30 Nisan 2010 Cuma

Göklerde ve Yerde Neler Var?

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“De ki: "Göklerde ve yerde neler var, bakın (da ibret alın!)" Fakat inanmayan bir topluma deliller ve uyarılar fayda sağlamaz.” (Yunus, 101)


Rasûlullah (sav) buyuruyor:

“Eğer sizler benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız.” (Buhârî, Tefsîru sûre (5), 12; Müslim, Fezâil 134)


Allah ve Rasûlü Bilir

“Peygamber (sav) arkadaşları ile oturduğu bir sırada bir bulut geldi.

Dünya Tatlıdır ve Manzarası Hoştur

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“(İnsanlar) devenin nasıl yaratıldığına, bakmazlar mı? Göğe bakmıyorlar mı nasıl yükseltilmiş? Dağların nasıl dikildiğine, bakmazlar mı? Yeryüzünün nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı?” (Gâşiye, 17,18,19,20)


Rasûlullah (sav) buyuruyor:

“Dünya tatlıdır ve manzarası hoştur. Şüphesiz ki Allah dünyanın idaresini size verecek ve nasıl davranacağınıza, ne gibi işler yapacağınıza bakacaktır. O halde dünyadan sakının…” (Müslim, Zikr 99)


Şaheser Tablolar

Anam Babam Sana Feda Olsun Yâ Rasûlullah!

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Peygamber, müminlere kendi canlarından daha yakındır...” (Azhâb, 6)


Rasûlullah (sav) buyuruyor:

“Nefsim kudret elinde olan Allâh’a yemin olsun ki; sizden biriniz, ben kendisine anasından, babasından, evlâdından ve bütün insanlardan daha sevimli olmadıkça hakikî mânâda îmân etmiş olamaz.” (Buhârî, Îman, 8)


Canımdan Daha Çok Seviyorum!

Ab­dul­lâh bin Hi­şâm’ın an­lat­tı­ğı şu ri­vâ­yet, Ra­sû­lul­lâh’a mu­hab­be­tin han­gi se­vi­ye­de ol­ma­sı ge­rek­ti­ği­ni gös­ter­me­si ba­kı­mın­dan çok mâ­ni­dâr­dır:

Şefkatliler Şefkatlisi

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.”(Tevbe, 128)


Rasûlullah (sav) buyuruyor:

“(Geçmiş) ümmetler bana gösterildi. Peygamber gördüm, yanında üç-beş kişilik küçük bir grup vardı. Peygamber gördüm, yanında bir iki kişi bulunuyordu. Ve peygamber gördüm, yanında kimsecikler yoktu. Bu arada önüme büyük bir kalabalık çıktı. Kendi ümmetim sandım. Bana ‘Bunlar Mûsâ’nın ümmetidir, sen ufka bak!’ dediler. Baktım; (çok) büyük bir karaltı. ‘İşte bunlar senin ümmetindir. İçlerinden hesapsız azabsız cennete girecek yetmiş bin kişi vardır’ dediler.

Çamurlu Kaftan

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“…De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür…” (Zümer, 9)


Rasûlullah (sav) buyuruyor:

"Dünya ve onun içinde olan şeyler değersizdir. Sadece Allah'ı zikretmek ve O'na yaklaştıran şeylerle, ilim öğreten âlim ve öğrenmek isteyen öğrenci bundan müstesnadır." (Tirmizî, Zühd 14. İbni Mâce, Zühd 3)


Ulemanın Sultanları

Vazgeçtiniz Değil mi?

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan içki ve kumar yoluyla ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi, Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık (bunlardan) vazgeçtiniz değil mi?” (Mâide, 90, 91)


Rasûlullah (sav) buyuruyor:

“Kim bir kötülük görürse, onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse, kalbiyle düzeltme cihetine gitsin ki, bu imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim, Îmân 78. Tirmizî, Fiten 11; Nesâî, Îmân 17)

Genç Okuyucum!

Peygamber'e En Yakın Olanlar

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Allah ve melekleri, Peygamber'e çok salavât getirirler. Ey müminler! Siz de ona salavât getirin ve tam bir teslimiyetle selam verin.” (Azhâb, 56)


Rasûlullah (sav) buyuruyor:

"Kıyamet gününde müslümanların bana en yakın olanları, benim üzerime en çok salavât getirenlerdir." (Tirmizi, Vitr 21.)


En Büyük Şeref

Müjdeleyici Rüzgârlar

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Size rahmetinden tattırsın, emriyle gemiler yüzsün, fazlından (nasibinizi) arayasınız ve şükredesiniz diye (hayat ve bereket) müjdecileri olarak rüzgârları göndermesi de Allah'ın (varlık ve kudretinin) delillerindendir.” (Rûm, 46)


Rasûlullah (sav) buyuruyor:

"Rüzgâr, Allah'ın kullarına bir nimetidir. Bazan rahmet, bazan da azap getirir. Rüzgârı gördüğünüz zaman ona sövmeyiniz. Onun hayrını isteyiniz; şerrinden de Allah'a sığınınız." (Ebû Dâvûd, Edeb 104)

Dervişlerin Halleri

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah, kendini beğenmiş övünüp duran kimseleri asla sevmez.” (Lokman, 18)


Rasûlullah (sav) buyuruyor:

“Size cehennemliklerin kimler olduğunu söyleyeyim mi? Katı kalbli, kaba, cimri ve kurularak yürüyen kibirli kimselerdir.” (Buhârî, Eymân 9, Tefsîru sûre (68), 1, Edeb 61; Müslim, Cennet 47.)

KUTBÜDDÎN İZNÎKÎ

Evliyânın önde gelenlerinden. İsmi Muhammed bin Muhammed'dir. Lakabı Kutbüddîn olup, Alaşarlıdır. Doğum târihi bilinmemektedir. Tebriz, Meraga ve Şirvan'da yaşadı. 1415 (H.818) târihinde İznik'te vefât etti. 1418'de vefât ettiği de rivâyet edilmektedir. Kabr-i şerîfi İznikte'dir.

Kutbüddîn İznîkî hazretleri evliyânın büyüklerinden Muhammed Harezmî hazretlerinin talebesi idi. Onun sohbetlerinde yetişip kemâle geldi, olgunlaştı. İcâzet, diploma alıp insanları irşâda, hak ve hakikatı tebliğe başladı. Bir ara Hacca gitti. Hac dönüşü Mısır'a geldi. Oradan Anadolu'ya geçip o sırada Anadolu'ya gelmiş bulunan Gence Hâkimi Kara Yusuf Beyle görüşüp nasihatlerde bulundu. İznik'e yerleşti. Orada ibâdet ve talebe yetiştirmekle meşgul oldu. Kerâmetleri görüldü.

KUTBÜDDÎN-İ BAHTİYÂR KÂKÎ

Hindistan'da yetişen büyük velîlerden. Asıl ismi, Bahtiyâr el-Ûşî Dehlevî, babasınınki Mûsâ'dır. Lakabı Kutbüddîn'dir. Ayrıca Kutb-ül-aktâb, Kutb-ül-İslâm, Melik-ül-meşâyih, Sultân-üt-tarîkat, Bürhân-ül-hakîkat, Reîs-üs-sâlikîn, İmâm-ül-âmilîn, Sirâc-ül-evliyâ ve Tâc-ül-asfiyâ diye de tanınır. Nesebi hazret-i Ali'ye dayanmakta olup seyyiddir.

1173 (H.569) senesinde, Mâverâünnehir'de Ûş veya Avaş denilen kasabada doğdu. 1235 (H.633) senesinde Hindistan'da Dehlî'de vefât etti. Kabri orada olup, en tanınmış ziyâret yerlerindendir. Kâbrini ziyâret edenler, mübârek rûhundan feyz almakta, nûr saçılan kabrinden istifâde etmektedirler.

KUTB-İ ZAMAN (SeyyidCelâl Buhârî)

Hindistan evliyâsının büyüklerinden. Çeştiyye yolunun ileri gelenlerindendi. Lakabı Bendegî Mahdûm-i Cihâniyan'dır. 1307 (H.707) yılında doğdu, 1383 (H.785) yılında Gücerât'ın Ahmedâbâd şehrinde vefât etti. Şeyhülislâm Rükneddîn Ebü'l-Feth Kuraşî'nin talebesi, Nasıruddîn Mahmûd'un halîfesidir. Nâsıruddîn Mahmûd da Nizâmüddîn Evliyâ'nın halîfesiydi. Tasavvuf ehli arasına, ilk defâ amcası Şeyh Sadreddîn Buhârî'den aldığı derslerle katıldı. Çok seyahat edip, birçok âlim ve velînin ilim ve feyzlerinden istifâde etti. İmâm-ı Abdullah Yâfiî ile Mekke-i mükerremede sohbet etti. Medîne'de Sened-ül-Muhaddisîn Afîfeddîn Abdullah Matarî'den ilim öğrendi.Şihâbüddîn Sühreverdî hazretlerinin kitaplarını, onun huzûrunda okudu. Şeyh Emîneddîn'in kardeşi Şeyh İmâmeddîn'den kendisi için bırakılan emânetleri Kazrûn'da aldı. Onun Kazrûn'a gitmesi şöyle oldu: Şeyhülislâm Sened-ül-Muhaddisîn Şeyh Afîfeddîn Abdullah Matarî'nin Medîne'de iki sene sohbetine devâm etti. Avârif yanında diğer sülûk kitaplarını onun huzûrunda okudu. Ondan tarîkat ve zikir telkini aldı. Şeyh Afîf buyurdu ki: "Size hilâfet Kazrûn'da verilecektir." Kazrûn'a gidince, Şeyhülislâm Emîneddîn'in kardeşi Şeyh İmâmeddîn ona; "Şeyh Emîneddîn, vefâtı zamânında bana vasiyet etti ve; "Seyyid Celâl Buhârî bizimle görüşmek istedi. Yazık ki, Mültan'a kadar geldi de, şeytan ona yolda yalan söyledi ve Şeyh Emîneddîn âhirete göçtü dedi. Celâl Buhârî Mekke tarafına gitti. DönüşteKazrûn'a uğrayacak. Ona selâmımı söyle, seccâdemi ve makasımı ona ver. Benim icâzetlim ve halîfem eyle!" buyurdu." Şeyh İmâmeddîn de öyle yaptı. Seyyid hazretleri, o pîrden çeşitli istifâdelerle döndü. Gittiği her yerde, sarıldığı her büyükten alacağını tamâmen alır, en yüksek seviyede istifâde ederdi.

KUŞEYRÎ

Büyük velî, fıkıh, tefsîr, hadîs ve kelâm âlimi. Künyesi Ebû Kâsım, adı Abdülkerîm babasınınki Havâzin'dir. Kuşeyrî diye meşhûr olması, Kuşeyrî bin Ka'b Sagsa'nın soyundan olmasındandır. Âilesi Arab asıllı olup, Horasan civârında yerleşmişti. Annesi de Sülemî âilesine mensûbdu. Kuşeyrî 986 (H.376) senesinde Horasan'ın Üstuvâ nâhiyesinde doğdu. Daha çocuk yaşta babası vefât etti. Kuşeyrî, akrabâsı Ebü'l-Kâsım Yemânî'den Arabca ve edebiyat okudu. Bu arada zirâat tüccarı olan dayısının vergi işlerini yoluna koymak maksadıyla, hesab öğrenmek için Nişâbûr'a gitti. Böylece hesab öğrenecek ve mâliye memuru olarak halkı aşırı vergiden kurtaracaktı. Ancak, Nişâbûr'da büyük velîlerden Ebû Ali Dekkak ile karşılaşan Kuşeyrî, hükümette vazife almaktan vazgeçerek, mânevî ilimlere yöneldi.Hocası Ebû Ali Dekkak'a tam bağlanarak, tasavvuf yolunda büyük merhaleler katetti. Hocasının emriyle Muhammed ibni Bekr-i Tûsî'den fıkıh, Ebû Bekr ibni Fûrek'den kelâm ve usûl-i fıkıh, Ebû İshâk İsferâînî'den kelâm ilmini öğrendi.

KUŞADALI İBRÂHİM HALVETÎ

Osmanlılar zamânında, Anadolu'da yetişen Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinden, velî ve tasavvuf büyüklerinden. İsmi, İbrâhim bin Mustafa eş-Şa'bânî el-Halvetî olup, Halvetiyye tarîkatının Şa'bâniyye kolunun büyüklerindendir. Aydın vilâyetinin Kuş- adası kasabasına bağlı Çınar köyünde 1774 (H.1188) senesinde doğdu.

İlim ve irfân sâhibi sâlih bir zât olan İbrâhim Halvetî, âilesinden çok güzel edeb ve terbiye alarak yetişti. Anadolu'da çeşitli yerlerde ilim tahsîl ettikten sonra İstanbul'a gelerek, Fâtih'te bulunan Feyziyye Medresesine (Şimdiki Millet kütüphânesi'nin bulunduğu yere) yerleşti. BuradaEmîn Efendiden ders alarak ilmini ilerletti. Sonra yine Fâtih'te bulunan Atpazarı Dergâhına geçti. Atpazarı Dergâhında riyâzetler ve mücâhedeler çekerek, tasavvuf yolunda ilerlemeye çalıştı. Buraya geçmesi şöyle olmuştur:

KILIÇLI ALİ EFENDİ

Anadolu evliyâsı ve âlimlerinden. Asıl adı Ali Rızâ olup, babası Mehmed Efendidir. Halk arasında "Kılıçlı Hoca" ve ilmine izâfeten "Büyük Hoca" olarak tanınır. Medresede öğrenciyken, arkadaşları arasında oynanan kılıç-kalkan oyununda, bir arkadaşını kazâen yaralaması üzerine "Kılıçlı" adıyla anıldı. 1848-1850 (H.1265-1267) yılları arasında doğduğu tahmin edilmektedir. 1917 (H.1336) senesinde Kayseri'ye bağlı Şıhlı köyünde vefât etti. Kabri oradadır.

Kılıçlı Ali Efendi, küçük yaşta Kur'ân-ı kerîm öğrendi. 1868-1880 yılları arasında Kayseri Medresesinde okudu. Fıkıh, hadîs ve tefsîr ilminde yükseldi. Büyük bir başarı göstererek icâzet, diploma almaya hak kazandı. Bilâhere Şıhlı köyüne dönerek, ders vermeye, halka ilim ve edep öğretmeye başladı.

KIBRISLI İBRÂHİM SIDKI EFENDİ

Kıbrıs velîlerinden. İsmi İbrâhim'dir. Doğum ve vefât târihleri belli değildir. On dokuzuncu asırda yaşadı. Hayatı hakkında fazla bilgi yoktur. Tahsil için Anadolu'ya gelip zamânın âlimlerinden ilim öğrenen İbrâhim Efendi, tahsîlini tamamladıktan sonra Kıbrıs'a döndü. İslâmiyetin Kıbrıs topraklarında yayılması için çok gayret gösterdi. Cömert, güler yüzlü, mütevâzi bir zâttı. Çok talebe yetiştirdi. Vefât târihi belli olmayan İbrâhim Efendi, Kıbrıs Baf kasabasındaki câminin bahçesinde medfundur.

Bir gün Mekke'den birisi gelip; "Hacı İbrâhim Sıdkı Efendi nerede oturuyor?" diye sorunca, oradakiler; "İbrâhim Efendi henüz daha hacca gidemedi." dediler. O gelen zât; "Nasıl olur tavâfta, sa'yda, şeytan taşlamada, Mina'da hep berâberdik." dedi. İbrâhim Efendi Allahü teâlânın izni ile bir anda Mekke'ye gidip hac farîzasını yerine getirip dönmüştü.

KIBRISLI HAFIZ ALİ EFENDİ

Kıbrıs'ta yetişen velîlerden. 1846 (H.1262) senesinde Kıbrıs'ın Limasol şehrinde doğdu. Tahsil çağına gelince, İbrâhim Sıdkı Efendinin ders verdiği medreseye devâm etti. İbrâhim Efendiden Kâdiriyye tarîkatında icâzet aldı. Hocasının vefâtından sonra yerine geçerek insanlara doğru yolu anlatmaya çalıştı. Derslerinde Ehl-i sünnet îtikâdını, Eshâb-ı kirâm sevgisini, dört büyük halîfeyi üstün bilmenin ehemmiyetini anlatırdı. Ehl-i beyte derin bir muhabbet besler; "Onları sevip tâbi olanlar kurtulmuştur." derdi. Hafız Ali Efendi 1926 (H.1345) senesinde Kıbrıs'ın Baf kasabasında vefât etti. Hocasının yanına defnedildi. Halk arasında birçok kerâmetleri anlatılır.

KEVSERÎ

Anadolu velîlerinden. İsmi Hasan Hilmi bin Ali olup, meşhûr Mehmed Zâhir el-Kevserî'nin babasıdır. Kevserî diye meşhûr olmuştur. Kafkasya'nın Sebj (Şebjer) kasabasında doğdu. 1926 (H.1345) senesinde İstanbul'da vefât etti.

Küçük yaşında ilim tahsîline başlayan Kevserî, Kur'ân-ı kerîmi zamânın kurrâlarından el-Battal el-Hâc Süleymân el-Ezherî'den öğrendi. Sonra Soposzâde diye meşhûr Şeyh Allâme Mûsâ Efendinin derslerine devâm ederek Arapça gramer bilgilerinden icâzet, diploma aldı. Şeyh Şâmil'in hocalarından Suskî el-Hâc Hasan Efendiden de fen ilimlerini öğrendi. Bilâhare yaşadıkları bölgenin Rus işgâline uğraması üzerine 1863 senesinde Osmanlı ülkesine geçerek Düzce yakınındaki Çalıcuma (Hacı Hasan Efendi) köyüne yerleşti. Beyzâdeler diye meşhur bir âile olarak yaşadılar.

KERÎMÜDDÎN BÂBÂ HASAN EBDÂLÎ

Hindistan'ın büyük velîlerinden. İsmi Abdülkerîm, lakabı Kerîmüddîn'dir. Kâbil ile Lâhor arasında, Keşmîr'e ayrılan yol üzerinde bulunan, Bâbâ Hasan Ebdâl kasabasına yakın Osman-pûr beldesindendir. Bâbâ HasanEbdâl kasabasına nisbetle "Bâbâ Hasan Ebdâlî" diye nisbet edilmiştir. Doğum târihi belli değildir. 1640 (H.1050) senesinde vefât etti.

KEMAL ÜMMÎ

Anadolu velîlerinden, şâir. İsmi İsmâil'dir. Kemâl Ümmî lakabıyla meşhur olmuştur. On beşinci asrın başlarında Niğde'de doğdu. Doğum ve vefât târihleri bilinmemektedir. KabriNiğde'de Yenice Mahallesindedir.

Şeyh Muhammed Bahaeddîn-i Erzincânî'nin halîfelerindendir. Şeyh Cemâl-iHalvetî'nin akran ve dostlarındandır. Adına yazılan bir Menâkıbnâme'de; "Sâfî Sultan'dan el aldı dirler." şeklinde bir ifâdeye göre o zâttan da feyz aldığı anlaşılmaktadır. Anadolu'da meşhur ve çok sevilmesi yüzünden Karaman, Manisa, Mudurnu ve Niğde mevlevîhânelerinde makamları vardır. Ömrünün çoğunu Niğde'de geçiren Kemâl Ümmî hazretleri, rivâyete göre Bolu civârında da bulunmuştur. Pekçok insanı irşâd etmiştir, onlara Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını anlatıp, saâdete kavuşmalarına vesîle olmuştur.

KÂZERÛNÎ

Çin, Hindistan, İran ve Anadolu'da İslâmiyetin yayılmasında büyük hizmeti geçen âlim ve mücâhid velî. İsmi İbrâhim bin Şehriyâr'dır. Annesinin ismi Bânuveyh bin Mehdî'dir. Ebû İshak künyesiyle ve Kâzerûnî nisbesiyle meşhûr olmuştur. 963 (H.352) senesi Ramazân-ı şerîf ayında Şîrâz civârındaki Kâzerûn kasabasında doğdu. 1034 (H. 426) senesinde Kâzerûn'da vefât etti.Kabri oradadır.

29 Nisan 2010 Perşembe

EBU YÛSUF

(113/731-183/798)



Hanefî mezhebinin imamı Ebû Hanife'den sonra gelen büyük Hanefi fâkihi .

Adı Ya'kub b. İbrahim el-Ensârî'dir. Irak bölgesinin fâkihi kabul edilen Ya'kub 113/731 yılında Kûfe'de doğdu. Yûsuf adlı bir oğlu bulunduğu için Ebû Yûsuf (Yûsuf'un babası) lakabıyla meşhur oldu. Ailesi fakirdi ve Ebû Hanife'nin yardımıyla ilim tahsiline başladı.

Atâ b. es-Sâib, Muhammed b. İshâk b. Yesâr ve Leys b. Sa'd gibi büyük hadisçilerden hadis okudu ve "hadis hafızı'' oldu. Ebû İshâk eş-Şeybânî, Süleyman et-Temimî, Yahya b. Said el-A'meş gibi fâkihlerden ders dinledi. İbn Ebî Levlâ'nın önemli fıkhı problemlerde İmâm-ı Azam'ın ictihadlarına başvurduğunu görünce, ondan ayrılarak Ebû Hanife'nin derslerine devam etmeye başladı. Onun usûlünü benimseyerek "mutlak müçtehid" pâyesine ulaştı. Ebû Hanife onun için şöyle demiştir: "Hem baş kadılığa hem fetvâ makâmına lâyık iki talebem vardır. Bunlar Ebû Yûsuf ile Züfer'dir" (ibn Bezzâzı, Menâkıbu'l-imâmi'l-Âzam, II, 125). Ebû Hanife'nin derslerine onaltı yıl devam eden Ebû Yûsuf, bu arada Kûfe'ye gelen ünlü tarihçi Muhammed b. İshâk'tan İslâm Tarihi (Meğazî) okudu. Ebû Hanife'nin 150/767 yılında vefâtı üzerine Bağdad'a geldi. Halife Mehdî tarafından kadı tâyin edildi. Hâdi ve Harun er-Reşid devirlerinde de kadılık yaparak ilk defa "Kâdi Kudât (Kadılar kadısı-Baş kadı)" ünvânını aldı. Onaltı yıl kadılıktan sonra, 183/798 yılında vefâtı üzerine yerine oğlu Yûsuf kadı tâyin edildi (ez-Zehebî, Tezkiretü'l-Huffâz, Haydarabâd 1957, 1/292; İbn el-İmâd, Şezerâtü'z-Zeheb, 1/298, 300, 321; İbnü'n-Nedîm, el-Fihrist, s.295).

EBÛ TURÂB

Toprak babası -veya- sahibi" anlamında Hz. Ali'ye Rasûlullah (s.a.s.) tarafından verilmiş bir künye.

Hz. Ali (r.a.), bu künyeyi çok severdi; fakat, zamanla bu künyenin ona ait olduğu unutulduğundan veya yeni müslüman olanlar tarafından bilinmediğinden Emeviler döneminde bir zaman hutbelerde bu künye anılarak kendisine sövülürdü. İmâm-ı Müslim'in rivâyetine göre (Müslim, Fezâilü's-Sahâbe, 2409) Mervan'ın ailesinden Medine'ye vali tâyin olunan biri Sahâbe'den Sehl bin Sa'da gelerek, Hz. Ali'ye sövmesini ister. Hz. Sehl'in çekinmesi üzerine ise, "Allah, Ebû Turâb'a lânet etsin deyiver" der. Sehl Hazretleri ise, "Ali'nin Ebû Turâb kadar hoşlandığı hiçbir isim yoktu. Bu ismin verilmesine sebep olan hâdise ise şudur" diye cevap verir ve hâdiseyi şöyle anlatır:

EBÛ LEHEB

(?/2 - ?/624)



Hz. Peygamber'in amcası, aynı zamanda onun en şiddetli düşmanı.

Kureyş eşrafından ve Peygamber efendimizin amcası olan Ebû Leheb'in asıl adı, Abdüluzzâ b. Abdulmuttalib b. Hâşim'dir. Onun için "Alev babası" (yani cehennemlik) manasına gelen Ebû Leheb lâkabı müslümanlar tarafından kullanıldığı gibi Kur'an'da da geçmektedir.

Kendisi, Hz. Peygamber'e ve güçsüz müslümanlara eziyetler eder, karısı Ümmü Cemil binti Harb da Rasûlullah'ın geçeceği yollara dikenler atardı. Peygamber efendimiz, "Önce en yakın akrabanı uyar!" (eş-Şuarâ', 26/214) veya "Emrolunduğunu açık açık anlat!" (el-Hicr, 15/94) âyeti nâzil olunca Safâ tepesine çıkarak Mekkelileri uyarmıştı. Bu sırada Ebû Leheb yerden bir çakıl alarak Hz. Peygamber'e fırlatmış ve, "Kahrolasıca (tebben lek)! Bizi bunun için mi topladın?!" demişti. Bunun üzerine şu âyetleri ihtivâ eden Tebbet Sûresi nâzil oldu: "Ebû Leheb'in elleri kurusun, kendisi de kahrolsun! Malı ve kazandığı kendisine fayda vermedi. Yakında kendisi alevli ateşe atılacak. Karısı da boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu halde odun taşıyacaktır." (Tebbet, 111/ 1 vd.)

EBU HANİFE

(80/150 - 700/767)



İmam Âzam (büyük İmam) lâkabıyla bilinen, Ebû Hanife künyesiyle meşhur Numân b. Sâbit b. Zevta (Zûta) mutlak müctehid ve fıkıhta Hanefi mezhebinin imamı.

Ebû Hanife, Kûfe'de hicrî 80 yılında doğdu. Numân ve ailesinin Arap olmadığı kesindir; onun Farisi veya Türk olduğu şeklinde değişik görüşler vardır. Dedesi Zûta, Teym b. Sa'lebeoğulları kabilesinin âzatlısı olup, Hz. Ali zamanında Kâbil'den Kûfe'ye gelerek; orada yerleşti. Zûta'nın oğlu Sâbit de Kûfe'de ipek ve yün kumaş ticaretiyle uğraştı. İslâm'ın hâkim olduğu bir ortamda yetişen Numân b. Sâbit küçük yaşta Kur'ân-ı Kerîm'i hıfzetti. Kırâatı, yedi kurrâdan biri olarak tanınan İmam Âsım'dan aldığı rivâyet edilir (İbn Hacer Heytemî, Hayratu'l Hisan, 265) Numân gençliğini ticaretle geçirdikten sonra İmam Şa'bî (20/104)'nin tavsiye ve desteğiyle öğrenimine devam etti. Arapça, edebiyat, sarf ve nahiv, şiir öğrendi. Yetiştiği Kûfe şehri ve bütün Irak bölgesi müslim-gayrimüslim birçok düşüncenin, itikâdı fırkaların bulunduğu, itikadla ilgili ateşli tartışmaların yapıldığı rey ehlinin yerleştiği bir şehirdi. Dindar bir ailede yetişen Ebû Hanife'nin de bu itikâdı tartışmalara zaman zaman katıldığı kuvvetle muhtemeldir. Ebû Hanife, Şa'bî'nin kendisini ilme teşvikini şöyle anlatmaktadır: "Günün birinde Şa'bî'nin yanından geçiyordum. Beni çağırdı ve bana, 'Nereye devam ediyorsun?' dedi. Ben de, 'Çarşı pazara' dedim. O, 'Maksadım o değil, ulemâdan kimin dersine devam ediyorsun?' dedi. Ben, 'Hiçbirinin' diye cevap verince Şa'bî, 'İlmi ve ulemâ ile görüşmeyi sakın ihmal etme. Ben senin uyanık ve aktif bir genç olduğunu görüyorum' dedi. Onun bu sözü benim içimde iyi bir etki yaptı. Ticareti bıraktım, ilim yolunu tuttum. Allah'ın inâyetiyle Şa'bî'nin sözünün bana çok faydası oldu." Kendisinin de belirttiği gibi Şa'bî'nin bu tavsiyesi onun için bir dönüm noktası olmuştur. Bundan böyle ticaret işini ortağı Hafs b. Abdurrahman'a devredecek, ara-sıra dükkânına uğrayacak, asıl işi ilim meclislerine devam etmek olacaktır. O zaman Numan henüz yirmiiki yaşındadır (Muhammed Ebû Zehra, Ebû Hanife, Çev.: Osman Keskioğlu. İstanbul 1970. 43).

EBU DÂVUD

(202/817-275/888)



Kütüb-i Sitte adı verilen büyük hadis mecmuâlarının Buhâri ve Müslim'den sonra gelen Sünen'in müellifi olan büyük muhaddis.

"İmam", "Şeyhu's-Sünne", "Mukaddemu'l-Huffâz" ve "Muhaddisu'l-Basra" gibi ünvanlara sahip olan Ebû Dâvûd, 817'de Sicistan'da doğdu. Tam adı, Ebû Dâvûd Süleyman b. El-Eş'as b. İshak b. Beşir b. Şeddad b. Amr b. İmrân el-Ezdı es-Sicistânı'dir. Büyük dedelerinden İmrân, Sıffin'de Hz. Ali'nin yanında şehid düşmüştür. Oğlu Ebû Bekr Abdullah da meşhur bir muhaddistir.

EBU CEHÎL

(?/2 - ?/624)


İslâm'ın ilk döneminde Peygamber efendimizin en azılı düşmanı ve Kureyş'in ileri gelenlerinden biri.

Asıl adı Amr b. Hişâm el-Muğira olup önceleri Ebû'l-Hakem künyesiyle anılırken, müslümanlar tarafından Ebû Cehil (cehâlet babası) diye adlandırılmıştır. Mekke'deki Kureyş kabilesinin Mahzûmoğulları boyuna mensup olup Mekkeliler arasında büyük bir itibâra sahip idi.

EBRÂR

Özü, sözü doğru olanlar. Sâdıklar. İyiler. "Bârr" kelimesinin çoğuludur. Kelimenin aslı "berr" olup kara anlamındadır. "Birr"* sözcüğü buradan alınmış olup çok iyilik etmek anlamındadır (Rağıb el-İsfahânı, el-Müfredât fî Ğarîbi'l-Kur'ân, Beyrut (t.y), 40). Buna göre "bârr", çok iyilik eden; "ebrâr" da çok iyilik edenler, anlamındadır.

Ayrıca "birr" sözcüğünde "şuurlu ve delillere dayalı iyilik etme" anlamı mevcuttur. Bakara sûresinde şöyle buyurulmaktadır: "Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz birr (iyilik) değildir. Asıl birr o (kimsenin iyiliği)dir ki, Allah 'a, âhiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere inandı; Allah rızası için yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve boyunduruk altında bulunan (köle ve esir)lere mal verdi; namazı kıldı, zekâtı verdi. Antlaşma yaptıkları zaman antlaşmalarını yerine getirenler; sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabredenler, işte doğru olanlar onlardır, (Allah'ın azabından) korunanlar da onlardır" (el-Bakara, 2/177).

EBEDÎ

Sonu olmamak, daima var olmak. Bu ancak Allah'a mahsustur. Kelâm ilminde Allah'ın ebediliği, Bekâ sıfatıyla açıklanmaktadır. Kıdemi sâbit olanın ademi mümtenidir. Kıdemi zâtı ile kadîm olan zât, bâki ve ebedi olur. Allah Teâlâ bütün varlıklar üzerine mukaddem olup kendi vücudunun evveli ve âhiri yoktur. Herşey, bütün varlıklar biter, helâk olur, ancak Allah kalır. Bu, kelime-i tevhidde de ifade edilir: Ancak Allah vardır... O'nun varlığının önü, sonu yoktur. O'nun önceliğine başlangıç, sonluğuna sonluluk yoktur. "O Evvel'dir, Âhir'dir" (el-Hadid, 57/3) ve "Kâinattaki herşey fânidir, yalnız Rabbin bâkidir, ebedidir"(er-Rahman, 55/26-27; Tâhâ, 20/73).

Müminler için ebedi hayat cennettedir: "...onlar orada ebedî kalacaklardır" (el-Bakara, 2/25).

EBCED

Cümel, Cifr, Sayı sembolizmi.

Ebced veya Ebûced, Arap alfabesindeki harflerin kolaylıkla hatırda kalması için düzenlenen bir hârf dizisi ile bu harf dizisinin her birine tekabül eden bir rakam değeri sistemi ve diziyi oluşturan sekiz kelimenin ilkinin adıdır.

Harflerin her birine 1'den 1000'e kadar matematik değerler verilmiştir.

Bu sekiz temel kelime şöyledir: "Ebced, Hevvez, Huttiy, Kelemen, Se'fes, Karaşet, Sehaz, Dazığ".

EBÂN B. SAİD B. el-AS

İsmi; Ebân, Nesebi; Ebân b. Said b. el-Âs b. Ümeyye b. Abdişems b. Abdimenâf b. Kusay b. Kilâb b. Mürre b. Ka'b b. Lüeyy el-Kuraşî.

İslâm'dan önce Ebân'ın ailesi iki zümreye ayrılmış ve bu iki zümre arasında ihtilâf çıkmıştı. Ailesi İslâm'a karşı aşırı muhalif olanlardandı. Kardeşleri Halid ile Amr İslâm ile müşerref olmuşlardı. Ebân ise bunların müslüman olmalarından dolayı çok hiddetlendi (Üsdü'l-Ğâbe, I, 35). "Keşke Zaribe'de ölmüş olsa idim de, Amr ile Halid'in dine iftira ettiklerini görmeseydim" meâlinde bir şiir de söylemiş ve bu konudaki üzüntü ve kızgınlığını dile getirmişti.

EBABİL KUŞLARI

Kâbe'yi yıkmak üzere büyük bir orduyla gelen Yemen valisi Ebrehe'nin ordusuna saldıran kuşlar.

Ebâbil, Arapça'da "bölükler, sürü, sürüler" demektir. Kelime, Kur'ân-ı Kerim'de Fil sûresinin üçüncü âyetinde geçmektedir. Fil sûresinde olay şöyle anlatılmaktadır: "Görmedin mi Rabbin fil sahiplerine ne yaptı? Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı? Üstlerine sürü sürü kuşlar gönderdi. Onlara çamurdan sertleşmiş taşlar atıyorlardı. Nihâyet onları yenilmiş ekin yaprağı gibi yaptı." (el-Fil, 105/1-5).

Bu olay Hz. Peygamber'in doğduğu yıl olmuş ve orduda bulunan fil/fillerden dolayı Araplar arasında "Fil Vak'ası", geçtiği yıl ise "Fil Yılı" olarak meşhur olmuştur. Olay kaynaklarda şöyle zikredilmektedir:

KAYYÛM-İ ZAMAN

Hindistan evliyâsının büyüklerinden. Urvet-ül-Vüskâ Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî hazretlerinin büyük oğlu, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin de torunudur. İsmi Muhammed Sibgatullah'tır. Yüksek dedeleri İmâm-ı Rabbânî'nin sağlığında, 1624 (H.1033) senesinde Serhend şehrinde dünyâya geldi. Kayyûm-i Zaman ismiyle meşhûrdur. 1710 (H.1122) senesi Rebî'ul-âhir ayının dokuzunda Cumâ günü vefât etti.

Muhammed Sibgatullah doğduğu sırada, İmâm-ı Rabbânî, vaktin sultânı ile birlikte Hindistan'ın büyük şehirlerinden olanEcmîr'de bulunuyordu. İmâm-ı Ma'sûm da babalarını ziyâret maksadıylaEcmîr'e gitmişti. İmâm-ı Rabbânî ve İmâm-ı Ma'sûm, Ecmîr'den dönerken yolda bu oğullarının doğum haberi geldi. Her ikisi de bu habere çok sevindiler. Çünkü husûsî hâllerinin vârisi olacak cevher dünyâya gelmiş bulunuyordu.

KAYYÛM-İ CİHÂN MUHAMMED SEYFULLAH

Evliyânın meşhûrlarından. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin torunlarındandır. İsmi Muhammed, babasınınki Gulâm Muhammed Ma'sum'dur. 1743 (H.1156) senesinde doğdu.

Babası Gulâm Muhammed Ma'sûm-i Sânî, Kayyûm-i Cihan Muhammed'in doğmadan önce gördüğü rüyâyı şöyle anlatmıştır: Muhammed Seyfullah doğmadan bir gün önce, rüyâmda Peygamber efendimizi görüp, ziyâret etmekle şereflenmiştim. Resûlullah efendimiz bana müjde vererek şöyle buyurdu: "Yarın senin bir oğlun doğacak, görülmemiş bir evlâd ve Allahü teâlânın sevgili kullarından olacaktır. Dedelerinin; ecdâdının nisbetine vâris olacaktır. Âlemi nûrla dolduracak, onun gelişinin çok bereketli olacağını bil ve ismini benim ismimden koy." Kutbu'l-aktâb Gulâm Muhammed Ma'sûm hazretleri, bu rüyâyı gördükten sonra uyanıp, abdest aldı ve sabah namazını kılmak için dergâhına gitti. Namazdan sonra murâkabe hâlinde otururken, Kâbe'yi gördü ve çok mübârek bir oğlunun dünyâya geldiği müjdesini aldı. Müceddidiyye ve Ma'sûmiyye bahçesinin bu yeni fidânının kulağına ezân ve ikâmet okuduğu zaman, bu yeni doğmuş bebek, yanında bulunanların da hayretle görüp duydukları bir şekilde tekbir getirdi. İsmi konurken tekbir getirdiğini işitenler, babasına; "Onun tekbir getirdiğini işittik." dediler. Babası, ona hizmet etmelerini söyledikten sonra; "Bu çocuk asrının bir tanesi olacak, görülmemiş nâdir işler yapacak, onun irşâd nûrları âlemi dolduracak ve insanlar bahtiyâr olacak. Bizim hayatımız ona vesîle olmak içindir. İşte şimdi bu nâdir evlâd doğdu. Maksad hâsıl oldu." demiştir.

KÂSIM BİN MUHAMMED

Tâbiînin büyüklerinden, Medîne-i münevveredeki yedi büyük âlimden biri. İnsanları Hakk'a dâvet eden onlara doğru yolu gösterip, hakîkî saâdete kavuşturan ve kendilerine "silsile-i âliyye" denilen büyük âlim ve velîlerin üçüncüsüdür. Babası Muhammed, hazret-i Ebû Bekir'in oğludur. Annesi Sevde, Yezdücerd'in kızı olduğundan, İmâm-ı Zeynel-âbidin ile teyze çocuklarıdır.

Hazret-i Osman'ın hilâfeti zamânında 640 (H.19) senesinde doğdu. Başka târihlerde doğduğunu bildiren rivâyetler de vardır. Babası Mısır'da şehid edilip küçük yaşta yetim kalınca, halası ve Peygamberimizin mübârek hanımı hazret-i Âişe'nin yanında büyüdü.

KÂSIM ÇELEBİ

Büyük velîlerden. İsmi Kâsım Çelebi'dir. İstanbul'da doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. Babası Edirne kâdısı Muhammed Cemâlî Efendiydi. 1519 (H.926) târihinde İstanbul'da Baba Nakkaş semtinde vefât etti.

Kâsım Çelebi önceleri uzleti, insanlardan uzak yaşamayı seçip, yalnız başına tenhâ yerlerde, dağlarda dolaştı. Bir zaman; saray ağası, bir dergâh ve yanında bir câmi yaptırdı ve velî bir zât olan Çelebi Halîfe'den bir talebesini burada irşâd ile hak yolun bilgilerini yaymakla görevlendirmesini ricâ etti. Çelebi Halîfe de bu arzu üzerine bir talebesini gönderip tenhâ yerlerde Allah aşkı ile dolaşan Kâsım Çelebi'yi getirtti. Saçını traş ettirdi ve elbise giydirip, saray ağasının yaptırdığı dergâhta görevlendirdi.

KARABAŞ ALİ EFENDİ

Evliyânın büyüklerinden. İsmi Ali'dir. Alâaddîn Atvel veyâ Karabaş Ali Efendi olarak da bilinir. 1611 (H.1020) senesi Arapkir'de doğdu. 1685 (H.1097) senesi hac yolunda Mısır'a üç konak mesâfede Kal'a-i Nahl denilen yerde vefât etti. Burada Şeyh Muhammed Gazâvî hazretlerinin kabri yanına defnedildi.

Ali Efendi, Kastamonu vilâyetine hicret edip, burada Halvetî yolu büyüklerinden Şeyh Şâbân-ı Velî hazretlerine talebe oldu. Onun sohbetlerinde yetişip velîlik makamlarına yükseldi. Sonra İstanbul'a geldi ve Üsküdar'daki Mehmed Paşa Câmiinde vâz ve nasîhatlerde bulundu. 1674 senesinde VâlideAtik Dergâhı şeyhi oldu. Burada yıllarca ilim ve edep öğretti. Çok talebe yetiştirdi. Ünsî Hasan Efendi ve Muhammed Nasûhî Efendi, yetiştirdiği talebelerin önde gelenlerindendir.

KARA ŞEMS (Şemseddîn Ahmed Sivâsî)

Anadolu'da yetişen büyük velîlerden. Halvetiyye yolunun kolu olan Şemsiyye (Sivâsîyye) nin kurucusudur. Babasının ismi Ebü'l-Berekât Muhammed'dir. Asıl ismi Ahmed, künyesi Ebü's-Senâ, lakabı Şemseddîn'dir. Kara Şems diye şöhret bulmuştur. 1519 (H.926) senesinde Tokat'ın Zile ilçesinde doğdu. 1597 (H.1006) senesinde Sivas'ta vefât etti. Sivas'ta Meydan Câmii avlusunda medfûn olup, kabri ziyâret edilmektedir.

Türk-İslâm târihindeki meşhûr üç Şems'ten birisidir. Bunlardan birincisiMevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin hocası olanŞems-i Tebrîzî, ikincisi İstanbul'un fethinde Fâtih Sultan MehmedHanın yanında bulunan Akşemseddîn, üçüncüsü de Üçüncü Mehmed Han ile birlikte Eğri Seferine katılan Kara Şems'tir. Üçü de yüksek dereceler sâhibidirler.

KÂDI MUHAMMED ZÂHİD

Türkistan'da yetişen büyük velîlerden. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak saâdete kavuşmaları için çalışan ve Silsile-i aliyye adı verilen büyük âlim ve velîlerin on dokuzuncusudur. İsmi, Muhammed bin Burhâneddîn'dir. Annesi Silsile-i aliyye büyüklerinden Yâkûb-i Çerhî hazretlerinin kızıdır. Zâhid ve Kâdı lakaplarıyla ve Semerkandî nisbesiyle bilinir. Semerkantlı olup, doğum târihi bilinmemektedir. 1530 (H.936) senesinde Semerkand'a bağlı Hisar'ın Vahş köyünde vefât etti. Kabri oradadır.

Asîl ve ilim ehli bir âileye mensûb olan Muhammed Zâhid, küçük yaştan îtibâren ilim öğrendi.Temel dînî bilgileri öğrendikten sonra tasavvufa yöneldi. Nefsini ıslah edebilmek için çok gayretler sarf etti. Nefsin istediklerini yapmamak, istemediklerini yapmak sûretiyle Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaya çalıştı. 1478 veya 1480 senesinde büyük velî Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine talebe oldu.

KABÛLÎ MUSTAFA EFENDİ

Edirne velîlerinden ve Rufâî tarîkatı büyüklerinden. Doğum târihi bilinmemektedir. 1712 (H.1124) yılında Edirne'de vefât etti.

İlk tahsîli ve gençliğiyle ilgili bilgi bulunmamaktaysa da iyi bir tahsîl ve terbiye gördüğü anlaşılmaktadır. Edirne'de mahkeme başkâtibi olarak vazîfe yapmaktaydı. Devamlı velîlerin hayatlarını ve menkıbelerini okumakta ve hep onlar gibi olmaya gayret etmekteydi. Gönlü Allahü teâlânın sevgisi ile yanar, gece-gündüz ibâdetlerinde; "Yâ Rabbî! Beni evliyâdan eyle, senin velî kullarından olayım. Hiç olmazsa onlar gibi olayım." diye duâ ve niyâzda bulunurdu.

KA'B-ÜL-AHBÂR

Tâbiînin tanınmışlarından. Evliyânın büyüklerinden. Rivâyeti çok olan bir zâttır. Müslüman olmadan önce, yahûdî âlimlerinin büyüklerindendi. Künyesi Ebû İshak'tır. Resûlullah'ın zamânına yetişti. Ancak bu sırada müslüman olma nîmetine kavuşamadı. Bir rivâyete göre, İslâmiyetle şereflenmek üzere, Resûlullah'ın huzûruna çıkmak için hazırlanmıştı. Fakat Resûlullah'ın vefâtını ve bâzı Arapların irtidâdını (dinden çıkışlarını) duyunca geri döndü.

Hazret-i Ömer zamânında müslüman olduğu söylenir. Yemen'de doğdu. Hazret-i Ömer'in hilâfeti zamânında Medîne-i münevvereye geldi. Humus'ta yerleşti. Burada hazret-i Osman zamânında 652 (H.32) târihinde vefât etti. Vefâtı hakkında başka târihler de söylenmiştir.

KABAŞA

Köstendil velîlerinden. Doğum ve vefât târihleri bilinmemektedir. Aslen İştib kazasının bir köyündendir. Kabaşa diye meşhur olmuştur. Halîm, selîm, yumuşak huylu kerâmet sâhibi bir zâttı.

Gençliğinde gâyet cesur bir kimseydi. Bâzı kötü arkadaşlarla berâber olması sebebiyle bir müddet yol kesiciliğe heves edip gezip dolaşmış, sonra kendisinde bir hal meydana gelip bütün kötü işleri, sözleri ve hareketleri terk etmiş, köyündeki mallarını, çoluk-çocuğunu da bırakarak meczûbâne, mecnûnâne ve dîvâne bir halde dolaşmıştır. Çoğunlukla İştib, Kara Tuvâ ve Köstendil'de kalmıştır. Büyük küçük herkes kendisini severdi. Dâimâ sükût üzere olup, ağzında dili dâimâ bir şeyler okur gibi hareket ederdi. Fakat ne okuduğu anlaşılmazdı.

28 Nisan 2010 Çarşamba

En Hayırlı Kadın

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Ey Peygamber hanımları! Siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer (Allah'tan) korkuyorsanız, (yabancı erkeklere karşı) çekici bir eda ile konuşmayın; sonra kalbinde hastalık bulunan kimse ümide kapılır. Güzel söz söyleyin.” (Azhâb, 32)


Rasûlullah (sav) buyuruyor:

“(Âhiretin) en hayırlı kadını Meryem bint-i İmrân’dır. (Dünyânın) en hayırlı kadını ise Hatîce bint-i Huveylid’dir.” buyurmuştur. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 20; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 69)


Vefakârlık Resûl-i Ekrem (sav) Efendimiz’in en önde gelen özelliklerinden biriydi. Onun bu özelliği, ilk eşi ve çile yoldaşı Hz. Hatice’nin şahsında âdetâ billurlaşır. Zira Hz. Peygamber (sav), meleğin kendisine vahiy getirdiğini söylediği zaman, herkes ondan şüphelendi. Fakat Resûl-i Ekrem’i çok iyi tanıyan Hz. Hatice, hiç tereddüt etmeden ona imân etti. Malını mülkünü emrine verdi. Allah’ın Resûlü’nü bütün varlığıyla destekledi. Hayatlarının yirmi dört yılını birlikte yaşadıkları böyle bir hayat arkadaşını, öyle bir vefakâr elbette unutamazdı. İslâm’ın ilk günlerinde yaşadıkları sıkıntılar ve bu sıkıntılara birlikte göğüs germeleri unutulacak gibi değildi. İşte bu sebeple Nebiyy-i Muhterem Efendimiz onu her fırsatta anar, hâtırasını yâd ederdi.

Üstün Ahlak Sendedir

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Hiç şüphesiz senin için bitip tükenmeyen bir mükâfat vardır. Ve sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin.” (Kalem, 3, 4)


Rasûlullah (sav) buyuruyor:

“Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” (Muvatta’, Hüsnü’l-huluk, 8)


Rasûlullah (sav) buyuruyor:

“Âdem (as) cen­net­ten çı­ka­rıl­ma­sı­na se­bep olan zel­le­yi iş­le­di­ğin­de, ha­tâ­sı­nı an­la­yıp:

“-Yâ Rab­bî! Mu­ham­med hak­kı için Sen’den be­ni ba­ğış­la­ma­nı is­ti­yo­rum.” de­di.

Al­lâh Te­âlâ:

Kalplerdeki Kilitler

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Onlar Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli mi?” (Muhammed, 24)


Rasûlullah (sav) buyuruyor:

“Kur’an okuyunuz. Çünkü Kur’an, kıyamet gününde kendisini okuyanlara şefaatçi olarak gelecektir” (Müslim, Müsâfirîn 252. Ahmed İbni Hanbel, Müsned, V, 249, 251)


Bir Lahzacık Tefekkür

Gece gündüz çalışmak çabalamak ve bugünkünden çok farklı bir asır yaşamak kabildir. Kur'an-ı Kerim'de daha zuhur etmemiş yüzlerce cihan vardır. Bir kere onun ayetleri içinde kendini yak.

Ölmek, yaşamak, bunlar itibari şeylerdir. Sağır, namenin yakıcı ahengi, sesin lezzeti karşısında bir ölüdür. Bir kör, bir çeng karşısında mest olur. Sevinir fakat rengin karşısında mezara gömülmüş bir insandan başka bir şey değildir. Ruh Hakk ile diri ve bakidir.

Bugün Bir İyilik Yap Kendine

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Kim salih bir amel işlerse kendi lehine işlemiş olur. Kim de kötülük yaparsa kendi aleyhine yapmış olur. Sonra Rabbinize döndürüleceksiniz.” (Câsiye, 15)


Rasûlullah (sav) buyuruyor:

“Her yapılan iyilik sadaka sevâbı kazandırır. Kardeşini güler yüzle karşılamak bir iyilik olduğu gibi kendi kabından ihtiyacı olan bir şeyi kardeşinin kabına boşaltmak da bir iyilik olup sadaka sevâbı kazandırır.” (Müsned: 14182)


Ebû Zer Cündeb İbni Cünâde (ra) şöyle dedi:

Cennet Çiçekleri

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Biliniz ki, mallarınız ve çocuklarınız birer imtihan sebebidir ve büyük mükâfat Allah'ın katındadır.” (Enfâl, 28)


Allah Rasûlü (sav) Efendimiz, Hz. Fâtıma’nın evinde kaldığı bir gün, torunları olan Hasan ve Hüseyin efendilerimiz su istediler. Hz. Peygamber (sav), önce Hz. Hasan’a su verdi. Hz. Fâtıma (ranhâ), Efendimiz’in Hasan’ı daha çok sevdiği hükmüne vardı.

Efendimiz de buyurdu:

“–Hayır! İlk defa Hasan istedi.” buyurdular ve sonra da şöyle ilâve ettiler:

“–Bağış ve ihsanlarınızla çocuklarınıza müsâvî (eşit) muâmelede bulunun. Eğer ben birini üstün tutacak olsaydım, kızları üstün tutardım.” (İbn-i Hanbel, I, 101; İbn-i Hacer, el-Metalibu’l-Âliye, IV, 69; Heysemî, IV, 153)


Kalp Meyveleri

Namaz Dinin Şehâdetidir

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Namazı tam kılın, zekâtı hakkıyla verin, rükû edenlerle beraber rükû edin.” (Bakara, 43)


Rasûlullah (sav) buyuruyor:

“Cemaatle kılınan namaz, kişinin yalnız kıldığı namazdan yirmi yedi derece daha fazîletlidir.” (Buhârî, Ezân, 30)


Molla Fenârî, cemâate devam etmemesi sebebiyle Yıldırım Bâyezîd’in şehâdetini kabûl etmeme cesaretini rahatlıkla göstermiş ve sebebini hayretle soran Sultan’a da açık bir şekilde:

“–Sultanım! Sizi cemâatte göremiyorum. Hâlbuki sizler, bu milletin rehberleri olarak ilk safta yer almalısınız. Yâni sizin amel-i sâlih sahibi olmanız gerekir... Şâyet cemâate iştirâk etmezseniz, halka kötü örnek olursunuz ki, bu da şâhidliğinizin kabûlüne engeldir...” cevabını vermişti.

Dildeki Hançer

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir." (Hucurât, 12)


Rasûlullah (sav) buyuruyor:

“Mirac gecesinde, bakır tırnakları olan bir kavme uğradım. Bunlarla yüzlerini (ve göğüslerini) tırmalıyorlardı. Ey Cebrâil! Bunlar da kim?” diye sordum:

"Bunlar, dedi, insanların etlerini yiyenler ve ırzlarını (şereflerini) payimal edenlerdir." (Ebû Dâvud, Edeb 40, (4878, 4879))

Fetihlerin Anahtarı: Hudeybiye

Cenâb-ı Hak buyuruyor:


"Andolsun ki o ağacın altında sana biat ederlerken Allah, o müminlerden razı olmuştur. Kalplerinde olanı bilmiş, onlara güven duygusu vermiş ve onları pek yakın bir fetihle ödüllendirmiştir.” (Fetih, 18)


Rasûlullah (sav) buyuruyor:

"Cihad amellerin zirvesidir; kubbesidir" (Tirmizî, Fezâilu'l-cihâd 22)


Hz. Câbir (ra) anlatıyor:

Hepiniz Çobansınız

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Mallarını Allah yolunda harcayıp da arkasından başa kakmayan, fakirlerin gönlünü kırmayan kimseler var ya, onların Allah katında has mükâfatları vardır. Onlar için korku yoktur, üzüntü de çekmeyeceklerdir.” (Bakara, 262)


Rasûlullah (sav) buyuruyor:


“Hepiniz çobansınız; hepiniz güttüğünüz sürüden sorumlusunuz. Devlet reisi de bir çobandır ve sürüsünden sorumludur. Erkek, ailesinin çobanıdır ve sürüsünden sorumludur. Kadın, kocasının evinin çobanıdır ve sürüsünden sorumludur. Hizmetkâr, efendisinin malının çobanıdır; o da sürüsünden sorumludur. Netice itibariyle hepiniz çobansınız ve güttüğünüz sürüden sorumlusunuz.” (Buhârî, Cum’a 11, Tirmizî, Cihâd 27)

Bal Arısına Yapılan İlham

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Rabbin bal arısına: Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan kendine evler (kovanlar) edin. Sonra meyvelerin her birinden ye ve Rabbinin sana kolaylaştırdığı yaylım yollarına gir, diye ilham etti. Onların karınlarından renkleri çeşitli bir şerbet (bal) çıkar ki, onda insanlar için şifa vardır. Elbette bunda düşünen bir kavim için büyük bir ibret vardır.” (Nahl, 68, 69)


Hz. Âişe (ranha) anlatıyor:

"Rasûlullah (sav) helva ve balı severdi." (Tirmizî, Et'ime 29, (1832))

İMÂM-I RABBÂNÎ

Hindistan'da yetişen en büyük velî ve âlim. Âriflerin ışığı, velîlerin önderi, İslâmın bekçisi, müslümanların baştâcı, müceddid, müctehid ve İslâm âlimlerinin gözbebeğidir. İnsanların îtikâd, ibâdet ve ahlâk husûsunda doğruyu öğrenmelerini, öğrendikleri bu bilgiler ile amel etmelerini sağlayan, insanları Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmak için rehberlik eden ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen İslâm âlimlerinin yirmi üçüncüsüdür. İsmi, Ahmed bin Abdülehad bin Zeynel'âbidîn'dir. Lakabı Bedreddîn, künyesi Ebü'l-Berekât'dır. 1563 (H.971) senesinde Hindistan'ın Serhend (Sihrind) şehrinde doğdu. İmâm-ı Rabbânî ismiyle tanınmıştır. İmâm-ı Rabbânî, Rabbânî âlim demek olup, kendisine ilim ve hikmet verilmiş, ilmi ile amel eden, ilim ve amel bakımından eksiksiz ve kâmil, olgun âlim demektir. Hicrî ikinci bin yılının müceddidi (yenileyicisi) olmasından dolayı"Müceddîd-i elf-i sânî", ahkâm-ı İslâmiye ile tasavvufu birleştirmesi sebebiyle, "Sıla" ismi verilmiştir. Hazret-i Ömer'in soyundan olduğu için ,"Fârûkî" nesebiyle anılmış, Serhend şehrinden olduğu için de oraya nisbetle, "Serhendî" denilmiştir. Bütün bu vasıflarıyla birlikte ismi, İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî Şeyh Ahmed-i Fârûkî Serhendî'dir.

İSMÂİL HAKKI BURSEVÎ

Anadolu'da yetişen büyük velîlerden. Babası Mustafa Efendi, aslen İstanbulludur. Mustafa Efendi, 1650 (H.1061) senesinde İstanbul Esir Hanında çıkan büyük bir yangında evi ve eşyâsı yandığından maddî sıkıntıya düştü. İstanbul'u terk ederek Trakya'da bulunan Aydos kasabasına yerleşti. İsmâil Hakkı Bursevî, 1652 (H.1063) senesinde Pazartesi günü Aydos'ta doğdu.

İsmâil Hakkı Efendi üç yaşına girince, babası onu Celvetiyye yolunun büyüklerinden Seyyid Atpazarlı Osman Fadlî Efendiye götürdü. Osman Fadlî Efendi, elini öpen İsmâil Hakkı'ya; "Sen doğumundan beri, bizim hâlis talebemizsin." dedi. Yedi yaşında annesini kaybeden İsmâil Hakkı, on yaşına gelince, Osman Fadlî Efendinin Edirne'de bulunan ilk halîfesi Abdülbâkî Efendinin terbiyesi altına girdi. Abdülbâkî Efendinin yanında yedi sene kalan İsmâil Hakkı Efendi, ondan; sarf, nahiv, mantık, beyân, fıkıh, kelâm, tefsîr ve hadîs dersleri aldı. Fıkıhta Mültekâ, kelâmda Şerhi Akâid adlı eserleri okudu. Okuduğu bütün eserleri kendi el yazısı ile yazdı.

İZZEDDÎN TÜRKMÂNÎ

Büyük velîlerden. İsmi, Mahmûd bin Mevdûd bin Ahmed, künyesi Ebü'l-Hasan, lakabı İzzeddîn'dir. Soyu, Mısır hâkimi Aybek Türkmânî'ye ulaşır. Mısır'da doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1424 (H.828) senesinde Meraga'da vefât etti.Dergâhındaki bahçeye defnedildi.

İzzeddîn Türkmânî önceleri ticâretle uğraştığından çok kere Mekke-i mükerremeye gidip geldi. Bir dönüşünde kervanın yolunu harâmîler kesti. Kervandakileri esir alıp soydular. Bu kargaşalık esnâsındaHindli bir derviş korkusuz ve kaygısızca bir yere çıkıp bekledi. Soyguncular birçok kimseyi şehîd edip bâzılarını da yaraladılar. Lâkin bu dervişe bir şey yapamadılar. Bu sırada İzzeddîn Türkmânî bu hâli görünce kendi kendine söz verip; "Eğer sağ sâlim şehrime dönersem, bütün mal ve mülkümü fakirlere dağıtıp, hak yolun yolcularının arasına gireceğim. Dervişlerden olacağım" diye ahdetti. Hakîkaten baskın esnâsında bir fırsatını bulup kendini ve malını kurtardı. Selâmetle evine vardı. Ahdine vefâ olarak Şeyh Seyfeddîn Halvetî hazretlerine bağlanmak düşüncesiyle önce istihâre yaptı. Lâkin rüyâsındaAhî Mîrim hazretlerini gördü. Kendisini yetiştirecek büyüğün o olduğu bildirildi. Buna sevindi ve Herat şehrine doğru yola çıktı. Herat'a varıp Mîrim hazretlerinin sohbetine katıldı. Kısa zamanda icâzet, diploma alıp irşâda başladı. Orada dergâh ve mescid inşâ edip, oturdular. ŞehrinCâmi-i kebîrinde ders ve vâzla meşgûl oldu. Çok kerâmetleri görüldü.

İZMİRLİ OSMAN NÛRİ EFENDİ

On dokuzuncu asırda İzmir'de yetişen velîlerden. Doğum tarihi belli değildir. İzmir'de doğdu. On dokuzuncu asrın sonlarında yine aynı yerde vefât etti.

Küçük yaşta ilim öğrenmeye başlayanOsman Nûri Efendi, temel din bilgilerinin yanında, Kur'ân-ı kerîmi baştan sona ezberledi. İzmir ve Manisa'da, daha sonra İstanbul'da ilim sâhiplerinin derslerine devâm etti. Yüksek din ilimlerinde ve onlara yardımcı olan âlet ilimlerinde tahsîlini tamamlayarak, hocalarından icâzet, diploma aldı. Ayrıca Kur'ân-ı kerîmin yedi kırâat üzere okunuşunu öğrenip, buna dâir ilmi tahsîl etti. Memleketi olanİzmir'e gidip, Çorakkapı Câmiinde imâmlık yaptı. Güzel sesi ve kırâat üzerindeki engin bilgisi ile, sünnet-i şerîf üzere okuduğu Kur'ân-ı kerîmi dinlemek isteyen müslümanlar, akın akın Çorakkapı Câmiine koştular. Osman Nûrî Efendi de, beş vakit namazda müslümanlara güzel sesi ile Kur'ân-ı kerîm kırâat etti. İhlâsla okuduğu Kelâm-ı ilâhî, müslümanları coşturur, ilâhî aşka garkederdi.

İSMÂİL ŞİRVÂNÎ

Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin yetiştirdiği büyük velîlerden. Anadolu'da Bitlis'e bağlı Şirvân'dandır. İsmi İsmâil olup, nisbeti Şirvânî'dir. Doğum târihi tesbit edilememiştir. 1533 (H.940) senesinde Mekke-i mükerremede vefât etti. Vefâtının 1554 (H.961) senesi olduğu da rivâyet edilmiştir.

Celâleddîn-i Devânî gibi zamânın büyük âlimlerinden ilim öğrenerek yetişti. Sonra Herat'tan kalkarak Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerini ziyâret için Semerkand'a geldi. O sırada talebeleriyle sohbet etmekte olan Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri onlara; "Çok kabiliyetli biri geliyor." diyerek İsmâil Şirvânî'nin gelmekte olduğunu haber verdi. O zamanlar Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin hizmetinde İsmâil Kamerî ve İsmâil Şemsî hazretleri de bulunuyordu. Bu sebeple İsmâil Şirvânî'ye üçüncü İsmâil dediler. İsmâil Şirvânî meclise gelip hazır olduğu zaman Ubeydullah-ıAhrâr hazretlerinin önünde tâze üzüm vardı. Ona da yemesini emredince, bir salkım üzüm aldı. Oturduğu yere gittiği zaman şeyh hazretleri nazar edince, kendinden geçti. Üzüm salkımı elinden düştü. Uzun süre o halde kaldı. Kendine geldiğinde aradığını bulduğunu anladı. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin hizmet ve huzûrunda bulunarak kemâle geldi. O büyük zâtın sohbetlerinde bulunmakla ve bu yolda ilerlemek istidâdının fazlalığı sebebiyle, kısa zamanda yükselip üstün makamlara ve mânevî olgunluklara erişti. Hâce hazretlerinin talebelerinin en yükseklerinden, önde gelenlerinden oldu.

İMÂM EFENDİ

Harput'ta yetişen meşhur velîlerden. 1858 (H.1274)'de Erzurum'da doğdu. Kars'ta üçüncü tabur imâmlığı yapması sebebiyle İmâm Efendi lakabıyla tanındı. Asıl ismi, OsmanBedreddîn'dir. Babası Seyyid Selman Sükûtî'dir. Küçüklüğünde babasının eğitim ve terbiyesi altında kıymetli bir cevher ve edeb timsâli olarak yetişti.Dokuz yaşında Kur'ân-ı kerîmi ezberlemekle şereflendi. Sonra Erzurum medreselerinde; sarf, nahiv dersleri alarak Arabî öğrenmeye başladı. Kısa zamanda akranı arasında seçkin ve sevilen bir talebe oldu. Arabî'de âlet ilimlerini öğrendikten sonra; tefsîr, hadîs ve fıkıh gibi ilimlerde temel metinleri okudu. Hucurât sûresinin tefsîrini okuyunca, orada buyrulduğu üzere yaptığı amellerin bilmeyerek işleyeceği hatâlar sebebiyle silinmesinden, boşa gitmesinden korkarak çok az konuşmaya başladı. Bu sessizliği üzerine hocaları ve arkadaşları kendisine; "Sessizce Hâfız Osman Bedreddîn." dediler. Üstün hâlleri, kâbiliyeti ve meseleleri kavrayışı, etrâfındakilerin dikkatini çekiyor ve çok seviliyordu.

İMÂM-I A'ZAM EBÛ HANÎFE

Tâbiînden. İslâm âleminde Eshâb-ı kirâmdan sonra yetişen evliyânın ve âlimlerin en büyüklerinden. Ehl-i sünnetin reisi ve Hanefî mezhebinin kurucusudur. İsmi, Nûmân bin Sâbit bin Zûtâ'dır. Ebû Hanîfe künyesiyle ve İmâm-ı A'zam lakabıyla meşhûr olmuştur. Kûfe'de doğduğu için Kûfî nisbesiyle bilinir. 699 (H.80) senesinde Kûfe'de doğdu, 767 (H.150) senesinde Bağdât'ta vefât etti. KabriBağdât'ta olup, ziyâret yeridir.

Aslen İran'ın ileri gelenlerinden bir zâtın neslinden olan İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin dedesi Zûtâ müslüman olup, hazret-i Ali'ye ikrâmlarda bulundu. Onun sohbetinde bulundu. Babası Sâbit de hazret-iAli ile görüşüp sohbetinde bulundu.Hazret-i Ali Sâbit'e ve onun neslinden gelecek kimselere hayır duâda bulundu.

Asîl, ilim sâhibi, sâlih ve kıymetli bir zâtın oğlu olan İmâm-ı A'zam'ın çocukluğu doğum yeri olan Kûfe'de geçti. Âilesinden üstün bir terbiye alarak küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Arab lisanının sarf, nahiv, şiir ve edebiyâtını öğrenmeye başladı. Eshâb-ı kirâmdan Enes bin Mâlik, Abdullah bin Ebî Evfâ, Vâsıle bin Eskâ, Sehl bin Sâide ve Ebü't-Tufeyl Âmir bin Vâsile'yi (radıyallahü anhüm) görerek onların sohbetlerinde bulundu. Bu zâtlardan hadîs-i şerîf dinledi.

İDRİS-İ MUHTEFÎ

On altıncı ve on yedinci yüzyıllarda Anadolu'da yaşamış olan evliyâdan. Bayramiyye yolunun Melâmiyye koluna mensuptur. İsmi Ali'dir. Halk arasında Hacı Ali Bey diye bilinir. Terzilik mesleğiyle meşgûl olduğu için İdris, kendi hallerini ve yakınlarını insanlardan gizlediği için Muhtefî lakaplarıyla anılmıştır. Aslen Rumeli'deki Tırhala'dandır. Doğum târihi bilinmemektedir. 1615 (H.1024) senesinde İstanbul'da vefât etti. Kabri, Kasımpaşa'da Kulaksız Câmii karşısında Okmeydanı'nın Haliç Tersânesi'ne bakan kısmındadır.

Kânûnî Sultan Süleymân'ın vezîr-i âzamı olan Rüstem Paşanın terzibaşısının kardeşinin oğlu olan Ali Efendi, Tırhala'dan getirilerek amcasının yanında yetiştirildi. Rüstem Paşa, 1548'de İran Seferinden dönerken Ankara yakınlarına gelince, Bayramiyye yolu büyüklerinden Hüsâm Efendiyi berâberindekilerle birlikte ziyârete gitti. Sohbet esnâsında orada bulunanlarla tek tek tanışan Hüsâm Efendi, Terzibaşının yeğeni olan genç Ali Efendiye gelince onun ne işle meşgûl olduğunu sordu.

İBRÂHİM TENNÛRÎ

Anadolu'da yetişen büyük velîlerden. İsmi İbrâhim olup, Tennûrî diye meşhûr olmuştur. Sivaslı olduğu bilinen İbrâhim Tennûrî hazretlerinin, doğum târihi bilinmemektedir. 1482 (H.887) senesinde Kayseri'de vefât etti. Kabri Kayseri'dedir.

İlk tahsîlini memleketinde yaptıktan sonra Konya'ya giderek Molla SarıYâkûb'dan ilim tahsîl etti. Sarı Yâkûb'un ölümünden sonra 1438 yılı civârında Kayseri'ye gelerek Hunad Hâtun Medresesine müderris oldu. Kendisi Şâfiî mezhebinde olduğundan ve medresenin vakfiyesinde, gerek müderrisin ve gerekse talebelerin Hanefî mezhebinde olmaları şart koşulduğundan, bu medresenin müderrisliğinden ayrıldı.

İBRÂHİM ŞİRVÂNÎ

Evliyânın büyüklerinden. İsmi İbrâhim'dir. İran'daki Şirvân şehrinde doğdu. Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. Kendisine Hibetullah da denildi. Böyle denilmesi, babaları doksan yaşlarında ikenAllahü teâlânın ona bir evlâd ihsân etmesi sebebiyleydi. 1462 (H.867) târihinde hacca giderken Tebük'te vefât etti. Oraya defnedildi.

İbrâhim Şirvânî gençliğinde çeşitli sanatlarla uğraşırdı. Daha sonraları Sadreddîn hazretlerinin sohbetlerine katılıp ondan feyz aldı ve mânevî ilimlerde yükseldi.Hocası kendisine icâzet, diploma verip irşâda mezun kılınca, Sivas taraflarındaki ahâliye hak yolun bilgilerini anlattı. Dülkadiroğullarından Alâeddîn Bey çok hürmet ettiğinden, ona bir dergâh ve mescid yaptırdı.

İBRÂHİM HAYRÂNÎ

Anadolu'da yaşayan velîlerden. Eskişehir'e bağlı Mihalıccık kazâsının Narlı köyünde doğdu. Doğum târihi belli değildir. Babası, Muhammed Efendidir. Babasının yanında gerekli din bilgilerini öğrendikten sonra köyde imâm-hatiplik yapmaya başladı. İlim tahsîline devâm etmek için İstanbul'a gitti. Sultan Ahmed Medresesinde derslere devâm ederken Nakşibendiyye yolunun büyüklerinden Şeyh Vahy Efendinin sohbetlerinde bulundu. Bir gün Şeyh Vahy Efendi; "Oğlum İbrâhim! Bizim âhirete göçmemiz yaklaştı.Henüz bu yoldaki çalışmanız tamam olmadı. Bizden sonra Üsküdar Selîmiye Dergâhında Ali Behçet Efendiye mürâcaat edip, ondan bu yoldaki çalışmanızı tamamlayınız." buyurdu. İbrâhim Efendi, hocasının vefâtından sonra emre uyarak Ali Behçet Efendinin huzûruna vardığında; "Gel İbrâhim Efendi." diye iltifatta bulundu. Behçet Efendinin terbiyesi altına giren İbrâhim Efendi kısa zamanda kemâle geldi.

İBRÂHİM-İ HAVVÂS

Evliyânın büyüklerinden. İsmi, İbrâhim bin İsmâil el-Havvâs, künyesi Ebû İshak'tır. Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin talebelerinden olup, Ebû Câfer Huldî ve Sürvân-ı Kebîr'in hocasıdır. Yüksek makam ve kerâmetler sâhibiydi. Bağdâtlıdır. 903 (H.291) yılında Rey Câmiinde vefât etti. Gasl ve tekfînini Yûsuf bin el-Hüseyin yaptı. Havvâs, hurma yaprağından zenbil örücü demektir. Herkes tarafından medhedilmiş, kendisine tevekkül edenlerin reisi denilmiştir. Konuşmaları hep hikmet doluydu. Seferleri meşhurdur. DefâlarcaMekke'ye gitti. Sefere çıkacağı zaman ve başka zamanlarında, iğne, iplik, makas ve su kabını yanından eksik etmezdi.

Çağırılan bütün dâvetlere sünnet olduğu için gider. Fakat bir şey yemezdi. İnsanlara nasîhat ederdi. Dâvetten sonra hemen evine dönerdi. Evinde yenecek bir şey bulunmaz, bu sebeple ne yiyip, ne içtiği bilinmezdi.

İBRÂHİM GÜLŞENÎ

Evliyânın büyüklerinden. İsmi, İbrâhim bin Muhammed bin İbrâhim bin Şehâbeddîn bin Aydoğmuş bin Gündoğmuş bin Oğuz Atâ'dır. Lakabı Gülşenî olup, 1426 (H.830)da Âzerbaycan'da doğdu. 1534 (H.940) senesinde Mısır'da vefât etti.

Babası Emîr Muhammed, asîl bir Türk âilesindendir. Emîr Muhammed vefât ettiğinde İbrâhim'in yaşı küçüktü. Amcası SeyyidAli onun terbiyesi ve eğitimi ile meşgûl oldu. Değerli hocalara göndererek ilim tahsîline gayret etti. Çok zekî ve kâbiliyetli olan İbrâhim, kısa zamanda akranları arasında en ileri dereceye kavuştu. Tefsîr, hadîs ve fıkıh ilminde âlim oldu. Bilgisini daha da arttırmak için, o zamânın ilim, irfân merkezi olan Semerkand'a gitmek üzere yola çıktı. Yorucu yolculuklardan sonra Tebrîz'e ulaştı. Sultan Uzun Hasan'ın Kâdı'l-kudâtı Mevlânâ Hasan ile sohbet etti. Mevlânâ Hasan, İbrâhim'in âlim ve fazîletli biri olduğunu anlayınca, ona çok hürmet göstererek; "Tebriz'de kalırsanız, size maddî mânevî her türlü kolaylığı sağlar, hizmetinizi görmekle şerefleniriz." dedi.

İBRÂHİM EFENDİ (Mevlânâ Seyyid İbrâhim)

On beş ve on altıncı asırlarda Anadolu'da yetişen İslâm âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden. İsmi, Mevlânâ Seyyid İbrâhim bin Muhammed bin Hüseyin bin Ali el-Horasânî olup, Mevlânâ Seyyid İbrâhim adı ile tanınır. Ayrıca Emîr Efendi diye de bilinir. BabasıHorasan diyârının ileri gelenlerinden Sadrüddîn Muhammed isminde bir zât olup, Anadolu'ya gelerek, Amasya yakınında bulunan Yenice ismindeki köyde yerleşmişti. O köyde bulunan büyük bir zâviyede talebe okuturdu. İbrâhim Efendi bu köyde dünyâya geldi.Doğum târihi bilinmemektedir.

İBRÂHİM EFENDİ (Aşçı Dede)

Erzincan velîlerinden. İsmi İbrâhim bin Halil bin Muhammed Ali Bey'dir. 1828 (H.1244) senesinde İstanbul'da Kandilli'de doğdu. Bir hac seferinde Medîne'de vefât ettiği ve orada defnedildiği nakledilmiştir. Babası Muhammed Ali Ağadır. Dedesi Kastamonulu Uzun Halil Ağa demekle meşhûr bir zât olup, yeniçeri devrinde Anadolu Hisarında köy ağası gibi hatırı sayılır bir ağa idi. Babası beş yaşında iken yetim kalmış, amcasının yanında büyümüştür. Annesi Çerkeşoğulları denilen bir âileden HasanAğanın kızı Behiye Hanımdır. İbrâhim Efendiden önce bir kız çocukları doğmuş ve küçük yaşta vefât etmiştir.

Babası yeniçeri başçavuşu olup, Rusya muhârebesinde iken İbrâhim Efendi doğmuş, babasına müjdelenmiştir. İbrâhim Efendi belli bir tahsilden sonra tasavvufta Mevleviyye yoluna girdi. Bir müddet bu yolda ilerlemek için çalıştı. Daha sonaErzincan'a gidip Hacı Fehmi Erzincânî hazretlerini tanıyıp ona talebe oldu. Onun sohbetlerinde kemâle erdi. Mükemmel bir medrese tahsîli gördü. Askeriyede rûznâmeci olarak vazîfe yaptı.

İBRÂHİM BİN EDHEM

Dünyayı yamamak için parçalarız dini biz;
Sonra ne din kalır elde, ne yama diktiğimiz


Tâbiînin meşhûr âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden. 714 (H.96) te Belh şehrinde doğup, 779 (H.162)da Şam'da vefât etti. İsmi, İbrâhim bin Edhem bin Mansûr, künyesi Ebû İshâk'tır. Nesebi hazret-i Ömer'e dayanır. Fudayl bin İyâd, İmrân bin Mûsâ bin Zeyd Râi ve Şeyh Mansûr Selâmi'nin sohbetinde bulunup, VeyselKarânî hazretlerinin rûhâniyetinden istifâde etmiştir.

Bağdât, Şâm veHicaz'da meşhûr oldu.Üç kıtanın âlimlerinin çoğundan ilim öğrendi. İmâm-ı A'zam hazretlerinin sohbetleriyle olgunlaştı. Dinde fakih ve müctehid oldu. Rumlarla yapılan cihadlara katıldı. Arap lisânını çok fasîh konuşurdu.

İBRÂHİM DESÛKÎ

Mısır'da yetişen büyük velîlerden. İsmi, İbrâhim bin Ebü'l-Mecîd, lakabı Burhâneddîn'dir. Seyyiddir. 1235 (H.633) senesinde Mısır'da Nil Nehri batısında Desûk köyünde doğdu. 1277 (H.676) târihinde vefât etti.

Seyyid İbrâhim Desûkî doğduktan bir gün sonraydı. Halk, o gün Ramazân-ı şerîf olup olmadığı husûsunda tereddüde düştü. Hilâlin görünüp görünmediği husûsunda, Muhammed bin Hârûn hazretlerine gidildi. O da keşf yoluyla SeyyidBurhâneddîn'in doğduğunu anlayıp, gelenlere; "Dün gece mübârek bir çocuk dünyâya geldi. Gidin, onun süt emip emmediğine bakın." buyurdu. Annesi, evliyânın büyüklerinden Ebü'l-Feth Vâsıtî'nin kızı Seyyide Fâtıma Hanıma sorulduğunda, çocuğu için; "Bugün fecr vaktinden beri hiç emmedi." dedi. Durum Muhammed bin Hârûn'a bildirildiğinde; "Seyyide Fâtıma Hanım üzülmesin. Akşam olunca çocuğu emer. Ramazân-ı şerîfin birinci günü olduğu için emmemiştir." buyurdu. Böylece Ramazana girildiği anlaşıldı.

İBRÂHİM BİN ALİ EL-A'ZEB

Evliyânın büyüklerinden ve Hanbelî mezhebi fıkıh âlimlerinden. Künyesi Ebû İshâk ve Ebû Muhammed olup, lakabı Şemsüddîn'dir. 1162 (H.557) senesinde doğdu. 1213 (H.610) senesinde Ümm-i Ubeyde köyünde vefât etti. Baba ve dedesinin bulunduğu türbeye defnedildi.

İbrâhim bin Ali doğunca, babası ona Abdurrahmân ismini koydu. Babası, o gece rüyâsında Resûlullah efendimizi gördü. Resûl-i ekrem, oğluna İbrâhim adını koymasını ve künyesinin de, Ebû Muhammed olmasını emretti. O da bu emri hemen yerine getirdi.

İBN-İ VEFÂ (Ali bin Muhammed)

Evliyânın meşhûrlarından. İsmiAli, babasınınki Muhammed'dir. Nisbeleri El-Kuraşî, El-Ensârî olup, künyesi Ebü'l-Hasan'dır. İbn-i Vefâ ismiyle meşhûr olmuştur. Tefsîr, fıkıh, tasavvuf ve edebiyât ilimlerinde âlim olup, velî bir zâttı. 1358 (H.759) senesinde Kâhire'de doğdu. 1404 (H.807) de Ravda'da vefât etti.

İbn-i Vefâ daha küçük yaşta babasını kaybetti. Babası vefât etmeden önce, oğlu İbn-i Vefâ'yı ve diğer oğlu Ahmed'i, dostlarından sâlih bir zât olan Şemseddîn Muhammed Zeyle'î'ye bıraktı. Bu zât, İbn-i Vefâ'yı ve kardeşini büyütüp, terbiye etti. Fıkıh ilmi öğrenmelerini sağladı. İki kardeş, en iyi şekilde tahsîl görüp, güzel ahlâklı yetiştiler.

İBN-İ ÜSTÂD-ÜL-A'ZAM

Yemen'in meşhûr velîlerinden. İsmi Abdullah bin Alevî ibni Üstad-ül-A'zam olup seyyiddir. 1240 (H.638) senesinde doğdu. 1330 (H.731)'da vefât etti.

Babasından ve dedesi Üstaz-ül-A'zam'dan ilim, edep ve İslâm ahlâkını öğrendi. Ayrıca zamânının meşhûr âlimlerinden de ilim tahsil etti. Fıkıh ilmini Ahmed bin Abdurrahmân bin Alevî'den, Şeyh-i kebîr Abdullah bin İbrâhimBakşîr'den öğrendi. Tefsîr, hadîs, fıkıh ve tasavvuf ilimlerini bilhassa babasından ve zamanının seçkin âlimlerinden olan dedesinden gördü. Bu ilimlerde iyice yetişip icâzet aldı. İlimde yüksek derecelere ulaştı. Tasavvufta da kemâle erip fazîletli bir zât oldu. İlim ve fazîlette zamânının en meşhûr âlimiydi. Bulunduğu memleketin her yerinde tanındı.

İBN-İ SEMMÂK

Evliyânın büyüklerinden. İsmi Muhammed bin Sabih, künyesi Ebü'l-Abbâs'tır. İbn-i Semmâk lakabı ile meşhur oldu. Kûfelidir. Doğum târihi bilinmemektedir. 799 (H.183) senesi Kûfe'de vefât etti.

İbn-i Semmâk, zamânının önde gelen âlimlerinden ilim ve edeb öğrendi. Hişam bin Urve, A'meş ve başkalarından hadîs dinledi ve bu ilimde mütehassıs oldu. Ahmed bin Hanbel hazretleri kendisinden hadîs rivâyetinde bulundu. Ma'rûf-u Kerhî hazretleri talebelerinin önde gelenlerindendir.

İbn-i Semmâk hazretleri bir ara Bağdât'a gelip Halîfe Hârûn Reşîd ile görüştü ve ona nasîhatlarda bulundu. Bir gün; "Ey müminlerin emîri! Senin Allahü teâlânın huzûrunda bir yerin vardır. Ancak ilâhî huzurda duruşun bittikten sonra Cennet'e veya Cehennem'e gideceksin. Acaba senin yerin hangisi olacak?" buyurdu. Hârûn Reşîd bu sözleri duyunca kendini tutamayıp ağlamaya başladı.

İBN-İ NÜCEYD

Onuncu yüzyılda yaşamış büyük velîlerden. İsmi İsmâil bin Nüceyd bin Ahmed bin Yûsuf es-Sülemî. Künyesi Ebû Amr'dır. Ebû Abdurrahmân es-Sülemî'nin dedesidir. İbn-i Nüceyd diye meşhûr olmuştur. Doğum târihi belli değildir. Nişâburludur. 976 (H.366) senesinde Mekke-i mükerremede vefât etti.

Nişâbur'da doğup yaşayanEbû Amr bin Nüceyd, küçük yaştan îtibâren âlimlerin ve velîlerin ilim meclislerinde ve sohbetlerinde bulundu. Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerini görüp feyz aldı ve sohbetlerinden istifâde etti. Ebû Osman el-Hîrî hazretlerine talebe olup, hizmet ve sohbetinde bulundu. Bir ara Ebû Osman el-Hîrî'nin sohbetlerinden uzaklaştı. Bu hâli kendisi şöyle anlattı:

İBN-İ MUHAYRIZ

Tâbiînden, meşhur hadîs âlimi ve veli. Künyesi Ebû Muhayrız el-Mekkî'dir. Doğum tarihi bilinmemektedir. 717 (H.99) senesinde vefat etti. Kudüs'te yaşamış olup, zamânında Şam âlimi olarak meşhûr olmuştur. Ebû Mahzûre'den, Saîd-ül-Hudrî'den, hazret-i Muâviye'den, Ubâde bin Sâmit'ten, Abdullah bin Sa'dî'den ve daha birçok âlimlerden hadîs-i şerîf dinleyip, rivâyet etmiştir. Rivâyetleri Kutüb-i-Sitte denilen meşhur hadîs kitaplarında yer almıştır.

Abdullah bin Muhayrız'dan; Abdülmelik bin Ebî Mahzûre, Abdülaziz binAbdülmelik, Muhammed bin Yahyâ, Mekhül eş-Şâmî, Büsr bin Abdullah Hadramî, Hâlid bin Düreyk, Ebû Bekr bin Hafs ve diğer hadîs âlimleri hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir. İmâm-ı Evzâî selef içinde onu beş meşhur âlimden biri saymış faziletini zikretmiştir. Recâ bin Hayve, Medîneliler İbn-i Ömer'in ilimdeki yüksek derecesi ile iftihar ederlerdi. Biz de, Şam'da İbn-i Muhayrız ile iftihar ederdik demiştir.

İBN-İ KAVVÂM

Evliyânın büyüklerinden ve Şafiî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi, Ebû Bekr bin Kavvâm bin Ali'dir. 1188 (H.584) senesinde Meşhed-i Sıffîn'de doğdu. Limni şehrine giderek orada ilim öğrendi. İbn-i Kavvâm ismiyle meşhûr oldu. İbn-i Kavvâm, âlim, zâhid, güzel ahlâklı, edepli, verâ, takvâ, tevâzu ve hayâ sâhibi bir zâttı. 1259 (H.658) senesi Receb ayının altısına rastlıyan Pazartesi günü, Haleb'e yakın olan Alem köyünde vefât etti. O köye defnedildi. Vasıyeti gereği, on iki sene sonra Şam'da Kâsiyûn Dağındaki kabristana nakledilip oraya defnedildi. Kabri ziyâret mahallidir. Torunu Muhammed bin Ömer, İbn-i Kavvâm'ın kerâmetlerini anlatan bir kitap yazdı.

İBN-İ HAFÎF

Büyük velîlerden. İsmi Muhammed bin Hafîf eş-Şîrâzî, künyesi Ebû Abdullah, lakabı İbn-i Hafîf'dir. Babası sultan idi. 889 (H.276) senesinde Şîrâz'da doğdu. 981 (H.371)'de Şîrâz'da vefât etti. Zâhir ve bâtın ilminde zamânının en meşhûr âlimi ve büyük velîsi idi. Hakîkatlara dâir geniş bilgiye sâhipti ve büyük bir ifâde gücü vardı. İbn-i Hafîf, Ebû Tâlib Hazrec-i Bağdâdî'nin talebesiydi. Kettânî, Yûsuf bin Hüseyin er-Râzî, Ebü'l-Hüseyin Müzeyyen, Ebû Amr Dımeşkî, Hallâc-ı Mansûr, Cüneyd-i Bağdâdî ve birçok âlimin sohbetlerinde bulunmuş, onlardan ilim öğrenmiştir. Kelâm ilmini İmâm-ı Eş'arî'den öğrenen İbn-i Hafîf, Şâfiî mezhebindeydi.

Kendisinden ise, Ebü'l-Fadl Muhammed bin Câfer el-Husâî, Hüseyin bin Hâfız Endülüsî, Muhammed bin Abdullah Bakuya, Ebû Bekr Bâkıllânî ve daha birçok âlim hadîs-i şerîf rivâyet edip, ilim öğrenmiştir.

İBN-İ FÂRİD

Mısır'da yetişen büyük velîlerden. İsmi, Ömer, babasınınki Ali'dir. Künyesi Ebû Hafs olup, Sultân-ül-âşikîn (âşıkların sultânı) ve Şerefüddîn lakabları vardır. İbn-i Fârid diye meşhur oldu. Resûlullah efendimizin süt annesi Halîme'nin mensup olduğu Benî-Sa'd kabîlesine mensuptur. 1180 (H.576) senesinde Mısır'da doğup, 1238 (H.636) senesinde yine burada vefât etti. Mısır'da Karâfe denilen yere defnedildi.

İbn-i Fârid, aslen Sûriye'nin Hama şehrindendir. Babası, buradan Mısır'a gelip yerleşmiştir. İbn-i Fârid'in babası, devlet kademelerinde, haksızlığa uğrayanların haklarını kazanmalarında yardımcı olduğu için kendisine Fârid denmiştir. Daha sonra, kâdılık işi ile meşgûl olmuştur. Fârid âilesi, ilim yanında, haramlardan ve şüphelilerden sakınma hususunda örnek olmaları ile tanınır. Bu âilenin mensupları dînin emir ve yasaklarına uymakta ziyâdesiyle gayret gösterirlerdi. İbn-i Fârid, böyle bir âilede yetişti. Biraz büyüyünce, Şâfiî fıkhı ile meşgûl oldu. İbn-i Asâkir'den hadîs-i şerîf ilmini aldı. Büyük hadîs âlimi Münzirî ve başkaları kendisinden hadîs-i şerîf rivayet etti. Sonra tasavvuf yoluna ve yalnızlığa meyletti. Dünyâ sevgisinden ve bağlarından sıyrılmaya çalıştı. Babasından izin alır, Mukattam Dağı taraflarına, vâdilere, Kâhire'deki Karafe harâbelerindeki terk edilmiş bir vaziyette bulunan mescidlerden birine gider, bir müddet oralarda kalırdı. Babasının hakkına riâyet edip gönlünü almak için, günde bir-iki kere yanına giderdi.

İBN-İ CEVZÎ

Tefsîr, hadîs, târih ve Hanbelî mezhebi fıkıh âlimi, büyük velî. Künyesi, Ebü'l-Ferec; ismi, Abdurrahmân; babasınınki Ali'dir. Nesebi hazret-i Ebû Bekr'e ulaşır. Ebü'l-Ferec, büyük dedesi Câfer-ül-Cevzî'ye âit "El-Cevzî" lakabından dolayı, "İbn-i Cevzî" diye meşhûr oldu. El-Kuraşî, Et-Teymî, El-Bekrî, El-Bağdâdî nisbeti de kendisine isnâd olunan sıfatlardandır.

İbn-i Cevzî'yi, İbn-i Teymiyye'nin talebesi olan İbn-i Kayyim el-Cevziyye ile karıştırmamalıdır. İbn-i Kayyim 1292-1350 (H.691-751) târihleri arasında yaşamıştır. Aralarında bir buçuk asırlık bir zaman farkı vardır. Ayrıca îtikâd ve fikrî bakımdan farklı şahsiyetlerdir. Ebü'l-Ferec Ehl-i sünnet, diğeri ise aşırı görüşleri dolayısıyla Ehl-i sünnetin başına ciddî gâileler açmış bid'at ehli biridir.

İbn-i Cevzî hazretlerinin doğum tarihi ihtilaflıdır. Kendisi bir yazısında şöyle demektedir: "Doğum tarihimi araştırmadım. Ancak, babam 1120 (H.514) senesinde vefât etmişti. Annem, babamın vefâtında benim üç yaşlarında olduğumu söyledi." Bu açıklamayla İbn-i Cevzî'nin doğumu 1117 (H.511) senesi olmaktadır.

İBN-İ AYDERÛSÎ

Hicaz'da yetişen büyük velîlerden. İsmiMuhammed bin Ali bin Abdullah'tır. Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) neslinden yâni seyyiddir. Meşhûr âlim ve evliyâlar âilesi olan Ayderûsî âilesine mensub olduğu için, İbn-i Ayderûsî diye şöhret bulmuştur. Mekke-i mükerremede doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1655 (H.1066) senesinde Mekke-i mükerremede vefât etti. Kabri, babasının kabrinin yanındadır.

Ömrü Mekke-i mükerremede geçen İbn-i Ayderûsî, küçük yaşta ilim tahsîline başladı ve Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Büyük âlim ve velî bir zât olan babasının sohbetlerinde bulundu. Babasından çok istifâde etti. Zamânının diğer âlimlerinden ilim öğrendi. Şeyh Abdülazîz Zemzemî ve Şeyh Abdülkâdir Taberî'den fıkıh ilmini tahsîl etti.Zamânındaki velîlerin sohbetlerinde bulunup, tasavvuf yolunda ilerledi. İlimde ve fazîlette devrinin ileri gelen âlimlerinden ve evliyâsından oldu. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatıp onların dünyâ ve âhirette saâdete, kurtuluşa ermeleri için çalıştı. Uzun müddet Minâ'da ikâmet etti. Zamânın devlet adamlarıyla görüşüp onlara emr-i bil-mârûf ve nehy-i ani'l-münker vazîfesinde bulundu. Gerek devlet adamları, gerekse diğer insanlardan, saygı ve iltifât gördü. Onun ilim meclislerinde ve sohbetlerinde pekçok âlim ve velî yetişti.

İBN-İ ATÂULLAH

Evliyânın büyüklerinden. İsmi Ahmed bin Muhammed'dir. İbn-i Atâullah İskenderî, Tâcüddîn-i İskenderî adlarıyla meşhûr olmuştur. Mâlikî mezhebi âlimlerinin ve Şâzilî tarîkatının büyüklerindendir. 1309 (H. 709) senesinde Mısır'da vefât etti. Kabri, Karâfe Kabristanındadır.

İbn-i Atâullah hazretleri, Ebü'l-Abbâs-ı Mürsî ile Yâkût-i Arşî'den ilim öğrenip feyz ve bereketlerinden istifâde etti. Tasavvufta Ebü'l-Abbâs Mürsî hazretlerinin sohbetlerinde kemâle erdi. Tefsîr, hadîs, fıkıh, nahiv, usûl ve benzeri ilimlerde söz sâhibi olan âlimlerden oldu. Kâhire'de yerleşerek, insanların doğru yola gelmesine, Cehennem'den kurtulmasına vesîle olmak için çok çalıştı. Allahü teâlânın emirlerini bildirmek ve yasaklarından sakındırmak için, insanlara devamlı vâz ve nasîhat ederdi. Zamânını, öğrendiği bütün zâhirî ilimleri ve Allahü teâlâyı tanımak için lüzumlu olan mârifet bilgilerini insanlara öğretmekle geçirirdi.

İBN-İ ATÂ

Evliyânın büyüklerinden. İsmi Ahmed bin Muhammed bin Sehl bin Atâ, künyesi Ebü'l-Abbâs'tır. Aslen Bağdatlıdır. İbn-i Atâ, zamânın büyük âlimlerinden ilim öğrenmiş ve hadîs-i şerîf dinlemiştir. Vaktini, ilim öğrenmek ve öğretmekle, ibâdet ve Kur'ân-ı kerîm okumakla geçiren İbn-i Atâ, 923 (H.311) veya 931 (H.319) yılında vefât etti.

İbn-i Atâ, Yûsuf bin Mûsâ el-Kattân, Fadl bin Ziyâd, Cüneyd-i Bağdâdî, İbrâhim Mâristânî ve daha birçok âlimden ilim öğrenmiş, hadîs-i şerîf dinlemiştir. Kendisinden ise, Muhammed bin Ali bin Atabiş en-Nâkid, İbn-i Hafîf ve daha birçok âlim ilim öğrenmiş, hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir.

İbn-i Atâ için, Ebû Saîd Harrâz: "Tasavvuf, güzel ahlâktır. Ben bunun ehli olarak, Cüneyd-i Bağdâdî ve İbn-i Atâ'dan başkasını görmedim." Ebü'l-Hüseyin Muhammed bin Îsâ bin Hâkan "O, gece ve gündüz iki saat uyurdu." Abdullah bin Muhammed es-Seczî ise; "Ben evliyâ arasında ondan daha idrâk ve anlayış sâhibi birini görmedim." demiştir.

İBN-İ ÂRİF

Endülüs evliyâsının büyüklerinden. Kırâat ve Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi. İsmi Ahmed bin Muhammed, künyesi Ebü'l-Abbas'dır. Mağrib'den gelip Endülüs'e yerleşen Berberîlerden Senhâce kabîlesine mensûb olduğu içinSenhâcî, Meriyye şehrine yerleştiği için Meriyyî veEndülüsî diye de meşhûr olmuştur. 1088 (H.481) senesinde doğdu. 1142 (H.536) senesinde Merrakeş'te vefât etti. Kabri oradadır.

Küçük yaşta Kur'ân ilimlerini öğrenmeye başlayan İbn-i Ârif; Mevla-i Mu'tasım Ebû Hâlid Yezîd, Ebû Bekr Ömer bin Ahmed, Ebû Muhammed Karvî, Ebü'l-Kâsım Arabî, Kâdı İyâd ve daha birçok âlimin ilminden istifâde etti. Kâdı İyâd ve İbn-i Beşküvâl'le mektuplaştı. Değişik ilimlerde söz sâhibi oldu.Bilhassa kırâat ilmine karşı ayrı bir arzu ve isteği vardı. Yedi kırâat imâmının kırâatlarını, rivâyet ve tuttukları yollarını, aralarındaki farklılıkları ve okunuş şekillerini çok iyi bilirdi. Kırâat râvîlerinin bütün husûsiyetlerine hakkıyla vâkıf oldu. Mâlikî mezhebî fıkıh bilgilerinde ve târih ilminde husûsî ihtisas sâhibiydi. Zamânındaki velîlerin sohbetlerinde bulunarak tasavvuf yolunda ilerledi.

İBN-İ ÂBİDÎN

Şam'da yetişen âlimlerin en büyüklerinden, velî. Osmanlıların en meşhûr fıkıh âlimlerinden olan İbn-i Âbidîn'in ismi, Seyyid Muhammed Emîn bin Ömer bin Abdülazîz'dir. 1784 (H.1198) senesinde Şam'da doğdu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin sohbeti ile şereflenerek kemâle geldi.

İbn-i Âbidîn, küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Bir müddet babası ile birlikte ticâretle meşgûl oldu. Bu sırada bir taraftan da Kur'ân-ı kerîmi okumaya devâm ediyordu. Bir gün dükkânlarının önünde Kur'ân-ı kerîm okurken, oradan geçen biri; "Burada bu şekilde Kur'ân-ı kerîm okuman uygun değildir. Hem okumanı düzelt." dedi. Bunun üzerine babasından izin alarak, o zaman Şam'daki meşhûr kırâat âlimlerinden Şeyh-ül-Kurrâ Saîd-ül-Hamevî'ye gitti. Ondan tecvîd ilmine dâir Meydâniyye, Cezeriyye ve Şâtibiyye kitaplarını okudu ve ezberledi. Kur'ân-ı kerîmin doğru ve tam okunmasını bildiren kırâat ilmini iyice öğrendikten sonra, sarf, nahiv ve Şâfiî fıkhını öğrendi.

27 Nisan 2010 Salı

FETRETU'L-VAHİY

Vahyin kesildiği dönem, iki peygamber arasındaki zaman dilimi. Fetret zamanı vahy ve semâvî hükümlerin kesintiye uğrayıp sükun bulduğu zamandır. Bununla Peygamber Efendimiz ile Hz. İsa arasındaki zamanın kasdedildiği görüşü daha çok yaygındır. O hâlde fetret zamanı insanları iki peygamber arasında yaşamış olup, önceki peygamber kendilerine gönderilmemiş, sonradan gelen peygambere de kendileri yetişememiş kimselerdir.

Hz. Musa ile Hz. İsa'nın peygamberlik dönemi arasında kalan İsrailoğulları ve Hz. İsmail ile Peygamberimiz (s.a.s.) arasında yaşayan Araplar fetret döneminde yaşamış kimseler kabul edilirler. Çünkü Hz. İsmail'den sonra Peygamberimize kadar Hicaz bölgesinde yaşayan Araplara başka bir peygamber gönderilmemiştir. İsrailoğullarına gönderilen peygamberler zamanında da yine Araplar fetret dönemi insanı olarak kabul edilir. Zira İsrailoğullarının peygamberleri onları Allah'a davet etmemiş veya başka bir tabirler onlara gönderilmemişti.

FETİH SURESİ

Kur'an-ı Kerîm'in kırksekizinci suresi. Medine'de, Hudeybiye antlaşmasından sonra Hicret'in altıncı yılında nâzil olmuştur. Yirmidokuz ayet, beşyüzaltmış kelime, ikibindört yüzotuzüç harftir. fâsılası Elif harfidir. Adı surede geçen Feth kelimesine dayanır: "Biz sana apaçık bir fetih müjdeledik" (Ayet I) Fetih: Bir yeri almak, zaptetmek, ele geçirmek demektir. Surenin konusu, kendisinden önce yer alan Muhammed sûresindeki gibi savaş ve fethin müjdelenmesidir.

Sure, müslümanların geleceğine dâir müjdeler ihtiva etmektedir. Hudeybiye andlaşmasından önce Resulullah (s.a.s.) rûyasında sahabeleriyle birlikte Mekke'ye gittiklerini ve orada umre ziyaretini yaptıklarını gördü. Bir peygamber için rûya ayrı bir önem ifade eder; Çünkü rûyaları bir çeşit vahiydir. Bunun üzerine Resulullah ashabına umreye gitmek üzere hazırlık yapmalarını ve çevreye haber gönderilmesini emretti. Muhâcir ve Ensâr hazırlıklarını yaptılar. Ancak çevre kabîlelerden çağrıya icabet etmeyenler oldu. Çünkü hicretten sonra Mekkeliler, beş yıldır hiçbir müslümanı Mekke'ye sokmamışlardı. Mekkelilerden izin almadan yapılan bu yolculuk sonucunda müslümanların bir katliama tâbi tutulacaklarını sanıyorlardı.

FETÂNET

Peygamberlerin zarûrî sıfatlarından biri. "Fetâne" kelimesinin masdarı olup, kelime manası, akıllılık, zekilik, uyanıklık demektir. Ahmaklık, akılsızlık veya az anlayışlılığın tam zıddıdır.

Bilindiği gibi Yüce Allah Hz. Âdem'den, Hz. Muhammed (s.a.s.)'e kadar, muhtelif zamanlarda, bir çok peygamber göndermiştir. Bu peygamberler kendi topluluklarını Allah'ın yoluna ve tevhîd inancına davet etmişlerdir. Onlara hakikatı ve hidayet yolunu anlatmışlardır (İbrahim, 14/4). "Beyan" ve tebliğ" gibi önemli bir risalet görevini yerine getirme durumunda olan bu peygamberler de, haliyle, mutlaka çok zeki, akıllı, muhakeme kabiliyeti en üstün, düşünme yeteneği en yüksek kişilerden seçilmektedir. Çünkü yüce Allah lütuf ve ihsanının bir nişânesi ve kullarına olan sonsuz rahmet ve merhametinin bir eseri olarak, doğru yolu bırakıp sapıtan, dünyevî bir takım tağutların peşinde koşarak onlara sarılan, maddî, aynı zamanda faydası veya zararı bile olmayan elleri ile yaptıkları putları tanrı tanıyan topluluklara peygamberler göndermiştir.

FESH, FESİH

Bozmak, ayırmak, hükümsüz kılmak; daha önce yapılmış olan akdi bozup hiç yapılmamış gibi eski haline çevirmek.

Akitlerin durumuna göre çeşitli fesih şekilleri vardır. Bazan akit kendiliğinden münfesih olur. Buna infisah denir. Akdin konusunun, akdi ifa imkânsız olacak şekilde helâk olması gibi. Bazan iki tarafın iradesiyle veya taraflardan yalnız birisinin isteği üzerine de akit feshedilebilir. Bazan da fesih, devlet tarafından gerçekleştirilir. Bu duruma göre, akitleri fesih şekline bakarak üç grupta toplamak mümkündür.

FESAD, FESAT

Bir şeyin önce düzgün, düzenli ve yararlı iken, sonradan bu vasıflarını kaybederek değişmesi ve bozulması (kokuşması) gibi anlamlara gelir. Fesadın zıddı, salâh, fesad kökünden türeyen mefsedet'in zıddı da maslahat'tır.

Fesad bir çok şey hakkında kullanılabilmektedir. İbnu'l-Cevzî bunları şu şekilde maddeleştirmiştir:

1) Can, beden ve istikametten ayrılan her şey için.

2) Zat ve eşya hakkında kullanılabildiği gibi, din hakkında da kullanılabilir ki, din hususundaki fesad, çoğunlukla isyan veya küfür ile olur.

FERSAH

Bir mesafe ölçüsü, Farsça "fersenk" kelimesinden Arapça'ya "fersah" şeklinde geçmiştir. Kâmûs-u Osmânî'de bu kelime: "Üç mil uzunluğundaki mesafeye denir" diye tarif edilmiştir.

Hem maddî hem de manevî şeyler için kullanılır. Maddî olmayan şeyler için kullanıldığında genellikle mükerrer olarak gelir. Meselâ: "Falanca kimse ustasını fersah fersah geçmiştir" denir (M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimler sözlüğü, Fersah maddesi).

Kuzey İran lehçelerindeki bir şekilden Arapça'ya geçmiş bir tabir olup, fars, frasang, pehl ve farsang şeklinde, İran'da kullanılan bir yol ölçüsü olup, aşağı yukarı at ile bir saatte gidilen mesafeye denktir.

FERMAN

Padişah'ın bir iş veya gereklilik ile ilgili arzusunu gösteren yazılı emri. Kelime Farsça'dan gelmiş olup, "emir, buyruk" manalarına gelmektedir

Ferman ilk olarak İslâmiyeti kabul eden İlhanlılarda daha sonra ise Osmanlılarda kullanılmıştır. Padişah yazdırdığı yazıya kendi tuğrasını basarak bir resmi emir çıkarmış olur. Padişah'ın bu emrine "Ferman-ı Hümayun veya Ferman-ı şerif"de denmektedir.

Fermanın kendine has şartları ve özellikleri vardır. Öncelikle gönderilen mesajın Ferman olduğu belirtilir. Ferman'ın gönderildiği kişiye dua ve niyaz edilir. Ferman'ın gönderiliş sebebi, Ferman çıkaranın arzusuna açıklandıktan sonra fermanın çıkarıldığı gerekli emir verilir. Söylenmesi ve yapılması istenen şey açıklanır, Ferman'da istenilen şeyin yerine getirilmesi ve muvaffakiyeti için dua edilir ayrıca fermanın tarihi ve gönderildiği yer belirtilir (M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, I, 607).

Osmanlılarda hükümdarın tuğralı fermanı, içindeki bilgi ve malumatın çeşidine göre; hüküm, biti, misâl, tevki, nişan, berat, menşur ve yarlığ denilirdi. Bunların hepsi padişahın yazılı emrine delil teşkil eden kelimelerdi.

FER'İ MESELE

Fer' sözlükte; ayrıntı, bir asıldan ayrılan kolların herbiri ve şu'be, esas olmayıp ikinci derecede önemli olan şey anlamlarına gelir. Asl'ın karşıtıdır. Çoğulu fürû'dur. Fer'i ise asla ait olmayıp fer'a ait olana denir. Mesele de sorulup cevabı istenilen şey, soru; bir ilim ve fenle ilgili olup çözümü istenen konu ve bugünkü dilde sorun anlamlarına gelir.

İslâm dininin iman ve amelin birleşmesinden meydana gelen bir bütün olduğu gözönünde tutulursa; imana ilişkin konular aslı mesele; ibadet, muamelat (medenî ilişkiler), ve ukûbat (cezalar) ile ilişkin konular da fer'i mes'ele kapsamına girer. Ehl-i Sünnet âlimlerine göre itikadı meseleler dinin aslını ve temelini oluştururlar; ki, bu esaslar ilk insan ve ilk peygamber Hz. Adem (a.s)'dan Allah tarafından tebliğ ettikleri ilâlû dinlerin temelini oluşturmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.s): "Esasen peygamberler baba bir kardeştirler, anaları ayrıdır, dinleri birdir" (Tecrid-i sarih Tercümesi IX, 180) buyururken bütün peygamberlerin tebliğ ettiği iman esaslarının aynı, şerîat hükümlerinin ise ayrı olduğunu vurgulamak istemiştir.

FER'İ HÜKÜM

Hüküm; karar vermek, örtmek, men etmek, bir şeyi diğer bir şeye ispat (olumlu) veya nefy (olumsuz) suretiyle isnat etmektir. "Bu mülk Allah'ındır" sözünde, mülk Allah'a ispat yoluyla isnad edilmiş olur. "İnsanların hâkimiyette ortaklığı yoktur" sözünde ise hâkimiyette ortak olmama hususu nefy (olumsuzluk) yoluyla insana isnad edilmiştir. Bir şey üzerine terettüp eden esere de "hüküm" denir.

Fıkıh ıstılahına göre hüküm, "mükelleflerin işleriyle ilgili olan Şart (Allah ve Resulu)in hitabının eser ve neticesidir." Fıkıh âlimleri hükmü, "Bir iş ve muamelenin meydana getirdiği netice ve eser" manasında kullanırlar.

"Satış muamelesinin hükmü mülkiyettir." cümlesindeki "mülkiyettir" sözü bir hükümdür ve bu muamelenin meydana getirdiği neticeyi dile getirmektedir.

FER'

Birinci derecede gerekli olmayan bilgi, dal, kol, kısım, ayrıntı, teferruat. Bir ana gövdeden ayrılan kollardan her biri, ağacın yukarıya ve yanlara uzanan dalları.

Kur'an-ı Kerîm'de: "Allah'ın hoş bir sözü, kökü sağlam dalları göğe doğru olan -Rabbinin izniyle her zaman meyve veren- hoş bir ağaca benzeterek nasıl misal verdiğini görmüyor musun?" (İbrahim, 14/24) âyetinde "fer'uha" kelimesi ağacın dalı manasınadır.

Kelime, kadın veya erkeğin saçı, kavme izafe edildiğinde onların efendisi, şereflisi ve kulağa izafe edildiğinde üst tarafı anlamına gelir. Çoğulu: Füru'dur. Füru', Usul'ün zıddıdır

FENÂ FİLLAH

Allah'ta yok olma anlamında tasavvûfi bir tabir. Fenâ; yok olma, varlığın sona ermesi manalarına gelir. Tasavvufta fenâ, Allah'ın zatî hariç onun bütün sıfatları ile muttasıf olmak anlamına gelir. Kul, kulların sıfat ve fiillerini terkettikçe Allah'ın sıfatlarıyla yani Allah'ın görme, işitme vs. gibi sıfatlarıyla muttasıf olur. Kul Allah'a yönelip ona teslim olunca "Ben onun gözü ve kulağı olurum..." hadis-i şerifinde belirtildiği gibi olaylara Allah'ın nazarı ile bakmaya başlar.

Ayrıca fenâ; kötü huy ve özelliklerin terkedilip güzel olan sıfat ve özelliklere sahip olmak demektir (Tehânevî, Keşşâfu Istılâhâti'l-Funûn, İstanbul 1984, I, 1157).

FENÂ Fİ'L-HAK

Hak'ta yok olmak. Fenâ filhak, Arapça bir terim olarak Fenâ fillâh ile eşanlamlı olarak ta değerlendirilebilir.

Hak, lügatta batılın zıddı, yerine getirilen hüküm, varlığı sabit olan, doğruluk ve adalet anlamlarına gelir. Fiil olarak üç harfli kökten kullanıldığında Hak; gerçekleşmek, gerçek olmak demektir.

Cenab-ı Allah'ın vasfı olarak; inkârı mümkün olmayan, varlığının kabûl olunması gereken, varlığı ve ulûhiyeti kesin olan manalarına gelir. Bu manada Kur'an-ı Kerîm'de Mekkî ve Medenî ayetlerde tekrarla geçer. Genellikle tek başına kullanılır. Bazen esmâı hüsnâdan birine bitiştiği görülür; "el-Mehkü'l-Hak" (Tahâ, 20/1 14) gibi. Hak kelimesinin Kur'ân-ı Kerîm'de, bundan başka birkaç vecih üzerine kullanıldığı ifade edilmektedir (Suat Yıldırım, Kur'ân'da ulûhiyet, İstanbul 1927, s.216-217).

FELEK

Yıldızların döndükleri gök. Çoğulu eflâk'dır. Rağıb, müfredatında aynı kelimeyi yıldızların cereyan ettikleri (aktıkları) yer olarak tarif etmiştir; fakat asıl anlatılmak istenen, yıldızların yörüngesi demek olan göktür. Felek kelimesinin kendisi de yıldızları deveran eden gök için kullanılır.

Felek, astronomi ile ilgili bir terim olup, müstedir (yuvarlak) hareketlerle akan dünya küresi ve bu kürenin mıntıkası, ay ve güneşle beraber seyyarelerden (gezegenler) her birinin hareket ettiği yörüngesi anlamına gelir (Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, I/596).

FELÂK SÛRESİ

Kur'an-ı Kerîm'in yüzonüçüncü suresi.

Kur'an'ın son sûresi olan Nâs suresi ile birlikte bu iki sûreye "Muavvizeteyn"* (sığınma sureleri) denilir. Bunların Mekkî mi Medenî mi olduklarına dair herhangi kesin bir rivayet yoktur.

Felâk suresi beş ayettir. Konusu, yaratıkların şerri, hased ve sihirdir. Nüzûl sebebi hakkında da değişik bilgiler verilmiştir. Bunlardan en yaygın olanında; Lebid b. Asam adlı bir yahudi büyücü Hz. Peygamber (s.a.s.)'e onu yok etmek için büyü yaptı. Melekler Allah Resulu'ne büyüyü bildirdi. Cebrâil de Muavvizeteyn sûrelerini Cenab-ı Allah katından getirerek, onu büyüden kurtardı. Mu'tezile mezhebi, Hz. Peygamber'e büyü tesir etmez diyerek bu görüşü reddetmektedir .

FELÂH

Gâyeye ulaşmak, durumun iyi olması, baka (kalış), kurtuluş, yarmak, açmak gibi anlamlara gelen bir terim. Ezanda geçen "HAYYE 'ALE'L FELAH" kurtuluşa yönelim anlamındadır. Aynı kökten gelen İFLÂH, bir şeyi elde etmek, arzu edilen şeye ulaşmak, çalışmada başanlı olmak, isabet kaydetmek gibi anlamlar ifade eder.

İflâh masdarından türetilen değişik kipler Kur'an-ı Kerîm'de kırk yerde geçer. Kur'an-ı Kerîm, Allah'a iftira edenlerin, kâfirlerin, zâlimlerin, mücrimlerin, sihirbazların felâha kavuşmayacaklarını beyân eder (el-En'âm, 6/21, 131; Yunus, 10/77; Yusuf, 12/23; Taha, 20/69; el-Müminun, 23/117; el-Kasas, 28/37, 82; Yunus, 10/69; en-Nahl, 16/116). Buna karşılık Kur'an-ı Kerîm, müminlerin, namazlarını huşû ile kılanların, sabırlı olanların, takva sahibi kimselerin cimrilikten sakınanların nefislerini tezkiye edenlerin, Allah yolunda cihâd edenlerin, tövbe edenlerin, Allah teâlayı samimiyetle ananların, felaha kurtuluşa ereceklerini de açıklar (el-Mü'minun, 23/1, el-A'lâ, 87/14, eş-Şems, 91/9, el-Bakara, 2/189, el-Maide, 5/100, el-Hacc, 22/77, el-Cum'a, 62/10, el-Nasr, 59/9, et-Teğabün, 64/16).

FECR SURESİ

Kur'an-ı Kerîmin seksendokuzuncu suresi. Mekke'de inmiştir. Otuz ayettir. İsmini, ilk ayetindeki 'fecr' sözcüğünden almıştır. fâsılası Ra, Dal, Bâ, Nûn, Mim, Elif, Tâ harfleridir. Sûre, üç ana konuyu kapsar:

1- Âd, Semûd, Firavun kavimlerinin akıbetleri,

2- İnsanların mala aşırı düşkünlükleri,

3- Ahiret, ahirette rahmet ve hüsrana uğrayacaklar.

Sure, yemin ile başlamaktadır: "Andolsun fecre (tan yerinin ağarmasına), on geceye, çifte ve teke, yürüyüp gitmeye yüz tutan geceye. Bunda (bu anılan şeylerde) akıl sahibi için bir yemin var, değil mi? (1-5).

FECR, FECİR

Güneşin doğmaya başlama zamanı, tan vakti, güneşin doğmasından önceki alacakaranlık.

Fecr (yahut fecir) sözlük anlamı yarmak demektir. Araplar yerden suyun toprağı yararak çıkıp akmasına inficâr derler. Sabah aydınlığına, şafak sökmesine ve tan yerinin ağarmasına da fâil manasında masdar olarak fecr derler ki, geceyi ve karanlığı aydınlığı ortaya çıkardığından dolayı ona bu ad verilmiştir.

Namaz, oruç ve hac gibi ibadetler belli bir vakit içersinde yerine getirilir. Yani bu ibadetlerin belirlenen o zamanlarda yapılması şarttır. Bu vakitler ya güneşe göre veya aya göre tespit edilir. Mesela günde beş defa kılınan namazların vakitleri güneşe göre; yılda bir ay tutulan ramazan orucunun başlangıç ve sonu da, gökteki aya göre tayin ve tesbit edilir.

FAZİLET

Güzel ve iyi huy, kişiyi iyilik yapmaya yönelten duygu, erdem. Zıddı, rezillettir. Dinimiz, müslümanların her türlü görevlerini yerine getirerek olgun ve yüksek bir ahlâka sahip olmalarını, iyi huylarla ruhlarını güzelleştirmelerini istemiş, reziletten, kötü huy ve alışkanlıklardan da uzaklaşmaları emredilmiştir.

Bilindiği gibi bedenimiz çeşitli hastalıklara yakalanabilmekte ve bu hastalıklar uygun ilâçlarla tedâvi edilmektedir. İnsan ruhu da bazı hastalıklara yakalanabilir. Ruhî hastalıkların en tesirli ilâcı doğru ve sağlam bilgilere sahip olmak, zihni, evham ve hurâfelerden temizlemektir. Fakat bu yeterli değildir. İnsan ruhunun terbiye edilmesi, öldürücü mânevî hastalıklardan korunabilmesinin bir başka yolu, onun, güzel ahlâk ve faziletlerle süslenmesidir.

FÂTIR SÛRESİ

Kur'an-ı Kerîm'in otuz beşinci sûresi. Mekke'de nazil olmuştur. Kırkbeş ayet, yediyüz yetmişyedi kelime, üçbinyüzotuz harftir.

Fasılası, Râ, Mim, Nun, Dal, Zı, Be, Elif harfleridir.

Allah'ın insanlara sünneti, nimetleri, varlığının ve büyüklüğünün delillerine ait tabiattan hatırlatıcı ayetler, küfredenlerle iman edenlerin karşılaştırılması, şeytan, melekler, mü'minler için yeni bir hayat ve düzenin ilkeleri, sıkıntıların sonu, ahiret, kozmoloji, yaratılış gibi hususları konu edinmektedir.

HZ. FÂTIMA (r.a)

Hz. Muhammed (s.a.s.)'in neslinin kendisiyle devam ettiği en küçük kızı. Müslümânların dördüncü halifesi "ilmin kapısı" Hz. Ali (r.a.)'ın hanımı. Kerbela'da zulme boyun eğmeyip başkaldırı ruhunu kendisinden sonra gelen müminlere miras bırakan "cennet gençlerinin efendisi" Hz. Hüseyin (r.a.)'ın ve Kerbela'da esir edildikten sonra Kûfe sokaklarında teşhir edilen, Yezid'in sarayında yaptığı etkileyici konuşmayla halkı galeyana, Yezid'i ise dize getiren Peygamber torunu Hz. Zeynep (r.a.)'nın annesi. Hz. Peygamber'in, "Dünyadaki en iyi dört kadın şunlardır: Meryem, Asiye, Hatice ve Fâtıma" buyurduğu "âlemlerin kadınlarının ulusu". Peygamberimizin Zeyneb, Rukiyye ve Ümmü Gülsüm'den sonra dördüncü ve en küçük kızı. Doğum tarihi ihtilaflı olup (605, 609, 615) yıllarında dünyaya geldiğine dair çeşitli rivâyetler ve görüşler vardır. Hicrî II. Milâdî 633. yılda Medine'de Mescid-i Nebevî'ye bitişik odâsında vefât eden Hz. Fâtıma'nın kabri konusunda da üç değişik görüş vardır: Cennetü'l-Bakî', Akil'in evinin avlusu, Hz. Abbas'ın daha sonra yaptırılan türbesi. Ancak bugün kabul edilen yer Cennetü'l Bakî'dir.

FÂTİHA SÛRESİ

Kur'an-ı Kerîm'in ilk suresi.

Fâtiha, "açılacak şeylerin başı, ilk açılacak yer" demektir. Mukabili "hâtime"dir. Bu sûreye, Allah kelâmının başında bulunduğu yahut namazda ilk okunan sûre veya tümüyle ilk inen sûre olarak Fâtiha sûresi denilmiştir.

Çoğunluğun görüşüne göre Mekkî'dir ve yedi ayettir. Besmelenin sureden olup olmadığı ihtilâflıdır. Surenin yirmiden fazla adı vardır. En meşhurları: Fâtiha, Ümmü'l-Kitap (Kitabın anası), Ümmü'l-Kur'an, Seb'ul-Mesânî (tekrarlanan yedi), el-Hamd (konuşma dilinde Elham)'dır. Surenin fasılası Nûn ve Mim harfleridir. Bazı âlimlere göre Fâtiha sûresi, Kur'an'ın bir özetidir. Tevhid, âhirette cezâ ve mükâfat, sadece Allah'a ibadet, sırat-ı müstakim yani hidayet ve saadet yolu, geçmiş toplulukların ibret alınacak kıssalarını hedef edinen Kur'ân'ın bu ilk suresinde bütün bunlara temel teşkil eden hususlar vardır. (Muhammed Abduh, Tefsîru'l-Kur'âni'l-Hakım, Mısır 1373 H., I, 37-38). Böylece her namazda (cenaze namazı hariç) Fâtiha'yı okuyan bir müslüman namazın her rekâtında Kur'an'ın bir özetini okumuş olmakta, Kur'an'a tabi olacağına dair Allah'a söz vermektedir.

FÂSİT NİKÂH

Sıhhat şartlarından birisi bulunmaksızın akd olunan nikâh rükün veya meydana gelme. (İn'ikad) şartlarından birisi eksik bulunursa, nikâh bâtıl olur. Temyiz gücüne sahip olmayan küçüğün veya akıl hastasının bizzat nikâh akdetmesi, gelecek zaman sıygası kullanarak evlenme, kız kardeş, hala ve teyze ile evlenme, başka bir erkeğin karısıyla bilerek evlenme, müslüman kadının gayr-i müslim erkekle evlenmesi gibi, akitler bâtıldır.

FÂSİT AKİT

Geçerliliği olmayan, bâtıl akit. İslâm hukukunda akitler, rükün ve şartlarının tam olarak bulunup bulunmamasına göre ikiye ayrılır: Sahih ve gayri sahih akit. Sahih akit, kendisinde rükün ve şartlar tam olarak bulunan akittir. Gayr-i sahih ise, bu vasıfları taşımayan akde denir.

Hanefilere göre, gayri sahih akitler fâsit ve bâtıl olmak üzere ikiye ayrılır. Ancak bu ayırım, mülkiyetin nakli sonucunu doğuran veya akdi yapanları karşılıklı borç yükü altına sokan akitlere mahsustur; Satım, kira, hibe, karz, havâle, şirket, müzâraa, müsâkat ve taksim akdi gibi. Vekâlet, vesâyet gibi mâlı olmayan, âriyet ve vedia verme gibi tarafları karşılıklı borç yükü altına sokmayan mâli akitlerde; ibâdetlerde ve boşama, vakıf, kefâlet gibi tek yanlı iradeyle meydana gelen tasarruflarda ise fâsitle bâtıl arasında hiçbir fark yoktur.

FÂSİT

Kokmak, bozulmak, hükümsüz olmak, doğru ve uygun hareketi bırakmak, işler alt-üst olmak, bozgunculuk yapmak. Fâsit, fesâd mastarının ism-i fâilidir. Bir terim olarak, ibâdetler konusunda fâsitle bâtıl eş anlam ifade eder. Meselâ, "namaz fâsit veya bâtıl oldu" demek, "bozuldu, hükümsüz oldu" demektir. Bu konuda İslâm hukukçuları arasında görüş birliği vardır. Ancak muâmelât konusunda, yani akitlerde fesâd ve butlan, Hanefi ve diğer mezhepler arasında farklı anlamlarda kullanılmıştır. Çoğunluk hukukçular, ibâdetlerde olduğu gibi, akitlerde de fâsitle bâtılı eşanlamdâ kullanırlar ve ikisini birlikte gayri sâhih akit içinde değerlendirirler. Meselâ, "ehliyetsiz kişinin yaptığı satım akdi fâsit veya bâtıldır" sözü, onlara göre aynı şeyi ifade eder.

FÂSILA

Şiirdeki kâfiye, seci'deki karîne gibi, ayetin son kelimesine verilen isim. Cümlenin sonundaki kelimeye fâsıla adı verilmektedir.

Fâsıla, cümlede mananın tamamlandığını gösteren durak işaretlerindeki birbirine uygun harflerdir. Fâsıla kendinden sonraki cümleden ayrılan kelimedir. Bu kelime ayet başlangıcı olduğu gibi, olmayabilir de.

HUZEYFETÜ'L-MER'ÂŞÎ

Sekizinci ve dokuzuncu yüzyıllarda yaşamış meşhur velîlerden. İsmi, Huzeyfe, lakabı Sâdüddîn'dir. Babasının ismi, Katâde'dir. Şam civârında bulunan Mer'âş denilen şehirden olduğu için Mer'âşî nisbesiyle meşhur olmuştur. İbrâhim bin Edhem hazretlerinin talebelerindendir. Doğum târihi bilinmemektedir. 822 (H.207) senesinde vefât etti.

Zamânının âlimlerinden ilim tahsîl etti. Aklî ve naklî ilimlerde yüksek âlim oldu. Birçok velînin sohbetlerinde bulundu. Hızır aleyhisselâmın işâretiyle İbrâhim bin Edhem hazretlerinin huzûruna gitti. Büyük velî İbrâhim bin Edhem hazretlerinin hizmetinde ve sohbetinde bulunarak tasavvuf yolunda ilerledi. Altı ayda kemâl ve olgunluk derecesine ulaştı. İbrâhim bin Edhem hazretleri ona tasavvuf yolunda hırka giydirdi.

HOCAZÂDE

Fâtih Sultan Mehmed devri Osmanlı âlimlerinin en büyüklerinden. İsmi Mustafa bin Yûsuf bin Sâlih, künyesi Hocazâde'dir. Bursa'da doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1488 (H.893) senesinde Bursa'da vefât etti.

Babası, ticâretle meşgûl olan büyük servet sâhibi bir tüccar idi. Âilesi ve çocukları son derece bolluk ve refah içindeydi. Hocazâde, babasının mesleğini terk edip ilim öğrenmeye yöneldi. Babası bu isteğine râzı olmadı. Bu yüzden babasının gözünden düştü. Kardeşlerine harcamaları için bol bol para verirken, Mustafa'ya günde bir akçe verirdi. Bu sebeple onlar bolluk ve nîmetler içerisinde yaşadığı halde, küçük Mustafa sıkıntı ve yokluk içinde ilim tahsîline devâm etti. Kitap almaya bile parası yoktu. Babası ona hiç yardım etmiyordu. Buna rağmen o, zor bir geçim içinde de olsa günlerini ilim yolunda koşturmak ve bilgi dağarcığını genişletme gayreti içerisindeydi. Elbiseleri yırtık ve yamalı idi, ama güzel huyla bezenmiş üstün olgunluğuyla gün gibi parıldamaktaydı.

HOCA SÂDEDDÎN EFENDİ

Yirmi ikinci Osmanlı şeyhülislâmı. Hoca Efendi diye ün kazanan kâmil bir ilim adamı, devrindeki ulemânın kutbu ve velî. İsmi, Sâdeddîn'dir. Büyük babası Hâfız Mehmed, Bayındır ümerâsından Sofu Halil'in yakınlarından idi. Yavuz Sultan Selîm Han, Ehl-i sünnet yolunun düşmanı Şah İsmâil'i bozguna uğrattığı zaman, İranlı âlim ve sanatkârlar arasında Tebriz'den İstanbul'a getirildi. Çok geçmeden pâdişâhın teveccüh ve îtimâdına mazhar olan Hâfız Mehmed, "Hâfız-ı mahsûs-ı sultânî" sıfatı ile Mısır seferine iştirâk etti. Oğlu HasanCan ise Yavuz Sultan Selîm'in has nedîmi ve yakını oldu. Sultânın vefâtına kadar yanından ayrılmadı. Onun oğlu Sâdeddîn Efendi 1536 (H.943) yılında Kânûnî Sultan Süleymân devrinde İstanbul'da dünyâya geldi. 1599 (H.1008) senesinde vefât etti.

HIZIR ÇELEBİ (Hızır Bey)

Osmanlı evliyâ ve âlimlerinin büyüklerinden. İsmi, Hızır Çelebi bin Celâleddîn'dir. Nasreddîn Hoca'nın torunlarındandır. 1407 (H.810) senesi Rebî'ul-evvel ayının birinde Eskişehir'e bağlı Sivrihisar kasabasında doğdu. 1458 (H.863) senesinde İstanbul'da vefât etti. Vefâ ile Zeyrek arasında, Unkapanı'na giden cadde kenarında defnedildi.

Küçük yaşta babasından ilim tahsîl etti. Sonra MollaYegân'a talebe olup, aklî ve naklî ilimleri tamamladı ve kızıyla evlenip dâmâdı oldu. İbn-i Cezerî'den kırâat ilmini öğrendi.

Hızır Bey, zekâsının kuvveti ve çalışmasının çokluğu sebebiyle, birçok dînî ve fennî ilimlerde derin âlim oldu. Memleketi olan Sivrihisar'da kâdılık ve müderrislik yaptı. Çok ince bilgilere vâkıf olup, Fenârî'den sonra eşi yoktu.

HIFNÎ (Hafnâvî)

Mısır'ın meşhûr velîlerinden. İsmi Muhammed bin Sâlim bin Ahmed Hıfnî (Hafnâvî)'dir. Lakabı Şemseddîn Ebü'l-Mekârim Halvetî el-Mısrî eş-Şâfiî'dir. 1690 (H.1101) senesinde Mısır'da Belbîs beldesinin Hıfne kasabasında doğdu. Doğduğu yere Hafnâ da denilmiştir. 1767 (H.1181)de Kâhire'de vefât etti.Asrının ilmiyle amel eden büyük âlimi ve meşhûr bir velîsi idi. İlim tahsîline başlayacak çağa gelince, önce Kur'ân-ı kerîmi ve bâzı ana metinleri ezberledi. Sonra babası onu Kâhire'ye gönderdi. Orada on dört sene ilim tahsîli yaptı. Zamânının en meşhur âlimlerinden ders aldı. Ders aldığı hocaları ona ders ve fetvâ vermesi husûsunda icâzet verdiler. Tefsîr, hadîs, fıkıh ve diğer ilimlerde zamânının seçkin âlimlerinden oldu. Kendilerinden ilim öğrendiği ve icâzet aldığı hocaları; Şeyh Ahmed Halyîfî, Şeyh Muhammed Dîrbî, Abdurraûf Bişbîşî, Şeyh Ahmed el-Melvî, Şeyh Muhammed Sagîr'dir. En meşhur hocası ise; Şeyh Muhammed Bedîrî Dimyâtî olup, bu hocasından tefsîr, hadîs ilimlerine dâir ders aldı. Ondan İmâm-ı Gazâlî'nin İhyâu Ulûmiddîn adlı kıymetli eserini, Sahîh-i Buhârî'yi, Sahîh-i Müslim'i, Sünen-i Ebû Dâvûd'u, Sünen-i Nesâî'yi, Sünen-i İbn-i Mâce'yi, İmâm-ı Mâlik'in Muvattâ adlı hadîs kitabını, İmâm-ı Şâfiî'nin Müsned'ini, Taberânî'nin Mu'cem-il-Kebîr adlı eserini, yine Mu'cem-ül-Evsat ve Mu'cem-üs-Sagîr'ini okudu. İbn-i Hibbân'ın Sahîh'ini, Hâkim'in Müstedrek'ini, Ebû Nuaym'ın Hilye'sini ve diğer eserleri de okudu. İlimde emsâllerini çok geçip, yüksek seviyelere ulaştı. Ders vermeye, ilim öğretmeye başlayınca en seçkin talebeler onun derslerinde toplandı. Pekçok kimse ondan ilim öğrenip icâzet aldı.

HAYÂT BİN KAYS EL-HARRÂNÎ

Harrân'da yetişen evliyânın büyüklerinden, âriflerin ileri gelenlerinden. Nesebi; Hayât bin Kays bin Kahhâl bin Sultan el-Ensârî el-Harrânî'dir. Urfa'ya bağlı Harrân kazasında doğup yetiştiği için "Harrânî" nisbeti ve "Şeyh-ül-Kıdve" lakabı ile meşhûr oldu. Doğum târihi hakkında, kaynaklarda bir bilgiye rastlanamamıştır. Ömrünün 50 senesine yakınını Harrân'da geçirmiş büyük bir velîdir. İnsanlar ve bâzı sultanlar, onu ziyâret edip duâsını alırlar, onunla berâber olmakla bereketlenirlerdi.Yüksek hâllerin ve kerâmetlerin sâhibi olup, ehliyeti, ihlâsı, iffeti yanında, dînine çok bağlı bir zât idi. Cömertliğiyle meşhûrdur. 1185 (H.581) yılında orada vefât etti. Harrân'ın dışına defnedildi. Kabri, ziyâretçilere açıktır.