26 Temmuz 2010 Pazartesi

Kûfede bİr ana-oğulun hİkâyesİ

Elliüçüncü Menâkıb:

Hazret-i Molla Câmî “kuddise sirrûhussâmî” (Şevâhid-ün nübüvve)de rivâyet etmişdir. Aliyyül Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, bir mubârek günde, sabâh nemâzını cemâ’at ile kılıp, evrâd-ı şerîflerini okuyup, hamdele, tasliye ve düâdan sonra, mubârek arkalarını mihrâba döndürdü. Eshâb ve sâir ahbâb yerli-yerinde sâkin oldukdan sonra, hazret-i Alî cevher ve inciler saçan güzel sözler söyleyip, buyurdular ki, ba’zı şeyler vardır ki, gençlere söylenmeyip, o işle alâkalı olan kişilere söylenir. O meclisde hâzır olan tâze yiğitler kendi rızâları ile mescidden dışarı çıkıp, gitdiler. Sonra Alî bin Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri Eshâbdan birisine buyurdu ki, Kûfenin falan mahallesinde ve falan sokağında, falan mescidin yanında bir kapı vardır. Git o kapıya vur. İçeriden bir erkek ile bir kadın çıkacakdır. İkisini de alıp, benim huzûruma getir. Onlara sözüm vardır. Sonra o şahs emre itâat edip, gitdi. Araya araya hazret-i Alînin buyurduğu alâmetler ile o kapıyı bulup, vurdukda, içeriden bir erkek ile bir kadın çıkdı. Onlara dedi ki, Emîr-ül mü’minîn sizin ikinizi de ister. Onlar da, gelen emri kabûl edip, o kimse ile berâber Aliyyül mürtedânın huzûrlarına varıp, se’âdethânelerine yüzlerini sürdüler. Hazret-i Alî teveccüh edip, kadına dedi ki, sana bir süâlim vardır. Kat’iyyen inkâr etmeyip, doğrusunu söyliyesin. Kadın da dedi ki, yâ imâm! Ben başımdan ne geçmişse söylerim. Hâşâ ki senden saklayıp, inkâr eylemem. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” kadını, yakınına getirip, buyurdu ki, yâ âdem evlâdı! Çocukluğunda bir amcan vefât etdi. Bir oğlunu baban evinize getirdi ki, kimsesi yokdur; bir öksüzdür.
Evimizde oğlumuz gibi olsun, her hizmeti görsün diye. O ümmîd ile amcan oğlunu yanına alıp, besledi. Büyüyüp, yiğit oldukdan sonra, bir gün seni hanımlığa istedi. Baban huzûrsuz olup, sen benim evimde büyüyesin. Kızım ile rızân ile kardeş olasın. Allahü teâlâdan revâ değildir, dedi. O ânda amcan oğlunu kendi hânesinden uzaklaşdırdı. Bir yerde gezerken fırsat bulup, seni tutdu. Zorla tasarruf etdi ve hâmile oldun. Herkesden sakladın. Düşürmeğe çâre bulamadın. Bu sırrı Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri biliyordu. Bir de vâliden biliyordu. Müddet temâm olup, bir gece gizlice bir oğlan doğurdun. Annen ile bir bez parçasına sarıp, onu katl de edemeyip, bir yüksek yere koydunuz. Birkaç adım gitdiniz ki,bir köpek o çocuğu koklamağa başladı. Annen bu köpeği görünce, eline bir taş alıp, o köpeğe atdı. Allahü teâlânın hikmeti, o atılan taş, o çocuğun alnına dokundu. Eyvâh kendi elimiz ile bu bîçâre çocuğu katl etdik deyip, yanına vardıkda, baksa ki, çocuğun alnında bir mikdâr yara eseri, alnı kanamış. Bir bez ile yara üzerini bağladı. O kimsesiz bîçâre çocuğu, annen ile orada bırakıp, evinize gitdiniz. Bunu Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinden başka kimse bilmez. Siz oradan gitdiğiniz gibi, o yoldan bir kervân gelip, geçerken, orada bir çocuk sesi duydular. Ona doğru vardılar ki, bir küçük bîçâre çocuğu sarıp koymuşlar. Feryâd ile ağlayıp, yatar. O kervân sâhibi de o çocuğun ne olduğunu sormayıp, zâhirde bir çocukdur. Eğer terbiye olunup, ömrü olur ise bir dilâver yiğit olur diye, alıp, gitdi. Vilâyetine götürdü. Bir nice müddet terbiye edip, kemâle erişdi. Sonra efendisi olan bezirgân ile hacca gitdi. Takdîr-i Rabbânî o bezirgân eceli gelip, Mekke-i mükerremede vefât etdi. Defn etdikden sonra, bu yiğit efendisi vefât etdiğinden, üzüntüden kurtulmak düşüncesi ile seyâhate çıkdı. Dolaşıp, yolu Kûfe şehrine uğradı. Vilâyetin eşrâfı arasına karışdı [Onlar ile tanışdı]. Onsuz olmazlar idi. Netîcede bu şehrde kalmak, bu şehrde yerleşmek istedi. Sonra eşrâfın herbiri bir tarafa çekdiler. Hâsıl-ı kelâm, seni bu [müsâfir gelen] gence nikâh etdiler. Bu gece zifâfa koydular. Yâ kadın! Sakın yalan söyleme; dediğimiz gibi olmadı mı. Gerçekden yâ Alî, buyurduğunuz gibidir ve doğrudur. Yâ Halîfe-i Resûlallah! Bu hâllere, benim bu sırrıma, Allahü Sübhânehü ve teâlâ ve tekaddes hazretlerinden gayri ve annemden başka ve hazretinizden gayri, bu âna gelinceye kadar kimse vâkıf değildir. Ondan sonra hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh ve kerremallahü vecheh” buyurdu ki; ey kadın! Bu [erkek], senin yola bırakdığın oğlundur. O yiğide de, aç alnını diyerek, işâret buyurdu. O da alnını açdıkda, taş yeri henüz gitmemiş. Açıkca göründü. Kadın hemen o yara izini gördü. Dedi, yâ Alî! Doğru söyledin. Bütün sözlerin doğrudur. Ondan sonra, hazret-i Alî “radıyallahü anh” o yiğide sordu ki, bu gecenin içinde olan ceng ve cidâlin [kavga ve münâkaşanın] sebebi ne idi. Allahü teâlânın izni ile bize ma’lûm olmuşdur. Lâkin bu meclisde hâzır olanların da ma’lûmları olsun. Onun için söyle. O yiğit dedi ki, yâ Alî! Allahü teâlâ bilir. Ne zemân ki bu hâtuna el uzatsam, o sırada üzerime bir hınzır yavrusu hamle ederdi ki, aklım başımdan giderdi.Hemen elimi çekerdim. O görünen hınzır kaybolurdu. Belki hayâldir diye, tekrâr elimi kaldırıp, kadına elimi uzatmak istediğim zemân, yine o hınzır açığa çıkıp, üzerime hücûm ederdi. Elimi çekince kaybolurdu. Kadın ise huzûrsuz olup, derdi ki, niçin cefâ edersin. Benimle alay mı edersin. Elini kâh uzatır, kâh çekersin. Sâir erkekler gibi elimi alıp, erkek ile kadın mu’âmelesi etmezsin. Sabâha kadar bu kadın ile ceng ve cidâlimiz bu idi. Hazret-i Aliyyül mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri, kemâl-i lütfundan ve gayretinden ana-oğul ile cimâ olmağa revâ görmediği için, böyle hâl vâki’ oldu. Bunun emsâli ahvâl Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden zuhûra gelmesi çok değildir. Zîrâ bu şeklde kemâlât ve makâmât ve kerâmetlerine nihâyet yokdur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder