne, ağırlığına ve etkinligine güvenen, Islâmı ve onun şiarı olan örtüyü onurluca savunabilecek bir bayan, erkeklerle beraber oturulmayan,her komşusuna aslında gidebilir. Bu biraz da onun Islâmi temsil gücüne bağlıdır.

KADIN LA ERKEĞIN EŞİT OLMADIKLARI KONULAR

Özet olarak söyleyeceklerimize şu soruyla başlayalım: Eşitlik mi yoksa adalet mi tercih edilir? Kadın erkeğe eşit değildir, denilince niçin bundan, erkeğin değil de kadının aşağılandığı anlamı çıkarılıyor? Iki şeyin birbirine eşit olmadığını söylemek, birinin diğerinden üstün olduğu anlamına mı gelir? Böyle olmadığı halde bundan kadının aşağılandığı anlamını çıkaranlar aslında bu tavırlarıyla eşitsizliği kabullenmişler demektir.

Vida somuna eşit değildir. Ama hangisi daha üstündür? Bir hüküm verilebilir mi? Ya da ikisinin görevi de aynı mıdır? Inek boyunduruğa koşulursa haksızlık edilmiş olunmaz mı? Burada eşit davranmak mı daha akıllıcadır, yoksa adaletli davranmak mı? Kadının, hayatın zorluklarına tahammül edecek, ağır işleri görecek, makineleri ve yükleri indirip bindirecek gücü var mıdır? Bu işler kadına yaptırılırsa, fıtrata, yani tabiî ve doğal olana karşı çıkılmış olunmaz mı? Batılı bir düşünür: "Tüketim uygarlığı kadınları ikiye bölüyor, gittikçe de daha fazla bölecek: Tüketen kadın. üreten kadın. Birincisi kadınlıktan, gün geçtikçe dişiliğe, ikincisi kadınlıktan gün geçtikçe erkekliğe doğru kayıyor." diyor. (Attılâ Ilhan, Yanlış Erkekler, Yanlış Kadınlar 63) Bu acaba iyi bir gidiş midir? dersiniz. Tüketen kadın, israf eden kadın demek değildir. Üreten kadın ise her konuda erkekler gibi çalışan kadındır.

KADIN İÇİN CUMA GUSLÜ

Cuma günü gusletmek kadın için de gerekli midir? Bilindiği gibi Cuma günü boy abdesti (gusül) almak kuvvetli bir sünnettir. Yani gerekli oluşu erkekler için de"farz" anlamında değildir.

Bu konu ile ilgili hadîs-i şerîflere baktığımızda: "Cuma günü kim yıkanırsa, misvaklanırsa, güzel elbiseler giyer, güzel kokular sürünürse, erkenden camide yerini alır, geç gelip öne geçmek için başkalarının boynuna basmazsa... Ona şöyle, şöyle ecirler vardır" v.s. gibi ifadeler kullanılmış olduğunu görürüz.( el-Hindi,Kenzü'1-ummâl VN/750) Ayrıca bir çok hadis-i şerifte: "Cumaya gelecek olanınız gusletsin" ya da aynı anlamda ibareler vardır.( el-Hindi, age 21232) Bütün bunlar gusletmenin erkeğe erkek olduğu için değil, camiye gideceginden, orada kimseyi ağır kokularla rahatsız etmemesi için, camide temizlik ve ferahlatıcılığın hakim olması için sünnet kılınmış olduğu anlaşılır. Buna göre, bizde her ne kadar yaygın bir âdet değilse de kadınların da Cumaya gitmeleri halinde, onların da guslederek gitmelerinin aynı sebepten ötürü sünnet olması gerekir. Ne var ki kadınlar evlerinin dışında koku kullanmazlar. Bir hadîs-i serîfte zaten buna açıkça işaret edilir: "Kadınlardan ve erkeklerden Cumaya kim gelirse yıkanarak gelsin. Cumaya gelmeyen kadın olsun erkek olsun yıkanması gerekmez"( Beyhakî NI/188; Ibn Hibbân, Sahîh (Tertib) N/264) Bir diğer hadiste ise: "Cuma günü her ihtilam yaşına gelmiş erkeğe ve her baliğ olmuş kadına gusül gerekir'(Ibn Hibbân, age N/265) denmektedir ki, bunu da aynı şekilde anlamak gerekir. Yani gusül Cumaya gitmenin sünnetidir. Kim giderse ona sünnet olur.

KADIN EVLÎYÂ

"Evliyâ" Allah'ın dostları demektir ve "veli"nin çoğuludur. Türkçede galat-i meşhur olarak bir veli'ye de evliya denir. "Allah'ın evliyâsi (dostları) iman edenler ve O'ndan korkup sakınanlar (mütteki olanlar) dır:' Allah, evliyasını böyle tarif ediyor. Yani Allah'a inanan ve ona karşı takvâlı olanlar evliyâdırlar. Takvâlı olanlar (müttakiler) de: Gayba inanan, namazı dostdoğru kılan, kendilerine verilen azıktan infak eden, Rasûlullah'a (s.a.s.) ve ondan önceki peygamberlere inanan ve ahireti kesinkes bilenler, Allah'tan gelen doğruyu tasdik edenlerdir. Işte Kur'an evliyayı ve evliya olmak için gereken takvayı böyle tarif eder. Elbette veliliğin ve takvanın da kendi içinde pek çok dereceleri vardır. Mesela bir hadis-i şerifte' "Siz, mahzurlu olana düşerim endişesiyle mahzurlu olmayanı da terketmedikçe takvaya eremezsiniz" buyurulur.

KADIN ERKEK EŞİTLİĞİ

Eşit Oldukları Konular

Başlangıçta Islâm ve Kadın başlığını işlerken, aslında kadının erkeğe eşit olduğu noktaları da; göstermiş sayılırız. Burada da öncelikle şunu söyleyelim ki, Islâm'da erkeğin kadından mutlak anlamda üstün olduğunu bildiren hiçbir nas yoktur. "Erkek kadın gibi değildir" (K.K. ÂI-i imrân (3) 36 ), demek, erkek üstündür demek değildir. "Erkekler, kadınların kayyûmudurlar. Bu, Allah'ın onların bazısını, bazısına üstün kıldığından ve erkeklerin mallarını harcadıklarındandır." (K.K. Nisâ (4) 34) âyeti de erkeğin mutlak üstünlüğünü göstermez. Önce burada "erkekleri kadınlara üstün kıldığı için..." denmemiştir. Demek ki üstünlük nisbîdir. Idare kabiliyeti erkeklere verilmiştir. Bir başka konuda da kadınlar üstün olabilir. Kadının şefkat dolu bağrı olmasa erkek evlâtları bir robot gibi yetiştirir. Demek ki bu konuda da kadın üstündür. Hem Allah, kadın erkek ayırmadan, "en üstün olanınız, Allah'tan en çok sakınanızdır." (K.K. Hucurât (49) 13 ) buyurur.Demek ki kadın, insan olarak erkeğe eşittir. Ikisinin yaratılışı da bir "nefis"tendir. (K.K. Nisâ (4) 1) Kökenleri birdir. Biri kaliteli, öbürü adı bir maddeden yaratılmış değildir.

KADIN ELBİSESİNİN BELİRLENEBİLEN ÖZELLİKLERİ

1- Bütün bedeni örten bir elbise olması,

2- Ince ve şeffaf olmaması: Zira böyle olan bir elbise, görmeye mani değildir. Yada daha doğru bir ifadeyle "göstermesinler" nehyinin icabına uygun değildir. Çünkü altını gösterir. Hz. Resulullah, ince elbise ile yanına giren Esma'dan yüzünü çevirmiştir. (Ebû Davûd. ) Hz. Aişe, yanına ince bir başörtü ile giren Hafsa binti Abdurrahman'ın başörtüsünü yırtmış ve ona kalın bir başörtü örtmüştür. (Ibn Sa'd, Tabakât, VNI/7l -72. )

3- Dar olmakla vücut hatlarını belli etmemesi: Dar elbiseler giyen kadını Allah Resulü çıplak saymış ve cehennemlik olduğunu bildirmiştir. (el-Câmiu's-Sağir 232 (Müslim'den)) "Allah'ın lânetine uğradığı" ve "cehennemde olacakları" bildirilen, "giyinik çıplaklar"ı, Serahsî, "ince elbiseler giydiklerinden dolayı çıplak gibi olan kadınlar" diye açıklamıştır. (Serahsî, Mebsût 8/155.) Hz. Ömer, halka dağıttığı bir çeşit elbisenin, vücut hatlarını belli edeceği için, kadınlara giydirilmemesini emretmiştir. (Beyhakî, N/234-35'ten: Serahsî, Mebsût, X/155.) Kadının vücut hatlarını belli eden elbisesine bakmak, o uzuvlara bakmak sayılmıştır. (ez-Zeyla'î, Tebyinü'l-Hakâik, VI/17.) Ibn Abidin, "Kim bir kadını arkadan hayâle dalar, elbisesini görür, nihayet kemiklerinin şekli kendisine belirirse, cennetin kokusunu duyamaz" hadisini delil tutarak, uzuvların şeklini belli eden elbise, kalın olsa ve cildi göstermese bile yasaktır, diyor. (Ibn Abidin.)

4-Kokusunun duyulmaması: Aslında Allah Resûlü kokuyu çok meth-ü sena etmekle beraber, başkaları duysun diye koku sürünüp çıkan kadını zinâ etmiş olarak nitelemiş (Ebû Davûd, tereccül, 7, Tirmizî, edep, 35; Neseî, Zîne, 35; Dârimî, isti'zân 18.) ve koku sürünüp camiye giden kadının namazının kabul olunmayacağını bildirmiştir.

5- Erkek elbisesine benzememesi: Allah Resulü, hem erkeğe benzeyen kadına, hem de kadına benzeyen erkeğe lanet etmiş ve böyle davrananların evlere sokulmamasını emretmiştir. (Buharî, libâs, 62; Ebû Davûd, edep, 53; Tirmizî, edep, 34.)

Modern tıbbın bu kabil davranışları dengesizlik sayması ve gerek giyim kusamında, gerekse tuvaletinde, karşı cinse benzeme eylemini, homoseksüellikle izah ederek seksüel slimulus bozuklukları cümlesinden değerlendirmesi, bu maddenin izahı için ilginçtir. (Songar Ayhan, Psıkıyatri, Psikoloji ve Ruh Hastalıkları, Ist. 1980 s. )

6- Elbisenin bizzat kendisinin de zînet olmaması: Zira zinetlerin gösterilmesi ayetle yasaklanmıştır. (Sâbûnî, N/384-86'dan ihtisâr.) Allah Resulü, kendisine biat eden kadınlardan, câhiliye kadınları gibi zînetlerini göstererek dışarı çıkmamaları için biat alıyordu. (Nasiru'd-Dîn el-Elbânî, Hicâb (T'erc.) 52. )

7- Gayr-i müslimlerin özel elbiselerine benzememesi: Zira bu konudaki naslar, biraz sonra göreceğimiz gibi mutlaktır; kadına da erkeğe de şâmildir.

8- Üzerine Kur'an ibâreleri işlenmemesi. (Muhammed Ravvâs Kal'acî, age. N/590-9l. )

KADIN DÖVME HAKKI(!) KONUSUNDA BİR ARAŞTIRMA

Islam, erkeğe karısını dövme hakkı(!) verir mi?

Önce bu konu ile ilgli görüşleri âyet ve hadisleri meallendirecek sonra da bunlarlâ ilgili mülâhazalarımızı arzetmeye çalışacağız.

1- Nisâ Suresinde, meâlen şöyle buyurulur: "Erkekler kadınlar üzerine kavvâm (muhâfiz, veliyyülemir, yönetici, gözetici, kayyûm) dırlar. Çünkü bir kere Allah onların bazısını bazısından üstün yaratmıştır. Bir de erkekler mallarından infak etmektedirler. Onun için, iyi kadınlar itaatkârdırlar. Allah'ın kendilerini saklaması yönüyle kendileri de gaybi muhâfaza ederler. Serkeşliklerinden (nüsûz) endişe ettiğiniz kadınlara gelince: Evvelâ kendilerine nâsihat edin, sonra onları yataklarında yalnız bırakın, (kâr etmezse) dövün. Dinlerlerse incitmeye bahane aramayın. Çünkü Allah çok yücedir, çok büyüktür. Eğer karı-koca arasının açılmasından endişeye düşerseniz bir hakem onûn tarafından, bir hakem de bunun tarafından gönderin..." Âyetin geliş sebebi (sebeb-i nüzûlü) şudur: Ensâr'ın ileri gelenlerinden Sa'd b. Rabî'aya karşı, karısı Habîbe nüsûz göstermiş (serkeşlik ve dik kafalılık etmiş), o da ona bir tokat vurmuştu. Babası hemen kızını alıp Rasulüllah'a giderek şikâyet etmiş, Rasûlüllah (s.a.s.) da, "Mutlaka ondan kısas alırız." buyurmuşlardı. Bunun üzerine bu âyet geldi. Allah Rasûlü (s.a.s.)'de "Biz birşey yapmak istedik, Allah ise başka bir şey murad etti. Şüphesiz hayır, Allah'ın diledigindedir." buyurdular.(bk. Elmalılı N/1350; Ibn Kesir N/256; Kurtubî V/168)

1 Mart 2011 Salı

KADIN BAŞ AÇIK OKUYABİLİR Mİ?

Islâm'a hizmet etmek gayesiyle (ekmek parası için değil) okuduğunu söyleyen bir bayan, aksine müsaade edilmiyorsa, başını açarak okuyabilir mi? "Evet"denirse, okuyabileceği okullar sınırlı mıdır?

Bu soruya birkaç açıdan bakılabilir:

1. Setr-i avret farz-ı ayn; emir bi'1-ma'ruf ise, farz-ı kifâyedir: Kişinin önce farz-ı ayn'la mükellef olacağı açıktır. Sonra farz-ı kifâye ile mükellef olanlar, şarktan garba kadar öncelikle o meseleyi bilenlerdir. (Ibn Abidîn, Reddü'l-Muhtâr, IV/123.)

2. Kadınların başlarını açmaları halinde mefşedete sebep olacakları açıktır. Çünkü bunda naslara doğrudan muhalefet vardır. Bu şekilde okumaları durumunda Islam'a hizmet edecekleri ise kesin değildir. Yarın, yaşadıkları gibi inanmaya başlamayacaklarını kimse garanti edemez. Zira yaşadığının doğru olduğunu savunmak, insanın tabiatında olan psikolojik bir vakıadır. Allah Resulü, "Giyim şekilleri birbirine benzerse, kalpler de birbirine benzer" buyurur. (Sihâbüddîn el-Nafacî, Nesîmu'r-riyadserhu sifâi'l-Kadî Iyâz I/590) Öyleyse, kesin olan bir maslahat, zannî olanla nasıl değiştirilebilir?

KADERE İMAN

Varlık âleminin başlangıcından sonuna, yani ezelden ebede kadar olacak şeylerin; zamanını, yerini, niteliğini, özelliklerini, kısaca ne, nerede, ne zaman ve nasıl olacaksa, olmadan önce bunların hepsini Allah'ın bilmesine "kader" ve herşeyin zamanı gelince O'nun bilgisine uygun olarak var olmasına da "kaza" denir. Ya da tersine, birincisine "kaza", ikincisine "kader" denir. Dilimizde "takdir-i ilâhî", "alın yazısı" ve "kader" olarak anılır."Felek" de bazen "kader" anlamlarında kullanılır. Bu anlamda "zalim felek" demek, Allah'ın takdirini adaletsiz saymak olacağından, bilgisizce söylenmiş, küfür bir söz olur.

Kader'e inanma, iman esaslarının en önemlilerindendir. Çünkü imanın diğer şartlarına sağlam olarak inanmak da, kadere inanmaya bağlıdır. Meselâ kadere inanmayan, Allah'ın herşeyi bilebileceğine de inanmamış olur. Ya da tersinden söylersek, Allah'ın herşeyi bilebileceğine inanan kadere de inanmış olur. Zaten kader, herşeyin nasıl ve ne zaman olacağını bilmek demektir.

KA'DE-İ ÛLÂ(İLK OTURUŞ)

İlk oturuş. Namazın vaciplerinden birisi.

Ka'de, lügatte oturma, oturuş; ûlâ ise ilk, birinci anlamındadır. Sıfat tamlaması olarak "ilk oturuş" anlamına gelen ka'de-i ûlâ, terim olarak ikiden fazla rekatı bulunan namazların ikinci rekâtında secdeden sonraki oturuşa denir. Buna ilk teşehhüd de denir.

Ka'de-i ûlâ vacibdir. (ikinci ve son ka'de farzdır.) ikinci rekâtın secdeleri yapıldıktan sonra sol ayak yan yatırılıp üzerine oturulur ve sağ ayak dikilerek parmakları kıbleye doğru yöneltilir. Eller uylukların üzerine konur, vücut dik tutularak kucağa doğru bakılır. Bu tarz oturmaya engel bir hâli bulunan hasta ve sakatlar, kendi durumlarına uygun bir şekilde otururlar. Kadınlar her iki ayaklarını sağ tarafa doğru çıkararak sol kalçaları üzerine otururlar. Buna teverrük denir. Oturduktan sonra "et-Tehiyyâtü" okunur. "Et-Tehiyyâtü" okunacak süre kadar oturmaya teşehhüd miktarı adı verilir.

KA'DE-İ AHİRE

Son oturuş. Namazın rükünlerinden birisi. Terim olarak; iki rekâtlı namazlarda ikinci rekâtın, üç veya dört rekâtlı namazlarda ise üçüncü veya dördüncü rekâtın sonunda ettehıyyâtü'yü okuyacak kadar oturmak demektir. Rükün; bir ibadet veya akdin esas unsurlarını oluşturan ana bölümüdür. Rükün eksik olunca, ibadet veya akit geçerliliğini kaybeder. Bir satım akdinde icap veya kabulün bulunmaması, namazda rükû veya secdenin terkedilmesi gibi.

Namazın rükünleri; başlangıç tekbiri, kıyâm, kırâat, rükû', sücûd ve ka'de-i âhire'de teşehhüd miktarı oturmak olmak üzere altı tanedir. Hanefiler dışındaki İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre, rükû'dan sonra doğrulmak, iki secde arasında oturmak ve namazın sonunda selâm vermek de rükün sayılmıştır.

KA'DE

Bir oturuş, üzerine oturulan hasır, keçe vb. şey; oturan kimsenin oturduğu yerden aldığı miktar.

Namazda teşehhüd için, yani "et-Tehiyyâtü lillâhi" yi okumak için oturmak anlamında bir fıkıh terimi.

Üç ve dört rekâtlı namazlarda iki "ka'de" vardır. Birincisine "Ka'de-i ûlâ * = ilk oturuş", ikincisine de "Ka'de-i âhire* = son oturuş" denir.

Âlimlerin çoğunluğuna göre, birinci ka'de sünnettir. Hanefîlere göre, vâcip olup terkinden dolayı sehiv secdesi gerekir. Nitekim, Abdullah İbn Buhayne'den nakledilen hadise göre:

"Hz. Peygamber (s.a.s), öğle namazına kalktı. Oturması gerekirken oturmadı. Namazı tamamlayınca iki secde yaptı. Her secdede selâm vermeden önce, oturarak tekbîr aldı. Cemaat da onunla birlikte secde ettiler. Böyle yapması, birinci oturuşu unuttuğu içindi" (Buhârî, Sehiv, 5).

Yine Hz. Peygamber (s.a.s) in: "Benim namaz kıldığımı gördüğünüz gibi namaz kılınız" (Buhârî, Ezan, 18) hadisi, birinci teşehhüdün vacip olduğuna delalet eder, terkinin sehiv secdesini gerektirmesi de vacip olduğunu gösterir (es-Seyyid Sabık, "Fıkhu's-Sünne, I, 171).

Teşehhüdde, sol ayak yayılarak üzerine oturulur. Sağ ayağın baş parmağı kıbleye yönelik olarak dikilir. Hz. Aişe (r.a) Hz. Peygamber (s.a.s)'in namazdaki oturuşunu bu şekilde tarif etmiştir (el-Mergînânî, el-Hidâye, I, 51).

Kadın; sol tarafa kalçası üzerine oturarak, sol ayağını sağ yandan çıkarır. Bu, onun tesettürüne daha uygundur (el-Mergînânî, a.g.e., l, 51).

Birinci ka'dede "et-Tehiyyâtü lillâhi" okunduktan sonra hemen diğer rekâta kalkılır. Abdullah İbn Mes'ûd (r.a.), teşehhüd konusunda şöyle diyor:

"Resulullah (s.a.s), bana namazın ortasında ve sonundaki teşehhüdü öğretti. O namazın ortasındayken teşehhüdden hemen sonra kalkardı. Namaz sonundaki teşehhüdü bitirince, kendi kendine dilediği kadar dua ederdi" (Buhârî, İsti'zân, 28; el-Merginânî, a.g.e, 51).

Abdullah İbn Mes'ûd'un teşehhüdü şöyledir:

"Et-Tehiyyâtü lillâhi, ve's-Salavâtü ve't Tayyibâtü, es-Selâmü aleyke eyyühen-Nebiyyü ve rahmetüllâhi ve berekâtühü, es-Selâmü aleyna ve alâ ibâdillâhi's-Salihîne. Eşhedü enlâillâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlühü = İbadetlerin, övgülerin her türlüsü Allah'a mahsustur. Ey Peygamber sana selâm olsun. Allah'ın rahmet ve bereketi de Senin üzerine olsun. Selâm bizim ve Allah'ın salih kulları üzerine olsun. Allah'tan başka hakîkî ilâh olmadığına ve Muhammed'in, O'nun kulu ve elçisi olduğuna şehâdet ederim" (Buhârî Ezan, 148).

Namazın sonundaki oturuş "ka'dei âhire", namazın bir farzı, bir rüknüdür. İsterse kendisinden sonra ka'de bulunmasın. Sabah namazında olduğu gibi... Bu oturuş tamamen terk edilirse namaz bozulmuş olur.

Bir kimse iki rekât sabah namazını kılıp da oturmaksızın üçüncü rekâta kalkarak bunun sonunda secde edecek olsa, bu namaz farziyetini kaybedip nafileye dönüşür. Binaenaleyh, bir rekât daha ilave edilerek sonra oturmak lazımdır.

Aynı şekilde; dört rekâtlı bir farz namazın dördüncü rekâtında ve akşam namazının üçüncü rekâtında oturulmayıp bir rekât daha kılınarak secdeye varılsa, bu namaz bozulmuş olur. Kılınan namaz akşam namazı ise dördüncü rekâtın sonunda selâm verilir. Dört rekâtlı bir namaz ise, beşinci rekâta bir rekât daha ilâve edilerek selâm verilir. Bu durumda sehiv secdesi gerekmez (Ö. N. Bilmen, Büyük İslâm İlmihali, 129).

Bir kimse, namazın sonunda teşehhüd miktarı oturduktan sonra namazdaki tilâvet secdesini hatırlayarak secdeye varsa namazı bozulur. Çünkü bu durumda son Ka'dede bulunmamış sayılır. Meğer ki tilâvet secdesinden sonra tekrar teşehhüd miktarı otursun (a.g.e., 130).

Son oturuşu uykuda geçiren bir kimse, uyandıktan sonra tekrar bir teşehhüd miktarı oturmazsa namazı fasid olur. Namazda, uyku halinde yapılan kıyam, kıraat, rükü' gibi fiiller de muteber değildir.

Bir kimse namazın sonunda teşehhüd miktarı oturduktan sonra, kasden namaza aykırı bir harekette bulunsa, namazı tamamdır. Fakat isteği dışında abdesti veya namazı bozan böyle birşey meydana gelirse İmameyn'e göre yine namazı tamam olur. İmam-ı Azam'a göre ise, namaz tamamlanmış olmaz. Hemen namazdan çıkması lâzım. Bunun için hemen abdest alıp namazına kaldığı yerden devam eder.

Bir kimse, son ka'dede teşehhüd miktarı oturduktan sonra henüz isteğiyle namazdan çıkmadan vakit çıksa veya başka bir namaz vakti girse İmameyne göre tamamdır, İmam Azam'a göre ise fasit olmuş olur.

KAÇARAK EVLENMEK

Annenin, babanın razı olmamalarına rağmen kızları sevdigi erkeğe kaçar ve dinî nikâh kıydırırlarsa bu nikâh geçerli olur mu?

Hanefi mezhebine göre geçerli olur. Ancak kız ergin değilse, ya da dengini bulamamışsa, velisi nikâhı onaylamayabilir. Onaylamayınca da nikâhı geçerli olmaz: Ama kız ergin ise ve nikâhlandığı erkek dengi ise, baba ya da veli izin vermese ve nikâhı onaylamasa da nikâh geçerlidir. Fakat Şâfîî mezhebine göre velinin bizzat bulunup onaylamadığı nikâh geçerli değildir.

KAÇAKÇILIK YAPMAK VE KAÇAK MALI SATIN ALMAK CAİZ MİDİR?

Kaçakçılık yapmak yani dış memleketlere kaçak eşya götürüp getirmek, birkaç yönden sakıncalıdır.

1- Kaçakçılıkla uğraşan kimsenin işini yürütebilmesi için ilgilerle rüşvet vermeye mecbur kalacağına hiç şüphe yoktur. Rüşvet ise haramdır. Veren de mel'un, alan da mel'undur.

2- Kaçaklıkla uğraşan kimsenin mal ve canı tehlikededir. 1950'lerden evvel ve sonra doğu ve güneydoğu hudut illerinde onbinlerce vatandaş kaçakçılık uğrunda büyük servetlerini verdikleri gibi, Suriye, Irak ve İran hudutlarında canlarını da verdiler. Nice cenazeler de mayın tarlalarında havaya uçtu. Servetlerin heder olmaması için kumarı yasaklayan din, elbette daha beter olan kaçakçılığı da yasaklayacaktır.

3- Kaçakçılık müslümanlara büyük zarar veriyor, malını, parasını taşraya sevk ettiriyor. Binaenaleyh, kaçakçılık yapmak caiz olmadığı gibi kaçak malı satın almak da doğru değildir. Ancak satış batıldır da denilmez.

KAÇ ÇEŞİT ARAZİ VARDIR, HANGİSİNE ZEKAT –ÖŞÜR- DÜŞER?

Beş çeşit arazı vaardır.

1- Arazı-yi öşriye: Müslümanlar tarafından kahren fetih edilip müslümanlarla temlik edilen arazı ile, ahalisi kendi arzusu ile müslüman olmuş olan arazıdır.

2- Arazı-yi haracıye: Müslümanlar tarafından fetih edilip, müslüman olmayan yerlilere temlik edilen arazıdır.

3- Arazı-yi miriye: Müslümalar tarafından fetih edilip İslam devletinin temellükü altında bırakılan arazıdır.

4- Arazı-yi memlüke: Devletin arazısi iken müslim veya gayr-i müslime satılan veya hibe edilen arazıdır.

5- Arazı-yi emvat: Hiç işlenmemiş veya sahibi olmayan arazıdır. Üç mezhebe göre, arazı hangi çeşitten olursa olsun zekata tabidir. Hanefi mezhebinde ise araziyi öşriye kesin olarak zekata tabii olduğu gibi, araziyi miriye ile haracıye zekata tabi deildir. Araziyi memlüke ise araziyi öşriye gibi zekata tabi'dir.

6- Türkiye arazısi bu kabıldendir. Yani vaktiyle miriye ve devletin malı olup bilahare vatandaşlara bedelsiz olarak temlik edilmiştir. Bu temlik de mu'teberdir.

7- Çünkü devlet maslahata binaen vatandaşa devlet malından yardım edebilir. Arazı ve başka mallar arasında hiç bir fark yoktur. Binaenaleyh Türkiye'nin arazısi öşre tabi değildir demek hatadır.

KABZIMAL(KOMİSYONCULAR)

Sebze, meyve ve bu gibi şeylerin üreticileri ile satıcılar arasında aracılık eden kimse, başka bir ifade ile özellikle yaş meyve ve sebzeyi üreticiden alarak, perakendeciye intikal ettiren komisyoncular hakkında kullanılan bir hukuk terimi.

Kabzımallar genel olarak üreticiden bir avans karşılığında ürünü alır, gerekiyorsa bir süre muhafaza ederek satar. Sonra satış bedelinden komisyon, satış masrafları ve avans bedelini indirerek, gerisini üreticiye verir.

Satıcı ile alıcı arasında başka bir tabir ile üretici ile tüketici arasında aracılık yapana simsâr adı verilir. Simsârda malı koruma ve muhafaza etme manası da vardır (Kamus, II, 411). Serahsî, el-Mebsut adlı eserinde simsâr konusunu işlemiş, bunun caiz olduğunu söylemiştir (Mebsût, XV, 114).

Kabzımal, komisyoncu veya simsar kelimeleri aralarında yok denecek kadar küçük farklar bulunsa bile, aynı manayı ifade eder diyebiliriz.

Kays b. Ebî Garâze diyor ki; biz Medine çarşısında ticaret yapar ve kendimize simsar adı verirdik. Bir gün Resulullah yanımıza çıkageldi ve bize daha güzel bir isim verdi; "Ey tüccar topluluğu" diye hitap etti (Ebu Davud, Buyû', 1). Serahsî, bu hadisi naklettikten sonra simsarı şöyle tarif eder: Simsar, alış veriş işinde başkasına ücretle çalışan kimsedir. İmam Muhammed, sahabî Ebû Garâze'nin bu konuda bu hadisi söylemesinden maksat simsarlığın caiz olduğunu açıklamaktır, diye bir yorum yapmıştır (Mebsût, XV, 115).

Peygamberimiz bir hadislerinde "Hiçbir şehirli-kasabalı, hiçbir bedevî-köylü adına malını satamaz" buyurmuşlardır (Buhârî, Buyû', 58, 64). İbn Abbas'a bunun manası sorulduğu zaman, şehirli köylüye simsarlık yapamaz diye cevap vermiştir (Tecrîd-i Sarih, VI, 472).

Alıcı ile satıcı veya tüketici ile üretici arasına girip malı birinden diğerine nakletmek, ihtiyaçtan kaynaklanan birşey ise, başka bir deyimle sebepsiz fiyat artması olmuyorsa, bunda bir sakınca yoktur. Fakat boş yere, hiç yoktan fiyat yükseliyor, aracının varlığı lüzumsuz ise ve taraflardan biri bu sebeple zarar ediyorsa böyle bir simsarlık meşru değildir. Nitekim İmam Ebu Hanîfe, alıcı ile satıcıdan herhangi birisi zarar görmediği müddetçe, kabzımal-simsar delaleti ile yapılan alış verişin caiz olduğunu söylemiştir (Tecrîd-i Sarih, VI, 472).