25 Haziran 2010 Cuma

İnsan Yediğine Bir Baksın

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça "iyi" ye eremezsiniz. Her ne harcarsanız, Allah onu hakkıyla bilir.” (Âl-i İmrân, 92)


Rasûlullah (sav) buyuruyor:

“Yalnız iki kişiye gıpta edilir. Biri, Allâh’ın, mal verip hak yolunda harcamaya muvaffak kıldığı kimse; diğeri de, Allâh’ın, kendisine ilim verip de onunla amel eden ve bunları başkasına öğreten (yâni ilmini infâk eden) kimsedir.” (Buhârî, İlim, 15)


Enes (ra) şöyle dedi:

“-Medine’de ensar arasında en fazla hurmalığı bulunan Ebû Talha idi. En sevdiği malı da Mescid-i Nebevî’nin karşısındaki Beyruhâ adlı hurma bahçesiydi. Rasûlullah (sav) bu bahçeye girer ve oradaki tatlı sudan içerdi.”

Enes (sözüne devamla) dedi ki:

““Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça, en iyiye eremezsiniz” âyet-i kerîmesi nâzil olunca, Ebû Talha Rasûlullah (sav)’ın yanına geldi ve:

“-Yâ Rasûlallah! Cenâb-ı Hak sana “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça, en iyiye eremezsiniz” âyetini gönderdi. En sevdiğim malım Beyruhâ adlı bahçedir. Onu Allah rızâsı için sadaka ediyorum. Allah’dan onun sevabını ve âhiret azığı olmasını dilerim. Beyruhâ’yı Allah’ın sana göstereceği şekilde kullan,”” dedi.

Bunun üzerine Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu:

“-Âferin sana! Kârlı mal dediğin işte budur! Seni duydum, Ebû Talha. Onu akrabalarına vermeni uygun görüyorum.”

Ebû Talha:

“-Öyle yapayım, yâ Rasûlallah,” dedi ve bahçeyi akrabaları ve amcasının oğulları arasında taksim etti. (Buhârî, Zekât 44, Vekâlet 14, Vesâyâ 10, 17, 26, Tefsîru sûre (3) 5, Eşribe 13; Müslim, Zekât 42, 43)


Her Güne Bir Esma-ül Hüsna

el-Vekîl: İşlerini kendisine bırakanın işini en iyi şekilde yapan, hakkı yerine getiren.


Kısa Günün Kârı

Sevdiğin şeylerden infakta bulun.


Lügatçe

infak: Nafaka verip bir kimsenin geçimini sağlama.
suret: 1. Biçim, görünüş, kılık. 2. Tarz, yol, gidiş

Sokakların İnsafına Terk Edilenler

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“...Sana yetimler hakkında da sorarlar. De ki: Onların gerek kendilerini, gerek mallarını ıslâh edip geliştirmek, elbette hayırlı bir iştir...” (Bakara, 220)


Rasûlullah (sav) buyuruyor:

“Bir kimse sırf Allâh rızâsı için bir yetimin başını okşarsa, elinin dokunduğu her saç teline karşılık ona sevap vardır.” (Ahmed bin Hanbel, V, 250)


Kendimizi Ne Kadar Mes’ûl Hissedebiliyoruz?

Sokakların insafına terk edilmiş tinerci çocuklar, uyuşturucu kullanan gençler ve yetimhânelerdeki kimsesizler de bizim yavrularımızdır. Daha birçoğu rüşdüne ermemiş bu çocuklar, bu tâze bahar dalı gibi bedenler, göz göre göre, yavaş yavaş toplumun mezbeleliklerine itilmektedirler. Soludukları zehirle ciğerlerini yakmakta, beyinlerini ve kalbî fonksiyonlarını imhâ etmektedirler. Laçkalaşmış sinirleriyle topluma düşman kesilerek çetelerin elemanları hâline gelmektedirler. Onlara din, ahlâk ve vatanperverlik duygularını veremediğimiz için kendimizi vicdânen ne kadar mes’ûl hissedebiliyoruz? (Osman Nûri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2005,Mayis)


Her Güne Bir Esma-ül Hüsna

el-Kaviyy: Yegâne güç ve kuvvet sahibi.


Lügatçe
rüşd: Ergenlik

Canından Öte Sevgi

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Ey insanlar! Allah’a ve Peygamberine inanasınız, ona yardım edesiniz, ona saygı gösteresiniz ve sabah akşam Allah’ı tesbih edesiniz diye (Peygamber’i gönderdik.)” (Fetih, 9)


Rasûlullah (sav) buyuruyor:

“Bun­dan böy­le si­zin hic­ret ede­ce­ği­niz şeh­rin, iki ka­ra taş­lık ara­sın­da hur­ma­lık bir yer ol­du­ğu ba­na gös­te­ril­di.” (Bu­hâ­rî, Ke­fâ­let, 4)


Sevr Ma­ğa­ra­sı’nda Al­lâh Ra­sû­lü (sav), bir ara mü­bâ­rek baş­la­rı­nı Hz. Ebû Be­kir (ra)’ın diz­le­ri­ne ko­yup ha­fif bir uy­ku­ya dal­mış­lar­dı. O es­nâ­da Ebû Be­kir (ra), ma­ğa­ra­da ken­di­le­ri­ne çok ya­kın bir yer­de kü­çük bir de­lik gör­dü. Her­han­gi bir za­rar­lı ha­şe­râ­tın çı­kıp da Hz. Pey­gam­ber (sav)’i in­cit­me­me­si için he­men aya­ğı­nı Al­lâh Ra­sû­lü’nü uyan­dır­ma­dan o de­li­ğin üze­ri­ne koy­du.

İm­ti­hân-ı ilâ­hî, ger­çek­ten bir müd­det son­ra dü­şün­ce­sin­de hak­lı çık­tı. Zî­râ bir yı­lan, Hz. Ebû Bekr’in aya­ğı­nı şid­det­li bir şe­kil­de ısır­dı ve zeh­ri­ni akıt­tı. O bü­yük sa­hâ­bî­nin ca­nı o ka­dar yan­dı ki, Ra­sû­lul­lâh (sav) uyan­ma­sın di­ye hiç kı­pır­da­ma­dıy­sa da, göz­le­rin­den dü­şen bir­kaç dam­la­ya mâ­nî ola­ma­dı. Öy­le ki, bu dam­la­lar­dan bir ta­ne­si Al­lâh Ra­sû­lü (sav)’in vech-i mü­bâ­rek­le­ri­ne düş­tü. Bu­nun üze­ri­ne uya­nan Hz. Pey­gam­ber (sav):

“–Ne var yâ Ebû Be­kir? Ne ol­du?” di­ye sor­du.

Hz. Ebû Be­kir (ra):

“–Bir şey yok yâ Ra­sû­lal­lâh!” de­diy­se de, Ra­sû­lul­lâh (sav)’in ıs­râ­rı üze­ri­ne me­se­le­yi an­lat­mak zo­run­da kal­dı. (Bey­ha­kî, De­lâ­il, II, 477; İbn-i Ke­sîr, el-Bi­dâ­ye, III, 223)

Al­lâh Ra­sû­lü (sav), he­men mü­bâ­rek tük­rük­le­ri­ni yı­la­nın ısır­dı­ğı ye­re par­mak­la­rıy­la sür­dü­ler. Al­lâh’ın lut­fuy­la da­ha o an­da Ebû Be­kir (ra)’ın acı ve ız­tı­râ­bı din­di, ya­ra­sı şi­fâ bul­du. (Osman Nuri Topbaş, Hazret-i Muhammed Mustafa-1, Erkam Yay.)


Her Güne Bir Esma-ül Hüsna

el-Metîn: Son derece güçlü.


Lügatçe

vech: Yüz, surat, çehre

İşim Acele

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Her canlı ölümü tadacaktır. Ve ancak kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konursa o, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Bu dünya hayatı ise aldatma metâından başka bir şey değildir.” (Âl-i İmrân, 185)


Rasûlullah (sav) buyuruyor:

“Akıllı kişi, nefsine hâkim olan ve ölüm sonrası için çalışandır. Âciz kişi de, nefsini duygularına tâbi kılan ve Allah’tan dileklerde bulunup durandır (bunu yeterli görendir).” (Tirmizî, Kıyâmet 25. İbni Mace, Zühd 31)


İşim Acele

Gökte zamansızlık hangi noktada?
Elindeyse yıldız yıldız hecele!
Hüküm yazılıyken kara tahtada
İnsan yine çare arar ecele!

Gençlik... Gelip geçti... Bir günlük süstü;
Nefsim doymamaktan dünyaya küstü.
Eser darmadağın, emek yüzüstü;
Toplayın eşyamı işim acele!
Necip Fazıl Kısakürek


Her Güne Bir Esma-ül Hüsna

el-Veliyy: Dostlarına yardım eden.


Kısa Günün Kârı

Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalış.


Lügatçe

metâ': 1. Eşya. 2. Sermâye, elde bulunan varlık

Rasûlullah (sav)’in Bize Bıraktığı Miras

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“(Ey Muhammed!) De ki: “Ey insanlar! Şüphesiz ben, yer ve göklerin hükümranlığı kendisine ait olan Allah’ın hepinize gönderdiği peygamberiyim. O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. O, diriltir ve öldürür. O halde Allah’a ve O’nun sözlerine inanan Resûlüne, o ümmî peygambere iman edin ve ona uyun ki doğru yolu bulasınız.” (A’râf, 158)


Rasûlullah (sav) buyuruyor:

"Size iki şey bıraktım. Onlara sımsıkı sarıldığınız sürece sapıklığa düşmezsiniz. Allah'ın Kitabı Kuran ve Resûlünün sünneti" (Muvatta, Kader 3; Riyâzü’s Sâlihîn, Cilt 1, Erkam Yay.)


Savaşta ve Barışta Sünneti Terketmeyen

Sultan Bâyezîd Han, İstanbul’un yedi tepesinden biri üzerine oturtulan o muhteşem Bâyezîd Câmii’ni, mîmâr Kemâleddîn’e inşâ ettirdi. İbâdete bir cum’a günü açılan câmîde, ilk namazı II. Bâyezîd Han kıldırmıştır. Bu hâdiseyi de Evliyâ Çelebi şöyle anlatır:

“Câmînin yapısı tamam oldukta, bir cum’a günü büyük bir merâsimle ibâdete açıldı. Bâyezîd-i Velî buyurdular ki:

“–Her kim, ömründe ikindi ve yatsı namazlarının ilk sünnetini hiç terketmemiş ise, şu mübârek vakitte o imâm olsun!.”

Deryâ misâli cemâat içinden bir kişi çıkmayınca, Bâyezîd Han mecbûr kalarak:

“–Elhamdülillâh! Savaşta ve barışta biz bu sünnetleri terk etmedik!..” dedi ve kendisi imâm olup namazı kıldırdı.

Böylece II. Bâyezîd Han, bu târihî zühd ve takvâ sahnesini mecbûren sergilemiş oldu. (Osman Nûri Topbaş, Abide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle Osmanlı, Erkam Yay.)


Her Güne Bir Esma-ül Hüsna

el-Hamîd: Hamde tek lâyık olan.


Kısa Günün Kârı

Kur’ân-ı Kerim ve Sünnete sımsıkı sarıl!

Sizin En Hayırlınız

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Şüphesiz ki bu Kur'ân en doğru yola iletir; iyi davranışlarda bulunan müminlere, kendileri için büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler.” (İsrâ, 9)


Rasûlullah (sav) buyuruyor:

“Sizin en hayırlılarınız, Kur’ân’ı öğrenen ve öğretenlerinizdir.” (Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân 21. Ebû Dâvud, Salât 349)


Bir Düşünün

Bir baba, âile fertlerinin Kur’ân-ı Kerîm eğitimine ehemmiyet vermeli, yavrularına ibadet şevkini tattırmalıdır. Diğer taraftan dünya ve âhirete dâir yol-yordam, usûl ve edepleri de öğretmesi zarûrîdir. Bu çerçevede evlâtlarını, okul çağına geldiğinde yaz kurslarında, ardından da ilköğretimin bitişiyle birlikte Kur’ân-ı Kerîm kurslarında mutlaka okutmalıdırlar. Bilhassa kız çocukları için bu daha da elzemdir. Unutmamalı ki, bir anne-babanın, çocuklarına bırakabileceği en kıymetli miras, âhiret mirasıdır. Yavrularını hâfız yapan, Kur’ân kültürüyle tezyin eden anne-babalara ne mutlu!.. Hadîs-i şerîfte buyurulur:

Rasûlullah’ın Gönlündeki Kıble

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“(Ey Rasûlüm!) Biz Sen’in yüzünün (yücelerden haber bekleyerek) göğe doğru çevrilmekte olduğunu görüyoruz. İşte şimdi Sen’i, memnûn olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü Mescid-i Harâm tarafına çevir! (Ey müslümanlar!) Siz de nerede olursanız olun, (namazda) yüzlerinizi o tarafa çevirin! Şüphe yok ki ehl-i kitâb, onun Rablerinden gelen bir hakîkat olduğunu çok iyi bilirler. Allâh onların yapmakta olduklarından habersiz değildir.” (Bakara, 144)


Rasûlullah (sav) buyuruyor:

"Kim, kıblesi ile kendi arasına bir başkasının girmemesine muktedir olursa, bunu sağlasın." (Ebu Davud, Salat 108)


Kıblenin Değişmesi

Afrika Çağırıyor

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“İnsan var ya, Rabbi kendisini imtihan edip de ikramda bulunduğunda ve bol nimet verdiğinde "Rabbim bana ikram etti" der. Onu imtihan edip rızkını daralttığında ise "Rabbim beni önemsemedi" der. Hayır! Doğrusu siz yetime ikram etmiyorsunuz. Yoksulu yedirmeye birbirinizi teşvik etmiyorsunuz” (Fecr, 15,16,17,18)


Rasûlullah (sav) buyuruyor:

“Komşusu açken tok yatan kimse mü’min değildir.” (Heysemî, Mecme`u’z-zevâid, VIII, 167)


Afrika’nın Kangren Sorunu

Açlık, herkesin malumu olduğu üzere Afrika’nın neredeyse tamamını tehdit eden en önemli problemlerin başında geliyor. Afrika’da 300 milyonu geçkin insanın açlık sınırının altında yaşadığı ve bunların 40 milyonunun çocuklar olduğu belirtiliyor. Açlık tehlikesinin en fazla hissedildiği Sahra-altı ülkelerinde açlıktan ölenlerin sayısı savaşlardan ve salgın hastalıklardan ölenleri kat be kat aşmış vaziyettedir.

Selâmın Âdâbı

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Size bir selâm verildiği zaman, ondan daha güzeliyle veya aynı selamla karşılık verin. Şüphesiz Allah her şeyin hesabını gereği gibi yapandır.” (Nisâ, 86)


Rasûlullah (sav) buyuruyor:

“Binitli olan yürüyene, yürüyen oturana, sayıca az olan çok olana selâm verir.” (Buhârî, İsti’zân 5,6; Müslim, Selâm 1; Âdâb 46.)


Binitli olanın, herhangi bir binek hayvanına binmesiyle bir araca binmesi arasında fark yoktur. Binitlinin yaya yürüyene selâm vermesinin sebebi, Allah’ın kendisine binit lutfettiği için mütevazı olması gerektiğindendir. Ta ki bu kişi kendisini daha hayırlı ve daha üstün görmesin. “Yaya yürüyen”, ifadesi bazı rivayetlerde “yoldan geçmekte olan” şeklindedir. Yürüyen kimse, oturana nisbetle bir yere girmiş kabul edilir. Sayıca çok olanların hakkı, az olanlardan daha çok ve önceliklidir. Bu sebeple az olanlar çok olanlara selâm verirler. Muhaddis ve şârih et-Tîbî bunların hikmetini açıklarken, binitlinin yürüyene, yürüyenin oturana önce selâm vermeleri, muhataplardan korkuyu gidermek;

Yeryüzü Sana Emânet

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“İnsanların kendi işledikleri (kötülükler) sebebiyle karada ve denizde bozulma ortaya çıkmıştır. Dönmeleri için Allah, yaptıklarının bazı (kötü) sonuçlarını (dünyada) onlara tattıracaktır.” (Rûm, 41)


Rasûlullah (sav) buyuruyor:

“Temizlik imanın yarısıdır.” (Müslim, Tahâret 1. Tirmizî, Daavât 86)


Yeryüzü, üzerinde taşıdığı sayısız nimetler ve güzelliklerle insana emanet edilmiştir. Bu emanete, ancak onun tabii dengesini koruyarak riâyet edilebilir. Hâlbuki insan eliyle yeryüzünün tabii dengesi bozulmaya başlamıştır. Teknolojik gelişmelerin ortaya çıkardığı çevre sorunları, sanayi atıkları ekolojik dengeyi bozmaktadır. Bunun sonucunda toprak, su ve hava kirlenmekte ve zehirlenmekte, nice hayvan ve bitki türleri yok olup gitmektedir. Hatta bu bozulmanın genetik bozulmaya bile yol açması söz konusudur. Buna bir de sosyal hayattaki bozulma eklenince insanın, Allah’ın koyduğu değerleri dikkate almamasının acı faturası ortaya çıkmaktadır. Âyette yeryüzünün bu şekilde bozulmasına sebep olan insanın, bunun acı sonuçlarının bir kısmını dünyada tadacağına, asıl cezasının ise ahirette olacağına işaret edilmektedir. İnsanın yapıp ettikleri sonucu karada ve denizlerde ortaya çıkan bu bozulmaya asırlarca önce işaret edilmiş olması dikkat çekici değil midir?(Diyanet Meali, Rûm, 41)

Yâ Sabır!

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsanız, üstün gelecek olan sizsiniz.” (Âl-i İmrân, 139)

Rasûlullah (sav) buyuruyor:

“Mü’minin durumu gıbta ve hayranlığa değer. Çünkü her hâli kendisi için bir hayır sebebidir. Böylesi bir özellik sadece mü’minde vardır: Sevinecek olsa, şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir belâ gelecek olsa, sabreder; bu da onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd 64)


Allah’tan Kork ve Sabret

Enes İbni Mâlik (ra)’den rivâyet edildiğine göre Nebî (sav), (çocuğunun) mezarı başında (bağıra-çağıra) ağlayan bir kadının yanından geçti.

Ona:

“-Allah’tan kork ve sabret!” buyurdu.

Kadın:

“-Çek git başımdan; zira benim başıma gelen felâket, senin başına gelmemiştir” dedi.

Kadın, Hz. Peygamber’i tanıyamamıştı. Kendisine, onun Peygamber (sav) olduğunu söylediler. Bunu duyar duymaz Peygamber (sav)’in kapısına koştu, orada kapıcılar yoktu. (Özür beyân etmek üzere Hz. Peygamber’e):

“-Sizi tanıyamadım.” dedi.

Kâinatı Saran Hüzün

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse, gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim (böyle) geri dönerse, Allah'a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır.” (Âl-i İmrân, 144)


Rasûlullah (sav) buyuruyor:

“Muhammed’in nefsini kudret elinde bulunduran Allâh’a yemin ederim ki, gün gelecek beni göremeyeceksiniz. O zaman sizden birine, beni kendisiyle berâber görmesi, âilesinden ve malından daha sevimli ve makbul olacaktır.” (Müslim, Fedâil, 142; Buhârî, Menâkıb, 25)


Vâh Benim Peygamberim!

Rasûlullâh (sav)’in vefâtı üzerine müslümanlar mescidde ağlamaya başladılar. Hz. Ömer (ra):

“Hiç kimsenin Muhammed (as) öldü! dediğini duymayayım! Yoksa kılıcımla boynunu vururum! Rasûlullâh (sav), Mûsâ (as)’ın bayıldığı gibi bayılmıştır!..” diyerek konuşmaya devâm etti, öyle ki konuşa konuşa ağzı köpürdü.

Hz. Ebû Bekir (ra), acı haberi alınca hemen atına binip Medîne’ye geldi. Peygamber Efendimiz’in yüzünü açtı. Sonra üzerine kapandı, ağlayarak alnından öptü ve:

Muhammedü’l-Mustafâ’yı Alan Dünyâ Değil misin?

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Biz onları (peygamberleri), yemek yemez birer (cansız) ceset olarak yaratmadık. Onlar (bu dünyada) ebedî de değillerdir.” (Enbiyâ, 8)


Rasûlullah (sav) buyuruyor:

“Ey insanlar! Duydum ki sizler, peygamberinizin vefât edeceğinden korkuyormuşsunuz! Benden evvel gönderilip de ümmeti içinde dâimî olarak kalmış bir peygamber var mıdır ki ben de sizin içinizde sürekli kalayım? İyi biliniz ki ben Rabbime kavuşacağım! O’na siz de kavuşacaksınız! Muhakkak ki bütün işler, yüce Allâh’ın izni ile cereyân eder. (Buhârî, Salât, 80; İbn-i Sa’d, II, 227)


Allah’ın Özlediği Kul

Allâh Rasûlü (sav)’e, vahiy meleği Cebrâîl (as) gelerek:

“-Sana selâm olsun ey Allâh’ın Rasûlü! Bu, Sen’in için yeryüzüne ayak basışımın sonuncusudur!” dedi. (İbn-i Sa’d, II, 259)

O gün Allâh Rasûlü (sav), daha evvel buyurduğu:

“-Hiçbir peygamberin rûhu, cennetteki durağını görmedikçe alınmaz! Sonra durağına gitmesi, arzusuna bırakılır!” sözlerinin tecellîsini yaşadı. (Buhârî, Meğâzî, 83, 84; Ahmed, VI, 89)

O gün Allâh Rasûlü (sav)’e Azrâîl (as) geldi ve yanına girmek için izin istedi. Müsâade aldıktan sonra Âlemlerin Efendisi’nin önünde durarak:

Vefalı Bir Dost

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Kim Allah'a ve Rasûl'e itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîkler, şehidler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!” (Nisâ, 69)


Rasûlullah (sav) buyuruyor:

“Ey insanlar! İnsanlardan canında, malında, dostluğunda, bana karşı Ebû Bekir’den daha fedâkâr ve cömert davranan kimse yoktur! Eğer Rabbimden başka, insanlardan bir dost edinmiş olsaydım, muhakkak ki Ebû Bekr’i dost edinirdim…” (Buhârî, Salât, 80; İbn-i Sa’d, II, 227)


Rasûlullah (sav) birgün:

“–Cebrâîl (as) yanıma gelerek elimden tuttu ve bana ümmetimin gireceği cennet kapısını gösterdi” buyurdular.

Hz. Ebû Bekir (ra) hemen atılıp:

“–Ey Allah’ın Rasûlü! O esnâda Siz’inle birlikte olup o kapıya bakmayı ne kadar isterdim!” dedi.

Allah Rasûlü (sav):

“–Ey Ebû Bekir, ümmetimden cennete ilk girecek kimse olman sana yetmez mi!” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Sünnet, 8/4652)

Allah’ın Sevmediği Kimseler

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah, kendini beğenmiş övünüp duran kimseleri asla sevmez.” (Lokman, 18)


Rasûlullah (sav) buyuruyor:

"Kalbinde hardal tanesi kadar iman bulunan bir kimse cehenneme girmez. Kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunan kimse de cennete girmez." (Müslim, İman 147; Ebu Davud, Edeb 29, (4091))


Manevî Terbiye Şarttır

Büyük Hak dostu Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri de, bütün İslâm âlemini saran şöhretine ve deryâ misâli engin ilmine rağmen, rivâyete göre bir senelik yolculuğun ardından Abdullâh-ı Dehlevî Hazretleri’nin önünde edeple diz çökmüştür. Bütün gurur ve kibir mesnetlerini gönlünden silip atarak ve nefsinin bütün îtiraz ve iğvâlarını susturarak kendisine verilen abdesthâne temizliği vazîfesini sadâkatle yerine getirmiştir. Böylece tevâzû, yokluk ve hiçlik tâcını giymiş, gördüğü mânevî tahsil neticesinde üstâdının iltifatlarına ve mânevî ikramlara mazhar olmuştur.

İnsanların En Hayırlıları

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Her kim bir iyilik yaparsa ona, o yaptığı iyiliğin on katı vardır.” (En’âm, 160)


Rasûlullah (sav) buyuruyor:

“İnsanların en hayırlısı, insanlara en çok faydalı olandır.” (Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağir, II,)


Misliyle Karşılık Bulan İyilik

Bir gün dilencinin biri Hz. Ali (ra)’ın önünde durup bir şeyler istedi. Hz. Ali, oğulları Hasan ve Hüseyin (ra)’ya:

“–Annenize gidin ve evdeki altı dirhemi alıp getirin!” dedi.

Hz. Hasan ve Hüseyin (ra) gittiler ve altı dirhemin hepsini getirip babalarına teslîm ettiler. Hz. Ali de bu dirhemleri dilenciye verdi. Hâlbuki o esnâda kendilerinin de bu dirhemlere ihtiyacı vardı. Hz. Fâtıma (ranhâ) onunla un alacaktı. Bir müddet sonra Hz. Ali (ra) eve gitmek üzere yola koyuldu. Henüz evden içeri adımını atmamıştı ki, yanına devesini satmak isteyen bir kimse geldi:

“–Parasını sonra verirsin.” diyerek devesini Hz. Ali’ye yüz kırk dirheme sattı ve hayvanı kapıya bağlayıp gitti. Kısa bir süre sonra bir başka kimse çıkageldi ve deveyi iki yüz dirheme satın aldı. Parasını da hemen ödeyip gitti.

Hayatımızın Sıfır Noktası

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

"(Habibim) de ki: Eğer duanız ve ibadetiniz olmasa, Rabbiniz size ne diye değer versin..." (Furkan, 77)


Rasûlullah (sav) buyuruyor:

"Bir kimse istiğfârı dilinden düşürmezse, Allah Teâlâ ona her darlıktan bir çıkış, her üzüntüden bir kurtuluş yolu gösterir ve ona beklemediği yerden rızık verir." (Ebû Dâvûd, Vitir, 26)

Gönül Dünyamıza Gelen Bahar Neş’esi

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Gökleri ve yeri yarattığı günde Allah'ın yazısına göre Allah katında ayların sayısı on iki olup, bunlardan dördü haram aylarıdır. İşte bu doğru hesaptır. O aylar içinde (Allah'ın koyduğu yasağı çiğneyerek) kendinize zulmetmeyin…” (Tevbe, 36)


Rasûlullah (sav) buyuruyor:

“Ey Rabbim! Bize Receb’i ve Şa’ban’ı mübârek kıl ve bizi Ramazan’a ulaştır.” (İbn Hanbel, I,259)


Arınma Mevsimi

Üç aylar, gönül dünyamıza bahar neş'esi getiren, îmânî heyecan ve ahlâkî güzellikleri kuşanma konusunda yeniden derlenip toparlanma mevsimidir.

İnsanı tedricî bir temizliğe tâbî tutar bu mevsim. Elimize, dilimize, gözümüze ve bütün uzuvlarımıza sahib olma şuurunu geliştirir.

İlkbaharda açan çiçekler gibi, mü'minin gönlünde sevinç çiçekleri açar, muhabbet esintileri eser bu mevsimde.

Kâmil mü’min, bu ayları ibadet ve taat için fırsat bilip salih amellerini çoğaltmaya çalışır.

Üç Aylar Bir Muhasebe Mevsimidir

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Ey inananlar! (Allah'ın yasakladığı herşeyden Allah adına uzak durun ve) Allah'tan sakının. Herkes yarın için (kıyamet günü için) neler hazırladığına baksın. Allah'ın emirlerini yerine getirmemek ve yasaklarına uymamak suretiyle Allah'tan çekinin. Çünkü Allah, yaptıklarınızdan (en ince noktasına kadar) haberdardır.” (Haşr, 18)


Rasûlullah (sav) buyuruyor:

"Kul bir hata işlediği zaman kalbine siyah bir nokta düşer. Eğer tevbe edip affını dilerse, kalbi bu lekeden temizlenir, cilâlanır. Ancak tekrar günaha dönerse bu noktalar çoğalarak kalbin tamamını kaplar. İşte Allah Teâlâ'nın Kur'an'da zikrettiği (el-Mutaffifîn 83/14) kalbin kirlenmesi (paslanması) budur. " (Tirmizî, Tefsîr, 83; İbn Mâce, Zühd, 29)


Üç aylar, kendimizi denetleme, değerlendirme bakımından çok önemlidir. Bir kere daha geçmişimizin muhasebesini yapıp, geleceğe hazırlıklı olmanın tedbirlerini almalı ve sormalıyız:

"Ey Allah'ı seviyorum diyen insan! Borçlu olduğun kulluk vazifeni yapabiliyor musun?

Peygamberi seviyorum diyen müslüman! Onun sünnetini, ahlâkını yaşıyor musun?

Kitabım Kur'an'dır dediğin halde emirlerine sarılıp yasaklarından kaçınıyor musun?

Rüyâdaki Lütuf

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Siz namaza çağırdığınız vakit onu alaya alıp eğlence yerine koyuyorlar. Bu şüphesiz onların akılları ermeyen bir toplum olmalarındandır.” (Mâide, 58)


Rasûlullah (sav) buyuruyor:

“İnsanlar ezân okumanın ve namazda ilk safta bulunmanın sevâbını bilselerdi ve bunları yapabilmek için de kur’a çekmek zorunda kalsalardı, mutlakâ öyle yaparlardı.” (Buhârî, Ezân, 9, 32; Müslim, Salât, 129)


Allâh Rasûlü (sav), halkı namaza dâvet şeklinin nasıl olması gerektiği husûsunu ashâbıyla istişâre ediyordu.

Bâzısı; “Namaz vakti geldiği zaman bir sancak dikelim, müslümanlar onu gördüklerinde birbirlerine haber versinler.” dedi. Fakat Peygamber Efendimiz bu teklifi beğenmedi.

Yahûdî borusu çalınması teklif edildi, onu da beğenmedi: “Bu, yahûdîlerin âletidir.” buyurdu.

Çan çalınmasından bahsedildi. Peygamber Efendimiz: “O da hristiyanların işidir.” buyurdu.

Rasûlullâh (sav)’in derdiyle dertlenen, O’nun kaygısı ile kaygılanan Abdullâh bin Zeyd (ra) oradan ayrılıp gitti. Uyku ile uyanıklık arasında iken kendisine ezân-ı Muhammedî lutfedildi. Hemen Rasûlullâh (sav)’in yanına giderek:

“–Ben uyku ile uyanıklık arasında iken biri gelip bana ezânı öğretti.” dedi.

Hz. Ömer (ra) da aynı rüyâyı görmüştü… Bunun üzerine Allâh Rasûlü (sav):

Hediyeleşin ki Sevginiz Artsın

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Allah’a ibadet edin ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya, elinizin altındakilere iyilik edin…” (Nisâ, 36)


Rasûlullah (sav) buyuruyor:

"Musafaha edin ki, kalblerdeki kin gitsin, hediyeleşin ki birbirinize sevgi doğsun ve aradaki düşmanlık bitsin.” (Muvatta, Hüsnü'l-Hulk 16, (2, 908))


Hediyeleşme, yakından uzağa doğru olmalıdır. İmkân olduğu takdirde ise hem yakına hem de uzağa hediye verilebilir.

Hz. Âişe (ranha) şöyle demiştir:

“–Yâ Rasûlallah! İki komşum var. Hangisine hediye vereyim?” diye sordum. Efendimiz (sav):

“–Kapısı sana daha yakın olana ver.” buyurdu. (Buhârî, Şüf`a 3, Hibe 16, Edeb 32)

Regaib Kandiliniz Mübarek Olsun

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Gökleri ve yeri yarattığı günde Allah'ın yazısına göre Allah katında ayların sayısı on iki olup, bunlardan dördü haram aylarıdır. İşte bu doğru hesaptır. O aylar içinde (Allah'ın koyduğu yasağı çiğneyerek) kendinize zulmetmeyin…” (Tevbe, 36)


Rasûlullah (sav) buyuruyor:

“Zaman, Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günkü şekliyle dönmektedir. Bir yıl on iki aydır. Bunlardan dördü haram olan aydır. Üçü birbiri ardınca gelen, Zilkade, Zilhicce ve Muharrem’dir. Biri ise Cemaziyelâhir ile Şâbân arasında bulunan ve Mudar kabilesinin daha çok değer verdiği Receb ayıdır.” (Buhârî, Hac 132; Müslim, Kasâme 29)


Mücîbetü'l-Bâhiliyye, babasından (veya amcasından) naklen, babasının Rasûlullah (sav)'e elçi olarak gidip memleketine döndüğünü, bir yıl sonra -hali ve görünüşü oldukça değişmiş olarak- tekrar Hz. Peygamber'e gittiğini ve şöyle dediğini haber verdi:

“-Ey Allah'ın Rasûlü! Beni tanıdınız mı?” Hz. Peygamber:

"-Sen kimsin? (tanımadım)" buyurdu. Adam:

“-Bir sene önce size gelmiş olan Bâhilîyim” dedi. Hz. Peygamber:

“-Seni böylesine değiştiren nedir? Hâlbuki sen çok iyi görünüyordun” buyurdu. Adam:

“-Senden ayrıldığım günden beri, geceleri hariç, asla yemek yemedim” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (sav):

"-Kendine işkence etmişsin!" buyurdu ve ilâve etti:

"-Sabır ayı (Ramazan)’ı bütünüyle, diğer aylardan da birer günü oruçlu geçir." Adam:

“-Benim için bu sayıyı arttırınız. Zira benim gücüm bundan fazlasına yeter” dedi. Hz. Peygamber:

"-O halde her aydan iki gün oruç tut!" buyurdu. Adam:

“- Daha arttırınız” dedi. Hz. Peygamber:

"-Peki, her aydan üç gün!" buyurdu. Adam:

“- Biraz daha arttırınız” dedi. Hz. Peygamber de:

Hz. Peygamber’in Cennet Arkadaşı

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Kim Allah'a ve Rasûl'e itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîkler, şehidler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!” (Nisâ, 69)


Rasûlullah (sav) buyuruyor:

“Her peygamberin cennette bir arkadaşı vardır. Benim cennetteki arkadaşım ise Osman b. Affân’dır.” (Tirmizî, Menâkıb, 18/3698; İbn Mâce, Mukaddime, 11/109)


Bir defasında Rasûlullah (sav), kızı Rukıye’nin yanına varmıştı. Rukıye (ranhâ), kocası Hz. Osman (ra)’ın başını yıkıyordu. Allah Rasûlü (sav):

“-Kızcağızım! Osman’a iyi davran, güzel muâmele et! Çünkü o sahabîlerim arasında ahlâken bana en çok benzeyendir” buyurdu. (Heysemî, IX, 81)

Allah Rasûlü (sav) diğer kızı Ümmü Gülsüm’ü Hz. Osman (ra)’la evlendirdiğinde ise kızına şöyle buyurmuştu:

Allâh’a Hakkıyla Tevekkül Edebilirseniz…

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“…Mü’minler ancak Allâh’a tevekkül etsinler!” (İbrâhim, 11)


Rasûlullah (sav) buyuruyor:

“Eğer siz Allâh’a hakkıyla tevekkül edebilirseniz, sabahleyin karınları aç gidip, akşamları tok dönen kuşların rızıklandığı gibi rızıklanırsınız!” (Tirmizî, Zühd, 33/2344; İbn-i Mâce, Zühd, 14)


Rivâyetlerde bildirildiği üzere Cenâb-ı Hak Mûsâ (as)’ı Firavun’a gönderdiği zaman ona şöyle buyurdu:

“Firavun’a git; çünkü o iyice azdı…” (Tâhâ, 24)

Mûsâ (as), âile efrâdını ve davarlarını zâhirde emânet edeceği bir kimse olmadığından:

“- Yâ Rabbî! Ev halkım ve davarlarım ne olacak?” dedi.

Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, “muhafaza edenlerin en hayırlısı” olduğunu hatırlatarak şöyle buyurdu:

“- Ey Mûsâ! Beni bulduktan sonra başka ne istersin? Sen benim emrimi edâya koş! Bana bağlan ve teslîmiyet göster! İstersem, kurdu koyunlarına çoban eder ve meleklerimi de âilene muhâfız kılarım.

Ey Mûsâ! Nedir bu düşündüğün? Annen seni denize attığı zaman seni kim kurtardı? Bundan sonra seni annene tekrar kim kavuşturdu? Sen hani, birini kazâ ile öldürmüştün de Firavun seni aramaya koyulmuş ve öldürmeye azmetmişti; o vakit seni ondan kim muhâfaza etti?..”

Mûsâ (as) bu söylenenleri hem dinliyor, hem de her cümlenin sonunda:

Baba Hakkı

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Rabbin, kendisinden başkasına asla ibadet etmemenizi, anaya-babaya iyi davranmanızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri, ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara “öf!” bile deme; onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle. Onlara merhamet ederek tevâzu kanadını indir ve de ki: ‘Rabbim! Tıpkı beni küçükken koruyup yetiştirdikleri gibi sen de onlara acı.’” (İsrâ, 23,24)


Rasûlullah (sav) buyuruyor:

“Hiçbir evlâd babasının hakkını ödeyemez. Şayet onu köle olarak bulur ve satın alıp âzâd ederse, babalık hakkını ödemiş olur.” (Müslim, İtk 25. Ebû Dâvûd, Edeb 120; Tirmizî, Birr 8; İbni Mâce, Edeb 1)


Hasan Basrî hazretleri şöyle anlatır:

Kâbe-i şerifi ziyaret ve tavaf ederken bir zât gördüm. Arkasında bir zenbil vardı. Onunla tavafını yapıyordu. Adama dedim ki:

“-Arkadaş! Arkandaki yükü bırakıp rahat rahat tavafını yapsan daha iyi olmaz mı?”

“-Arkamdaki yük değil babamdır. Babamı yedi defa Şam’dan getirip tavaf ettirdim. Çünkü benim dinimi, imanımı o öğretti. Beni İslâm ahlâkı ile yetiştirdi.”

Dedim ki:

Acıkmadıkça Yemeyen Bir Kavim

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“…İnkâr edenler, dünyâda sadece zevk ü safâ ederler ve hayvanların yediği gibi yerler. Onların varacağı yer cehennemdir!” (Muhammed, 12)


Rasûlullah (sav) buyuruyor:

“Hiçbir insan, midesinden daha tehlikeli bir kap doldurmamıştır. Hâlbuki kişiye, kendisini ayakta tutacak birkaç lokma yeter. Şayet bir kimsenin mutlaka çok yemesi gerekiyorsa, midesinin üçte birini yemeğe, üçte birini içeceğe, üçte birini de nefesine ayırsın!” (Tirmizî, Zühd, 47)


Asr-ı saâdetteki şu hâdise, yeme-içmede bu nebevî düsturlara riâyetin bereketini ne güzel ifade etmektedir:

İskenderiye Mukavkısı, Peygamber Efendimiz’e pek çok hediye ile birlikte bir de doktor göndermişti. Efendimiz (sav), doktora:

Hâk Yolundayken İman

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“(Ey Ra­sû­lüm! İn­san­la­rı) Rab­bi­nin yo­lu­na hik­met ve gü­zel öğüt­le dâ­vet et ve (lü­zû­mu hâ­lin­de) on­lar­la en gü­zel bir üs­lûp­la mü­câ­de­le et…” (Nahl, 125)


Rasûlullah (sav) buyuruyor:

“Ko­lay­laş­tı­rı­nız, zor­laş­tır­ma­yı­nız. Müj­de­le­yi­niz, nef­ret et­tir­me­yi­niz.” (Bu­hâ­rî, İlim 11, Edeb 80)


Ramazan-ı Şerîfte va'z u nasîhat için Erzurum'un bir köyüne davet edilen İbrahim Hakkı Hazretleri'ni alıp köye getirmek üzere bu işleri yapan Ermeni bir hizmetçi ile bir at gönderilmişti. Yola çıkıldı. Fakat binit bir tane olduğundan İbrahim Hakkı Hazretleri, Ömer (ra)'ın Kudüs'e giderken kölesiyle beraber nöbetleşe deveye binmesi hususundaki ahlâk-ı hamîdeyi tatbik etti. Ermeni hizmetçi buna her ne kadar:

"-Köylüler bu durumu işitirlerse, beni azarlarlar; ücretimi de vermezler!" diye itiraz etti ise de, Hazret:

"-Evladım, son nefeste hâlimizin ne olacağı meçhul! Sen köylülerin seni azarlamasından endişelisin, ben ise Allâh huzurunda verilecek olan büyük hesaptan korkuyorum!.." buyurup ata binme işini sıraya koydu.

Hikmet-i ilâhî tam köye girecekleri esnada aynen Hz. Ömer (ra)'in misâlinde olduğu gibi sıra Ermeni hizmetçiye geldi. Köylülerden korkan adamcağız, hakkından feragat ettiğini, ata Hazret'in binmesini ısrarla istediyse de İbrahim Hakkı Hazretleri:

"-Sıra senindir!" dedi ve atın önünde yürüyerek köye girdi.

En Hayırlı Evlilik!

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Aranızdaki bekârları, kölelerinizden ve cariyelerinizden elverişli olanları evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler, Allah kendi lütfu ile onları zenginleştirir. Allah, (lütfu) geniş olan ve (her şeyi) bilendir.” (Nûr, 32)


Rasûlullah (sav) buyuruyor:

“Sizden kimin evlenmeye gücü yetiyorsa hemen evlensin, çün­kü evlilik gözü (harama) karşı daha iyi korur, namusu daha çok muhâfaza eder. Kimin de evlenmeye gücü yetmiyorsa o da oruca devam et­sin. Çünkü oruç onun için bir kalkandır.” (Buhârî, Nikâh, 2; Müslim, Nikâh, 1; Ebû Dâvûd, Nikâh, 1/2046)


Hz. Ali (ra) evleneceği zaman Peygamber Efendimiz ona:

“-Fâtıma’ya mehir olarak verebileceğin birşeyin var mı?” diye sordu.

Hz. Ali (ra):

“-Atım ve küçük bir zırhım var!” dedi.

Rasûlullah (sav):

Ne Kadar Cömertsiniz?

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

"...Kendileri zarûret içinde bulunsalar bile, onları kendilerine tercih ederler (îsâr ederler). Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir." (Haşr, 9)


Rasûlullah (sav) buyuruyor:

“Veren el, alan elden üstündür.” (Buhârî, Zekât, 18)


Benden Daha Cömertmiş!

Abdullah bin Câfer (ra) bir seyahat esnâsında, bir hurma bahçesine uğradı. Bahçenin hizmetçisi siyahî bir köle idi. Köleye üç adet ekmek getirmişlerdi. Bu sırada bir köpek geldi. Köle, ekmeklerden birini ona attı. Köpek ekmeği yedi. Öbürünü attı. Onu da yedi. Üçüncüyü de attı. Onu da yedi.

Bunun üzerine Abdullah bin Câfer (ra) ile köle arasında şöyle bir konuşma oldu:

"-Senin ücretin nedir?"

Siyahî köle:

"-İşte gördüğünüz üç ekmek."

Çocuğunla Çocuklaş!

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Onlar, kendilerine Rabblerinin âyetleri hatırlatıldığı zaman, onlara kör ve sağır kesilmezler. Onlar, “Ey Rabbimiz! Eşlerimizi ve çocuklarımızı bize göz aydınlığı kıl ve bizi Allah’a karşı gelmekten sakınanlara önder eyle” diyenlerdir.” (Furkân, 73,74)


Rasûlullah (sav) buyuruyor:

“Kimin bir çocuğu varsa onunla çocuklaşsın!” (Deylemî, III, 513)


Enes (ra) bir hâtırasını da şöyle anlatır:

“Birgün, Rasûlullah (sav)’in hizmetini gördükten sonra: “Peygamberimiz kaylûle uykusundadır.” diyerek çocukların yanına gittim. Ben onların oyununu seyrederken Rasûlullah (sav) geldi. Oyun oynayan çocuklara selâm verdi. Ardından beni çağırdı ve bir yere gönderdi. Ben de gittim. Hz. Peygamber (sav), ben dönünceye kadar bir gölgede oturdu. Annemin yanına dönmekte gecikmiştim. Yanına vardığımda annem:

“-Niye geciktin?” diye sordu. Ben:

17 Haziran 2010 Perşembe

ZÜNNÂR

Rumca'da kuşak. Vaktiyle hristiyan papazların çıplak tenleri üzerine kuşandıkları kıldan kaba, kalın ve sert kumaş. Bir başka lügat açıklamasına göre, papazların bellerine bağladıkları, uçları sarkık, ipten örme kuşak. Mintaka'dan farklı olan Zünnâr, Süryanice'de Ephraem, Arapça'da Zünnâre şeklinde yazılmakla beraber, kelimenin Grekçe Zone kökünden çıktığı kabul edilmektedir. Klasik Arap dilinde zünnâr, herhangi bir kemer ise de, özellikle hristiyan, yahudi, mecusi ve zımmîlerin bellerine taktıkları kemerdir. Modern Arapça'da bu kelime yahudilerin, alınlarının iki yanlarına uzattıkları saç buketlerini ifade için kullanılır (Tevrat, Levililer, XIX, 27). Farsça'da Zünnâr, Brahmanların mukaddes iplerini, sûfi şiirlerinde ise dinin zâhiri davranışlarını anlatmak için kullanılır.

Genellikle kalın kumaş veya ipten yapılan Zünnâr, aslında bir kemer olduğu ve elbise üzerine kuşanıldığı halde Giyâr kelimesi de Zünnâr ile ayni manada kullanılmıştır. Hristiyan kaynaklarına göre Patrik Maramma (ö. 647) hristiyan din adamlarının Zünnar kuşanmalarını emretmiştir. Bu mecburiyet Halife Hz. Ömer'e kadar götürülürse de bu husus genellikle ilk kaynaklarda zikredilmemiştir. Büyük bir ihtimalle Zünnâr ilk devirlerde takılmamıştır. İslâm ülkelerinde yaşayan gayr-i müslimler, kendilerine has kıyafetleriyle temayüz etmek için zaman zaman belli şekilde giyinmek durumunda kalmışlardır (H. G. Yurdaydın, İslâm Devletinde Müslüman Olmayanların Durumu, İlah. Fak. Derg. Ankara 1985, XXVII, 97).

ZÜMER SÛRESİ

Kur'ân-ı Kerîm'in otuz dokuzuncu sûresi. Yetmiş beş âyet, binyüz yetmiş kelime ve dört bin yediyüz sekiz harftir. Fasılası, mim, nun, lam, ye, be, dal ve ra harfleridir. Mekkî surelerden olup Sebe sûresinden sonra nâzil olmuştur.

Elli iki ve elli dördüncü âyetlerinin Medine'de nazil olduğuna dair rivâyetler vardır.

Adını yetmişbirinci âyetinde geçen Zümer kelimesinden almıştır. Zümer kelimesi, zümrenin çoğuludur. Zümre, topluluk, cemâat demektir. Buna göre zümer, topluluk, cemâatler, demektir. Yetmiş bir, yetmiş iki ve yetmiş üçüncü âyetlerinde cehenneme ve cennete sevkedilecek cemâatlerden söz edildiği için, sûreye bu isim verilmiştir.

ZÜLKA'DE

Kamerî ayların on birincisi. Câhiliye devri Arapları tarafından hurmaların olgunlaşması ve mahsulün toplanması mânâsında kullanılmaktaydı.

Bilindiği gibi hicret, Rebiülevvel ayında cereyan etmişse de Arapların İslâm'dan önce bildikleri bu ayların benimsenmesinde hikmet görüldüğünden senenin ilk yılı olarak "Muharrem" kabul edilmiştir. Diğer taraftan Zülka'de, "Eşhürü'l-Hurum (Saygılı, hürmetli aylar)'un da birincisidir. Bu aylar üçü peş peşe biri ayrı olmak üzere dört tanedir: 1- Zülka'de, 2-Zülhicce, 3- Muharrem, 4- Receb.

Hz. İbrahim (a.s) ve İsmail (a.s) devrinden beri bu dört ay hürmetli aylar olarak anıla- gelmiştir. Bu aylar her türlü kötülüğün, saldırının, zulmün, kıtâlin yasaklandığı aylardır. Nitekim Bakara sûresinin 217. âyetinde hürmetli ayda savaşın büyük bir suç olduğu; Allah yolundan, hak dinden engellemenin, Allah'a küfr ile Mescid-i Haram'ın halkım, aynı zamanda Muhammed ashabını oradan çıkarmanın çok büyük bir günah olduğu belirtilmiştir.

ZULÜM

Herhangi bir şeyi kendi yerinden başka bir yere koymak, ziya, ışık ile nurun aksi. Dinî anlamdaki manası ise, hak yemek, eziyet, işkence ve baskı kullanmak, adaletsizlik yapmak, hadda aşmak söz ve fiilde aşın gitmek demektir.

Zulüm, arapça bir kelimedir. "Zale-me" fiilinin masdardır. Aynı kökten türemiş bir isim olarak da kullanılır. Aslı zulm olup Türkçe'de zulüm diye kullanılır. Çoğulu zulümattır.

Kelime olarak zulüm, azgınlık, gadr, karanlık, azab ve ezâ ile eş anlamlıdır. Zıddı ise, nur, aydınlık ve adalettir.

Kur'ân'ın üzerinde en çok durduğu kavramlardan biri şüphesiz zulümdür. Aynı kökden gelen kelimelerle birlikte, Kur'ân'da üç yüz'e yakın yerde geçmektedir.

ZÜLHİCCE

Ayların on ikincisi ve hürmetli aylar (eşhürü'l-hurum)'ın ikincisi.

Kaynaklardan anlaşıldığına göre içinde Kurban bayramının da bulunduğu Zülhicce ayı, mübarek ayların en mühimleri arasında yer almaktadır. Ashabtan ibn Abbas (r.a), Peygamber (s.a.s)'den bu ayla ilgili şu hadisi nakletmektedir: Peygamber (s.a.s); "Zülhicce'nin ilk on gününde yapılan ibadetler diğer aylarda yapılan iyi amellerden, Allah nezdinde daha makbuldür" buyurunca orada bulunanlar; "Ya Rasûlüllah! Allah yolunda yapılan cihad da Zülhicce'de yapılan ibadetten daha sevgili midir?" dediler. Peygamber (s.a.s) "Evet, cihad da. Yalnız, malını, canını tehlikeye koyarak cihada çıkıp da dönmeyen (şehid olan) kimsenin cihadı bundan daha efdaldir" buyurdu (Tecrid, III, 188).

Zilhicce'nin sekizinci gününe "terviye günü" dokuzuncusuna "Arefe günü"; Kurban bayramı gününe (onuncu güne) "nahr günü", ondan sonraki üç güne de "teşrik günleri" denilmiştir.

"Arefe günü" burada, Kurban bayramından bir önceki gün anlamında değil, Arafat'ta vakfe gününü simgeleyen şer'î bir isimdir.

ZÜLEYHÂ

Kur'ân-ı Kerîm'de Yûsuf sûresinde anlatılan Yusuf kıssasında (hikâyesinde) söz konusu edilen kadın.

Züleyhâ kelimesi, Farsça bir isimdir. Arapça şekli ise, Zelihâ'dır. Kelime olarak her iki şekilde de okunabilir ve her iki şekildeki okunuş da doğrudur. Farklılık, hareke değişikliğine dayanmaktadır. Bazı kaynaklara göre onun gerçek adı, Râîl'dir (et-Taberî, Tarih, Beyrut, t.y., I, 337).

Kur'ân'da Züleyha ismen geçmemektedir. Ancak, Yusuf kıssasında, baştan sona Yusuf (a.s) ile beraber anılmıştır. Kur'ân'daki Yusuf ile Züleyha'nın hikâyesi, Yüce Allah tarafından hikayelerin en güzeli olarak haber verilmiştir.

Biz bu Kur'ân'ı vahyetmekle, sana kıssaların en güzelini anlatıyoruz" (Yusuf, 12/3).

Yusuf (a.s) kardeşleri tarafından kuyuya atılmış, oradan geçen yolcular tarafından kuyudan çıkarılmış ve Mısır'a götürülerek köle olarak satılmıştır. Mısır'da onu satın olan kimse hanımına; "Ona güzel bak, belki bize faydası olur yahutta onu evlat ediniriz" dedi (Yusuf,12/21). İşte bu hanım, Züleyhâdır. Yusuf'u ilk gördüğünden itibaren, onun güzelliğinden etkilenerek ona aşık oldu. Yusuf'a çeşitli tekliflerde bulundu fakat Yusuf onun tekliflerini her seferinde reddetti. Ancak Züleyhâ teklifinde ısrar ederek ona zorla sahip olmak istedi. Yusuf ondan kurtulmak için kapıya doğru koşarken, kapıda efendisi ile karşılaştı. O zaman Züleyhâ, Yusuf'un kendisine sataştığını söyledi. Fakat Yusuf'un gömleği arkadan yırtıldığı için, onun suçsuzluğu ve Züleyhâ'nın suçlu olduğu ortaya çıktı.

Kadınlar arasında Züleyhâ için dedikodular çıkınca, o kadınlara bir ziyâfet vererek Yusuf u bir münasebetle onlara göstermiştir. Kadınlar Yusuf'un bu güzelliği karşısında ona bakakalmışlar ve ellerindeki meyve yerine, parmaklarını kesmişlerdir. Ondan sonra da Züleyha'ya hak vermişlerdir (bk. Yuşuf, 12/1-111).

ZÜHD

İsteksizlik, rağbetsizlik, aza kanaat. Terim olarak, dünyaya ve maddî menfaate değer vermemek, çıkarcı, menfaatperest ve bencil olmamak, kalpte dünya ve çıkar kaygısı taşımamak, kanaatkâr olmak demektir. "Elde olan dünyalığa sevinmemek ve elden çıkana üzülmemek, elde bulunmayan şeyin gönülde de bulunmamasıdır" şeklinde de tarif edilir.

Zühd sahibi olanlara; zahid denilir. Zühd, dünyayı tamamen terk edip çalışmayı bırakmak, dünya nimetlerine sırt çevirip, kuru ekmek yiyerek aba giymek değil, lezzet verici şeyleri azaltmak, onlara dalmamaktır. Başka bir ifadeyle: Ahireti unutup, dünyaya esir olmamaktır (Süleyman Uludağ, Kuşeyrî Risâlesi, 252 vd).

Hz. Peygamber, zühdün; helâllara haram kılmak veya malı telef etmek değil, elde olana güvenmemek olduğunu bildirmiştir (Tirmizî, Zühd 29; İbn Mâce, Zühd, 1).

ZUHRUF SÛRESİ

Kur'an-ı Kerim'in kırk üçüncü suresi. Seksen dokuz ayet, sekizyüz otuz üç kelime ve üç bin dörtyüz harfdir.

Fasılası mim, lam ve nun harfleridir.

Mekkî sûrelerden olup Fussilet ve Şûra sûresi ile aynı dönemde nâzil olmuştur. Bu sûrelerin konulan, bir zincirin halkaları gibi birbirine benzemektedirler. Adını otuz beşinci âyetinde geçen Zuhruf kelimesinden almıştır.Süs, altın ve mücevher demektir. Çoğulu zehârif'tir. Bu âyetin, önceki iki âyetle berâber meâlleri şöyledir.

"İnsanlar (küfürde birleşen) bir tek ümmet olacak olmasaydı, Rahmân'ı inkâr edenlerin evlerine gümüşten tavanlar ve üzerine binip çıkacakları merdivenler yapardık. Ve evlerine kapılar ve üzerine yaslanacakları koltuklar, kanepeler ve nice süsler verirdik. Bütün bunlar, sadece dünya metaından (geçici dünya malından) ibârettir. Âhiret ise, Rabb'inin katında (buyruklarına karşı gelmekten) sakınanlara mahsustur" (33-35).

Alimler, burada geçen zuhruf kelimesi için değişik yorumlarda bulunmuşlardır. İbn Abbas, bunun altın olduğunu söylemiş İbn Zeyd ise, Zûhruf'u ev eşyası ve yataklar olarak yorumlamış ve diğer bazı âlimler de, bunu nakışlar olarak kabul etmişlerdir.

ZUHRU ÂHİR

Cuma namazım kıldıktan sonra, kılınan cumanın şartlarının yerine gelmediği yerlerde, eğer cuma namazı kabul olmazsa hiç olmazsa bu günün öğle namazını kılmış olmak için tedbir olarak kılınan; "en son öğle namazı". Hz. Peygamber zamanında, dört halife döneminde, tâbiin döneminde ve hatta İmamı Azam'ın döneminde "zuhru âhir" namazı diye bir namaz yoktu, "müteahhirîn" adı verilen sonraki âlimler tarafından ortaya çıkarıldı.

Cumanın kabul olunması için altı tane sıhhat şartı vardır.

a- Cuma kılınacak yerin şehir veya şehir hükmünde olması, b- Cuma namazını kıldıracak olan imamın İslâm devlet başkanı veya onun görevlendirdiği bir imam olması, c- Öğle vaktinde. kılınması, d- Namazdan evvel hutbe okunması, e- Cuma kılınan yerin herkese açık olması, f- Belli sayıda cemaatin toplanmış olması.

Bu şartlardan "şehir veya şehir hükmünde olması" üzerinde görüş farklılıkları ortaya çıkmış ve köylerde kılınıp kılınamayacağı, kılınırsa kabul olup olmayacağı, şehirden kastın ne olduğu, bir şehirde tek bir yerde mi yoksa farklı yerlerde de mi kılınabileceği gibi problemler gündeme gelmiş, bunların çözümünde de "zuhru âhir" namazı ortaya çıkmıştır. Aslında "sıhhat" şartlarının tam olarak yerine gelmediğini görmelerine rağmen,

ZİYARET

Bir kimseyi görmeye gitmek. İslâm müslümanları; birbirlerinin kardeşleri olarak ilan etmiş ve onların birbirlerini sevip saymalarını, yardımcı olmalarını emretmiştir. İnsanlar arasında sevginin yerleşmesine yardımcı olan en önemli sebeplerden birisi ziyaretlerdir. Bu bakımdan İslâm ziyaretlere büyük önem vermiştir. Hz. Peygamber bir hadisinde; Allah için bir hastayı veya bir müslümanı ziyaret eden kişinin Cennetteki yerini hazırladığını haber vermiştir (Tirmizî, Birr 64).

Ziyaretin; hasta ziyareti, nezaket ziyareti, bayram ziyareti gibi çeşitleri vardır. Kabirlere gidip Fâtiha okumaya kabir ziyareti, umre veya hacc için Mekke'ye gidip Kâbe'yi ziyaret etmeye de Kâbe ziyareti denilmektedir. Kişinin akrabalarını ziyaret etmesine: sıla-i rahim * " denilir. Bu ziyaretlerin her birinin kendilerine has adabı vardır.

Ziyaretin Sosyal Dayanışma Açısından Önemi

Bir hadis-i şerifte, Rasûlüllah, müslümanlara yedi şeyi yapmalarını emretmiş, yedi şeyden de kaçınmalarını istemiştir. Yapılmasını istediği şeyler şunlardır: Cenazenin arkasından gitmek, hastaları ziyaret etmek, dâvete icâbet etmek, mazluma yardım etmek, verilen sözü, yapılan yemini yerine getirmek, verilen selamı almak, aksırana dua etmek (Buharî, Cenaiz, 2; Müslim, Selâm, 4-6).

ZÎRA'

Parmak uçlarından dirseğe kadâr olan kısım. Bu miktara denk uzunluk ölçüsünün adı. Zira', metrenin kabulünden önce kullanılan uzunluk ölçülerindendir. 75 cm. ile 90 cm. arasında değişen zira' şekilleri vardır.

Zira; çarşı zira'ı ve mîmarî zira' olmak üzere iki çeşittir. Kumaş v.s. gibi çarşıda satılan malları ölçmek için kullanılan zira, çarşı zira'ı, yer ölçümü için kullanılan zira' da mîmarî zira'dır (M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, III, 663, I, 88). Zira'a arşın da denilir.

Şamil İA

ZÎNET

Takı, süs eşyası.

Süslenmek insan tabında varolan arzulardan biridir. İnsanoğlu, daha güzel görünmek için en eski zamanlardan beri altın, gümüş, bakır vb. kıymetli madenler veyahut, inci, elmas, zümrüt vb. kıymetli taşlardan zinet eşyası yapmış ve bunları takı olarak takmak suretiyle süslenmiştir. Kadınlarda erkeklere göre daha fazla olan bu âdeti İslâm bazı prensiplere bağlamıştır. Bunları şöyle sıralayabiliriz. 1- Aşırılığa kaçmamak şartıyla zînet kullanımı caizdir. 2- Kişinin, zînetle süslenmesinden ziyade hayatını, takva ve güzel ahlâkla süslemesi daha iyidir. 3- Zînetin, cinsel çekicilik aracı olarak kullanılması haramdır. 4-Kadınlar zînet eşyalarını örtmeli, namahremlere göstermemelidir. Zînet, örtülmesi gereken azalar gibidir. 5-Erkeklerin altından mamul zinet eşyası kullanmaları caiz değildir. Ancak nişan, madalya, arma vb. cinsinden olup zînetten ziyade alamet niteliğiyle takılan eşyaların altından olmasında bazı alimler bir sakınca görmemiştir. 6- Kıymetli taşlardan mamul zînet eşyası zekâta tabi değildir (Ayrıca bk."Süslenme" mad).

Akif KÖTEN

ZİNA

Zina etmek, bir kadınla nikâhsız veya haksız olarak cinsel temasta bulunmak. Arapça "zenâ" fiilinden mastar. Zinanın sözlük ve terim anlamı birdir. Bu da; bir erkeğin kadınla bir akde veya haklı bir sebebe dayanmaksızın önden cinsel temasta bulunmasıdır. Zina eden erkeğe "zânî" kadına ise "zâniye" denir.

Hanefîler, bir fıkıh terimi olarak zinayı şöyle tarif etmişlerdir: İslâmî hükümlerle yükümlü bulunan bir erkeğin, kendisine cinsel istek duyulacak yaştaki diri bir kadına, İslâm ülkesinde nikâh akdine veya cariyelik gibi haklı bir nedene dayanmaksızın önden cinsel temasda bulunmasıdır.

ZİMMÎ

Mal, can, ırz ve dini için İslâm devleti tarafından güvence verilmiş olan ehl-i kitap. Zimmet ehlinden bir kişi. Zimmet; söz, güvence, kefâlet, hak, saygı, kendileriyle anlaşma yapılan topluluk anlamlarına gelir. Ehl-i zimmet ise; hristiyan, yahudi ve başkaları gibi ehl-i kitaptan İslâm yurdunda oturanlardan kendileriyle anlaşma yapılanlar demektir. Zimmetin çoğulu "zimem"dir. Bir fıkıh terimi olarak zimmet; gayri müslimlerin cizye verip itaat etmelerine karşılık İslâm topraklarında yerleşmelerine izin verilmesi; mal, can, ırz ve inançlarının korunması ve dış saldırılara karşı İslâm Devleti tarafından savunulmaları demektir. Gayr-i müslimlerle zimmet anlaşmasını ancak İslâm devlet başkanı veya yetki verdiği kimse yapabilir. Çünkü ehl-i kitapla zimmet anlaşması yapılması görüş ve takdir hakkı kullanılması gerektiren önemli bir konudur. Diğer yandan Mâlikîlere göre, zimmet akdini İslâm devlet başkanından başkası yaparsa yine onlara emân verilir, öldürülmez ve esir edilmezler. Ancak bu durumda devlet başkanı bu akdi geçerli sayma ya da onları güvencede olacakları bir yere kadar geri çevirme yetkisine sahiptir (İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, 1. baskı, Mısır 1316/1898, IV, 368; eş-Şirbinî, Muğnî'l-Muhtâr, Mısır t.y., IV, 243; ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletüh, 2. baskı, Dimaşk, 1405/1985, VI, 442).

ZİMMET

Söz, garanti, teminat, kefâlet *, hak, saygı ve yükümlülük. Çoğulu "zimem"dir. "Ehlü'z-zimme", kendileriyle antlaşma yapılan gayri müslim. Ayni kökten zimmî ise; İslâm devletinin tabiiyetini kabul etmiş olan gayri müslim demektir. Bir terim olarak bir kişi veya ticaret kuruluşunun borçlarının tümüne "ümmet borcu" denir. Bu muhasebe defterinde borç, masraf ve zararların yazıldığı tarafa da "zimmet" adı verilir.

Zimmet ya malla ilgili olur veya mânevî nitelikli bulunur. Meselâ; bir borcun insan üzerinde sabit oluşu, bu kimsenin borca ehil olması ile bağlantılıdır. İşte insanın borçlanma maddî ve mâlî yükümlülükler altına girebilme ehliyeti onun zimmete mahal olduğunu belirtir.

ZİLZÂL SÛRESİ

Kur'ân-ı Kerim'in doksan dokuzuncu sûresidir.

Nisâ sûresinden sonra nazil olmuştur. Sekiz âyettir. Fasılası he, mim ve elif harfleridir. Sûrenin nüzûl yeri hakkındaki rivayetlerin bazıları sûrenin Mekkî, bazıları da Medenî olduğunu belirtir. İfade ve üslûbu, ele aldığı mevzûları hususunda Mekkî olduğuna nisbet edilmiştir. Mushaflar'da ise Medenî olarak gösterilmiştir. Ebû Sâid el-Hudrî'den gelen bir hadis sûrenin Medenî olduğu görüşünü kuvvetlendirmektedir:

İbn Ebî Hâtim, Ebû Saîd Hudrî'den nakletmiştir: "Her kim zerre miktarı hayır işlerse onu görecekler. Her kim de zerre miktarı bir şer işlerse onu görecektir" (Zilzâl, 7-8) âyetleri ile ilgili olarak Rasûlullah (s.a.s)'a şöyle demiştir: "Ya Rasûlullah, kendi amellerimi görecek miyim?" Allah Rasûlü şöyle buyurmuştur: "Evet!" Ben şöyle dedim: "Ben mahvoldum." Allah Rasûlü (s.a.s): "Sevin, ya Ebû Said. Çünkü Yaptığın her salih amele on sevap verilecektir" buyurdu.

ZİLYED, ZİLYEDLİK

Bir mala fiilen el koyan ve malik gibi tasarrufta bulunan şahıs zilyed, bu işleme de zilyedlik denir.

Zilyed kelimesinin sözlük manası el sahibidir. "Yed" sözlükte el manasına geliyorsa da "tasarruf"tan kinaye olarak kullanılmaktadır. Nitekim şu hane falanın yed-i idaresindedir denildiğinde adı geçen hanenin o kişinin tasarrufunda olduğu kastedilmektedir (Hacı Reşîd Paşa, Rûhu'l-Mecelle, İstanbul 1328, VIII,127). Istılah olarak zilyed bir ayna bilfiil el koyan yahut tasarruf-ı müllâk (mâlik gibi tasarruf eden) ile tasarrufu sabit olan kimsedir (Mecelle, mad. 1679). Buna göre fiilen el koymak, elinde bulundurmak, malik gibi tasarrufta bulunmak zilyediliktir. Fiilen eli altında bulundurmak ve malik gibi tasarrufta bulunmak zilyedliğin unsurlarını teşkil eder.

Elinde bulundurmak ifadesine fiilen kaydı eklendiği zaman bu, bir kimsenin giydiği elbise, kolunda veya cebindeki saat, bindiği hayvan veya araba gibi ancak menkullerde söz konusu olabilir. Bunlar kişinin fiilen eli altındadır ve zilyediliğindedir: Mâlik gibi tasarruf (tasarruf-ı müllâk)'tan maksat, mülkiyet konusu eşya üzerinde bahis mevzuu olan kullanma, faydalanma ve tüketme tasarruflarının tümü veya bir kısmıdır. Bu tasarruf hem menkul hem de gayr-ı menkullerde söz konusudur. Tarlayı sürmek, hayvan veya arabaya binmek, arsaya bina yapmak gibi (Ali Haydar, Dürerü'l-Hükkâm, İstanbul 1330, IV, 372-373; H. Reşid Paşa, a.g.e., VIII, 9).

ZİKİR

Anma, anımsama, ezberleme, hatırlama. Söylenmesi tavsiye edilen hamd, sena ve dua için kullanılan sözler. Bazı alimler zikri, insana sevap kazandıran her türlü hareket olarak tarif etmişlerdir.

Zikir, daha çok tasavvufi anlamda kullanılır. Tasavvufta da, Allah'ın yüceliğini dile getirmek ve manevî yetkinliğe ulaşmak amacıyla belli bir söz ya da cümleyi yinelemektir. Yüce Allah'ın bilinen güzel isimleri ve tevhid kelimesi (Lâ ilâhe illallah) ile yapılır.

Zikir, "zekere" fiilinin masdarıdır. Aslı "zikr"dir. Türkçe'de zikir diye kullanılır. Zükr kelimesi ile aynı anlamdadır. Çoğulu ezkâr ve zükûr olarak gelir. Zikrâ kelimesi de, zikr'in mübalağası olup çok zikretmek demektir.

Zikir, aynı kökten gelen k

ZİHAR

Bir kimsenin karısına "sen bana anamın sırtı gibisin" diyerek, onu kendisine haram kılması. Zihar, "zehr" kökündendir, kelime anlamı sırt demektir.

İslâm öncesi Arap toplumunda bir adam, karısının herhangi bir davranışına kızdığı zaman, ona, "sen bana anamın sırtı gibisin" derdi. Bunun üzerine karısı ona haram olurdu. Fakat bu boşanma sayılmazdı. Aralarındaki aile bağları kopmasa bile helal kabul edilmezdi. Ancak tam anlamıyla boşanmış da sayılamayacağı için kadın, başka bir yol seçemezdi.

Cahiliyye dönemi toplum yapısı incelendiğinde, kadınların erkekler karşısında yok denecek kadar aı imtiyaza sahip oldukları görülmektedir. Hele kocasının sudan sebeplere dayandırarak söylediği, "Sen bana anamın sırtı gibisin" sözüyle karşılaşan kadın, tamamen yalnızlığa terk ediliyordu.

Zihar olayı, ilgili âyetler nâzil oluncaya kadar, cahiliyye döneminde yaşandığı şekliyle devam etti. Bu âyetlerin nüzul sebebi hakkında Havle binti Mâlik bin Sa'l-ebe'den şu hadis rivayet edilmiştir: "Kocam Evs b. Samit bana zihar yaptı. Ben de Rasûlüllah (s.a.s)'a giderek durumu anlattım ve şikâyet ettim. Rasûlüllah (s.a.s) bana ısrarla, Âllah'tan kork, Evs senin amca oğlundur. Ona iyi davran" diye_ buyuruyordu. Nitekim bir müddet sonra hakkımda şu âyetler nâzil oldu: "Habibim, zevci hakkında seninle mücadele eden (nihayet halinden) Allah'a da şikâyet etmekte olan (kadın)'ın sözünü (umulduğu vecih ile) Allah dinlemiştir. Allah sizin konuşmanızı zaten işitiyordu. Çünkü Allah hakkıyla işitici, kemaliyle görücüdür.

ZINDIK

Allah'a ve âhirete inanmayan, dinsiz, münkir, mülhid.

İslâm terminolojisinde, başta Kur'ân-ı Kerîm ve Hadis-i Şerifler olmak üzere âhirete, kıyamet gününe yani öldükten sonra dirilmeye inanmayanlar hakkında kullanılan zındık terimi Müslümanlıktan sonra ortaya çıkmıştır. Müslümanlığın ilk dönemlerinde, İslâm'dan önceki inançlarını sürdürenlere de "zındık" denilmiştir. Zındık sözü daha genel manada İslâm dininden olmayan, şeriata bağlı bulunmayanlar hakkında kullanılmıştır. İki ilâh inancına sahip olan kişiye de zındık denir. Bir başka görüşe göre aydınlık ve karanlığa kail olmakla beraber, âhirete ve Rubûbiyet inanmayan dinsize de zındık adı verilir. Bazılarına göre küfrünü gizleyerek sureta imanlı ve müslüman gibi görünen münafığa da zındık denir.

ZEYNEB binti HÜZEYME (r.a)

Rasûlüllah (s.a.s)'ın hanımlarından biri.

Hz. Ömer'in kızı Hafsa'nın, Peygamber (s.a.s)'l-e evlenmesinden kısa bir müddet sonra, Kureyş'in ilk muhacirlerinden ve Uhud Muharebesi şehidlerinden birinin hanımı olan Zeyneb, dul kalmıştı. Bu kadın, gerek Câhiliyye, gerekse İslâmî dönemde fakirlere çok acıdığı, onlara karşı merhametli ve şefkatli davrandığı, karınlarını doyurup sadaka verdiği için "Ümmü'l-Mesâkin" (fakirler anası) diye isimlendirilmişti (İbn Hişâm, es-Siretu'n-Nebeviyye, Kahire t.y., III, 46; İbn Sa'd, et-Tabakatu'l-Kübrâ, Beyrut 1960, VIII, 115; İbn Abdi'l-Berr, el-İstiâb fı Esmai'l-Eshab, Mısır 1939, IV, 306).

Ümmehâtu'l-Mü'mininden olan Zeyneb binti Hüzeyme (Ümmu'l-Mesâkin)'in soy kütüğü baba tarafından bir şüpheye mahal bırakmayacak kadar açıktır. Buna göre, o Zeyneb binti Huzeyme b. Hâris b. Abdullah Amîr b. Sa'saa el-Âmiriyye'dir (İbn Abdi'l-Berr, el-İstiâb, IV, 305-306). Onun annesi hakkında ise kaynaklar birbirinden farklı bilgiler vermektedirler (Bu konuda geniş bilgi için bk. Ziya Kazıcı, Hz. Muhammed'in Eşleri ve Aile Hayatı, İstanbul, 1991, 198-199).

ZEYNEB binti CAHŞ (r.a)

Zeyneb binti Cahş b. Riâb b. Ya'mur b. Esed b. Hüzeyme. Rasûlüllah'ın aynı adı taşıyan iki hanımından biri. Zeyneb binti Cahş, anne tarafından Hz. Peygamberle akrabadır. Annesi, Hz. Peygamberin halası, Ümeyme binti Abdülmuttalib'tir. Babası, Mekke'ye dışardan gelip yerleşmiştir. Mekke'de 588 yılında doğmuş ve hicretin beşinci yılında Hz. Peygamberle evlenmiştir (İbn İshak, Siretu İbn İshak, Tahkik: M. Hamidullah, Konya 1981, 244).

Zeyneb binti Cahş, Hz. Peygamberin hanımları arasında hakkında islâm düşmanları ve bilhassa hristiyanlar tarafından en fazla gürültü koparılanıdır. Onun, gerek ilk evliliği, gerekse ikinci evliliği farklı çevrelerce değişik şekillerde yorumlanmış ve daima gündemde kalmıştır. Hz. Zeyneb'in Rasûlüllah ile olan evliliğini anlayabilmek için tarihî ve sosyolojik bazı gerçekleri çok iyi bilmek gerekir. Aksi takdirde yanlış bir değerlendirme yapılmış olur. Gerçi bu anlayış, bütün tarihî olaylar için geçerlidir. Fakat burada daha bir önem kazanmaktadır. Zira eskiden beri yerleşmiş olan ve neredeyse bir din haline gelmiş bulunan âdetlerin kaldırılması söz konusu olmaktadır. Bu âdetleri ortadan kaldırmak toplum anlayışında farklı reaksiyonlara sebep olur.

ZEYNEB binti ALİ (r.a)

Zeyneb binti Ali b. Ebî Tâlib, Rasûlüllah (s.a.s)'in torunudur. Annesi, Rasûlüllah (s.a.s)'ın sevgili kızı Hz. Fâtıma'dır. Rasûlüllah'ın vefatından yaklaşık beş yıl kadar önce dünyaya gelmiştir (İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Ğâbe fı Ma'rifeti's-Sahâbe, Kahire,1970, VII, 132, 133).

Zeyneb; zekî, akl-ı selîm sahibi, gayet düzgün ve edebî konuşan bir hanımdı. Babası kendisini, amcasının oğlu Abdullah b. Cafer'l-e evlendirdi. Ondan Ali, Abbas, Ümmü Külsüm ve Avn el-Ekber adında çocukları oldu. Annesi Fatımatü'z-Zehrâ'dan ve Esmâ binti Umeys'ten hadis rivayet etmiş, kendisinden de Muhammed b. Amf, Atâ b. es-Sâib ve Fatıma binti Hüseyn b. Ali rivayet etmişlerdir (Ömer Rıza Kehhâle, A'l-âmit'n-Nisâ, Beyrut 1982, II, 91, 92; el-Askalânî, el-İsâbe fî Temyizi's-Sahâbe, Beyrut, t.y., VIII,100, İbn Sad, Tabakâtu'l-Kübrâ Beyrut,1957, VIII, 465; İbn İshâk, Siyer, trc. İstanbul 1988, 314)

Hz. Zeyneb, Kerbelâ'da kardeşi Hz. Hüseyinle beraberdi. Hz. Hüseyin ve yanında bulunan yaklaşık 72 kişi şehîd edilip geri kalanlar esir alındı. Esirler, Ubeydullah b. Ziyad'a götürülmek üzere yola çıkarıldıklarında şehidlerin yanında geçirilmişler, bu arada kadınlar feryad edip dövünmeye başlamışlardır. Zeyneb de: "Ah ya Muhammed! Semânın bütün melekleri sana selâtü selâm etsin. İşte Hüseyin düzlükte yatıyor, kanlara boyanmış, azaları kesilmiş. Senin kızların ise esir alınmış, zürriyetin tek tek öldürülmüş. Rüzgâr onların üzerine toprak savuruyor" diyerek hem kendisi ağladı, hem de dost düşman herkesi ağlattı (İbnü'l-Esîr, el-Kâmil fi't Tarîh, trc. Ahmet Ağırakça, İstanbul 1985, VI, 82).

Hz. ZEYNEB (r.a)

(Rasûlüllah'ın Kızı)

Peygamber (s.a.s)'in ikinci çocuğu ve kızlarının en büyüğü olup, annesi

Hz. Hatice binti Huveylid b. Eslem'dir. Rasûlüllah'a nübüvvet gelmeden yaklaşık on yıl önce dünyaya gelmiştir. Bu sırada Peygamberimiz otuz yaşlarındaydı.

İbn Hişam, onun Rukayye'den sonra dünyaya geldiğini, İbnü'l-Kelbî ise Kasım'dan önce doğduğunu söylemelerine karşı, ekseri kaynaklar; Hz. Zeyneb'in Kasım'dan sonra dünyaya geldiğini ve Rasûlüllah'ın kızlarının en büyüğü olduğunu kaydetmektedirler (İbn Hişam, es-Sîretü'n-Nebeviyye, Mısır, 1955, I, 190; el-Askalânî, el-İsâbe fi Temyizi's-Sahâbe Beyrut VIII, 91; İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Ğâbe fi Ma'rifeti's-Sahâbe, Kahire 1970, VII, 130; İbn Abdi'l-Berr, el-İstiâb fı Ma'rifeti'l-Ashâb, IV, 1853, 1854; İbn Sa'd, et-Tabakatü'l-Kübrâ, Beyrut 1957, I, 153).

Rasûlüllah (s.a.s)'in, Hz. Hatice'den olan çocuklarının tümü, vahyin nüzulünden önce dünyaya gelmişlerdir. Erkeklerin hepsi, İslâm gelmeden önce vefat etmişler, kızları ise İslâm devrine yetişmiş, Rasûlüllah'a iman etmiş ve Medine'ye hicret etmişlerdir (İbn İshâk, "Siyer" Trc. İstanbul 1988,134). İbn Sa'd'a göre, Rasûlüllah'ın, et-Tayyib (Abdullah) ve et-Tahir adlı çocukları İslâmiyet döneminde dünyaya gelmişlerdir (bk. İbn Sa'd, a.g.e., aynı yer).

Zeyneb büyüyüp evlenme çağına gelince, teyzesi Hâle bint Huveylid kendisini, oğlu Ebu'l-Âs b. er-Rebî'e istedi. Annesi Hz. Hatice, kız kardeşinin bu isteğini memnuniyetle kabul etti. Zira o sırada Ebu'l-Âs, gerek mal, gerek ticaret gerekse güvenilir olma bakımından Mekke'nin sayılı adamlarından biriydi ve Hz. Hatice, yeğenini çocukları kadar sevmekteydi. Rasûlüllah (s.a.s) de nübüvvetten önce gerçekleşen bu evliliğe muhalefet etmedi (İbn Hişam, a.g.e., I, 651, 652).

ZEYDİYE

Hz. Ali'nin çocuklarından Hz. Hüseyin'in torunu Zeyd'e mensup olanlara verilen ad. 122/740, senelerinde Emevî yönetimine karşı savaşırken şehit olan Zeyd b. Ali b. el-Hüseyin b. Ali b. Ebu Talib'in ve oğlu Yahya'nın, zamanlarının imamı olduğunu kabul edenler Zeydiye adı altında anılırlar.

Kûfeliler devrinin büyük âlimi ve fakihi olan Zeyd'e başvurarak bey'at etmek istediklerini belirtmişler, o da kendilerinden bey'at almış ve Emevilerle mücadele etmeye karar vermişti. Fakat, devlet kuvvetleriyle karşılaşıldığı sırada Zeyd'in taraftarları kendisine başvurarak Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer hakkındaki fikrini sormuş o da hayırdan başka bir şey söyleyemeyeceğini ifade etmişti. Bunun üzerine onbeşbinden fazla taraftarı kendisini terketmiş, Zeyd, kendisine sadık ikiyüz kadar kişi ile savaşmış ve sonunda öldürülmüştür (122/70). Zeyd'in oğlu Yahya da bir müddet mücadele ettikten sonra Cüzcan'da yakalanarak 125/743'de öldürüldü. İşte bu hadiselerde Zeyd ve oğlu Yahya'nın tarafını tutanlara, onların düşüncelerini paylaşanlara daha sonra Zeydiye denmiştir (Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmi Giriş, İstanbul 1981203, el-Bağdadî, Mezhepler Arasındaki Farklar (el-Fark Beyne'l-Firak) Çev. Ethem Ruhi Fığlalı, İstanbul 1979, 36).

ZEVİ'L-ERHÂM

Arapça zû, "sahip", rahim veya rahm "nesep hısımlığı", "nesep hısımlık bağı" demektir. Zevî'l-erhâm, zû'r-rahim'in çoğulu olup, genel olarak nesep hısımlarını ifade eder. Bu anlamda, ashabü'l-ferâiz, asabe veya diğer nesep hısımları kapsama girer. İslâm miras hukuku terimi olarak zevî'l-erhâm; ashâbü'l-ferâiz (bk. "Ashâbü'l-ferâiz" mad) ve asabe (bk. "Asabe" mad) den olmayan kan hısımlarını ifade eder. Miras bırakanın kızının çocukları, kız kardeşinin veya erkek kardeşinin kızları, fâsit dede ve nineleri, dayı ve teyzeleri gibi.

Miras bırakanın ashabü'l-ferâizden veya asabeden hısımları bulunmayınca zevi'l-erhâm'dan ona yakın olamayacağı veya hangi şartlarla mirasçı olacağı konusu müctehitler arasında ihtilaflıdır.

ZEVAL VAKTİ

Güneşin gökyüzünün ortasından batıya doğru hareket etme zamanı. "Zâle" fiilinden mastar olup anlamı; yer değiştirmek, ayrılmak, yok olmak, güneş batıya meyletmek, güneş tam tepe noktaya gelmek gitmek.

Zeval sözcüğü öğle namazının vaktini belirlemede bir fıkıh terimi olarak kullanılır. Çünkü öğle vakti, güneşin gökyüzünde çıktığı en yüksek noktadan batıya doğru meyletmesiyle başlar ve herşeyin gölgesinin bir misli uzamasına kadar devam eder. Cisimlerin, güneş tam tepe noktada iken yere düşen gölgesi bunun dışındadır. Bu gölgeye "fey'-i zeval" denir. Öğlenin bu ilk vaktine "asr-ı evvel" denir. Bu, Ebû Yûsuf, İmam Muhammed, Şâfiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'in görüşüdür. Ebû Hanîfe'ye göre ise, öğlenin vakti, fey-i zevâl dışında, cisimlerin gölgesi iki misli uzayıncaya kadar devam eder. Bununla öğle namazı vakti çıkmış, ikindi namazı vakti girmiş olur. Buna da "asr-ı sânî" denir. Cisimlerin gölgesinin mislini hesaplamada zeval vaktinde bu cisimlerin sahip oldukları gölge, uzunluğa itibar etmede uzayan gölgeye eklenir.

ZEVÂİD

Fazlalık, ek, ilâve anlamına gelen "zâid"in çoğulu. "Zâde" kökünden "ziyâde" mastarı; artmak, çoğalmak, arttırmak, bahşetmek anlamlarına gelir. Zevâid, bir hadis ilmi terimi olarak; belli bir kitap veya kitapların belli kitap veya kitaplardan fazla ve farklı olarak kapsadığı hadisler, bir kitaba sonradan yapılan ilâveler anlamına gefir. Fıkhın tedvin çağında, önceki fıkıh bilgilerine eklenen ilâveleri kapsayan eser anlamında zevâid yerine "ziyâdât" sözcüğü kullanılmıştır. Nitekim Muhammed b. Hasen eş-Şeybânî'nin (ö. 189/805) yazdığı altı zâhiru'r-rivâye kitabından birisinin adı "ez-Ziyâdât" tır. Yine aynı müellifin daha az meşhur kişilerce nakledilen ve nevâdir denilen eserlerden birisi de "Ziyâdetü'ı-Ziyâdât" adını alır.

ZERDÜŞTLÜK

İranlı Zerdüşt tarafından kurulan tek tanrılı inanç sistemi. İnanılan tek tanrıya verdikleri Ahura Mazda adıyla bağlantılı olarak Mazdeizm de denir. Sonraki dönemlerde ise daha çok Mecusilik adıyla anılmıştır.

Tek tanrılı bir inanç sistemi getirdiği için kimilerince peygamber olarak kabul edilen Zerdüşt'ün hayatıyla ilgili bilgiler daha çok efsanelere dayanır. Zerdüştçülerin inanışına göre Zerdüşt, Büyük İskender'den 258 yıl önce ortaya çıkmıştır. Büyük İskender, Ahameniş hanedanının (M.ö. 559-330) merkezi Parsa'yı (Persepolis) M.ö. 330'da ele geçirdiğine göre Zerdüşt, Harezm'in kralı olduğu sanılan Vistaspa'ya inançlarını M.ö. 588'de kabul ettirmiş olmalıdır. O sırada 40 yaşında olduğu inancı doğru kabul edilirse, doğum tarihinin M.ö. 628 olması gerekir.

ZENGİNLİK

İhtiyaçtan fazla mala sahip olma. İnsanın ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için Allah Teâlâ pek çok nimet yaratmış ve bunları meşru yollarla elde etmesine (mülkiyet hakkı) izin vermiştir. Çeşitli sebeplerle bazı insanlar ihtiyaçlarından daha fazla mala sahip olurken, bazıları ihtiyaçlarını dahi karşılayamazlar. İslâm'a göre ancak; tarım, sanayi, ticaret, çalışma, hibe, miras. gibi helal kazanç yollarıyla elde edilen zenginlik meşrudur. Kumar, çeşitli şans oyunları, çalma, gasp, hileli ticaret.. gibi haram yollarla elde edilen zenginlik ise meşru değildir.

ZEMZEM

Ka'be'nin yanında bulunan kuyu ve bu kuyunun mukaddes suyunun adı.

Zemzem Arapça bir kelime olup "alçak sesle konuşmak" demektir. Aslında atların çıkardığı alçak sese zemzem denir. Herhangi bir şeyi muhafaza etmek için de kullanılır (İbn Manzûr, Lisanu'l-Arab, Beyrut 1956, XII, 237 vd).

Zemzem hakkında Kur'ân'da herhangi bir âyet bulunmamaktadır. Ancak zemzem hakkında nakledilen bazı rivâyetler vardır. İbn Abbas'tan nakledildiğine göre, İbrahim (a.s)'ın Hacer ve Sara adında iki hanımı vardı. Hacer İsmâil (a.s)'ın annesi idi. İsmâil (a.s)'ın annesi Hacer ile Sara'nın arasında geçimsizlik çıktı. Geçimsizlik had safhaya varınca, İbrahim (a.s) Yüce Allah'tan Mekke'ye gitmek ve İsmail (a.s.) ile annesi Hacer'i orada yerleştirmek üzere emir aldı. İbrahim (a.s.) bunun üzerine hanımı Hacer ve oğlu İsmâil (a.s)'ı yanına alarak yola çıktı. İsmâil (a.s) o zaman meme emen bir çocuktu. Uzun bir yolculuktan sonra nihâyet Mekke'ye vardılar. O tarihte Mekke'de hiç kimse yoktu. İçecek su bile yoktu. İbrahim (a.s) hanımı Hacer ve oğlu İsmâil (a.s)'ı buraya bıraktı. Yanlarında yalnız bir su kırbası ve biraz hurma vardı. Sonra İbrahim (a.s) Şam'a gitmek üzere geri döndü. Hacer onun peşine takıldı ve; "Ey İbrahim, bizi bu ıssız yere bırakıp nereye gidiyorsun? Bizi kime teslim ediyorsun" gibi sorular sordu. Defalarca böyle soruları sormasına rağmen, İbrahim (a.s) dönüp bakmadı. Nihayet (a.s); "Yoksa bunu sana Allah mı emretti?" diye sorunca, ibrahim (a.s) "Evet, Allah emretti" diye cevap verdi. O zaman Hacer; "öyle ise git. Allah bize yeter. O bizi korur" dedi. İbrahim (a.s); onları şimdiki Zemzem kuyusunun üst tarafında ve Ka'be'nin yerinin yukarısında bulunan bir ağacın altında bırakmıştı.

ZEMM

Kötüleme, kınama. Başkalarında bulunan veya bulunmayan kusurları, başkalarına hoş gelecek, onları güldürüp eğlendirecek şekilde dile getirme. Bir müslümanın, başkalarının kusurlarıyla değil de, bizzat kendi kusurlarıyla ilgilenmesi ve onları düzeltmeye çalışması gerektiren, nefsini unutarak, hatta unutturarak başkalarının kusurlarını dile getirmesi çok kötü bir huydur. Böyle davrananlar bir taraftan kendi kusurlarını görüp düzeltmekten geri kalırken, öbür taraftan başkalarını kırıp gücendirmek suretiyle onların hukukuna da tecavüz etmiş olurlar. Bu nedenle, kişi, kendi kusurlarını ve başkalarının sevaplarını görürse daha doğru davranmış olur. Başkalarını ayıplamak anlamına da gelen zemm, müslümanları birbirine düşüren, aralarını açan bir davranış olduğu için Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Ey İnananlar! Hiç bir topluluk diğerini alaya almasın, belki de onlar kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da başka kadınları alaya almasın, belki onlar daha iyidirler. Kendi kendinizi de ayıplamayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın, inandıktan sonra yoldan çıkmış olmak ne kötü bir addır. Tevbe etmeyenler, işte zalimler onlardır" (el-Hucurât, 49/11).

Arif KÖTEN

ZEMAHŞERÎ

Ebû'l-Kâsım Mahmud İbn Ömer ez-Zemahşerî el-Harezmî. Büyük bir dilci, edebiyatçı, kelâmcı ve müfessirdir. Mekke'de uzun süre ikamet ettiği için Cârullah lakabı verilerek "Cârullah Zemahşerî" adıyla meşhur olmuş, ayrıca kendisine "Fahr-ı Harezm" ünvanı da verilmiştir.

Zemahşerî, Selçuklu sultanlarından Melikşah devrinde Harezm kasabalarından Zemahşer'de 467 (1075) yılında mütedeyyin bir ailede dünyaya gelmiş, ilk tahsilini büyük bir ihtimalle, kasabanın imamı olan babasında yapmış; okuma yazma öğrenip hâfız olduktan sonra ilim tahsili için o zaman büyük bir ilim ve medeniyet merkezi olan Buhârâ'ya gitmiştir. Bu arada çocukluğunda bir gün bindiği hayvandan düşerek yaralandığını ve neticede bir ayağının kesilmiş olduğunu de zikretmeliyiz. Bazı kaynaklarda ayağının kesilmesi ile ilgili olarak annesinin bir bedduası olduğuna (küçük bir kuşu ayağına ip bağlayarak sürüklemesi ve kuşun ayağını koparması sebebiyle) dair bir hikâye kendisinden nakledilmektedir.

ZELLETÜ'L-KÂRİ

Okuyanın sürçmesi, yanılması. Bu sözün fıkıh ıstılahında karşılığı; Namaz kılan bir müslümanın, namazda okuduğu âyette yanlışlık yapmasıdır. Yapılan bu yanlışlığın namaz bozup bozmaması yanlışlığın ölçüsü veya kasde dayanıp dayanmaması ile ilgilidir.

Yanlışlık kasden yapılır ve bu âyetin manasının değişmesine sebep olursa namaz bozulur. Eğer mana değişmezse namaz bozulmaz fakat günahı vardır. Bile bile âyetin yanlış okunması caiz değildir.

Kasten olmayıp hata ile yapılan yanlışlıklarda; okunulan kelimenin benzeri Kur'ân'ın başka bir yerinde varsa namaz bozulmaz, yoksa bozulur. Kelimenin harekesini yanlış okumak veya tecvidinde hata etmek namazı bozmaz. Hattâ yanlış okunan kelimenin benzeri Kur'ân'ın başka yerinde mevcutsa yapılan yanlışlık manayı değiştirse bile namaz bozulmaz. Bu görüş Ebu Yusuf'a aittir.

İmam Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed'e göre; namazın bozulup ya da bozulmaması okunulan kelimenin Kur'ân'da bulunup bulunmamasına değil, mananın fazlaca değişmesine bağlıdır. Yapılan yanlışlıkla mana fazlaca değişirse namaz bozulur, değilse bozulmaz (Ömer Nasuhî Bilmen, İslâm İlmihali, 283 vd.; M. Zihni, Nimetü'l-İslâm, 302).

ZELLE

Ayak sürçmesi, ayak kayması.

"Peygamberlerin hata ile veya unutarak yaptıklara kusurları, ifade eden bir terim (Aliyyü'l-Karî, Şerhu Fıkhı'l-Ekber, Mısır 1323, 51, 53).

Peygamberler aslında günah işlemezler. Onlar "İsmet" sıfatına sahiptirler. Ancak, istemeden bazı kusurlar işlemeleri de mümkündür. Şu kadar var ki böyle bir hata işleyen peygamber hatasına devam etmez. Allah onu derhal uyararak hatadan uzaklaştırır, yanlışını düzeltir.

Zelle, efdal (en üstün) olanı terkedip, fadıl (üstün) olanı yapmaktır şeklinde de izah edilir (Ebu'l-Berekât Abdullah en-Nesefî, Tefsir, IV, 365). Bu izaha göre, zelle bir kusur olmaz. Fakat peygamberlere yakışan daima en üstün olan davranışta bulunmak olduğu için, zelle işleyen Peygamber'in dikkati çekilir.

Şamil İA

ZEKÂT

Temizlik, artma, bereket. Bir malın belli bir miktarını, Allah'ın Kur'ân-ı Kerim'de saydığı sekiz sınıftan birisine veya bir kaçına Allah rızası için vermek. Terim olarak zekât; İslâm'ın beş şartından birisi olan malî ibadetin adıdır.

Fakirin hakkı çıkarılarak malı, cimrilik kirinden arındırarak da şahsı temizlediği ve malda berekete sebep olduğu için bu malî ibadete zekât denilmiştir (Subkî, el-Menhel, Beyrut, 1394, XI,113). Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de Ey Muhammed! Mallarının bir kısmını kendilerini temizleyip arıtacak sadaka olarak al" (el-Tevbe, 9/193) ve "...Sarfettiğiniz her hangi bir şeyin yerine O daha iyisini koyar." (Sebe, 34/39) buyurulur.

Zekâta sadaka da denilir. Bu ismin verilmesinin sebebi zekâtın malı temizleyip sıhhat ve kemaline sebep olması, zekât verenin de imânındaki sadakat ve olgunluğuna delalet etmesidir. Ancak sadaka; hem farz hem de nafile olan malî ibadetler için kullanıldığı halde zekât sadece farz olanına mahsustur (M. Hamdi Yazır, Hak Dini, II, 933).

Zekât'ın Hükmü

ZEBUR

Allah tarafından Hz. Dâvud (a.s)'a gönderilen Mezmurlar ve Mezâmir adı ile de anılan mukaddes kitap. Lügatte Mezmur, "Kavalla söylenen ilâhî, Hz. Dâvud'a inen Zebur'un sûrelerinin her biri" anlamlarına gelir. Mezmur "yazılmış" manasına gelen kitap anlamındadır. Büyük bilgin Zeccac, Zebur'un "Hikmetli kitap" manasına geldiğini; Âlu İmran, 3/184 ayetindeki "Zebûr" kelimesinin "menetmek" manasına gelen "Zebr" kökünden olduğunu açıklamıştır. Kitap da halkın hilâfına olan hususlardan meneden şeyleri bildirdiği için Zebûr diye adlandırılmıştır (Fahreddin er-Râzi, Mefâtihu'l-Gayb, Ankara, 1990, VIII, 417).

İlâhî kitapların ikincisi olan Zebur, Kur'ân-ı Kerîm'in üç ayrı âyetinde en-Nisâ, 4/163; el-İsrâ,17/55; el-Enbiya, 21/105 geçmektedir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Nûh'a, O'ndan sonraki peygamberlere vahy ettiğimiz ve İbrahim'e, İsmail'e, İshâk'a, Yakub'a, İsa ya, Eyyub'a, Yunus'a, Hârun'a ve Süleyman'a vahy eylediğimiz ve Davüd'a Zebur verdiğimiz gibi (Habibim) şüphesiz sana da vahy ettik biz" (en-Nisâ, 4/163); "Rabbin göklerde ve yerde olanları en iyi bilendir. Andolsun ki, biz peygamberlerin kimini kiminden üstün kılmışızdır. Davûd'a da Zebur verdik" (el-İsra, 17/55); son olarak el-Enbiya, 21/105 âyetinde de Cenab-ı Hak: Ândolsun, Tevrat'tan sonra Zebur'da da yazmışızdır ki, arza ancak salih kullarım mirasçı olur" (el-Enbiya, 21/105) buyurmaktadır.

ZEBÂNÎ

Cehenneme gidenlerle meşgul olan melek, cehennemlikleri cehenneme atmaya memur edilen melek, cehennem bekçisi. Çoğulu "zebâniyyûn"dur. Bu manalardan ayrı olarak polis ve zabıta manalarına da gelmektedir. Cehennem bekçisi olan zebânîler, azap melekleri diye tavsif edilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm diliyle zebânî, "Cehennem koruyucusu"dur. Halk inançlarında zebânî karşılığında "mâlik" kelimesi de kullanılır.

Kur'ân-ı Kerîm'in altı ayrı sûresinde dokuz âyette (ez-Zümer, 39/71, 73; ed-Duhân, 44/47-50; et-Tahrîm, 66/6; el-Mülk, 67/8; el-Müddessir, 74/31; el-Alak, 96/18) "zebânî" kelimesine atıflar vardır. Kelime açık olarak ve "ez-zebâniyye" şeklinde yalnız bir âyette (el-Alak, 16/18) geçmektedir. el-Müddessir, 74/30. âyetinde zebânilerin sayısının 19 olduğu açıklanmış, onların melek olduğu özellikle belirtilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'deki "zebânî" kelimesinin atıf şeklinde geçtiği âyet meâllerinin ilgili cümleleri şöyledir:

ZEÂMET

Osmanlı Devleti'nin bazı asker görevlilerine, geçimlerini sağlamak veya hizmetlerine karşılık olmak üzere verilen ve geliri en az 20.000 ve en çok 99.999 akçe olan toprak dirliği.

Zeâmet, Arapça "zaîm" kelimesinden gelir. Zaîm, "kefil" ve "zeâmet sahibi" gibi anlamlar taşır. Zeâmet terim olarak zaîme yerler demektir. Osmanlı devletindeki idarî ve askerî düzenlemelere göre, dirlikler üç grupta toplanmıştır. Yıllık geliri 20.000 akçeye kadar olan toprak dirliğine "timar", 20.000 ile 100.000 bin akçe arasında gelir getiren dirliklere "zeâmet", 100.000 akçe ve daha yukarısına ise "has" denilmiştir.

Devlet, bazı asker görevlilerine, hizmetlerine karşılık veya geçimlerini sağlamak amacıyla belli bölgelerden devlet adına vergi tahsil etme yetkisi ile birlikte tahsis edilmiş, yıllık vergi kaynakları 20.000 akçeye kadar olan ve "Zeâmet" adı verilen dirlikler vermekteydi. Ancak bunun karşılığında devlet, zeâmet sahibinden bazı sorumlulukları yüklenmesini istiyordu.

ZAYIF HADİS

Sahih ve Hasen hadiste bulunması gereken şartları taşımayan hadis. Bu şartlar; 1) kesintisiz bir sened, 2) râvîlerin adaleti (doğruluğu), 3) râvîlerin zabt (ehliyet) sahibi olup çok yanılan ve gâfil olmaması, 4) meçhul olmaması, 5) hadisin şaz olmaması, 6) muallel olmamasıdır. Sayılan bu şartlardan bir kısmı ya da tamamını ihtiva etmeyen hadis, zayıf ismini alır ve şartlar eksildiği ölçüde hadisin zayıflığı da artar. Bu sebeple zayıf hadislerin derecelendirmesi ve taksimi yapılmıştır. İbnu's-Salah ve Irâkî'nin 42, İbn Hıbban'ın 50, el-Münâvî'nin, mümkün olması itibariyle 81, aklen 129'a, (hatta bazılarınca 510'a) çıkarılan bu taksimler aslında pratik olmaktan çok teoriktir. Bunlardan belli bir muhtevâyı ifâde edecek şekilde özel isimle anılanlar 15 tanedir: Mürsel * (senedinde sahâbî râvînin ismi zikredilmeyen hadis) Munkatı' * (senedinde bir râvî hiç zikredilmeyen ya da mübhem olarak zikredilen hadis), Mu'dal * (senedinden ardarda iki veya daha fazla râvî düşen hadis), Muallak * Zsenedin baş tarafından bir veya birkaç râvî ya da tamamının ismini kaldırarak rivâyet edilen hadis), Müdelles * (tedlis ile rivâyet edilen hadis), Şaz* (makbul bir râvînin kendinden daha makbul bir râvîve muhalif olarak rivâyet ettiği hadis), Muzdarib* (farklı rivayetleri bulunduğu halde birini diğerine tercih etme imkânı bulunmayan hadis), Musahhaf * (harflerin şekli aynı kalmasına rağmen noktalama hatası bulunan hadis), Muharref * (hareke ha' tası bulunan hadis), Maklub * (seneddeki bir râvînin isim ve nesebinin veya metindeki kelimelerin takdim tehir edilmesi ya da biri birinin yerine konulması suretiyle rivâyet edilen hadis), Müdrec * (sened veya metine hadisle ilgili olmayan bir ilavenin yapılmasıyla rivâyet edilen hadis), Muallel * (dış görünüşü itibariyle kusursuz zannedilen, gerçekte sıhhatini zedeleyen bir kusuru mevcut olan hadis), Münker * (zayıf râvînin sika râvîye muhalif olarak rivayet ettiği hadis), Metruk * (yalancılıkla itham edilmiş bir râvînin rivâyetinde yalnız kaldığı hadis), ve Mevzu * (yalancıların uydurduğu ve peygambere nisbet ettiği haberdir). Bu sonucu hadis değildir. Ona hadis denilmesi ve zayıf hadis kategorisinde değerlendirilmesi uyduranların iddiasına göredir. Bu hiçbir zaman onun zayıf hadisin diğer kısımlarıyla karıştırılmasına sebep olmamalıdır. Muhtemelen bu incelikten dolayı bazı müellifler onu zayıf hadis kategorisinde değil de ayrı bir kategoride incelemek, Hz. Peygamber'e iftira olduğunda hiç şüphe olmayan ve hiç bir huccet değeri taşımayan mevzu hadis ile, Hz. Peygamber'e nisbetinde ihtiva ettiği şartlara göre ciddi bazı şüpheler bulunan zayıf hadisleri bir birine karıştırmak gibi bir sonucu doğurmuştur.

ZAVİYE

Köşe, bucak, evin bir odası.

Tarikat faaliyetlerinin yürütüldüğü küçük yapı. Zaviyelerde görev yapan şeyhlere zaviyedâr, buralarda oturan dervişlere de zaviyenişîn denirdi.

Tarikatların yayılmasına paralel olarak, tarikat ilyelerinin toplandığı ve görevlerini yerine getirdiği merkezî yapılar da yayıldı: Bu yapılar tekke, dergâh, asitane, hankâh, zaviye gibi çeşitli isimlerle anıldı. Tarikatların merkez tekkelerine genellikle asitane ya da hankâh deniyordu. Tekkelere göre daha küçük olan tarikat yapılarına zaviye adı verildi.

Zaviyeler, büyük yerleşim alanları dışında, küçük köy ve kasabalarla yollar üzerinde açılıyordu. Çevredeki dervişlerin toplanma yeri olmasının da ötesinde kimi görevleri vardı. Özellikle Türk dünyasının çeşitli yerlerinden gelen derviş ve tâcirlerin yolculuklarını rahat biçimde yapmalarını sağlamak, bu görevlerin başında geliyordu. Zaviyelere gelen derviş ve yolcular, buralarda konaklıyor, dinlendikten sonra yoluna devam ediyordu.

ZATU'R-RİK'A GAZVESİ

Hicretin dördüncü yılında Gatafan'dan Muhariboğulları ile Sa'lebeoğullarına karşı yapılan gaza. Olayın geçtiği yere nisbetle bu adı almıştır (İbnu'l-Esîr, el-Kâmil fi't-,Tarih, Beyrut 1979, 174. Değişik rivayetler için bk. Asım Köksal, İslâm Tarihi, IV, 121-122).

Rasûlüllah (s.a.s) Nadîroğulları Gazvesinden döndükten sonra iki ay sonra, Muharıboğullarından hayvan satmak için Medine'ye gelen bir adam, Muhariboğulları ile Sa'l-ebeoğullarının, müslümanlarla savaşmak için hazırlandıklarını ve Nahl yakınlarındaki Zatu'r-Rik'a'da toplandıklarını haber verdi (4. yıl Muharrem ayı) (İbnu'l-Esir, a.g.e., aynı yer).

Rasûlüllah (s.a.s) Nahl yakınında Sa'd ile Şukrâ arasında bir yer olan Zatu'r-Rik'a'ya kadar ilerledi. Ancak müşrikler savaşa cesaret edemediler ve dağılarak etraftaki tepelere çekildiler.

Bu arada namaz vakti girmiş bulunuyordu. Ancak müslümanlar, namaz kılarken düşmanın saldırıya geçmesinden endişeleniyorlardı. Burada korku namazı ile ilgili âyet (en-Nisa, 4/101-103) nazil oldu ve Rasûlüllah (s.a.s), ashabına bu âyetin bildirdiği şekilde namaz kıldırdı (bk. "Korku Namazı" mad.).

ZARURÎ KESİM

Kesilmesi imkânsız olan, kaçan, yakalanamayan bir hayvanı yaralamak suretiyle öldürmek veya ağır bir şekilde hasta olan bir hayvanı ölmeden önce kesmek demektir. Avlanan hayvanın aldığı yaradan hemen ölmesi de bu hükme girer. Kuyu gibi herhangi bir yere düşen ve çıkarılıp kesilmesi mümkün olmayan hayvanın herhangi bir yerinden yaralanması, kanının bu şekilde akıtılarak öldürülmesi de zarurî kesimden sayılır ve bu şekilde kesilen hayvanın eti yenir (el-Mevsılî, el-İhtiyar, V, 9 vd). Bunun dışındaki herhangi bir darbe ile yaralanan veyahutta hasta olan hayvan ölmeden kesilirse, eti yenir. Kesildiği zaman herhangi bir harekette bulunmaması veya kanının akması, henüz ölmediğini, leş olmadığını göstermekte ve etinin yenilebileceği hususunda yeterli delil sayılmaktadır. Bu durumda olan herhangi bir hayvan kesilince, hiçbir harekette bulunmazsa veya kanı akmazsa, leş olur, eti yenilmez (Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletuhu, Şam 1984, III, 670 vd).

Kesim kelimesinin Arapça karşılığı "zebh"tir. Türkçe'de daha çok "boğazlamak" diye kullanılır ve şer'an iki türlüdür: Biri hakikî, ihtiyarî veya meşru şekilde kesim, diğeri ise, "zarurî kesim"dir.

Meşru şekilde kesim, hayvanın nefes, yeme ve içme borularını ve bunların arasında bulunan iki daman kesmek suretiyle olur.

ZARÛRET

Şiddetli sıkıntı, ihtiyaç, şiirde şairin nesirde caiz olmayan dil kullanımına ihtiyaç duyması. Çoğulu "zarâir"dir. Zarûret, ızdırar mastarından isimdir. Izdırar; muhtaç ve mecbur etmek demektir (İbn Manzûr, Lisanü'l-Arab, Beyrut 1374/1955, IV, 483). Bir fıkıh terimi olarak zarûret; dinin yasak ettiği bir şeyi yapmaya veya yemeğe zorlayan, iten durum, demektir. Bir kimse haram olan yiyeceği yemez veya içeceği içmezse, ölecek veya ölüme yaklaşacaksa zarûret hali ortaya çıkmış olur (Ali Haydar, Duraru'l-Hukkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, 3. baskı, İstanbul 1330, tıpkı basım, I, 76, 79).

Zarûret konusunda İslâm'da "Zarûretler haram olan şeyleri mübah kılar" prensibi uygulanır (bk. Mecelle, mad. 21). Zarûretin haram olan şeyi mübah kılmasına fıkıh usûlünde "ruhsat" denir (bk. "Ruhsat" ve Azîmet" mad.) Ruhsat özür nedeniyle ikinci olarak meşrû kılınan şeydir. Meselâ; başkasının malını telef etmek prensip olarak yasaklanmış iken tam zorlama karşısında zarûret ve özür nedeniyle ikinci olarak mübah kılınmıştır. Ruhsat ise; haramlık devam etmekle birlikte mübah olan şeydir. Mübah bir fiili işleyen kimse nasıl sorumlu olmazsa, ruhsata uyan kimse de sorumlu olmaz. Bir kimse tâm ikrah altında başkasının malını telef etse, ikrah zarûreti, başkasının malını telefin haramlığını kaldırmaz. Bu haramlık devam eder, ancak zorlanan kişi bundan sorumlu tutulmaz. Yine açlıktan helâk olma derecesine varan kimse, diğerini daha sonra vermek veya sahibiyle helallaşmak üzere başkasının malını, izinsiz olarak zorla alıp yese veya kendisine saldıran, başkasına ait bir hayvanı değerini mâlikine vermek üzere, canını kurtarmak amacıyla telef etse ruhsata uymuş olur. Böylece açlık yüzünden başkasının malını almak mübah olduğu gibi, saldırıcı hayvanı canını kurtarmak için telef etmesi de mübah olur (Ali Haydar, a.g.e., 76, 77).

ZARÛRÂT-I DİNİYYE

Bir Müslüman için din yönünden bilinmesi gereken, Hz. Muhammed (s.a.s)'in Allah tarafından tebliğ edip haber verdiği kesin olarak belli esas, hüküm ve haberler. Zaruret, sözlükte; ihtiyaç, çaresiz sıkıntı, meşakkat demektir. Çoğulu "zarûrât" ve "zarâir" dir. Zarûrât-ı dîniyye tamlaması; "dine ait zarûretler" yani "dine ait olup bilinmesi ve inanılması gereken esaslar" anlamına gelir. Bunları kabul ve tasdik etmek her mü'min için farzdır. Bunlardan şüphe etmek mü'minin imanını zedeler.

Bu esaslar ya bizzat Hz. Muhammed'ten işitilmek veya tevatür yoluyla O'ndan haber almakla öğrenilir. Tevatür de, yalan söylemekte birleşmeleri aklen mümkün görülmeyen güvenilir bir topluluğun verdiği haber demektir.

ZÂRİYÂT SÛRESİ

Kur'ân-ı Kerîm'in elli birinci sûresi. Altmış âyet, üç yüz yetmiş kelime ve bin iki yüz seksen altı harftir. Fasılası elif, kaf, ayın, kef, fa, min ve nun harfleridir. Mekkî sûrelerden olup, Ahkaf sûresinden sonra nâzil olmuştur. Adı birinci âyetinin ilk kelimesi olan "ez-Zâriyât" tan alınmıştır. Zâriyât kelimesi, zâriyetün kelimesinin çoğuludur ve şiddetli rüzgâr demektir (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1971, VI, 524 vd.)

Zâriyât sûresinde, insanların duygu ve düşüncelerine çeşitli sırlarla hitâb edilmektedir. Ondan sonra "Tevhid" inancı ve ahiret duygusu aşılanmaktadır. Zaten sûrenin ilk büyük bölümü ahiret hakkındadır. Ondan sonra "Tevhid" inancına da'vet konusu gelmektedir. Yüce Allah ahiret inancım izâha geçmeden önce, sûreye şöyle bir girişle başlamıştır:

"Savurup kaldıranlara (esip bulutları, tozları kaldıran rüzgârlara, yanardağlardan lavlar püskürten tabiat kuvvetlerine, yaratıkları savuran meleklere), (yağmur) yükleriyle yüklü bulutlara, kolayca akıp giden (gemilere, rüzgârlara, yörüngelerinde dönüp seyreden gezeğen)lere, işleri taksim edenlere (rızıkları, yağmurları dağıtan güçlere) andolsun ki, size va'dedilen, mutlaka doğrudur. Cezâ, muhakkak olacaktır" (1-5).

Bu âyetlerin ilk dördü yemindir. Beşinci ve altıncı âyetler ise, bu yeminin cevabıdır. Beşinci âyetteki, "size vadedilen, mutlaka doğrudur" ifâdesi, mutlaka kıyâmet günü gerçekleşecektir, demektir. Bazı âlimlere göre de bu, size va'dedilen azap veya mükâfat haktır, manasındadır (el-Maverdî, en-Nuketu ve'l-Uyûnu, Beyrut 1992, IV, 362)Aynı zamanda bu âyetlerde, tabiat kuvvetlerinin Allah tarafından yönetilen büyük güçler olduğu anlatılmaktadır. Onlarla yemin edilerek bu husus dile getirilmiştir. Yüce Allah yemin ile insanların dikkatini bu yöne çekmektedir.

ZARAR

Sıkıntı, hastalık. "Darra" fiilinden "zarar" mastarı zarar vermek, rahatsız etmek demektir. Bir fıkıh terimi olarak zarar; bir mala veya cana yönelik haksızlık, haksız tecavüz, İslâm'ın tanıdığı haklarda kısıntı yapma gibi yollarla ortaya çıkan olumsuz durumu ifade eder.

Kur'ân-ı Kerîm'de zarar kökünden çeşitli türevler kullanılmıştır. Darrun, durrun, dârrun, darar ve dırar sözcükleri bunlardandır. Şu âyetleri örnek verebiliriz: "Ey Muhammed! De ki: Allah'ı bırakıp da size hiç bir fayda ve zarar vermeye gücü yetmeyen şeylere mi ibadet ediyorsunuz?" (el-Mâide, 5/76). "De ki: Allah'ın dilediğinin dışında, ben kendim için bir menfaat elde etmeye ve zarar vermeye mâlik değilim" (el-A 'râf, 188) "Ey Peygamber de ki: Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?' O Allah'tır, de. Allah'ı bırakıp, kendilerine hiçbir fayda ve zarar veremeyen şeyleri mi dostlar edindiniz"de"(er-Ra'd, 13/16).

ZANNÎ FARZ

Zan; sanmak, sezmek, bir şeyi kesin olmaksızın bilmek ve inanmak demektir. Farz ise; sabit oluşu ve anlama delâleti kesin olan bir delile dayalı bulunan Allah ve Rasûlünün emirlerini ifade eder. Zannî farz tamlaması Hanefî usul bilginlerince benimsenen "vâcib" in karşıtı olarak kullanılmıştır.

Hanefilere göre farz ile vâcip şer'an eş anlamda değildir. Çünkü farz sübutu ve delâleti kesin olan bir delille sabit iken, vacib zannî bir delille sabit olan hükmü ifade eder. Bu yüzden vacibin kesildiği farzın kesildiğinden daha azdır. Bu nedenle şer'î bir işte farz terk edilirse bu iş bâtıl olur. Meselâ; Arafat'ta vakfeyi veya namazda abdesti terk etmek bu ibadetleri batıl kılarken, Safâ ile Merve arasındaki "sa'y" ile dört rek'atlı namazlarda birinci oturuşu terk etmek hac ve namaz ibadetini bozmaz.

ZANNÎ DELİL

Zanna dayalı olan ve ihtimalli bulunan delil. Ulaşılmak istenen sonuca götüren kılavuza, huccet, kaynak veya kanıta "delil" denir. Bir fıkıh terimi olarak delil; şer'î hüküm elde etmek için başvurulan kaynak ve kanıt anlamına gelir.

Deliller kesin ve zannî olmak üzere ikiye ayrılır. Sabit oluşu ve anlama delâlet edişi açık ve kesin olan delile "kesin delil" denir. Kur'ân-ı Kerîm'deki delâleti açık olan âyetlerle, mütevatir veya meşhur hadisler ve icma delilleri kesinlik ifade eder. Kıyas ise kendi başına bir delil olmayıp o, Kitap, Sünnet veya icmâa dayanan bir "asl"a muhtaçtır. Başka bir deyimle kıyas, sadece hükmü açığa çıkarır, yoksa yeni baştan bir hüküm koymaz. Meselâ; "Cuma günü namaza çağırıldığı zaman hemen Allah'ı anmağa koşun ve alış-verişi bırakın" (el-Cuma, 62/9) âyetinden çoğunluk fakihler cuma namazı sırasında alış-verişin mekruh olduğu anlamını çıkarmışlardır. Bu yasağın illeti ise bu vakitteki alış-verişin namazdan alıkoymasıdır. Öyleyse namazdan alıkoyan diğer iş ve akitlerle uğraşmak da kıyas yoluyla aynı hükme tabi olur.

ZANN-I GÂLİB

Zan; sanmak, sezmek, bir şeyi kesin olmaksızın bilmek, ihtimalli olarak bilmek demektir. Gâlib ise "galebe" kökünden ism-i fail olup; üstün, galip ve kazanan anlamına gelir. Zann-ı galib tamlaması; üstün gelen kanaat, ağır basan inanç, çoğunluk kazanan sezgi, kuvvetle tahmin etme ve büyük ihtimal anlamlarını ifade eder.

İslâm fıkhında bazı kararsızlık hallerinde, olumlu veya olumsuz karar verilemeyen bazı durumlarda üstün kanaata göre amel edilme esası getirilmiştir.

Şek, zan ve galip zan terimleri arasındaki bağlantıyı Ali Haydar Efendi (ö. 1355/1936) Mecelle şerhinde şöyle belirtir: "Şek, sözlükte mutlak tereddüt demektir. Terim olarak ise bir şeyin meydana gelip gelmemesi yani olup olmaması konusunda aklın tereddüt etmesidir. Bu durum, iki taraftan birisini tercih edememek şekliyle ortaya çıkar. Eğer iki taraftan birisini kalb kanaat getirerek tercih ederse buna "gâlib zarı" denir. Gâlib zan ise kesin bilgi (yakîn) ifade eder. Galib zan yakîn derecesinde kesin bilgi verince, bir kimse başkasının evine girip o kimsenin hırsız olduğuna gâlip zan meydana gelse, ev sahibi tarafından öldürülmesi mübah olur" (Ali Haydar, Düraru'l-Hükkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, 3. baskı, İstanbul 1330, I, 39).

16 Haziran 2010 Çarşamba

ZAMAN AŞIMI

Sürenin geçmesi, belli sürenin geçmesiyle bazı hakların kazanılmasını veya kaybedilmesini ifade eden bir fıkıh terimi. Arapça "murûru'z-zamân" veya "tekâdümü'z-zamân" tamamlamalarının karşılığı olarak kullanılır.

insanların bir takım hakları elde etmesi veya sahip olduğu bazı hakları kaybetmesi zaman süreci içinde ortaya çıkar.

Çoğunluk müctehitlere göre süre aşımı bir mülk sebebi olarak kabul edilmemiştir. Eşyada asıl olan mübahlıktır. Sahipsiz olan ve toplumca da sahipli sayılmayan şeylerin mülk edinilmesinde herkes eşit hakka sahip olur. Meselâ; ihtiyaç sırasında yararlanılmak üzere suyun kaba alınması, av hayvanının yakalanması, mübah olan ot veya odunların kesilip toplanması bunlar üzerinde mülkiyet hakkı doğurur. Bu el koymaya "hiyâzet" veya "ihrâz * " denir. Bir hadiste; su, ateş ve otların insanlar arasında ortak olduğu belirtilmiştir (Ebû Dâvud, Büyû', 60; İbn Mâce, Ruhn,16; Ahmed b. Hanbel, V, 364). Buradaki ihrâza "zilyedlik * " diyebiliriz.

ZANN

Sanmak, farz ve tahmin etmek. Zan ile ilgili bazı âyet mealleri şöyledir:

"Onların (müşriklerin) çoğu zandan başka birşeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan (ilimden) birşeyin yerini tutmaz" (Yunus, 10/36).

"Bunlar (putlar), sizin ve atalarınızın taktığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiç bir delil indirmemiştir. Onlar zanna ve nefislerinin aşağı hevesine uyuyorlar" (en-Necm, 53/23).

"Ahirete inanmayanlar, meleklere dişilerin adlarını takıyorlar. Halbuki onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise; hiç şüphesiz hakikat bakımından bir şey ifade etmez" (en-Necm, 53/2728).

ZALİM

Bir kimsenin hakkını zorla elinden alan, haksızlık yapan, merhametsiz ve gaddar kimse. Arapça bir kelime olup Arap dilinde mastarı: "Bir şeyi ait olduğu yerin dışında bir yere koymak" anlamındadır. Bir şeyi eksik ya da fazla yapmak yahut zamanının veya mekânının dışında yapmak da zulüm olarak ifade edilmektedir.

Kur'ân-ı Kerîm'de cehalet, şirk, fısk anlamında "nûr"un zıddı olarak kullanılır. Bu anlamlarıyla Kur'ân'ın temel kavramlarından biridir.

Peygamberler, insanları zulümattan nûra kavuşturmak için gönderilmişlerdir. Mesajları aydınlıktır; karışık yollar ise zulümattır, karanlıktır: Âllah mü'minlerin velisidir, onları zulümattan nûra çıkarır, kâfirlerin velileri ise Tağuttur, onları nurdan zulümata çıkarır" (Bakara, 2/257). O halde gerek fert gerekse toplum bazında Allah'ın emir ve yasaklarının ortaya çıkardığı sonuç nûrdur, aydınlıktır. Karşıtı emir ve yasaklar ise, zulümattır, karanlıktır; işleri yerli yerinde yapmamaktır.

ZAKKUM AĞACI

Meyvesi acı bir cins ağaç, ağu ağacı, cehennemde bitip acı meyvesi cehennemliklere yedirilecek ağaç. Arap dilindeki adı "Şeceretü'z-zakkûm"dur. Türkçe "zokum" olarak da telâffuz edilen Zakkum, (zıkkım) halk dilinde "çok acı, zehir zemberek", "zehir zıkkım" vb. deyimlerle günlük hayatımızda da kullanılmaktadır. Yine Arap dilinde kelimenin aslı olan "ez-Zakm", yemek, içmek, oburca yemek ve yutmak anlamlarına geldiği gibi "Hurma ve kaymaktan yapılan yiyecek, zehirli, tehlikeli yiyecek" manalarına da gelmektedir (İbn Manzûr, Lisânü'l-Arab, Beyrut, 1968, XII, 268).

Zambakgiller (Apocynaceae) familyasından olan Zakkum (Lat. Nerium oleander), Batı'da, güney Portekiz'den başlayarak bütün Akdeniz sahilleri boyunca Suriye'de, batı ve güney Anadolu'nun dere yataklarında yetişir. Ekseriyetle 2-3 bazan 5 m.'ye ulaşan, kışın yaprak dökmeyen sık dallı bir bitkidir. Düşük dozlarda kalb kuvvetlendirici olarak kullanılır, idrar söktürücü özelliği vardır (Pars Tuğlacı, Okyanus, İstanbul, 1974, III, 3080). Yazın çiçeklenen ve uzun bir çiçeklenme devresine sahip olan Zakkum'un meyvesi bakla şeklindedir. Zehirli olduğundan insan ve hayvanlar için tehlikelidir, süs bitkisi olarak saksılarda da yetiştirilir.

ZÂHİRU'R-RİVÂYE

Zâhiru'r-rivâye; Hanefi mezhebine ait hükümlerden, ilk imamlardan sonraki nesillere aktarılan meselelerin bir çeşididir. Buna mesâilü'l-usûl de denilir (İbn Abidin, Resâil, I, 16).

Hanefi mezhebinin esaslarına ait ictihatların, imamlardan sonraki devirlere nakli genelde İmam Muhammed'in kitapları vasıtasıyla olmuştur. Çünkü İmam Muhammed'in hem eserleri fazladır, hem de bunlar zamanımıza kadar gelmiştir. Bu yüzden ona Hanefi mezhebinin nâkili denilmektedir (Hayrettin Karaman, İslâm Hukuk Tarihi, 98). İmam Muhammed'in, Ebû Hanife'nin, Ebû Yusuf'un ve kendisinin görüşlerinden derlediği kitapların bir kısmı tevatür veya şöhret yoluyla sika raviler tarafından nakledilmiştir. Bir kısmının rivâyeti ise bu derece sağlam değildir. Bunlardan birincisine Zâhiru'r-rivâye, ikincisine ise Nâdiru'r-rivaye denilir (İbn Abidin, Dürrü'l-Muhtar, I, 69).

ZAHİRİYE MEZHEBİ

Davud ez-Zahirî olarak bilinen Davud bin Ali bin Halef el-İsbahanî (d. 815 Küfe-ö. 883 Bağdad) tarafından kurulan fıkhî ve kelamî mezhep. Davudiye adıyla da anılır. İslâmî hükümleri Kur'ân ve Sünnet'in zahirî (lafzî, sözel) anlamlarından çıkarmayı temel aldığı için Zahiriye olarak adlandırıldı. Bu yaklaşımı ile yalnız fıkıh alanında değil, kelam alanında da diğer mezheplerden ayrılan görüşler ortaya koydu. Mezhebi geliştirerek sistemleştiren ise İbn Hazm (ö. 1064) oldu.

Mezhebin kurucusu olarak bilinen Dâvud b. Ali'nin Hicri 200-202 tarihlerinde Kûfe'de doğduğu yolundaki rivâyetler değişiktir. Onun tahsil seneleri ekseriya Bağdat'ta geçmiştir. Derslerini dinlediği hocaları arasında Ebû Sevr, Süleyman b. Harb, Amr b. Marzûk, el-Ka'nebî, Muhammed b. Kesîr, Müsedded b. Müserhed gibi pek meşhur ilahiyatçı ve muhaddisler zikredilir. Bu sıralarda Nişâbur'da meşhur İshâk'ın derslerini takib etmek için Bağdat'tan ayrıldı. Nişâbur'da o, müteakiben ilâhiyatçı bir metoda kavuşturacağı mezhebinin ateşli bir hatibi olmuş görünüyor. İshâk b. Râheveyhî hadis mektebindendi. Şâfîi'nin re'ye zıd düşen sisteminin tarafını tutmuştu. Dâvud b. Ali, muasırları nezdinde büyük itibar sahibi olan İshak'a karşı gayet hür ve pervasız davrandı, tek başına onun görüşlerini ve sistemi reddetmek cesaretini gösterdi.