M
Mâ Akrabe Hadîsehu
Mâ Alâ Şarti Muslim
Mâ Alâ Şartihimâ
Mâ Alâ Şarti'l-Buhârî
Mâ A'lemu’ Bihî Be'sen
Ma'dinu'l-Kizb
Mahalluhu's-Sıdk
Mahfuz
Mahrec
Mahrecuhu Ma'rûf
Mahv
Makbul
Makbul Âhad
Maklûb
Maklûbu'l-İsnâd
Maklûbu'l-Metn
Makrûnen
Maktu
Ma'kûs
Ma'lûl
Ma’mûl Bih
Ma'nen Mütevâtir
Ma'nen Rivayet
Ma'nevî Tevatür
Ma'ruf
Masnû
Matrûh
Matrûhu'l-Hadîs
Mat'ûnun Fîhi
Mebde
Mebde'u's-Sened
Mecâlis
Mechûl
Mechûlu'l-Adâle
Mechûlu'l-Ayn
Mechûlu'l-Hâl
Mechûlu'z-Zât
Meçhulün
Meclis
Mecruh
Medhûl
Meğâzî
Me'hûz Bih
Me’mûn
Men Mislu Fulân
Menâkib Ve Mesâlib
Menba'ul-Kizb
Menferede Bihî Müslim
Men'ferede Bihi'l-Buhârî
Mensûh
Menşe'
Menşe'u's-Sened
Merâsîlu's-Sahâbe
Merâtibu'l-Cerh
Meratibu's-Sahîh
Merâtibu't-Ta'dîl
Mercûh Aleyh
Merdûd
Merdûd Âhad
Merdûd Şaz
Merdûdu'l-Hadîs
Merfû
Merfû' Hükmen
Merfû' Mürsel
Merfû'an
Mervî
Merviyyat
Merviyy Anh
Mesânîd
Mesmû'ât
Mesrûk
Mestûr
Me'sûr
Meşayih
Meşhur
Meşhur Âhad
Meşihat
Meşkûk
Meşyeha
Metâ'in-i Aşere
Metin
Metruk
Metrûku'l-Hadîs
Metrûkun
Mevâlî
Mevdû'u'l-İsnâd
Mevdu’u’l-Metn
Mevkuf
Mevlâ
Mevlâhum
Mevsûl
Mevzu
El-Mezîd Fi Muttasıli’l-Esânîd
Min Belâyâhu
Min...İlâ
Mine's-Sunne Kezâ
Misle Hadisin Kablehu Metnuhû Kezâ Ve Kezâ
Mislehû
Mislehû Sevâ'en
Mu’addil
Mu’allak
Mu'allel
Mu'allil
Mu'an'an
Mu’an'in
Mu'âsarat
Mubhem
Mubhemât
Mubhemu't-Ta'dîl
Mubtedî
Mubtedi'
Mubtedi'a
Mucâlese
Mucâz
Mucâz Leh
Mucâzât
Mu'cem
Mucevved
Mucîz
Mucma' Alâ Da'fıhî
Mucma' Alâ Terkihî
Muda'af
Mu'dal
Mudebbec
Mudelles
Mudelles Anh
Mudellis
Mudevven
Mudevvenât
Mûdih
Mudrec
Mudrecu'l-İsnad
Mudrecu’l-Metn
Mudric
Mu’en’en
Mu'ennen
Mufîd
Müfredat
Muhaddis
Muhadram
Muhalefet
Muhâlefetu's-Sikât
Muharref
Muharric
Muhbir
Muhkem
Muhmel
Muhtalak
Muhtelefu'l-Hadîs
Muhtelefun Fîhi
Muhtelifu'l-Hadîs
Muhtelit
Mukabele
Mukarebu'l-Hadîs
Mukaribu'l-Hadîs
Mukâtebe
Mukâtebe Makrûne Bi'l-İcâze
Mukâtebe Mücerrede Ani'l-İcâze
Mukill
Mukillîn-i Sahabe
Mukillûn
Muksirîn-i Sahabe
Muksirûn
Mumlî
Munâvele
Munâvele Makrûne Bi'l-İcâze
Munâvele Mücerrede Ani'l-İcâze
Munkatı’
Munker
Munkeru'l-Hadîs
Muntehâ-yı Sened
Muntezihu'l-İsnad
Murselu's-Sahâbî
Mursil
Murû’et
Mürüvvet
Musâ Leh
Musâfaha
Musahhaf
Musannef
Musannif
Musâvât
Muselsel
Müselsel Bi'l-Evveliyye
Müselsel Bi'l-Hilf
Müselsel Bi'l-Kavl
Mûsî
Musned
Musnid
Mustahrec
Mustahrecât
Mustahric
Mustalahu'l-Hadîs
Mustedrek
Mustefîz
Mustemlî
Muşebbeh
Muşeddid
Muşkilu'l-Hadis
Muştebih
Muştebih Maklûb
Mutâba
Mutâba' Aleyh
Mutâba'a Kasıra
Mutaba'a Nâkısa
Mutâba'at
Mutâba'at-ı Kasıra
Mutâba'at-ı Tâmme
Mutâbi
Mutarrahu'l-Hadîs
Mutarrah
Mutekaribu’l-Hadîs
Mu'telif Ve Muhtelif
Mutesâhil
Muteşâbîh
Mutkin
Muttasıl
Muttefekun Aleyh
Muttehem
Muttehem Bi'l-Kezib
Muttehem Bi'l-Vad’
Muttefekun Alâ Terkihî
Müttefik Ve Mufterik
Muvâfakat
Muvâfakati Mukayyede
El-Muvatta’
Muztarib
Muztarıbu'l-Hadîs
Müfesser Cerh
Mülakat
Mürsel
Mürsel-i Hafî
Mürsel-i Sahâbî
Mürsel-i Zahir
Müslim
Mütevâtir
Mütevatir-i Lafzî
Mütevatir-i Ma'nevî
Müzâkere
M
Mâ Akrabe Hadîsehu:
“Hadisi ne kadar (sahihe) yakındır” manasıyla bazı alimlere göre ta'dil lafızlarındandır. es-Sehâvî, ta'dilin altıncı mertebesine delalet ettiğini söylemiştir. Buna bakılarak mâ akrabe hadisehu denilerek adaletine hükmedilen ravinin hadisi, öteki altıncı mertebe lafızlarıyla ta'dil edilen ravi tarafından rivayet edilmiş hadisin hükmüne tabi olur.
Mâ Alâ Şarti Muslim:
Müslim'in sahihlik şartına uyan hadis manasına gelir. Müslim'in, Sahihinde rivayet etmediği ancak koyduğu sahihlik şartlarına uygun hadislere denir. Sahihin altıncı mertebesini oluşturur. (Bk. Merâtibu's-Sahîh).
Mâ Alâ Şartihimâ:
İkisinin şartlarına uyan hadisler manasına sahih hadislerin dercelendirilmesinde kullanılan tabirdir. Buharı ve Müslim'in sahihlerine almadıkları ancak bir hadisin sahih sayılması için koydukları şartlara uyan hadisleri ifade eder. Bu kabil hadisler sahihin dördüncü derecesindedir. (Bk. Merâtibu's-Sahîh).
Mâ Alâ Şarti'l-Buhârî:
Buhârî'nin sahihlik şartına uyan hadisler anlamında sahih hadislerin derecelendirilmesinde kullanılan tabirdir. Buhârî'nin, sahihine almadığı, ancak sıhhat için öngördüğü şartlara uygun olan hadisleri ifade eder. Böyle hadisler sahihin beşinci derecesindedir. (Bk. Merâtibu's-Sahih).
Mâ A'lemu’ Bihî Be'sen:
“Zararlı olduğunu bilmiyorum” manasına ta'dilin en zayıf derecesine yahutta cerhin en hafifine delalet eden lafızlardandır.
Cerh ve ta'dil lafızlarım ilk defa kategorilere ayıran İbn ebî Hatim ve ona tabi olan İbnu's-Salâhın zikrettikleri ta'dil veya cerh lafızları arasında mevcut olmayan bu lafız ercû en lâ be'se bihî ile birlikte kimi alimlere göre ta'dilin en aşağısıdır. Her iki lafzı cerh lafızlarından addedenler de vardır.
Bununla birlikte el-Irâki'ye göre ercu en lâ be'se bihî, ta'dilde daha yüksektir; çünkü bir ravinin zararsız olduğunun bilinmemesi onun zararsız olma ümidini gerektirmez. 611 Kaldı ki bir kimse için “umarım zararsızdır” demekte “zararlı olduğunu bilmiyorum” demekten ziyade iyiliğine şehadet vardır. 612
Ma'dinu'l-Kizb:
Yalan madeni demektir ve bazı alimlerce ravi' nin cerhedilmesinde kullanılan lafızlardandır, ruknu'l-kizbe denktir ve menba'u'l'kizb lafzı gibidir.
Mahalluhu's-Sıdk:
“Böylesine doğru denilebilir” manasına gelen ta'dil lafızlarındandır. Cerh ve ta'dil lafızlarını ilk defa kategorilere ayıran İbn ebi Hâtimun tertibine göre ikinci, ez-Zehebî'nin tertibine göre üçüncü, İbn Hacer'in tertibine göre ise dördüncü mertebesinde yer alır.
İbn Ebî Hatim, ta'dilin kendi tertibine göre ikinci mertebesinde yer alan bu ve benzeri lafızlarla adaletine hükmedilen ravinin hadisinin yazılabileceğini ancak gözden geçirileceğini söyler. 613
İbnu's-Salâh ise ona hak vererek şöyle der: “İbn Ebî Hatim, hakkında mahalluhu's-sıdk denilen ravinin hadisleri yazılır ve gözden geçirilir” derken haklıdır; zira ta'dilin (bu) ikinci mertebesine delâlet eden lafızlar, ravinin zabt vasfına işaret etmezler. Bu yüzden hadisleri, zabtının açığa çıkması için gözden geçirilir.” 614
Mahfuz:
Sözlükte hıfzedilen anlamına ismi mef’ul olan mahfuz, hadis usulünde Şazın karşılığına denir. Şâz maddesinde daha geniş şekilde açıklama yapılacağı gibi, kısaca, sika ravinin zabt ve rivayet çokluğu yönünden kendisinden daha üstün ravilerin rivayetine aykın olarak rivayet ettiği hadise şâz denir. Daha üstün ravinin rivayetine ise mahfuz adı verilir.
Misal olarak şu hadis üzerinde durulabilir:
“Sufyân b. Uyeyne-Amr b. Dinar, Avsece, İbn Abbas isnadiyle rivayet edildiğine göre, “Hz. Peygamber (s.a.s) zamanında bir adam vefat etti. Arkasında azad etmiş olduğu bir köleden başka mirasçı bırakmadı. Allah Resulü (s.a.s) adamın mirasını kölesine verdi.”615
Bu hadisi, Amr b. Dinar'dan Sufyân b. ve Hammad b. Zeyd olmak üzere iki ravi rivayet etmiştir. Sufyân’ın rivayeti gösterilen isnadladır. Oysa Hammad b. Zeyd'in rivayeti Amr b. Dinar, Avsece isnadıyledir ve mürseldir. Bir başka deyişle Hammad b. Zeyd Sufyân’ın mevsul olarak rivayet ettiği bu hadisi İbn Abbas’ın ismini zikretmeksizin mürsel olarak rivayet ederek sika bir ravi olan Sufyan'a muhalefet etmiştir. Böylece Hammad'ın rivayeti şâz olmuştur. Aynı hadisin Sufyân tankından gelen mevsul şekli ise mahfuzdur.
Mahfuz hadis şaz olana nisbetle üstün ve tercihe layık kabul edilmiştir.
Mahrec:
Çıkmak manasına “harace” fiilinin ism-i zaman, ismi mekanı ve mimli masdarıdır. Çıkış yeri anlamına gelir.
Hadis tabiri olarak mahreç bir hadisin menşei yani çıkış yerine denir. Hadisin mahreci bir anlamda ravinin yetiştiği, yerleşdiği yerdir. Söz gelişi bu hadisin mahreci Basradır denildiği zaman o hadisi Basrali bir ravi rivayet etmiş ve oradan yayılmıştır demek olur.
Mahrecuhu Ma'rûf:
Çıkış yeri bilinmektedir karşılığı olup hadisin ilk olarak rivayet edilip yayıldığı yerin belli olduğunu gösteren tabirdir.
Mahv:
Sökükte silmek, mahvetmek manasına gelen “mahâ” fiilinin masdarıdır. Hadis Usulü ilminde hadisleri yazarken yanlış yazılan kelime veya ibarenin çeşitli şekillerde silinmesi mânâsına kullanılır.
Hadis yazanlann dikkat etmeleri gereken hususlardan biri hadis lafızları arasında olmadığı halde yanlışlıkla yazılan veya aksine olduğu halde yine yanlışlıkla yazılmayan kısımların silinmesi veya yazılarak düzeltilmesidir. Bu iş darb, hakk, nıahv şekillerinde yapılır. Bunlardan mahv, yanlış yazılmış olan bir kelime ya da ibarenin parmak ucuyla veya bez parçasıyla silinerek yahutta -hat sanatında çokça uygulanan usulle- dil ucuyla yalanarak yok edilmesidir.
Hadis metnine yanlışlıkla yazılıp da mahvı gereken kısımların kağıdı zedelemeden ve iz bırakmadan silinebilmesi için kağıt ve mürekkebin iyi cinsten olması gerekir. Bilhassa kağıdın saykal olması aranır. Bununla birlikte kağıt ve mürekkeb ne kadar iyi cinsten olursa olsun nıahv yoluyla silindiğinde iz bırakabilir. Bu ise kağıdın kirlenmesine, silinen kısmın üzerine yazılan doğru ibarenin okunamayışına yol açabilir. Hadislerin yazılışına gösterilen bütün dikkat ve itina doğru yazmak gayesine yönelik olduğundan bu kabil ihtimalleri gözönüne alan bazı hadis alimleri mahvı caiz görmemişlerdir.
Makbul:
Kabul ediliş manasına ism-i mef’ul olan makbul, hadis ıstılahı olarak önce İbn Haceri'l-Askalânî'nin tasnifinde haberlerin ilk bölümünü ifade eden bir terim olarak kullanılır. Onun taksimine göre gerek tek rivayet tarikından geldiği için ahâd, gerekse rivayet yollan çok olsun, makbul, umumiyetle, sıhhat şartlarını haiz olduklarından amel edilebilecek durumda olan haberlerdir. Bu tasnife göre, sahih ve hasen makbul haberlerin en önemlileridir.
Makbul, ikinci olarak altıncı mertebede yer alan ta'dil lafızlarındandır. Bu mertebede olan lafızlar ta'dilin en zayıfını gösterir ve cerh sınırına oldukça yaklaşır. Hatta bu mertebede mevcut bazı lafızların ta'dil lafzı değil tercih lafzı olup cerhin en hafifine delâlet ettiğini söyleyen alimler de vardır.
Makbul Âhad:
Bk. Âhad.
Maklûb:
Kalebe (kalbetmek, altını üstüne getirmek) kök fiilinden alınma bir ismi mef ûl olan maklûb, hadis ıstılahında isnadında bir veya birkaç ravinin isimlerini ve yahut metninde mevcut kelime ya da ibarelerin gerek yerlerini değiştirmek, gerekse yerlerine başka kelime ve ibareler koymak suretiyle rivayet edilen hadislere denir.
Bu tarifi biraz daha açmak gerekirse şunları söylemek yerinde olur. Bir hadisi rivayet eden ravi bazen onun senedini oluşturan ravi isimlerinin bazen de metnini teşkil eden kelime ve cümlelerin yerlerini değiştirerek yahutta yerine başka kelime ya da cümleler getirerek rivayet eder. Eklediği şeyler başka hadisin ibareleri olabilir, yahutta hadisin isnadını bütünüyle kaldırıp başka bir hadisin isnadını getirebilir. Hadisin isnad veya metnini teşkil eden kelime ya da cümlelerin yerlerini değiştirme daha çok hata ile olur.
Hususi tabiriyle kalb denilen kısaca hadisin kelimelerinin yerlerini değiştirme işi tarifden de anlaşılacağı üzere, isnadda veya metinde yapılır. Hadis, eğer isnaddaki kalb yüzünden maklûb ise maklûbu'l-isnâd; metnindeki kalb sebebiyle maklûb hale gelmişse maklûbu'l-metn adını alır. 616
İsnadda kalb, Murra b. Ka'b ismini Ka'b b. Murra şekline getirmek misalinde olduğu gibi ravi ile babasının isimlerinin yerlerini değiştirmek, bir isnadla meşhur olan hadisi bir başka isnadla rivayet etmek, birkaç hadisin isnadlarını değiştirmek şekillerinde olur. Herbiri üzerinde ayn ayrı durarak misaller verelim.
Hadisin senedini teşkil eden ravinin kendi ismi ile babasının ismini takdim-tehir suretiyle rivayet etmekle oğul baba; baba oğul durumuna düşer. Hadisi rivayet eden ravi değişmiş olur. Eğer yer değiştirme sonunda hadisi rivayet edenin babası iken, ravi durumuna düşen kimse mechûl biri ise hadis cehalet yüzünden en azından zayıf durumuna düşer.
Bir isnadla meşhur olan hadisi, garâib arasında olması ve muhaddislerin ilgisini çekmesi için, bir başka isnadla rivayet daha çok aşın yalancı, zayıf ravilerin baş vurdukları yoldur. Böyleleri söz gelişi hadis Salim b. Abdillah'dan rivayetle meşhurken Nâfi'den rivayet edilmiş olarak veya Malikten rivayet edilmekle meşhur olanı Ubeydullah b. Ömer'den nakledilmiş gibi gösterirler. Hammad b. Amr en-Nasîbî, Ebu İsmail İbrahim b. Ebî Hayye, Behlul b. Ubeyd el-Kindî, bu işi yapanlardandır. İbn Dakîki'l-İyd hadisleri böyle rivayet etmenin hadis sirkati olduğunu söyler. Meselâ, Hammâd b. Amrı'n-Nasîbî, A’meş-Ebu Sâlih-Ebu Hureyre isnadı ile şu merfu hadisi rivayet etmiştir.
“Yolda müşriklerle karşılaştığınız zaman onlara önce siz selam vermeyiniz.” Bu hadisin meşhur olan isnadı aslında Süheyl b. Ebi Salih - Ebu Salih - Ebu Hureyre şeklindedir. Hammâd b. Amr en-Nasîbi Süheyl yerine el-A’meş'i koyarak rivayet etmiştir. 617Böylece aslında sahih olan hadis maklûb hale gelmiştir.
İsnadda kalb bazen kasıtlı olarak değil de ravinin gaflet ve hatası ile meydana gelir. Bu halde de ravisinin gafleti yüzünden maklûb hale getirdiği isnadla rivayet ettiği hadis de maklûbu'l-isnâd sayılır. Şu hadis böyle maklûba misaldir:
“Namaz için ezan okunduğu zaman (veya kamet getirildiği zaman) beni (evimden çıkarken) görmedikçe ayağa kalkmayınız.”
Bu hadis esas itibariyle muhaddisler arasında Yahya b. Ebî Kesîr-Abdullah b. Ebî Katâde-Babası-Hz. Peygamber (s.a.s) isnadıyla meşhurdur. Nitekim Müslim ve Nese'î bu snadla rivayet etmişlerdir.618
Böyle iken Cerir b. Hâzim adındaki ravi aslında Haccâc es-Sawâf tan işittiği bahis konusu hadisi Sâbit'ten rivayet ettiğini zannederek ondan rivayette bulunmuştur. Bunu, Hammâd b. Zeyd şöyle anlatmıştır: Cerîr ile birlikte Sâbit'in yanında bulunuyorduk. Haccâc es-Savvâf da orada idi. Haccâc bize Yahya b. Ebi Kesîr'den Abdullah b. Ebî Katâde tarîki ile bu hadisi rivayet etti. Oysa Cerîr, sonradan hadisi Sâbit'in rivayet ettiğini sanarak ondan rivayette bulundu.” 619
Metin yönünden maklûba gelince, yukarda da değinildiği gibi, metni oluşturan kelime ya da cümlelerin yerleri değiştirilmek suretiyle maklûb olan hadisdir. Misal olarak şu hadisler üzerinde duralım.
Hubeyb b. Abdirrahman halası Uneyse bint Hubeyb'den merfu olarak şu hadisi rivayet etmiştir:
“(Sahurda) İbn Ummi Mektüm ezan okuduğunda yiyin, için. Bilâl ezan okuduğu zaman ise yemeyin, içmeyin.”620 Bu hadisin İbn Ömer ve Âişe rivayeti şöyledir.
“Bilal geceleyin ezan okur. Ezanı o okuduğu zaman, İbn Ummi Mektum ezan okuyuncaya kadar yiyin için.” 621
Ebu Davud ve İbn Mâce hariç tutulursa elde mevcut geçerli hadis kaynaklarında mevcut bu rivayetler incelendiğinde görülecektir ki, Hz. Peygamber Bilâl'ın geceleyin, yani erken ezan okuduğunu;-onun ezan okuması üzerine sahur yemeğinin kesilmemesini; İbn Ümmi Mektum ezan okuyasıya kadar yeme içme vaktinin uzatılmasını söylemiştir. Buradan anlaşıldığına göre İbn Ümmi Mektum ezanı geç okumaktadır ve o okuyuncaya kadar sahur yemeği devam edecektir. Oysa ilk rivayette kalb yapıldığı, yani Bilâl ile İbn Ümmi Mektum'un yerleri değiştiği zaman hadisin esprisi değişmiş, durum aksine olmuştur. Bununla birlikte İbn Hibbân ile İbn Huzeyme, Bilâl ile İbn Ummi Mektum'un sıra ile bazan önce biri sonra diğeri; bazen de aksine ezan okumuş olabilecekleri ihtimaline göre tevile giderek iki hadisin arasını te'lif çalışarak Uneyse hadisinin maklûb olmadığını söylemişlerse de 622İslâm âlimlerinden bu yoruma katılan olmamıştır.
Hz. Peygamberin, kıyamet günü yedi sınıf insanın Cenâb-ı Hakk'ın (arşının) gölgesinde barınacağını bildiren veciz bir hadisi vardır. Bu hadisin altıncı fıkrası şöyledir.
“Sadaka veren; sağ elinin verdiğini sol eli bilmeyecek kadar (sadakasını) gizleyen kimse” şeklindedir. 623Bu kısmı Müslim ravilerinden birisi değiştirerek şu şekilde rivayet etmiştir:
“(Altıncısı) sadaka veren, sol elinin verdiğini, sağ eli bilmeyecek kadar sadakasını gizleyen kimse...” 624
Hz. Peygamber Mü’minlere bir şeyi yasakladığında ondan uzak durmalarını, buna karşılık emrettiği bir şeyi güçleri yettiğince yapmalarını emrettiği şöyle bir hadisleri vardır.
“Size bir şeyi yasak kılmışsam ondan kaçınınız; emrettiğim şeyleri de gücünüz yettiğince yerine getiriniz.” 625Bu hadisi et-Taberânî şöyle rivayet etmiştir:
“Size bir şeyi emrettiğim zaman onu yapınız. Bir şey yasakladığım zaman da ondan gücünüzün yettiğince kaçınınız.” 626Bu hadis de emir ve nehiy fıkralarının yer değiştirmesiyle maklub olmuş ve görüldüğü gibi sahih rivayetlerdeki emirlerin yerine getirilmesindeki güç yetmesi kaydı, nehylerden kaçınmaya bağlanmıştır.
Gerek isnadındaki gerekse metnindeki kalb sebebiyle meydana gelen maklûb hadisler, ravilerin zabt kusurundan doğar. Zabt kusuru ise ravinin cerh sebebleri arasında önemli bir yer tutan gaflet ve galatla alakalıdır. Her ne sebepten olursa olsun ravinin rivayet hatası sonucu meydana gelen maklûb hadisler, umumiyetle zayıf addedilirler, el-Hattâbî'ye göre maklûb, zayıf hadisler içinde ön sıradadır ve mevzudan sonra gelir. ez-Zerkeşî'ye göre de isnadında inkitadan başka sebeplerle zayıf sayılan hadisler yedi gruptur. Bunların en fenası mevzu, sonra mudrec, sonra da maklûbdur. 627Bununla birlikte isnaddaki sika bir ravi isminin sehv sonucu kalbedilmesiyle meydana gelen maklûbu'l isnad olan hadis hiç bir zaman sahih veya hasen olmaktan çıkmaz. Bu itibarla maklûb hadisin zayıf sayılması hükmü, denilebilir ki daha çok maklûbu'1-metn üzerindedir. Hadis metnindeki kelimelerin yerlerini değiştirmek bir bakıma Hz. Peygamber (s.a.s)'in kasdettiği mana dışında şeylerin onun ağzından söylenmesidir. Bu yüzden maklûbu'l-metnin asimi yani maklûb rivayetten önceki şeklini belirleyip onu esas almak gerekir.
Maklûbu'l-İsnâd:
Bk. Maklûb.
Maklûbu'l-Metn:
Bk. Maklûb.
Makrûnen:
Yakın olarak demektir. Bazı ravilerin, zayıf hadislerini sika olarak tanınmış bir ravinin hadisiyle birlikte zikrederek ona adeta kuvvet kazandırmak istemesi gibi bir uygulamaya denir.
Maktu:
Kesmek, kat etmek anlamına gelen “Kata'a” kök fiilinden ismi mefûl olup kesilmiş, kesik demektir. Hadis Usulünde sahâbe'den sonraki tâbi'î lerin sözleri veya fiilleridir. Bir diğer ifadeyle maktu hadis, isnadı tabiiye kadar uzanan, tâbi'îde kalarak daha ileri gidemeyen hadistir. Kısacası, tabiilerden gelen ve onlara ait sözlerden veya fiillerden ibaret haberlere umumiyetle maktu adı verilmiştir. Muhammed b. Sîrîn'in şu sözü maktû'ya güzel bir misaldir.
“Şu hadis ilmi yok mu, dindir din. O halde dininizi kimden aldığınıza dikkat edin.” 628
İbnu's-Salâh'ın kaydettiğine göre, maktu. İmam Şâfi'î ve ed-Dârekutnî tarafından isnadı muttasıl olmayan munkatı manasına kullanılmıştır. Ne var ki her iki âlimin maktu' ıstılahını, hadis ıstılahlarının alimler arasında iyiden iyiye yerleşmeye başlamasından önce isnadı muttasıl olmayan munkatı' manasına kullandıkları anlaşılmaktadır; zira hadis istılahları istikrar kazanınca maktu yukarıda verilen mânâsına, munkatı ise Hz. Peygambere nisbet edilmekle birlikte isnadında inkıta bulunan hadisler manasına kullanılmıştır. Nitekim el-Hatîbu'l-Bağdâdi, el-Câmi isimli eserinde tâbi'ilere alt bazı rivayetleri naklettikten sonra “Bu maktu hadislerdendir” demiş, dit yerde de maktu hadisler, isnadı tabiîlerde kalanlardır” tarifini vermiştir.
Hadis ıstılahlarını istikrar kazanmış manalanyla tarif eden İbnu's-Salâh, maktu ile munkatı ıstılahlarının aynı olmadığına işaret etmekte; maktûnun Ayrıca ele alacağı munkatı'dan ayrı olduğunu açıkça belirtmektedir. 629
Ma'kûs:
Aksine döndürülmüş, tersine çevrilmiş manasına ism-i mefûl olan bu kelime el-Bulkînî'nin baş tarafı sonuna, son tarafı ise başa kalbedilmek suretiyle meydana gelen maklübu'1-metn hadise verdiği hususî isimdir. 630
Ma'lûl:
Hastalanmak manasına “aile” kök fiilinden ismi mefûl olan ma'lûl, el-Buhârî, et-Tirmizî, el-Hâkimu'n-Nisâbûrî ve ed-Dârekutnî başta olmak üzere bazı hadis alimleri tarafından mu'allel yerine kullanılmış bir ıstılahtır. 631
Görünüşte, sahih olan, ancak aslında sıhhatine mani teşkil eden gizli bir kusur taşıyan hadise ma'lul denmesinin isabetli olmayacağını söyleyen alimler vardır. Bunlara göre hadise sıhhatini kadh eden (kemiren, içinden göynüten) bir illetin isabetini ifade etmek için ma'lul tabirini kullanmak hatalı olduğu gibi yerinde de değildir. Onun yerine hiç değilse hadise illet isabet ettiğini dikkate alarak i'lâlin ism-i mefûlü olan mu'al tabirini kullanmak daha doğru olacaktır. Kaldı ki rubai mezid bir fiil olan “e'alle”nin ismi mefûlü kıyasen ma'lul değil, mu'all gelir. Lügat yönünden illetli hadisleri en iyi ifade eden ıstılah, bir şeyle oyalamak, avutmak manasına aynı kökten Tef’il babında ism-i meful olan mu'alleldir. 632Ayrıca ma'lul, sözlükte devenin tekrar suvarılması manasında kullanılan “aile” kök fiilinin ismi mef’ulüdür. Dolayısıyla illetli hadisler için kullanılması hatadır. 633
Ma'lul tabirinin illetli hadisler için uygun bir ıstılah olmadığını ileri sürenlere karşılık bu tabirin kullanılmasında mahzur olmadığı görüşünde olanlar ve kullandıkları bu tabirinin yerinde olduğunu söyleyerek savunmasını yapanlar da vardır. Bunlara göre “aile” fiili sözlükte bir şeye illet isabet etmesini ifade etmekte de kullanılır. Buna göre bazı rau-haddislerin illetli hadisi ma'lûl ıstılahı ile ifade etmeleri fiilin bu manasından alınmadır. Dolayısıyla hatalı değildir.
Ma’mûl Bih:
Kendisiyle amel edilen manasına gelen bir tabirdir ve özellikle Sahabe ve Tâbi'în dönemlerinde hükmü uygulanmış hadise denilmiştir.
Ma'nen Mütevâtir:
Bk. Mütevatir.
Ma'nen Rivayet:
Bk. Rivayet bi'1-Ma'na.
Ma'nevî Tevatür:
Bk. Tevatür.
Ma'ruf:
Pek çok hadis terimi gibi ismi meful ölçüsünde gelen bir kelime olan maruf bilinen nesne demektir. Hadis uisulünde terim olarak münker yahut şâz merdûd bahislerinde ayrıca tanıtıldığı gibi kısaca zayıf bir ravininin sika raviye aykırı rivayetidir. Münker bu olnuca onun karşılığı olan ma'ruf, zayıf ravinin aykırı olarak rivayet ettiği sika ravinin hadisi olmaktadır. Tarifi daha iyi anlayabilmek için misal üzerinde duralım.
İbn Ebî Hatim, Hubeyyib b. Habib-Ebu İshâk Ayzâr b. Hureys-İbn Abbas isnadıyle Hz. Peygamberden şöyle bir söz rivayet etmiştir:
“Kim namaz kılar, malının zekâtını verir, hacceder, Ramazan orucunu tutar ve misafirini ağırlarsa Cennet'e girer.” Bu hadis İbn Ebî Hâtim'e göre münkerdir; zira diğer sika ravilerin Ebu İshak tarîkından gelen rivayetleri mevkuf dur; yani İbn Abbas'ın sözüdür. Misalimizde Hubeyyib b. Habîbin isnadı Hz. Peygambere kadar ulaşan (merfu); rivayeti ise münker olduğuna göre. İbn Abbas'a ait mevkuf bir söz olarak Ebu İshak tarîkından gelen rivayet ma'ruftur.
Denilebilir ki ma'ruf bir bakıma kendisinde hadisin münker veya merdûd şâz oluşuna yol açan sebep bulunmayan sika ravinin rivayeti olarak da görülebilir.
Ma'ruf tabirinin az da olsa, bazı muhaddisler tarafından meçhul karşılığı olarak da kullanıldığı görülmektedir. Bir ravinin ma'ruf olması en özlü ifadesiyle, hadis alimlerince hadis rivayeti ile meşgul olan bir kimse olarak tanınmasıdır.
Masnû:
Yapma, yapmacık ve düzme anlamına gelen bu kelime, terim olarak tamamen mevzu yerine kullanılmıştır.
Matrûh:
Kelime olarak “atılmış” manasına ism-i mefûl'dür. Hadis terimleri arasında ez-Zehebî'nin zayıftan aşağı ve mevzudan yukarı olarak nitelediği bir çeşit zayıf hadis ismi olarak geçer. Anlaşıldığına göre metruk karşılığıdır.
Bununla birlikte aynı kelime kimi alimlerce cerh lafzı olarak da kullanılmıştır.
Matrûhu'l-Hadîs:
“Hadisi atılmıştır” anlamıyla ez-Zehebî'nin taksiminde cerh lafızları arasında yer alır. 634Metrûku’l-hadîse denktir.
Mat'ûnun Fîhi:
“Ta'anû fîhi tabiri ile birlikte aynı manaya gelir. İkisi de “hakkında ta'n edenler var” demektir ve cerh lafızlarındandır. Cerhin en hafifi olan birinci mertebe lafızlara el-Irâkî'nin eklediği lafızlar arasında yer alır.
Cerhin ilk mertebesi ta'dil sınırına oldukça yakındır. Hatta bazı âlimler ta'dilin altıncı mertebesindeki lafızları cerhin ilk mertebesinde sayarlar. Bu itibarla “ma'unun fihi” raviyi adaletten düşürmeyen hafif bir cerh lafzı kabul edilir.
Mebde:
Bk. Evvelu's-Sened.
Mebde'u's-Sened:
Bk. Evvelu's-Sened.
Mecâlis:
Bk. Meclis.
Mechûl:
“Bilinmeyen, meçhul” manasına ism-i mef’ûl olan mechûl tabiri hadis ıstılahı olarak iki ayn yerde kullanılır.
Bunlardan birincisi gerek kimliği, gerekse adalet durumu bilnmeyen ravilere denir. el-Hatîbu'1-Bağdâdî'ye göre muhaddisler nazarında mechûl, kendisi ilim talebiyle meşhur olmayan, hadis alimlerinin tanımadığı, hadisleri sadece bir tek ravi cihetinden bilinen kimsedir. Söz gelişi Amr b. Zîmur, Cebbâru't-Tâî, Abdullah b. Eğari'l-Hemedânî, Heysem b. Haneş, Mâlik b. Eğar, Sa'îd b. Zî-Huddân, Kays b. Kerkem, Hamr b. Mâlik meçhuldürler; zira bütün bu zatlardan Ebu-îshak es-Sebî'îden başka hadis rivayet eden olmamıştır. Aynı şekilde Sem'ân b. Muşennec, el-Hezhâz b. Mizen de meçhullerdendir. Bunların da eş-Şa'biden başka ravileri olduğu bilinmemektedir. Bekr b. Karvâş, Hallâm b. Cezel de Ebu't-Tufeyl Amr b. Vâsile'den başka ravileri olmadığından meçhuldürler. Yezid b. Suhaym'dan Hilâs b. Amr'dan, Çeri b. Kuleyb'den Katâde b. Diâme'den başka rivayette bulunan olmamıştır. 635Bu sebeple onlarda meçhuldürler.
Görülüyor ki muhaddislere göre bir ravinin kendisinden rivayette bulunan bir tek ravisinin olması, onun meçhul kabul edilmesi için yeterli sebeptir.
Yine el-Hatîbu'1-Bağdâdî'ye göre böyle meçhul ravilerden cehaletin kalkmasının asgari şartı, Hadis ilminde şöhret yapmış iki ve daha fazla ravinin kendisinden rivayette bulunmasıdır. Nitekim Muhammed b. Yahya “bir raviden iki kişi rivayette bulunursa ondan cehalet kalkar” demiştir. Şu da var ki, meçhul bir raviden iki kişinin rivayette bulunması halinde o ravi meçhul olmaktan çıkarsa da cehaletten çıkmakla adalet hükmü sabit olmaz. 636
Bununla birlikte el-Hatîb'in devam ederek kaydettiğine bakılırsa aksine kail olanlar, yani iki ravinin rivayette bulunmasıyla cehaletten kurtulan ravinin adaletinin sabit olacağı görüşünde olanlar da vardır. Bu görüşte olanlar, bir raviden adaleti bilinen birinin rivayette bulunmasının onun adaletine hükmetmek olacağı görüşünden hareket etmişlerdir. Bu görüşün batıl olduğuna şüphe yoktur; zira adil olduğu bilinen ravinin hadis rivayet ettiği kimsenin adaletli olup olmadığını bilmemesi imkân dahilindedir. Buna göre ondan rivayette bulunmuş olması onun adaletine hükmetmek sayılamıyacağı gibi sadık olduğunu haber vermek manasına da gelmez. Aksine ondan çeşitli maksatlarla rivayette bulunmuş olabilir. Nasıl olmasın ki sika ve adil hadiscilerden bir grup kimi şeyhlerden öyle hadisler rivayet etmişlerdir ki, bunların bir kısmını naklederken durumlarının memnuniyet verici olmadığını bildikleri halde hallerini söylemekten çekinmişler; bir kısmında da rivayette yalan söylediklerine, görüşlerinin ve tuttukları yolun bozuk olduğuna şahitlik etmişlerdir.” 637Şu hale göre adil bir ravinin meçhulden hadis rivayet etmiş olmasını onun adaletine hükmetmek için yeterli sebep olarak görmeye imkân yoktur.
Bir rivayette münferid kalan, rivayetleri diğer bir tarîkdan kuvvet bulmayan mechûl üç kısımdır. Birincisi, adaleti meçhul olanlardır ki bunlara mechûlu'l-adâle denir. Adaleti meçhul olan ravinin hadisi ile ihticac edilmez.
İkincisi zahiren adalet sahibi oldukları halde bâtınen adaleti meçhul olanlardır. Bunlara da mechûlu'1-hâl veya mestur adı verilir.
Üçüncüsü ise kendisinden rivayette bulunan tek raviden başka hiçbir muhaddis tarafından tanınmayanlardır. Böyle meçhullere de mechûlu'1-ayn veya mechûlu'z-zat denir.
Mechulün ilk kısmının hadisleri ile amel edilmeyeceği konusunda âlimler görüş birliğine varmışlardır. Mechulün son iki kısmının rivayetinin kabul edilip edilmeyeceği konusunda ise, ihtilaf meydana gelmiştir. Bu manada meçhulün karşılığı, bazı hadis alimlerine göre, ma'ruftur.
İkinci olarak “mechulün” cerh lafızlarındandır. Cerhin üçüncü mertebesine delâlet eder. Hakkında meçhulün denilen raviler büsbütün terkedilmez. Hadisleri i'tibar için yazılırsa da ihticaca yarar kabul edilmez.
Mechûlu'l-Adâle:
Muhaddislerce tanınmadığı, kendisi ilim talebiyle meşhur olmadığı, hadis alimlerini bilmediği, hadisleri sadece bir tek şahıs cihetinden geldiği için meçhul addedilen ravilerin kısımlarındandır. (Bk. Mechul).
“Adaleti mechûl” manasından da anlaşılacağı gibi mechulu'l-adâle olan ravi önce adalet durumu bilinmeyen ravidir. Rivayeti ister tek hadise münhasır kalsın, isterse bir kaç hadis rivayet etmiş olsun adaletli olduğu bilinmeyen ravi mechulü'1-adaledir.
Adaleti meçhul bir ravi, Hadis ilminde şöhret sahibi olan en az iki ravinin kendisinden rivayette bulunmasıyle her ne kadar meçhul olmaktan kurtulursa da bununla adaleti sabit olmaz. Yine mechûlu'l-adale olarak kalır; zira kaide olarak bir ravinin adaleti kendisinden iki veya daha fazla kimsenin rivayette bulunmasından ziyâde, hadis imamlarının veya cerh ve ta'dil âlimlerinin adaletli olduğunu söylemeleriyle anlaşılır. 638
Mechûlu'l-Ayn:
Mechûlu'z-zât da denir. Her ikisi de kendisi meçhul manasınadır. Rivayette infirâd etmesi yüzünden mechûl sayılan raviye denilmiştir.
Meçhul maddesinde söz konusu edildiği gibi, sadece bir ravinin kendisinden rivayette infirad ettiği; bu sebeple mechül addedilen raviler üç kısımdırlar. Mechûlu'1-ayn bunlardan üçüncüsüdür ve tek ravisinden başka hiç bir ravi veya hadis âlimi tarafından bilinmeyen kimsedir.
el-Hatîbu'1-Bağdâdî'ye göre Mechûlu'l-ayn hadis âlimlerince bilinmeyen, hadisi yalnızca bir tek ravi cihetinden bilinen kimsedir. İbn Abdilber de aynı görüştedir. Ona göre de, kendisinden yalnız bir ravi hadis rivayet etmiş kimse hadis âlimlerince mechûlu'1-ayn dır.
Mechûlu'l ayn mubhem hükmünde olup, hadis âlimlerinin ve fakihlerin cumhuruna göre makbul değildir. Hadisleri alınmaz. Bununla birlikte rivayetin kabulü için müslüman olmayı yeterli görüp bundan başka şart aramayanlara göre mechûlu'l-aynın rivayetleri makbuldür. Bu konuda üçüncü bir görüş daha vardır. Buna göre ise mechûlu'l-aynın rivayetleri eğer Abdurrahman İbn Mehdî, Yahya b. Sa'id el-Kattân gibi yalnızca adalet sahibi kimselerden rivayet etmekle tanınan bir ravi kendisinden rivayette infirâd etmişse rivayetleri kabul edilir. Kendisinden rivayette tek kalan ravi bu özellikte değilse mechûlu'l-ayn’ın rivayeti makbul addedilmez.
İbn Hacer de en doğru görüş kaydıyla buna yakın bir görüş ileri sürer. O'na göre mechûlu'1-ayn'dan rivayette teferrüd eden ravi cerh veya ta'dile ehil birisi ise onun tezkiyesiyle, değilse onun dışında cerh ve ta'dile ehil olan birinin tezkiyesiyle mechûlul-ayn’ın rivayeti kabul edilir. Aksi halde edilmez. 639
Mechûlu'l-Hâl:
Sadece bir tek ravisi olduğu için (mukill) meçhul kalmış iken ismini açıklayarak iki veya daha fazla adalet sahibi ravinin rivvayette bulunduğu ancak ne kendisinden rivayette bulunanlar ne de başka kismeler tarafından terkiye ve tevsik edilmemiş raviye mechûlu'1-hal veya mestur denir.
Mechûl maddesinde söz konusu edildiği gibi, bir tek ravinin kendisinden rivayette infirâd ettiği ve bu yüzden meçhul addedilen raviler üç kısımdır. Bunlardan ikincisi zahiren adalet sahibi oldukları halde gerçekte adalet yönünden meçhul kalanlardır. Böyle meçhul ravilere mechûlu'l-hâl veya mestur adı verilir.
Mechülu'l-hâl'in iki veya daha fazla ravi tarafından hadisleri rivayet edildiği halde mestur kalması adalet durumunun belli olmayışıdır.
Bir ravinin kendisinin veya halinin bilinmesi hadis ilminde farklı mütalaa edilir. Buna göre mechûlu'l-hâl ile mechûlu'l-ayn arasında fark vardır. Bu fark ilkinin iki veya daha fazla kişinin rivayet etmesiyle meçhul olmaktan çıktığı halde adalet yönünden halinin meçhul kalması, ikincisinin ise kendisinden sadece bir kişinin rivayette bulunmasından ötürü hem şahsının hem de adalet durumunun meçhul kalması itibariyledir.
İslâm alimlerinin büyük çoğunluğuna göre mechûlu'1-hâl ravilerin rivayetleri merduddur; zira rivayetin kabulü için ilk şart ravisinin adaletli olduğu zannının bulunması gerekir.
Buna karşılık bir kısım İslâm âlimleri mechûlu'1-hâl veya mesturun rivayetinin kabul edileceği görüşündedir. İmam-ı A'zam, mesturun rivayetini kabul edenler arasındadır. İbn Hibbân ile Şafiî âlimlerden Selim er-Râzî de mesturun rivayetinin kabul edileceği görüşünde olanlardandır. Onlara göre bir ravinin adaletli olması için hiç bir kimse tarafından cerh edilmediğinin bilinmesi kafidir. Bununla birlikte raviler hakkında verilecek hüküm, haklarında cerhi gerektirecek bir durum açığa çıkmadığı sürece, kendilerini adaletli saymaktır. Herkes zahiri bilmekle mükelleftir. Hiç kimse cerhi gerektiren hali bilmekle mükellef değildir. Bu konuda Yüce Allah mealen “kimsenin kusurunu araştırmayınız” 640buyurmuştur. Kaldı ki bir ravinin adaletli olduğunu haber vermek kadar adaletsiz olduğuna hükmetmek de iyi zanna dayanır. Zannın bazıları ise günahtır. Ayrıca bir insanın adaletli olup, olmadığını bilmek ekseriya imkânsız olduğundan yalnız zahirdeki adaleti ile yetinmek gerekir. Cerh bulunmamakla birlikte bu adalet iyi zanna binaen mevcut addedilmek gerekir. Nitekim İbnu's-Salâh bu konuda “meşhur hadis kitablarının çoğunda hayli zaman önce ölmüş ve iç yüzlerini araştırmaya imkan kalmamış bir çok ravi hakkında bu görüşe göre hareket edilip dışardan görünüşleriyle yetinilmişe benziyor” demiştir.
Bazı alimlere göre İmam-ı A'zam mesturun rivayetini kabul etmesi, müslümanlann ekseriyetinin adalet sahibi olduğu devirde yaşamış olmasından dolayıdır. Sonraları ise insanlar arasında fısk galip geldiğinden mechûlu'1-hâl ile mesturun rivayetlerini tezkiyesiz kabul etmemek zaruri hale hale gelmiştir. Nitekim İmam Ebu Yusuf ile İmam Muhammedde şehadetin mesturun tezkiyesinden sonra kabulüne kail olmuşlardır.
Bu ihtilafın özü şuna varır ki, Sahabe, Tâbi'în ve Tebe'ut-tâbi'înden mestur olanların rivayetleri makbuldür. Ancak diğerlerinin rivayetleri tevsik ve tezkiye vaki olmadan kabul olunmaz.
Mechûlu'l-hâlîn rivayetlerinin kabulü konusunda üçüncü bir görüş daha vardır ki buna göre mestur raviden rivayet edenler şayet sadece adaletli ravilerden rivayet eden kimselerse mesturun rivayeti makbuldür; değilseler makbul addedilmez. 641
Mechûlu'z-Zât:
Bk. Mechûlu'1-Ayn.
Meçhulün:
Bk. Meçhul
Meclis:
Oturmak karşılığı “celese” kok fiilinden alınma ism-i mekândır ve oturacak yere denir. 642Çoğulu Mecâlis gelir.
Hadis terimi olarak, hadis okunan ve imlâ ettirilen oturumlara denilmiştir. Belli bir kitabın okunduğu, hadis meselelerinin öğrenildiği derslere denildiği de olur.
Mecruh:
Cerhedilmiş raviye denir. Cerh ve ta'dil alimleri tarafından cerhin herhangi bir mertebesinde yer alan lafızlarla hakkında tecrih hükmü verilmiş ravi mecruh addedilir.
el-Hâkimu'n-Nisâburî'ye göre mecruh ra-viler on tabakadır. En ağır cerhle mecruh olanlardan başlamak üzere şunlardır:
1. Hz. Peygamberin ağzından yalan uyduranlar: Hz. Peygamber (s.a.s) birçok sahabîden bazı âlimlere göre yüze yaklaşan tarîk ve vecih den rivayet edilen sahih ve meşhur hadisinde “benim ağzımdan yalan uyduranlar Cehennemdeki yerlerine hazırlansınlar” buyurmuş olmasına rağmen bu büyük günahı işleyenler olmuştur. el-Muğîre b. Sa'îd el-Küfî, Ebu Abdirrahim el-Kûfı, Muhammed b. Sa'îd (el-Maslûb) es-Şâmî gibi zındıklar bunlardandır. Bu âlim özentileri hadis uydurmuşlar; müslümanların kalblerine şüphe sokmak üzere uydurdukları sözleri halk arasında hadis olarak yaymışlardır. Öteki hadis uydurma sebepleriyle Hz. Peygamber (s.a.s)'in mübarek ağzından yalan uyduranlar da bu gruptandır.
2. Hz. Peygamber (s.a.s)'e ait meşhur hadislerin bilinen isnadından başka isnad uydurarak kimsenin bilmediği hadisleri biliyor görünme sevdasında olanlar: Mekkeli İbn Hayye lakabıyla tanınan ibrahim İbnu'l-Yese'a gibi ki Ca'fer b. Muhammed es-Sâdık, Hişâm b. Urve gibi meşhurlardan hadis rivayet eder birinin isnadını ötekine bindirirdi.
3. İlim sahiplerinden bir kısmı: Bunlar, İbrahim b. Hudbe misali kendileri doğmadan önce vefat etmiş kimselerden rivayette bulunarak rivayet ilmine büyük kötülükleri dokunmuş olanlardır.
4. Sahih olarak rivayet ettikleri sahabe sözlerini ‘mevkûf’ isnadını Hz. Peygamber'e ref ederek ona ait sözlermiş gibi (merfu) nakledenler; Muvatta ravisi ve İmam Mâlik ashabının en son vefat edeni olan Ebu Huzâfe Ahmet b. İsmail es-Sehmî gibi. “Şafak ufukta kızıllığın görünmesinden ibarettir” sözünü Mâlik'den Nâfi-İbn Ömer isnadıyla Hz. Peygamber (s.a.s)'in sözü olarak rivayet etmiştir. Oysa aynı hadis el-Muvatta da İbn Ömer'e ait mevkuf bir hadis olarak zikredilir. Yahya b. Sellam el-Basrî de öyledir. O da Mâlik-Vehb b. Keysân -Câbir isnadıyla Hz. Peygamber (s.a.s) 'e ref ederek onun “Fatiha okunmayan bütün namazlar eksiktir. İmam arkasında olunduğunda müstesna” dediğini rivayet etmiştir. Oysa bu hadis de el-Muvatta'da Vehb b. Keysan tarikiyle rivayet edilmiş Câbir b. Abdillah'in sözü (mevkuf) olarak geçer. 643
5. Tâbi'îlerden rivayet ettikleri maktu hadisleri mürsel veya kendiliklerinden ekledikleri sahabi adıyla mevsul olarak rivayet edenler: Bu gruptakilere İbrahim b. Muhammed el-Makdisî misal verilebilir. Bu zât el-Firyâbi, es-Sevri, eî-A’meş, Ebu Zubyan, Selmân isnadiyle hadis rivayet eder. Oysa aynı hadis el-A’meş'in kitabında İbrahim en-Nehaî'nin mürseli olarak görülür.
6. Daha çok ibadete düşkün, sâlih, abid ve zahid kimseler oldukları halde hadis hıfzına, hadisde itkana önem vermeyerek rivayeti hafife alanlar: Bu tabakadan olanlar pek çoktur. Ekseriyetini zahidler ve abidler oluşturur. Sabit b. Musa gibi. Bir gün el-Müstemlî önde, Kadı Şerik b. Abdillah'ın meclisine gider. Şerik “haddesenâ'l-A’meş, an Ebî Sufyân An Câbir, Kale, kale Resulullah (s.a.s) dediği içeri girer. Şerik isnadını böylece zikrettiği hadisin henüz metnini söylememiştir. O anda Sabit b. Musa'ya bakarak “geceleri çokça namaz kılanın gündüzleri yüzü fazlaca nurlu olur” der. Bununla Sâbit'in zühd ve verasını kasdetmiştir. Oysa Sabit, Şerîk'in bu sözleriyle daha önce söylediği isnadla Hz. peygamber (s.a.s)'e ait merfu bir hadis rivayet ettiğini zanneder. Ona ait bu sözleri bu vecihdert başka aslı olmayan merfu bir hadis olarak rivayet eder. Aynı hadis sirkate maruz kalır ve Serik'ten rivayet edilir. Sabit gibi ravilerin iyi niyetlerine zühd ve takvalarına diyecek söz yoktur. Şu var ki, rivayetin kaideleri vardır. Hadis ilminde zan iyi bile olsa geçersizdir. Abdurrahman b. Mehdî “İki şeyde, hüküm ve hadiste iyi zan doğru olmaz der.” Nitekim Amr b. Muhammed en-Nâkıd'ın rivayetine göre Vekî, kendisine bir soru sorana
“Said b. Ubeyd et-Ta'î nin eş-Şa'bî'den rivayet ettiği, başkası yerine haccedip sonra kendi adına Kabe ziyareti yapan kimse hakkındaki hadisi biliyor musun?” diye sorar. Adam:
“kim rivayet etmiş” diye ravisini öğrenmek ister. Bu soruya Amr b. Muhammed, Vekî yerine
“Vehb b. İsmail rivayet eder” cevabını verir. Bu sefer Vekî,
“Vehb b. İsmail salih biridir, der; lakin hadisin ricale ihtiyacı vardır.”
7. “Mecruh ravilerin yedinci tabakasını ise hadis şeyhlerinden hadis işiten hem de fazlasıyla işiten sonra da işitmedikleri hadisleri onlara nisbet ederek rivayette bulunan (tedlis yapan) lar oluşturur. Bunlar şeyhlerden rivayet ettikleri ile etmediklerinin arasını ayırt etmezler. Horasan'a giderler, orada daha önce hadislerini yazdıkları bir şeyhten rivayet edilen bir hadis öğrenirler, hemen aşinrlar ve rivayet ederler. Zamanla bu, hadisleri arasında belli olur. Zamanımızda da garâib peşinde koşan pek çok ilim ehlinin aynı işi yaptıklarını gördük.” 644
El-Hâkim bundan sonra üç tabaka daha sayar. Bunlar da sırasıyla şunlardır.
Yetiştikleri şeyhten musannef kitapları rivayet eden ancak semâlarına esas olan nüshayı ihtiyarlayıncaya kadar yazmaya üşenenler; kendilerinden hadis talebinde bulunanlar olunca da rivayetlerinde doğru oldukları vehmine kapılarak satın aldıkları semai olmayan bir nüshadan hadis rivayet edenler;
Hadisden anlamayan, muhaddisin bilmesi lazım gelen on hususun birine bile dönüp bakmayan, hadislerini ezberleyen, ilim talibinin arayıp, bulup, elde ettiği, sonra da kendilerine okuduğu, aslında rivayet hakkına sahip olmadıkları hadisleri telkin sonucu bilmeden kendi hadisleri kabul ve bunu ikrar edenler;
Nihayet hadis için yolculuk yapıp gittiği yerlerde en meşhur şeyhlerden hadis yazan, yazdıklarını iyi bilen, ancak yangın, sel basması, çalınmak gibi sebeplerden dolayı kitabı telep olup hadis rivayeti talebini karşılamak için başkalarının kitaplarından veya tahminen ezberden rivayet edip sikalıktan düşenler... 645
Görüldüğü gibi mecruh ravilerin çoğunun başta yalan söylemek olmak üzere rivayet şartlarına uymamak yüzünden cerhedilenler teşkil etmektedir. Hadis usulü ve rical kitaplarında buna benzer sebeplerden cerhedilenlere de rastlanır. Ne olursa olsun bir ravi mecruh ise rivayetine ihtiyat gözüyle bakılır; Hadisleri cerhine sebep teşkil eden hale göre dikkate alınır.
Medhûl:
Sokulmuş anlamına gelen bu ism-i mefûl, bir ravinin, rivayet ettiği hadislerden olmadığı halde rivayetleri arasına sokuşturulmuş hadise denilmiştir.
Meğâzî:
Hz. Peygamber (s.a.s)'in gazaları ile ilgili rivayetlere verilen isimdir. Böyle rivayetleri bir araya toplayan eserlere de aynı isim verilmiştir.
Siyerin bir kolu olan meğâzî konusunda hayli eser vardır. Musa b. Ukbe'nin ve İbn Şihâb ez-Zuhrî'nin Kitâbu'l-Meğâzîleri ile el-Vâkidî'nin aynı isimdeki eseri, konunun örneklerini oluştururlar.
Me'hûz Bih:
Alınan, kabul edilen manasına bir tabir olup bazı hadis alimlerine göre sahih ve hasen gibi makbul hadislerin kısımlarından biridir ve muhkem olduğu için atılmayıp alman ve gereğince amel edilen hadisleri ifade eder.
Muhtelefu'l-hadis konusunda daha geniş olarak açıklandığı gibi bir makbul hadis kendisine zıd olarak varid olmuş bir diğer makbul hadisle aralarında aykırılık bulunmasından ya salim olur, ya olmaz. Eğer aykırılıktan salim ise muhkemdir. Hükmü de alınması ve gereğince amel edilmesidir. Değil ise, yine, makbul olan muhkemdir, diğeri gayri me'huzûn bih kabul edilir. İşte kendisine zıd olan diğer bir makbul hadisin muarazasından salim olduğundan muhkem sayılan ve kabul edilerek tereddütsüz gereğince amel edilen hadise aynı zamanda me'huzûn bih denilmiştir.646
Me’mûn:
Kelime olarak güvenilir, emniyetli, emin manasına gelen me’ınun, tadil lafızlarındandır. Ta'dîlin İbn Ebî Hâtim'in tertibine göre ikinci, ez-Zehebî'ye göre üçüncü, İbn Hacer'in tertibine göre ise dördüncü mertebesine delalet eden lafızlara el-Irakî'nin ilave ettikleri arasında yer alır.
Kaide olarak ta'dilin bu mertebesinde bulunan lafızlardan birisiyle adaletine hükmedilen ravinin hadisleri yazılır ve gözden geçirilir. Zira İbnu's-Sâlah'a göre bu mertebedeki lafızların hiç birine ravinin zabt durumunu gösterecek emare yoktur. Böylelerinin rivayeti ancak zabt sahibi hadis hafızlarının rivayetlerine uygunluğu ölçüsünde muteberdir. Bunun için hadislerinin araştırılması gerekir.647 Şu hale göre hakkında me’mun hükmü verilmiş olan ravinin hadisleri yazılır, zabt durumunu anlamak için gözden geçirilir.
Men Mislu Fulân:
“Falanca gibisi varmı” manasına tadil lafızlarındandır. Cerh ve ta'dil alimleri tarafından ta'dilin yüksek derecesini ifade etmek üzere kullanılmıştır, bu ve aynı mertebede olan diğer lafızlarla adaletine hükmedilen ravi her bakımdan güvenilir biridir.
Menâkib Ve Mesâlib:
Kısaca menkıbeler manasına gelen bir tabir olup cami türü hadis kitaplarının ihtiva ettiği ana konulardan biridir. Daha çok sahabîlerin menkibeleri hakkında hadisler bu bölümde yer alır.
Menba'ul-Kizb:
Bk. Ma'dinu'1-Kizb.
Menferede Bihî Müslim:
Müslim'in Buhârî'den teferrüd ettiği hadis manasına sahih hadislerin derecelendirilmesinde geçen bir tabirdir.
Müslim'in kitabına alarak Buhâri'den infirad ettiği hadisler sahihin üçüncü derecesini teşkil ederler. (Bk. Merâtibu's-Sahîh).
Men'ferede Bihi'l-Buhârî:
Buhâri'nin rivayetinde Müslim'den teferrûd ettiği hadis manasına Buhâri'nin sahihine alıp Müslimin almadığı hadisler için kullanılan bir tabirdir.
Buhâri'nin Müslim'den infirad ederek sahihine aldığı hadisler sahihin ikinci derecesini teşkil ederler. (Bk. Merâtibu's-Sahîh).
Mensûh:
Bk. Nesh.
Menşe':
Bk- Aslu's-Sened.
Menşe'u's-Sened:
Bk. Aslu's-Sened.
Merâsîlu's-Sahâbe:
Bk. Sahâbî Mürseli.
Merâtibu'l-Cerh:
Bk. Cerh Mertebeleri.
Meratibu's-Sahîh:
Sahîh li-aynihî (veya li-zâtihî) hadislerin dereceleri manasına bir tabirdir. Sahih olduğu belirlenmiş hadislerin derecelerini belirtmekte kullanılır.
İbnu's-Salâh’ın naklettiğine göre sahih hadisler yedi mertebededirler.
1. Muttefekkun aleyh: Buhârî ile Müslim'in ittifakla sahihlerine aldıkları sahih hadislerdir.
2. Me'nferede bihi'l-Buhârî: Buhâri'nin sahih görüp Sahihi'ne aldığı, Müslim'in almadığı hadisler. Bir diğer ifadeyle Buhâri'nin Müslim'den infirad ettikleri.
3. Me'nferede bihî Müslim: Müslim'in rivayetinde Buhâri'den infirad ederek sahihine aldıkları.
4. Mâ alâ Şartihima: Buhârî ile Müslim'in sahihlerine almadıkları, ancak sahihlik şartlarına uyanlar.
5. Mâ alâ Şarti'l-Buhârî: Buharinin koyduğu sahihlik şartlarına uyan sahih hadisler.
6. Mâ alâ Şarti Müslim: Müslim'in koyduğu sahihlik şartlarına uyanlar.
7. Sahîh inde gayrihima: Buhârî ve Müslim'den başka muhaddislerin sahih olduğuna hükmettikleri hadisler
Merâtibu't-Ta'dîl:
Bk. Ta'dil Mertebeleri.
Mercûh Aleyh:
Bk. Tercih.
Merdûd:
Reddedilmiş manasına gelen ism-i mefûl olan merdûd, makbûl'un mukabilidir. Hadis İlminde umumiyetle sıhhat şartlarını haiz olmadıklarından amel edilemiyecek nitelikteki zayıf hadisler için kullanılır.
İbn Haceri'l-Askalani mütevatir dışında kalan haberleri makbul ve merdûd olmak üzere iki kısma ayırmıştır. Bunlardan makbul, sahih ve hasen gibi sıhhat şartlarını taşıyan ve amel edilebilecek durumda olan hadislerdir. (Bk. Makbul). Merdûd ise bunun aksine senedinde ya da metninde bulunan kusurlar yüzünden zayıf addedilen ve amel edilemeyecek durumda bulunan hadislerdir.
Merdûd Âhad:
Bk. Ahad.
Merdûd Şaz:
Bk. Şaz.
Merdûdu'l-Hadîs:
Hadisleri merduddur manasına cerh lafızlarındandır. Cerhin dördüncü derecesini ifade eder. Bu derecede bulunan lafızlardan birisiyle cerhedilen ravinin hadisine yazılır, ne i'tibar için dikkate alınır; ne de istişhada yarar addedilir. Hakkında merdûdu'l-hadis hükmü verilerek cerhedilen ravinin hadisi de öyledir. Hiç bir şekilde itibar edilmez.
Merfû:
Kelime olarak yükseltilmiş, kaldırılmış şey manasına ismi meful olan merfu Hz. Peygamber (s.a.s)'e nisbet edilen söz, fiil ve takrirlerle -bazı alimlere göre- sıfatlara denir.
İsnadı ister muttasıl olsun ister olmasın, Allah Resulüne isnad edilen bütün nakiller merfu addedilir.
İbnu's-Salâh merfuyu, özellikle Hz. Peygamber (s.a.s)'e izafe edilen rivayetler olarak tarif eder ve isnadı muttasıl veya munkatı olan rivayetlerle mürselin de merfu’ya dahil olduğunu söyler. 648el-Hatîbu'l-Bağdadî ise Sahabinin Hz. Peygamber (s.a.s)'den haber verdiklerini merfu addederek649 bir haberin merfu olabilmesi için onun sahabi tarafından Allah Resulüne isnad edilmesi gereğine işaret eder. Buna göre yalnızca bir sahabînin “Hz. Peygamber şöyle buyurdu. Hz. Peygamber şunları söyledi. Allah Resulü şunu yaptı” ve benzeri sözlerle ona nisbet ederek rivayet ettiği haberler merfudur ve bu takdirde, tabiî'nin sahabîyi zikretmeden Hz. Peygamber (s.a.s)'den rivayet ettiği mürsel, merfu sayılmamak gerekir. İbnu's-Salâh, daha sonra da İbn Hacer, el-Hatib'in bu tarifini eleştirmişlerdir. İbn Salâh'a göre merfu hadisi mürsel karşılğı olarak gören hadis alimleri bu ıstılahlarıyla isnadı muttasıl olan merfu'u kasdetmişlerdir. 650İbn Hacer'e göre ise el-Hatîb, bir hadisin merfu olması için onu sahabî tarafından Hz. Peygambere izafe edilerek rivayet edilmesini şart koşmamıştır. Onun sözleri hadisi Hz. Peygambere nisbet edenin daha çok sahabi oluşuna göredir. 651
Anlaşılıyor ki hadis alimleri merfu ıstılahını daha çok isnadı Hz. Peygambere kadar ulaşan haberler için kullanmışlar ondan sonrasının muttasıl veya munkatı olmasına itina göstermemişlerdir. Merfû'nun yukarıdaki meşhur tarifi bu anlayışa göre vücut bulmuştur.
Merfu hadislerin bir kısım sarih merfû'dur. Bir kısmı ise hükmen merfudur. Bu iki merfu kısım hakkında sarih merfû ve hükmen merfû başlıkları altında yeterli bilgi verildiğinden burada Ayrıca üzerinde durulmayacaktır.
Merfû' Hükmen:
Hükmen Merfû.
Merfû' Mürsel:
Mürselin merfu olanı manasına birleşik bir terim olup, irsal yapılarak rivayet edilen, ancak merfu olarak Hz. Peygambere isnad edilen hadisleri ifadede kullanılır. Bazı muhaddisler irsali mutlak manada alarak ravilerinden birisi hazfedilen hadislere mürsel demişlerdir. Oysa mürsel denilince tabiînin sahabîyi atlayıp isnadını Hz. Peygambere kadar ref ederek rivayet ettiği hadis kasdedilir. İşte umumi manada isnadında irsal yapılarak rivayet edilen hadis ile mutlak manada tabiînden birinin sahabiyi atlamak suretiyle Hz. Peygamber (s.a.s) den doğrudan rivayet ettiği mürseli ayırmak isteyen bazı muhaddisler ikincisine merfu mursel demişlerdir. Aslında mürsel denildiğinde Hz. Peygamberden irsal yoluyla rivayet edilen hadis anlaşılır. Böyle iken onu isnadından irsal yapılan öteki hadislerden ayırmak isteyenler ona bir de merfu vasfı eklemişlerdir. Şu var ki mürsel, esas itibariyle merfu olduğundan bu yaygın olarak bütün Hadis Usulü âlimleri tarafından kullanılan bir ıstılah vasfı kazanmamıştır.
Merfû'an:
Bk. Refe'ahu
Mervî:
Bk. Merviyyat.
Merviyyat:
Sözlükte “ravâ” fiilinin ismi mefulu olan mervînin çoğuludur. Rivayet edilen şeyler manasına gelir. Hadis ilminde umumiyetle rivayet edilen hadis ve haberler manasına gelir ve herhangi bir muhaddisin şeyhlerinden rivayetlerini ifade eden bir tabir olarak kullanılır. Diğer taraftan icazet yoluyla rivayette merviyyat şeyhin icazetle aldığı hadisleri ifade eder. Misal vermek gerekirse şeyh, kendisinden rivayette bulunan talibe hadislerini başkalarına rivayet etmesi için icazet verirken eceztu leke cemî'a merviyyâtî dediği takdirde icazete esas olan hadisleri kendisinin de icazetle aldığını belirtmiş olur.
Merviyy Anh:
Kendisinden rivayette bulunulan kişi manasından da anlaşılacağı gibi tâlib denilen hadis ravisine hadis rivayet eden muhaddise denir. Bir başka deyişle merviyy anh, kendisinden hadis rivayet edilen şeyhtir. Rivayettte. rivayete esas teşkil eden Hz. Peygamberin hadisi; onu kendisine haber veren kimseye isnad edene nisbet ederek rivayet eden şahıs, bir de ondan alan ikinci şahıs olmak üzere üç unsur olduğuna göre, merviyy anh ikinci unsurdur ve hadisi kendisine haber verene isnad ederek talebesine nakleden ravidir. Yukarıda da söylendiği gibi daha çok şeyh tabir edilir.
Mesânîd:
Bk. Müsned.
Mesmû'ât:
Sözlükte işitmek manasına gelen semi'â fiilinin ism-i mefulu olan mesmû' kelimesinin çoğuludur. Hadis usulünde şeyhin çeşitli yollarla kendi şeyhinden rivayet etmiş olduğu hadisleri ifade eden bir tabir olarak kullanılır.
Bununla birlikte mesmu'at tabiri icazet yoluyla rivayette şeyhin icazetle aldığı hadisleri ifade eder. Açıklamak gerekirse Şeyh hadislerini rivayet eden talibe icazet verirken Eceztu leke cemî'a mesmuâtî dediği takdirde icazet verdiği hadisleri kendisinin de icazetle almış olduğunu belirtmiş olur.
Mesrûk:
Aşırılmış, çalınmış demektir. Hadis ıstılahında maklubu'l-isnâd hadislere bazı alimlerin verdikleri isimdir.
Sirkatu'l-hadîs bahsinde de söz konusu edildiği gibi, hadislerin isnadında kalb iki çeşittir. Bunlardan birincisi, bir hadis, bir ravinin rivayeti olarak meşhur iken garîb göstererek cazip hale getirmek ve muhaddislerin rağbetini çekmek üzere asıl ravisi yerine aynı tabakatan bir diğer ravi getirilerek rivayet edilir. Meselâ, Sâlim'in rivayeti olarak meşhur olan bir hadis Nâfi'den; Mâlik'in rivayeti olarak bilineni Ubeydullah b. Ömer'den rivayet edilir. Bazı âlimler, İsnadda böyle kalb yapmaya sirkat; bu türlü bir kalb ile rivayet edilen hadise ise mesrûk (çalıntı mal) demişlerdir.
Mestûr:
Bk. Mechûlu'1-Hâl.
Me'sûr:
Bk. Eser.
Meşayih:
Şeyh kelimesinin çoğuludur. Bir ravinin kendisinden hadis rivayet ettiği âlimlere denir.
Meşhur:
Türkçedeki gibi meşhur, şöhreti yaygın, ünlü manalarına kullanılan meşhur, terim olarak hadis çeşitlerinden birinin adıdır.
Hadis Usulü âlimleri meşhur hadisi birbirlerinden az da olsa farklı tarif etmişlerdir. el-Hâkimu'n-Nîsâbûri'nin verdiği misallere bakılırsa meşhur, Hz. Peygamber (s.a.s)'in sözleri olarak meşhur olan hadislerdir. 652Öyle görünüyor ki İbnu's-Salâh da ona uymuştur. Bununla birlikte onun “meşhurun mütevatir olanları vardır. Ancak hadis âlimleri meşhuru manasını iş'ar eden hususi ismiyle zikretmemişlerdir.” dediği dikkate alınırsa 653 meşhurun tarifinde Hz. Peygamber (s.a.s)'in sözü olarak meşhur olanın esas alındığı, daha sonraki Hadis Usulü âlimlerinin tariflerinde esas olan rivayet tarîki sayısının söz konusu edilmediği söylenebilir. Nitekim bazı usûl alimleri meşhur hadisi “önceleri, yani ilk asırda aslı olup ümmetçe kabul edilen sonradan şayi olan hadis” olarak tarif etmişlerdir. Bu tarife göre hicretin ilk asrında bir veya daha fazla ravi tarafından rivayet edilip hadis İstılahlarının yerleştiği ikinci ve üçüncü asırlarda nerdeyse mütevatir addedilecek dereceye varmış her haber meşhur olur. 654
Meşhurun en veciz tarifini İbn Haceri'l-Askalânî vermiştir. Ona göre ahadin ilk kısmı olan meşhur, tevatür derecesine varmamakla birlikte ikiden fazla tarîki bulunan habere denir. Fıkıh âlimlerinden bir kısmına göre aynı haber müstefîz adını alır. 655
Allah rahmet eylesin, İbn Hacer'in bu tarifinde haberin rivayet tanklarının sayısı esas alınmıştır. Öyle ki bu tarif pek tutulmuş ve “en az üç isnadla rivayet edilen ancak tevatür derecesine erişmeyen hadisler” şeklinde yerleşmiştir. 656Bu manada meşhur haber ile tevatür derecesine varmaksızın en az üç sahabi tarafından nakledilmiş bulunan müstefîz arasında bir yönden umum-husus münasebeti var demektir. Yani her müstefîz meşhurdur; fakat her meşhur mustefiz değildir. Aslında ikiden fazla ravisi olup ikinci ve üçüncü asırlarda mütevatir derecesine yükselen haberlere hem meşhur hern de müstefîz denir. Ne var ki aslında üç ravisi olup, mütevatir olmayana yalnız mustefiz denir; meşhur denmez. Aksine önceleri bir iki ravisi olup sonraları tevatür derecesinde çoğalan haberlere meşhur denir, mustefiz denmez. Söz gelişi hadisi öyledir. Önceleri sadece Hz. Ömer'den rivayet edilmiş olmakla ferd iken isnadında ondan sonra gelen üçüncü ravisi Yahya b. Sa'îd el-Ensârî'den Ebu İsmail El-Herevî'nin araştırmasına göre yediyüz kişinin rivayetiyle sonradan şöhret bulmuş ve meşhur haline gelmiştir. 657
Meşhur hadislerin bir kısmı sahihtir. Bir kısmı hasendir. Bir kısmı da zayıftır. Sahih olana misal Amr İbnu'1-As (r.a.)'ın rivayet ettiği şu hadistir:
“Allah ilmi kullarının göğüslerinden silmek suretiyle değil, âlimlerin ruhlarını kabzederek yok edecektir. Nihayet hiç bir alim kalmayınca halk cahilleri reis edinir. Bunlara sorular sorulur. Onlar da ilimleri olmadığına bakmadan fetvalar verirler. Böylece hem kendileri sapıtırlar hem de halkı doğru yoldan saptırırlar. 658
Enes b. Malikten rivayet edilen şu hadis meşhurun hasen olanına misaldir.
“İlim aramak her müslümanın boynunun borcudur.” 659
Şu hadis de meşhurun zayıf olanlarına misaldir:
“Kulaklar başın parçası sayılırlar.”660
Ravisi olsun olmasın yahut aslı bulunsun, bulunmasın dillerde hadis olarak dolaşan haberlere de meşhur denir. Bir başka deyişle isnadı ister bir; ister birden fazla olsun, isterse hiç olmasın halk arasında hadis olarak bilinen rivayetler de meşhur adıyla bilinirler. Bu demektir ki bir hadis bazen alimler arasında, bazen özellikle hadis, fıkıh veya usûl alimleri nezdinde, bazen de halk arasında yaygın bir şöhrete sahip olur. Böyle hadislere meşhur denmesinin rivayet tarikları ile alakası yoktur. Rivayetin hadis olarak yayılmasına bağlıdır. Söz gelişi şu rivayet hadisciler arasında meşhurdur.
“Hz. Peygamber bir ay boyunca Ri'l ve Zekvâna beddua ederek kunut yaptı.”661
Şu hadis de hadisciler, alimler ve halk arasında meşhur olmuştur.
“Müslüman, diğer müslümanların elinden ve dilinden selamette kaldığı kimsedir. Muhacir de Allah'ın yasakladıklarından uzak kalandır.” 662
Fıkıh alimleri arasında meşhur olana da şu hadis örnek verilebilir:
“Allah katında en hoşa gitmeyen helal, kadın boşamaktır.”663
Fıkıh usulü alimleri arasında meşhur olan,
“...Ümmetimden hata, unutma ve zorlanma sonucu yapakları işlerin sorumluluğu kaldırıldı.”664
Tasavvuf ehli arasında meşhur olanı,
“Sen olmasaydın, alemleri yaratmazdım”
“Nefsini bilen rabbini bilir”; 665
Çoğu darb-ı mesel haline gelmiş ve halk arasında meşhur olanlardan birkaçı:
“Haber almak, gözle görmek gibi olmaz”
“İnsanların cefasına katlanmak, sadakadır”.
“Acele etmek şeytandandır.” Bu hadislerin çoğunun aslı yoktur. 666
Dillerde meşhur olan hadislere dair müstakil kitaplar yazılarak bu kabil nakillerin sıhhat durumu veya zayıf yahut uydurma oldukları açıklanmıştır. Böyle kitapların en meşhurları şunlardır:
1. el-Mekâsidul-Hasene: es-Sehâvî.
2. Keşfu'1-Hafâ: el-Aclûnî.
3. Esne'l-Metâlib: el-Hutûl-Beyrûti.
Meşhur Âhad:
Bk. Âhad.
Meşihat:
Meşyeha da denir. Bir muhaddisin mülaki olup da hadis aldığı veya mülaki olmayıp hadislerini rivayete izinli olduğu şeyhlerinin isimlerini, çok deafa hal, tercümelerini ihtiva eden yazılı eserlere verilen isimdir.
Meşihat bir ravinin görüştüğü ve hadis işittiği şeyhlerini tanıtmakla o ravinin isnadlarının tesbitinde geniş ölçüde yardımcı olur. Bu itibarla meşihat kitapları özellikle i'tibâr denilen ferd sanılan hadislerin başka rivayet yolları olup olmadığının tesbitinde büyük rol oynarlar.
Bilhassa dördüncü hicri asırdan itibaren pek çok muhaddis, şeyhlerinin isimlerini ve hayat hikayelerini anlatan meşihat kitapları tasnif etmişlerdir.
Meşkûk:
Şüpheli manasına ismi mef’ûl olup, Hz. Peygamber (s.a.s)'den rivayet edildiği ne sabit olan ne de olmayan rivayetlere denilmiştir.
Bir haberin Allah Resulünden rivayet edildiği subuta ermişse buna sabitde denilir. Şayet edilmediğine dair herhangi bir delil yoksa o da sabit olmamış kabul edilir. Sabit olmakla olmamak arasında şüpheli kalan ve bu iki ihtimalden birine delil ağır basmayıp şüpheli kalan habere meşkûk tabir edilmiştir.
Meşyeha:
Bk. Meşihat.
Metâ'in-i Aşere:
Metâin, yaralamak manasına gelen “ta'ane” fiilinden alınma bir kelimedir. Metâin-i aşere ise hadis ravilerinin cerh ve kadhına sebep teşkil eden hallerdir. Bir başka deyişle ravilerin adalet ve zabt durumlarının tesbitinde göz önünde bulundurulan hallere denir.
Adından da anlaşılacağı üzere ravinin cerhine sebep olan haller on tanedir. Bunlardan beşi adaletiyle, beşi de zabtıyla ilgilidir. En ağırından en hafifine doğru sıralanmak üzere adaletle ilgili olanları Kizb (ravinin hadiste yalan söylemesi); töhmet-i kizb (yalan söylemek ithamına maruz kalması); Fısk (dinin yasakladığı hallere düşmesi); Bid'at (bidatçılık) ve cehalet (ravinin bilinmemesi) dir. Zabtla ilgili olanlar ise Gaflet (dikkatsizlik); Kesretul-Galat veya Fuhşu'l-galat (çok hata yapmak); Sû'ul-hıfz (kötü ezberlemek) vehm (hadisleri karıştırmak, ne rivayet ettiğini bilmemek) ve Muhâlefetu's-sikât (sika ravilere muhalif rivayetlerde bulunmak)tır.
Bir ravide ilk beş halden birisi bulunduğu takdirde o ravi adalet vasfını kaybeder, adalet vasfını kaybeden ravinin hadisi ise reddedilir. Zabtla ilgili hallerden birine sahip olması halinde ise ravi zabt vasfını yitirir. Gerek adalet, gerekse zabt vasfını kaybeden ravi ise cerhedilmiş demektir.
Metin:
Sözlükte fiil olarak kadına yaklaşmak, yemin etmek, sıkıca vurmak, bir semte gitmek, bir nesneyi sundurup uzatmak manalarına gelir. İsim olarak ise sırt tabir olunan yüksek yerlere, yazıyla yazılmış ifadelere, okun yeleğinden ortasına kadar olan kısmına, güçlü ve dayanıklı adama, sırtın iki gecesine denir. Masdar olarak da kullanılır ve koçun husyelerini burmak, birinin sırtına vurmak gibi manalar taşır.
Bu kadar mana zenginliğine sahip olan metn kelimesi hadis usulünde bir hadisin bölümlerinden ikincisidir ve isnadın son bulduğu yerden başlayan kısmıdır.
Bu kısım umumiyetle Hz. Peygamber (s.a.s)'le ilgili bir konuyu aktaran ifadelerdir. Hadisin tarifi açısından göz önüne alındığında metin, ya Hz. Peygamberin sözünü ya da fiilini, ya da ona ait bir işi, bir olayı bir hali veyahut özelliği anlatan ifadelerdir.
Hadisinde 667 “enne Resulallâhi sallallâhu aleyhi ve selleme kale” lafızlarına kadar olan kısım senettir. Senedin bittiği yerde başlayan ve Hz. Peygamberin bir sözünü aktaran “fevellezi...” den sonuna kadar olan kısım ise hadisin metnidir.
Hadis metinleri verilen misalde olduğu gibi Hz. Peygambere ait bir sözü ya da bir fiili veya onunla ilgili bir olayı bizlere aktarır. Böyle metinlere merfu tabir edilir. Bununla birlikte, metin, bazen sahabîlerle ilgili (mevkuf); bazen de sahabeden sonraki nesillerle ilgili (maktu) olabilir.
Metruk:
Pek çok hadis İstılahı gibi ismi mef ûl ölçüsünde gelen bir kelime olan metruk, terkedilmiş, bırakılmış manasına gelir. Hadis usulünde zayıf hadis çeşitlerinden biridir. Şöyle tarif edilmiştir: “Hadiste yalan söylemek ithamına maruz kalan yahut söz veya fiilinde fışkı açığa çıkan, yahutta çok yanılmaya da gafleti fazla olan zayıf bir ravinin tek başına rivayet ettiği hadise denir. 668Bu tarifte, rivayeti makbul ravilerin rivayetlerine muhalefet söz konusu değildir. Yani onlara aykırı olmak yerine ne şekilde rivayet edilirse edilsin, cerhin ağırlarına delalet eden töhmet-i kizb, fısk, kesretu'l-galat veya gaflet gibi sebeplerle mecruh bir ravinin teferrüdünün esas alındığı dikkati çeker. Bu nokta onu münkerden ayıran en önemli husustur.
Hadis Usulü âlimleri Sadaka b. Musa'nın Ferkad es-Sencî-Murra et-Tayyib Hz. Ebu Bekr; Amr b. Şemir'in Câbiru'1-Cu'fî-el-Hârisu'1-A'ver-Hz. Ali isnadıyla gelen hadislerini metruk adderler. Meselâ,
“Hiçbir hilekâr, hiçbir cimri ve emri altındakilere kötü muamele eden kimse cennete giremiyecektir” sözü metruktür; çünkü bu sözü yukarıda anılan tarîk ile Sadakadan başka rivayet eden olmadığı gibi Sadaka'nın kendisi de, şeyhi olan Ferkad es-Sencî de çok zayıf iki ravidirler. 669
Bazı muhaddisler metruk yerinde matrûh terimini kullanmışlardır.
Metrûku'l-Hadîs:
Kısaca metrukün da denir. Her ikisi de “hadisleri terkedilmiş” manasına cerh alfızlanndandır. Cerhin ağırına delâlet eden beşinci mertebesinde yer alırlar. Cerh ve ta'dilde kaide olarak dördüncü dereceden itibaren ağır cerh lafızları ile ta'n edilen ravinin hadisi ne yazılır; ne i'tibar için dikkate alınır; ne de istişhada yarayışlı sayılır. Bu itibarla rnetrûku'l-hadis veya kısaca metruk denilerek cerh edilen ravinin hadisi makbul olmadığı gibi kendisi de terk edilir.
Metrûkun:
Bk. Metrüku'l- Hadis
Mevâlî:
Lügat yönünden mevlâ’nın çoğuludur. Mevlâ, hem efendi hem de köle manasına gelir. Hadis Usulü ilminde mevâli konusu çok mühimdir. Bilhassa hadis ravilerinin kimliklerinin tesbitinde önem kazanır. Zira bir kimse hakkında mesela, “fulânu’l-kureşi” denilmişse bu iki anlamda kullanılmış demektir. Ya o kimse Kureyş kabilesindendir, ya da Kureyşlilerden birinin azadlı kölesidir. Haliyle bir ravinin Kureyş'ten olması ile Kureyşli birinin kölesi olması arasında fark vardır ve hangisi olduğunun açıklanması mühim bir konudur. 670
Hadis ravilerinin hal tercümelerine ayrılan eserlerde mevlâ denilince genelde azadlı köle kasdedilir. Bunlar çeşitli şekillerde anılır. Söz gelişi bir ravi hakkında bilgi verirken “Mevlâ li-beni fulân” veya “fulanu'l-fulani mevla lehum” denilmişse bu da o kimsenin kabilenin kölesi olduğunu gösterir.
Mevâlînin bir kısmı kaynak eserlerde kabilelere nisbet edilir. Bu takdirde onun kabileden birinin kölesi olduğu belirtilmiş demektir. Meselâ tabiilerin ileri gelenlerinden Ebu'l-Âliye Rufey' er-Riyâhi, Benu Riyâh kabilesinden bir kadının azadlısıdır.
Bazı mevaliler ise rical kaynaklarında kendilerini azad eden şahsa nisbetle anılırlar. Çoğunluğu da bunlar teşkil ederler. Meselâ İmam Mâlik'in şeyhlerinden Nâfi “Mevla Abdillah b. Ömer” olarak meşhurdur. Ebu Ubeyd, Mevlâ Abdillah b. Ezher; Eflah, Mevlâ Ebî Eyyûbi'l-Ensâri, Ebu Murre, Mevlâ Akil b. Ali b. Ebi Tâlib olarak bilinenlerdir. Her üçü de tabiîdirler.
Yine tabiînin önde gelen fakihlerinden olan Süleyman b. Yesâr, Ata b. Yesâr ve Abdulmelik b. Yesâr isimli üç kardeşin babaları Yesâr, Mevlâ Meymûne diye meşhur olmuştur.
Mevâliden bir kısmı ise eliyle müslûman oldukları kimseye nisbet edilerek anılır. Mesela Ebu Abdillah Muhammed b. İsmail b. İbrahim el Buhari el-Cu'fi öyledir ve bazı kaynaklarda cu'felilerin mevlâsı olarak anılmıştır; zira dedesi İbrahim mecusî iken Yemân b. Ahres el-Cu'fi eliyle müslûman olmuştur. Abdullah İbnu'l-Mübarek'in kölesi el-Hasen b. İsa'l-Mâsercisî de öyledir. el-Mâsercisi vasıtasiyle müslûman olduğundan onun nisbesi ile anılmıştır.
Mevâlinin İslâm Dini'ne, bilhassa ilme büyük hizmetleri olmuştur. Asırlarca Kıraat, Tefsir, Hadis, Fıkıh, Lügat gibi ilimlerde şöhret yapan âlimlerin büyük çoğunluğu mevâlidendir. İbnu's-Salâh’ın kaydettiğine göre meşhur tâbi'î İbn Şihab ez-Zuhrî, Emevi Halifesi Abdulmelik b. Mervan'la görüşmek üzere Şam'a gelir. Huzuruna çıktığında aralarında şöyle bir konuşma geçer:
“Nereden Geliyorsun?”
“Mekke'den.”
“Ardında Mekke'lilere ilimde yön verecek kimi bıraktın?”
“Atab. Ebi Rabâhı.”
“Ata Arap mı, meâliden mi?”
“Mevâliden”.
“Onlara ne ile yön verecek?”
“Dindarlık ve rivayetle.”
“Haklısın. Dindar ve rivayete ehil olanların yükselmeleri gerekir. İlmiyle Yemenlilere kim yön veriyor?”
“Tâvûs b. Keysân.”
“Arap mı mevâliden mi?”
“Mevâliden.”
“ Onlar arasında nasıl yüceldi?”
“Ata'yı yücelten neyse onunla.”
“Haklısın. Ona da bu yaraşır. Mısırlılara kim yön veriyor?
“Yezid b. Ebî Hubeyb.
“Arap mı, yoksa mevâliden mi?
“Mevâliden.
“Şam halkına ilmiyle öncülük eden kim?
“Mekhûl.
“Arap mı, yoksa o da mevâliden mi?
“ O da mevâliden. Huzeyl'den bir kadının azatlısı.”
“el-Cezîre halkına ilimde önderlik eden kim?”
“Meymûn b. Mihrân.”
“Arap asıllı mı, mevâliden mi?”
“Mevâliden.”
“Horasanlılara ilimde kim öncülük ediyor?”
“Dahhak b. Muzahim.”
“Arap mı, mevâliden mi?”
“Mevâliden.”
“Peki, Basralılara ilmiyle önderlik eden kim?”
“el-Hasen b. Ebi'l-Hasen.”
“Arap mı, yoksa mevâliden mi?”
“Mevâliden.”
“Yazıklar olsun! Peki, Küfe ehline ilimde önderlik eden kim?”
“İbrahim en-Nehâi.”
“Arap kökenli mi, yoksa mevâliden mi?”
“Arap kökenli.”
“Yazıklar olsun ya Zuhrî. Gözlerim yaşardı. Allah'a and ederim ki ilimde Araplara köleler öncülük ediyorlar. Arap asıllı olanlara minberlerden hitap ediliyor. Hitap edenler Arap olmayanlar. Arap asıllı olanlar, onlar ise dinliyorlar.”
“Ey Mü’minlerin emiri ilim Allah'ın emridir. Onu hıfzeden elbette üstün olur. Kaybeden ise düşer.” 671
Abdurrahman b. Zeyd b. Eşlem ise şöyle demiştir:
“Abâdile öldükten sonra her tarafta Fıkıh, Medine hariç, mevâlinin elinde idi. Yüce Allah Medine'yi öteki beldelerden ayırarak ona Kureyşli bir fakih nasib etti. Medine fakihi Saîd İbnu'l-Museyyeb tartışmasız Arap aslındandır.”672
Şu hale göre mevâlinin İslâm ilim hayatında büyük yeri olmuştur. Şüphesiz bu yeri biraz da İslâm'ın kişinin nesebine değil, ilmine ve faziletine değer verdiğine bağlamak yerinde olur.
Mevdû'u'l-İsnâd:
İsnadı mevzu hadistir. Bazı zayıf metinlere ilgi çekip rağbeti artırmak gibi kimi sebeplerle rivayet edildiği asıl senedi yerine sahih ber sened uydurularak rivayet edilmişlerdir. Bunlara senedinin uydurma olduğunu ifade etmek üzere mevdû'ul-isnâd denilmiştir.
Mevdu’u’l-Metn:
Bk. Mevzu.
Mevkuf:
“Vakafe” (durmak) kök fiilinden alınma ismi meful olan mevkuf, hadis ıstılahında sahabîlerden rivayet edilen sözler ve fiillere denir. Hz. peygamber (s.a.s)'in çevresini oluşturan Mü’minlerin sözlerine ve fiillerine mevkuf denilmesi, isnadının Allah Resulüne kadar ulaşmayıp sahabîde durması dolayısiyledir. 673Ebubekr ve İbn Abbas'ın şu içtihatları mevküfa misal olarak kayda değer: “dede (mirasta) baba yerine geçer.” 674el-Hakimu'n-Nisâbûri'ye göre sahabede mevkuf, hadisi irsal ve i'dâl olmaksızın sahabiye kadar rivayet etmektir. 675İrsal ve î'dal, genel anlamda isnadda ravi atlamak demek olduğuna göre bu ta-rifde isnadın ittisali esas alınmış demektir. Nitekim el-Hâkim misali isnadın ittisalini şart görenler olduğu gibi, mevkufda ittisal şartı aramayan âlimler de vardır. İbnu's-Salâh, şu sözleri ile buna işaret etmektedir:
“Mevkuf hadislerden isnadı sahabiye kadar muttasıl olarak gelenleri vardır. Bu takdirde Mevkuf, mevsûl olur. Bir kısım mevkuf hadislerin isnadı ise muttasıl değildir. Böyle mevkuflar da mevsul olmayanlardır.” 676
Burada şu Önemli noktaya da yer vermek gerekir. İsnadı sahabîde son bulan her hadis mevkuf değildir. Sahabiye kadar ulaşan isnadla rivayet edildiği halde mevkuf olmayan hadisler de vardır. Söz gelişi sahabenin “Biz Hz. peygamber (s.a.s) zamanında şöyle yapardık; Sununla emrolunduk; şundan men edildik” gibi ifadelerle rivayet ettiği hadisler mevkuf değil, hükmen merfudur. Bu itibarla isnadı Hz. Peygamber (s.a.s)'e ulaşmayıp sahabîde kalan mevkuf hadisleri hükmen merfu olanlardan ayırmak gerekir.
Mevkuf tabiri mutlak manada sahabîye ait sözler ve fiiller için kullanılırsa da bazen bir kayıtla sahabe dışında herhangi tor ravi için de kullanılır. Mesela bazı hadisleri rivayet etükten sonra Hadisu keza ve kezâ vakkafehû fulânun alâ Atâ (veya alâ Tavus) şu hadisleri falanca Atâ ya da Tâvûs da mevkuf kıldı; veya mevkufun alâ Atâ (Bu hadis Atâ üzerine mevkufudur) ve benzeri sözler kullanılırsa isnadın Atâ'ya kadar geldiğine işaret eder. Bu durumda mevkuf tabiri ıstılah manasında değil, sözlük manasında kullanılmış demektir.
İbn Ebî Şeybe ile Abdurrezzak b. Hemmâm'in aynı isimde musannefleri İbn Cerîr et-Taberi'nin tefsiri, mevkuf hadislerin fazlaca bulunduğu kaynak eserlerden bazılarıdır.
Mevlâ:
Bk. Mevâlî.
Mevlâhum:
Onların mevlası yani azadlı kölesi manasına gelen bu tabire özellikle rical kitaplarında rastlanır. Bir ailenin veya kabilenin azad edilmiş kölesini gösterir. Söz gelimi İsmâ'il b. İbrahim b. Ukbe, Kureyş'in Benu Esed koluna nisbet edilerek mevlâhum kaydiyle anılmıştır. 677(Bk. Mevâlî).
Mevsûl:
Ulaştırmak anlamına gelen “vasale” kök fiilinden ismi meful ölçüsünde alman bir kelime olan mevsûl, herbiri kendi üstündeki ravi ile görüşüp ondan işitmek veya almak suretiyle rivayette bulunan ravilerden meydana gelen isnada denir. Bu özelliğe sahip isnadla rivayet edilen hadise dendiği de olur.
Senedi teşkil eden ravilerden herbirinin hadis rivayet ettiği şeyhi ile görüşüp ondan bizzat işitmek veya diğer hadis tahammül metodlarından biri ile almak suretiyle rivayette bulunması, isnadın kesiksiz olması, bir diğer ifadeyle isnad zincirinden ravi düşmemiş olması hadisin sıhhat şartlarından biridir. Bu itibarla mevsul isnadda o isnadla rivayet edilen hadisin sıhhat şartlarından birisi söz kbnusu olmaktadır.
Mevsûle muttasıl diyenler de vardır.
Mevzu:
Sözlükte koymak, bir kimseyi mertebesinden aşağı düşürmek, borcundan bir miktar eksiltmek, hakaret etmek, uydurmak manalarına gelen vada'a kök fiilinden alınma bir kelimedir. 678Birçok hadis ıstılahı gibi ismi mef’ul kalıbında gelmiştir.
Hadis ıstılahında uydurma manâsıyla alakalı olarak çeşitli maksatlarla uydurulup Hz. Peygamber (s.a.v.)'e iftira ve nisbet edilerek rivayet edilen sözlere denir.
Az ilerde söz konusu edileceği üzere İslâm düşmanlığı, fırka ve mezhep taassubu, kabile, dil, belde veya peşinden gidilen kişileri öğme düşüncesi, mevki ve dünyalık hırsı, cahillik gibi sebeplerle Hz. Peygamber (s.a.s)'in ağzından hadis uydurulmuştur. İsnadsız hadis kabul görmeyeceği için de tamamen Hz. Peygamberin ağzından uydurulan bu sözlere rağbet sağlamak üzere düzme isnadlar ekleyerek halk arasında yayılmıştır. İşte bu şekilde Hz. Peygambere iftira edilerek onun ağzından uydurulan sonra da uydurma isnadlarla müslümanlar arasında yayılan rivayetlere mevzu hadis adı verilmiştir. Mevzu hadislere az olmakla birlikte aynı manada muhtalak denildiği de olur. Mevzu hadislerin Hz. Peygamberle hiçbir ilgisi yoktur. Bu yüzden bunlara hadis denmesini doğru bulmayan âlimler vardır. Mevzu hadislerin Hz. Peygamber'e ait olanlara benzeyen tek yönü, onların da isnad ve metinden ibaret oluşudur. Ancak hadis diye uydurulmuş sözlerin isnadı da düzmedir ve Peygamberimizin ağzından uydurulan sözlerin derecesine yükseltmek için uydurulmuştur.
Mevzu hadislerin ne zaman ortaya çıktığını kestirmek güçtür. Ancak, Hz. Peygamber'in terbiyesi altında yetişmiş; varını yoğunu İslâm Dini uğruna feda etmiş bullunan Sahabenin bu kötü işi ilk defa başlatanlar olduğu düşünülemez; çünkü onların imanı Hz. Peygamber'in ağzından hadis uydurup uydurduklarını müslümanlar arasında yaymalarına engel teşkil eder. Ayrıca hepsi de Hz. Peygamber'in şu sözlerini bilen insanlardır.
“Şüphe yok ki benim ağzımdan yalan söylemek başka bir kimsenin ağzından yalan söylemek gibi değildir. Kim benim ağzımdan kasıtlı olarak yalan söylerse Cehennem'deki yerine hazırlansın”679 Ayrıca Sahabîlerin büyük çoğunluğu İslâm Dini'nin esasları olan Kur'ân-ı Kerim ve Sünneti yaymak konusunda olağanüstü gayret göstermişlerdir. Hepsi de bu iki aslın gereğince hareket etmişlerdir. Dolayısıyla onlara aykırı hareket ederek Hz. Peygamber'in ağzından asılsız şeyler uydurmuş olmaları akla yatkın değildir.
Sahabenin hadis uydurmuş olması ihtimali söz konusu olmayınca geriye İslâm düşmanları kalır. Bunlar, Hz. Peygamber zamanında Cenâb-ı Hak vahiy gönderip yalanlarını açığa çıkardığı için seslerini kısmak zorunda kalmışlardı. Hz. Peygamberin ölümüyle vahiy kaynağı kesilince kısa zamanda müslümanlar arasında ikilik çıkarmaya muvaffak oldular. Üçüncü Halife Hz. Osman'ın şehid edilmesiyle başlayan olaylar İslâm birliğini parçaladı. Hz. Ali devrinde yapılan Sıffîn Savaşından sonra müslümanlar hariciler (havaric), Şi'a ve cumhur olmak üzere başlıca üç gruba ayrıldılar:
1. Hariciler (Havaric): Hz. Osman'ın şehid edilmesini; Sıffîn Savaşındaki hakem olayını bahane ederek Hz. Ali'ye karşı çıkanlardır. Bunlar Hz. Ali'yi tekfir edecek kadar ileri giderek sonunda onu şehid etmişlerdir.
2. Şi'a (Hz. Ali taraftarları): Hz. Ali Peygamber'in damadı, amcasının oğlu dindar, yiğit, âlim bir kimseydi. Bu meziyetleriyle sahabe arasında önemli bir yeri vardır. Bazı kimseler onun Kureyş'in haşim oğulları koluna mensup olmasını da hesaba katarak halife olmasını istediler. Sıffîn savaşından sonra İslâm Dinî'ni içinden yıkmak için çalışan münafıklarla Yahudilerin tesiriyle, bu isteği ileri götürenler oldu. Bunlar önce Hz. Ali'nin Hz. Peygamber tarafından vasi tayin edildiğini ileri sürdüler. Sonra daha ileri giderek onunla ilgili itikad esasları uydurdular. Hz. Ali adına uydurulan itikad esasları içinde onu uluhiyet derecesine yükselten sapık fikirler bile vardır. Zamanla Hz. Ali fikri etrafında toplananlara Şi'a denilmiştir.
Şi'aya mensup olanlar, aralarına sızmış bulunan İslâm düşmanlarının tesiriyle kendilerini destekleyecek yollara başvurarak hadis uydurma yoluna gittiler. Buna göre İslâm tarihinde ilk hadis uydurma işini Şi'a başlatmış oldu. Hz. Ali'yi olağanüstü vasıflarla öğen, Hz. Mu'aviye ve Emevîleri yeren hadislerin hemen hepsi Şi'a'nın uydurmasıdır. Bu çeşit hadislerden bir kaç örnek:
“Ben ve Ali aynı nurdan yaratıldık. Cenâb-ı Hak Adem'i yaratmadan iki bin yıl önce biz arşın sağında idik. Allah sonra Adem'i yarattı bizi de erlerin sulbüne koydu..” 680
“Ali insanların en üstünüdür demiyen (insanların en üstünü olduğuna inanmayan) kâfir olur..” 681
“Kalbinde Ali'ye karşı kin besleyerek ölen bir kimse Yahudi ve Hristiyan olarak ölmüş olur.” 682
“Mu'âviye'yi mimberimde gördüğünüz zaman hemen öldürünüz.” 683
Hz. Ali taraftarları onun lehine, Emevîler ve Hz. Mu'aviye aleyhine hadis uydurunca karşı taraf da aynı yola başvurmakta gecikmedi. Her iki tarafın uydurduğu hadislerin sayısı bir hayli fazladır.
Emevîlerden sonra İslâm âlemine hakim olan Abbasiler devrinde de hadis uydurma işi devam etti. Bu kısa bilgi bizi hadis uydurma işinin Şi'a tarafından başlatıldığı, diğerlerinin onların açtığı Çığırdan yürüdükleri sonucuna götürmektedir. Nitekim Şi'a taraftan bir alim bu gerçeği şöyle anlatır: “Bil ki fedâ'il (bir kimsenin faziletleri) konusundaki yalan hadislerin aslı Şi'a tarafından gelmiştir. Onlar başlangıçta imamları hakkında çeşitli hadisler uydurmuşlardır. Onları hadis uydurmağa iten sebep hasımlarının düşmanlığı idi. Diğerleri bu faaliyeti gördükleri zaman, Şi'anın uydurma hadislerine karşılık onlar da kendi imamları hakkında başka hadisler uydurdular.” 684
3. Cumhur (Tarafsız Müslümanlar): Çoğunlukla Hz. Ali veya Haricîler tarafını tutmayanlardır. Tarafsız olan bu grubun içinde başka sebeplerle hadis uyduranlar -az da olsa- çıkmıştır.
Şi'a tarafından başlatılan hadis uydurma işi yukarıda değindiğimiz gibi daha sonraları alabildiğine devam etti. Bu arada hadis uydurma sebepleri arttı. Başlangıçta yalnız siyası maksatla hadis uydurulduğu halde sonraları kabile, milliyet, dil, ülke, mezhep, mezhep imamları konularında da hadis uydurulduğu görüldü. Bütün bu sebeplere müslümanları ibadete teşvik etmek heyecanlı va'zlarla halkı coşturup dünyalık elde etmek; halife ve valilerin gözüne girmek gibi sebepler eklenince hadis uydurma faaliyeti daha yaygın bir şekil aldı.
Kim olursa olsun hadis uyduranları bu kötü işi yapmaya sevkeden bazı sebepler vardır. Bunlara esbâbu'1-vaz' denir. Hadis uydurma sebeplerinin belli başlıları şunlardır:
1. İslâm Düşmanlığı:
Hz. Peygamberin Medine'ye hicretinden sonra kurulan İslâm Devleti kısa bir zamanda çok güçlenmişti. Bu devlet onun vefatı üzerinden çok geçmeden bütün Arabistanı kapladığı gibi İran ve Horasan içlerine kadar yayıldı. Yıkılan imparatorluklar, devrilen saltanatlar, bozulan menfaatlar kısa bir süre sonra İslâm düşmanlığına döndü. Öte yandan İslamiyeti yıkamayanlar, kuvvetlenmesine engel olamadıkları gibi onu içinden yıkmak için inanç esaslarına fesad sokmak; böylece, İslâm birliğini parçalamak yoluna gittiler. Çoğu müslüman olmuş görünerek birçok yabancı fikir ve hurafeleri hadis kılığında İslâm Dini'ne soktular.
2. Fırka, Mezhep, Kabile, Dil Ya da Beldeyi Yahut Mezhep İmamlarını Savunma İsteği:
Hz. Osman'ın şehid edilmesinden sonra ortaya çıkan çeşitli fırkalar, fikirlerin yayabilmek için iki kaynağa başvurdular: Kur'ân-ı Kerim ve hadisler... Yaptıkları iş şöyleydi: Kur'ân-ı Kerim'i kendi fikirleri doğrultusunda te'vll etmek; görüşlerini destekleyen hadisleri yaymak; görüşlerine uymayan hadisleri zoraki te'vil etmek; Nihayet fikirlerine uygun hadis yoksa uydurmak... Tevbe etmiş bir ihtiyar haricinin şu sözü bunu gösterir: “Dininizi kimlerden aldığınıza dikkat edin, çünkü biz bir şey istedik mi onu hadis şekline koyuverirdik.” 685
3. İslâm Dini'ne Hizmet Etmek Arzusu:
Müslümanları iyiye, doğruya, güzele yöneltmek; kötülüklerden uzaklaştırmak, böylece güya İslâm'a hizmet etmiş olmak için binlerce hadis uydurulmuştur. Amellerin faziletlerine, Kur'ân okumaya, nafile ibadete teşvik maksadıyla uydurulan sözler bu konuda tipik örnekler verir. Bir tanesini görmek yeterli bilgi verecektir.
“Her kim pazartesi günü dört rekat namaz kılar ve her rekatta Fatiha, Ayetu'l kursî, Kul huvallahu ahad, Kul e'ûzu bi'rabbi'l felak, kul e'ûzu bi'rabbi'n-nâs'ı birer defa okur; selam verdiğinde on defa istiğfar eder; on defa da salavât getirirse, bütün günahları affolunur. Allah Te'âlâ ona Cennette beyaz inciden yapılmış on odalı bir köşk verir. Her odanın uzunluğu ve genişliği üçer bin arşındır. Birinci oda beyaz gümüşten, ikincisi altından, üçüncüsü inciden, dördüncüsü zümrütten, beşincisi zebercetten, altıncısı iri incilerden, yedincisi parlayan bir nurdandır. Odaların kapılan anberden yapılmış olup her kapının önünde za'ferandan bin tane örtü vardır. Her odada kâfurdan yapılmış bir karyola; her karyolanın üzerinde bin yatak vardır...”
Bu maksatla hadis uyduranlar, gariptir ki, müslümanlara hizmet ettikleri inancı içindeydiler. Böyleleri yaptıkları işi mazur göstermek için de, Hz. Peygamber aleyhine, ona isnad ederek yalan uydurduklarını değil; lehine yalan söylediklerini iddia ediyorlardı.
4. Şahsî Menfaat Kaygısı:
Va'izlerin cami ve mescidlerde yaptıkları va'zları daha tesirli bir hale getirmek için baş vurdukları yollardan birisi halkı heyecanlandıracak hadisler uydurmaktır. Böyleleri halka hitaplarında onların dini duygularını ve heyecanlarını kabartarak dine karşı ilgilerini artırmak gayesi güderler. İçlerinde bu yolla meşhur olup şöhret ve servet elde etmek peşinde olanlar da vardır. Bunlara kıssacı anlamında kassâs denilir. Çoğulu kussas gelir. (Bk. Kussas). Kıssacı vaizlerden birinin meşhur iki muhaddis, Ahmed b. Hanbel ve Yahya b. Ma'in ile olan macerası bu konuda önemli bir misal teşkil eder. Özellikle halkın dinî duygularını istismar ederek dünyalık elde etmek uğruna hadis uyduranların halini çok güzel belirten meşhur olay Kussas başlığı altında nakledilmiştir.
5. Halîfe ve Emirlere Yaklaşmak Arzusu:
Kendisine bir çıkar sağlamak ümidiyle meşhur veya zengin adamlara yaklaşan, onların arzularına göre hareket edenler her devirde bulunur. Hadis uydurmaya başlanmasından itibaren müslümanlar arasında da böyleleri çıkmıştır. Halife veya emirlerin heveslerine göre fetva verenler, gerektiğinde hadis uydurmaktan çekinmemişlerdir. Bu konuda Gıyâs b. İbrahim'in sahtekârlığı çok meşhurdur. Gıyâs bir gün Halife Mehdî'nin yanına girer. Onun güvercin yarıştırdığını görünce, hemen Hz. Peygambere kadar ulaşan bir sened söyler ve arkasından Peygamberimizin “Ok, deve, at ve kuş yarışlarından başkası için ödül almak helâl olmaz.” dediğini rivayet eder. Mehdi, Gıyâs'a hemen on bin dirhem verir; fakat hadisin aslında olmayan “kuş” kısmını uydurduğunu anlayınca
“Senin şu kafan yok mu? o bir yalancı kafasıdır!” diyerek huzurundan kovar. Hadis uydurmaya sebep oldukları için de güvercinleri kestirir.
İslâm Tarihinin ilk devirlerinde başlayan hadis uydurma hareketi muhaddisleri hadis uyduranlarla mücadele etmek zorunda bırakmıştır. Kasden yahut bilmeden yahut da iyiik yapıyorum düşüncesiyle uydurma sözleri hadis diye yayanlara karşı ciddî bir mücadele verilmiştir. Bu mücadele aynı zamanda Hz. Peygamber'e gerçekten ait olan hadislerin korunması için ne derece titiz dav-ranıldığını da gösterir. Hadis Vaz’ına karşı alimlerin aldıkları tedbirleri dört grupta incelemek mümkündür.
1. İsnad ve Sende Tenkidi:
Muhammed b. Sîrîn'in şöyle bir sözü vardır. “İlk zamanlar kimse isnad sormuyordu; fakat müslümanlar arasına fitne girince o zaman isnad sorulmağa başlandı. Ehl- Sünnetten olanların hadisleri alınma; bid'atçıların hadisleri terkedilme yoluna gidildi. 686Bu söz bize uydurma hadislerin ortaya çıkması üzerine hadisçilerin sahih hadisleri toplayabilmek için onlan rivayet eden kimselere isnad sorduklarını gösterir.
Gerçekten Hz. Osman'ın şehit edilmesi. Bunu takip eden Cemel ve Sıffîn harpleri, İbnu'z-Zubeyr'in halifeliğini ilan etmesi, Velid b. Yezîd'in öldürülmesi gibi olaylar üzerine ortaya bazı siyasi karışıklıklar çıktı. Bu karışıklıklar, hadis uydurma hareketini alabildiğine körükledi. Böyle bir ortamda meydana gelen fikir ayrılıkları zamanla siyasî ve itikadı mezhepleri oluşturdu. Bunlara daha sonraları amelî mezhepler de eklendi. Bu fırka ve Mezhepler herbiri kendi görüşlerine uygun hadisleri yaymaya başlayınca hadislerin sayısı bir hayli arttı. Bir yandan mevzu hadislerin sayıca çoğalması öte yandan her önüne gelenin her duyduğunu rivayet etmesi karşısında ise isnad mecburiyeti konuldu. Böylece hadis uydurmanın önüne az da olsa geçmek imkanı doğdu.
Bir hadisi değerlendirmek isteyen ilkin onun senedine bakar. Hadisin sahih veya zayıf oluşu konusunda ilk bilgiyi sened verir. Eğer hadisin senedinde hadis uydurmakla tenkid edilen biri varsa senedlerin eleştirilip sağlam olanların açığa çıkarılması aynı zamanda uydurma hadislerin tanınmasına yardım eder. İsnaddaki kusurlar da böyledir. “Eğer isnad olmasaydı isteyen istediği sözü hadis diye rivayet ediverirdi. Böyle birine “Sana bunu kim rivayet etti?” diye sorulacak olsa şaşırıp kalır” sözü bunu gösterir.
İlerde göreceğimiz gibi isnad ve sened tenkidi, İslâm âlimlerinin eseri olan Cerh ve Ta'dil, Târîhu'r-Ruvât gibi hadisle ilgili ilimlerin oluşmasını sağlamıştır.
2. Metin Tenkidi:
Tamamen müslüman alimlerin icadı olan hadisle ilgili ilimlerin bir tek hedefi ve gayesi vardır. Hz. Peygamber'e gerçekten ait olan hadisleri tesbit etmek. Bu hedefe varmak için konulan isnad ve ravileri eleştirmek gibi tedbirlerle yetinmeyen muhaddisler, elde edilen hadis metinlerini de eleştirmek yoluna gitmişlerdir; çünkü hadis uyduranlar uydurdukları hadislere en sağlam isnadlari eklemekten çekinmemişlerdir. Bu durumda bir hadisin sahih ve makbul sayılabilmesi için yalnızca isnad yeterli olmamıştır. Bir başka deyişle muhaddisler bir hadisi sahih kabul etmek için sadece isnadın ve senedin sahih oluşuyla yetinmişler; hadisin metnini bir de akıl süzgecinden geçirme yoluna gitmişlerdir. İbnu'l-Cevzî'nin “Allah atı yarattı, sonra koşturdu...” uydurmasını tenkid ederken söyledikleri bunu gösterir. Diyor ki:
“Böyle bir hadisin ravilerini araştırmaya hiç gerek yoktur; çünkü sika raviler imkânsız bir şey rivayet edip devenin iğne deliğinden geçtiğini haber verseler, sikalıklarının bir faydası olmaz. Eğer sen bir hadisi akla ve dini prensiplere aykırı bulursan, bil ki o hadis uydurmadır.”687
3. Muhaddislerin Mücadelesi:
Yukarıda sözünü ettiğimiz gibi hadîs uyduranlara karşı girişilen mücadele sahih hadisleri toplamak için yapılmıştır. Böyle bir maksatla yapılan mücadele sahih hadisleri toplayıp yaymak onlan sahih olmayanlardan ayırmayı sağlayacak kaideler koymak ve hadis rivayet esaslarını tesbit etmek şeklinde yapılmıştır, ayrıca muhaddisler hadis uyduranlara karşı durmuşlardır. Meşhur muhaddis Buhârî uydurma hadis rivayet edenlerin iyice döğülüp uzun süre hapsedilmesi (darbı şedîd, habs-i medîd) gerektiğine fetva vermiştir. Muhaddislere ve mezhep imamlarına göre uydurma hadis rivayet eden kimse, başkalarının ibret alacağı bir şekilde cezalandırılır. Rezil edilir ve azarlanır. Yüzüne bakılmaz, selam verilmez. Kendisiyle bütün ilişkiler kesilir. Sufyân b. Uyeyne, böylesinin boynunun vurulması gerektiğini, Yahya b. Ma'în, kanının helal olduğunu söylemişlerdir. Demek oluyor ki hadisçiler, sünnetin koruyucusu olarak yalancıların karşısına çıkmışlar, onları yollarından çevirmek ve zararsız hale getirmek için maddî mukavemet usullerine başvurmuşlar; bazan da bir takım tehdit vasıtaları denemişlerdir. Şurası muhakkak ki, Sünnetin müdafaası uğruna yapılan mücadelede büyük bir başarı elde edilmiştir.
4. Mevzu Hadislerin Teşhiri:
Muhaddislerce, bir hadisin uydurma olduğuna çeşitli şekillerde hükmedilir, ancak onu uyduran raviye nisbetle verilecek hüküm, insanda hasıl olan galib zan yolu iledir. Kesinlikle değildir; çünkü çok yalancı olan bir kimsenin bazan doğru söylemiş olması mümkündür. Böyle bir kimse tarafından rivayet edilen hadis hakkında mevzu hükmünü vermek, o kimsenin rivayetinde doğru olabileceği ihtimali dolayısıyla zanna dayanır; ancak bu zan, ravinin yalancı olarak bilinmesi dolayısıyla da gerçeğe yakındır ve hadis hakkında sahih hükmünden ziyade mevzu hükmünün verilmesinin sağlar. Diğer taraftan, bu hükmü verecek olan hadis imamları sahip oldukları kuvvetli meleke, parlak zihin, geniş anlayış ve hükme mesned teşkil eden karinelere derin vukuf sayesinde, hadislerin mevzu olanlarını diğerlerinden ayırt etmekte güçlük çekmezler. 688
Bazen de bir mevzu hadisin uydurma olduğu, onu uyduranın itiraf etmesiyle anlaşılır. Hadis uyduranların bir kısmı sonradan yaptıklarını itiraf etmişler; bir kısmı zor karşısında bir kısmı da pişmanlık duyarak yaptıklarını kendi ağızlarıyla söylemişlerdir. Buna dair pek çok misal vardır. Meselâ Meysere, Kur'ân'ın faziletleri konusundaki hadisi uydurduğunu bizzat kendisi itiraf etmiştir. Ömer b. Subh'un Hz. Peygamberin bir hutbesini uydurduğunu itiraf etmesi de bu konuda misal verilebilir.689
Bununla birlikte hadisin mevzu olduğuna delâlet eden bazı karineler vardır. Bu karineler bazen ravide olur, bazen de hadisin kendisinde bulunur. Ravide bulunan karinelerin önemlileri, ravisinin hadis uydurmakla tanınan bir kimse olması, hali, aşın mezhep taraftan oluşu gibi hususlardır. Bunlar hakkında kısa bilgiler verelim.
Mevzu hadisin ravilerinden biri en ağır cerh sebebi olan hadis uydurmakla tanınan birisi ise isnadında onun yer aldığı hadisin mevzu olduğuna kolayca hükmedilebilir. Meselâ: “Allah için ilmi talep eden biri ilmin herhangi bir babına (konusuna) göz atar atmaz alçak gönüllülüğü artar. İnsanlara karşı tevazuu, Allah korkusu, dünya işlerine gayreti fazlalaşır. İlminden faydalanan ilim öğrenmek için müracaat edilecek kkimse odur. İlmi dünya menfaati ve insanlar nazarında yüksek mevkii sahibi olmak sultanlara yakınlık kurmak için öğrenen kimse ise onun herhangi bir konusuna gelince nefsinde büyüklük duygusu, Allah'a karşı gururu; dininde cefası artar. İşte böylesi ilimden hiç bir fayda görmez. İlmi kendine hüccet olmaktan çıkar. Kıyamet günü ise pişmanlık ve aşağılık verir.” 690hadisinin ravisi Ömer b. Subh aşırı yalancı ve hadis uydurmakla bilinen biridir. 691Bu hadisin isnadında onun ismine rastlanması onun uydurma olduğunun açığa çıkmasına yardım eder.
Bazen hadisin mevzu olduğu ravisinin halinden anlaşılır. Buna misal olarak Me’mun b. Ahmed'in el-Hasenu'1-Basrî ile ilgili bir sözü verilebilir: Bir gün bu şahsın yanında el-Hasen'in Ebu Hureyre'den hadis işitip işitmediği konusunda ihtilaf söz konusu edilince Me’mun, hemen Hz. Peygamber (s.a.s)'e ulaşan bir isnad söyleyerek şöyle demiştir: “El-Hasenu'l-Basrî Ebu Hureyre'den hadis işitti.” 692
Seyf b. Umer et-Temîmî anlatmıştır. Sa'd b. Tarifin yanında bulunuyordum. O sırada oğlu mektepden ağlayarak gledi. Ona neden ağladığını sorunca çocuk “hoca döğdü” cevabını verdi. Sa'd hemen “bu gün onu rezil edeceğim” dedi ve Haddesenî İkrime, an İbn Abbas isnadiyle Hz. Peygamberin “Çocuklarınızın hocaları en şerlilerinizdir. Yetimlere karşı en az merhametli, yoksula karşı en katı kalpli olanlar da onlardır” dediğini rivayet
etti. 693
Bir gün Me’mun b. Ahmed el-Hereviye,
“Görüyormusun Horasan'da İmam-Şâfiî'ye tâbi olanlar ne kadar çoğaldı” denilince hemen Hz. Peygambere kadar ulaşan bir isnad söyleyerek onun
“Gün gelir, ümmetimden Muhammed b. İdris isminde biri çıkar. O ümmetim için İblis'den daha tehlikelidir. Gün de gelecek, ümmetimden Ebu Hanîfe adlı biri çıkacak, o ümmetimin ışığı olacaktır” buyurduğunu rivayet eder. Şu rivayet de aynıdır: Muhammed b. Ukkaşe el-Kirmânî'ye “halk namazda rükua varırken ve rûkudan kalkarken ellerini kaldırıyorlar” denildi. O hemen bir isnad sevkettikten sonra Hz. Peygamber (s.a.s)'den “rukuya varırken ellerini kaldıranın namazı olmaz” hadisini rivayet etti.” 694
Ravinin aşırı mezhep taraftarı oluşu da mevzu hadisin tanınmasında önemli bir karinedir. Böyle bir ravi mezhep veya mezhep imamı, yahutta mezhebin görüşü ile ilgili bir hadis rivayet ederse bu, hadisin mevzu olduğunu delâlet eden karine sayılır. Yukanda geçen Me’ınun b. Ahmed'in Şafiî'lerin Horasan'da yayıldıklarının söylenmesi üzerine hemen Îmam-Şafiî'yi yeren buna karşılık İmam-ı A'zam'ı öğen hadis rivayet edişi buna da misaldir. Me’munun mutaassıp bir hanefî oluşu rivayetinin mevzu oluşuna ayn bir karine olmuştur.
Bir hadisin mevzu olduğuna delâlet eden karinelerden hadisin metninde bulunanlara gelince, bunlar sırasıyla hadislerin lafzında ve manasında bozukluk olması; akla ve tecrübe ile kazanılmış bilgilere aykm olması; Kur'ân-i Kerim'e ve sahih hadislere aykınlık; tarihî olaylara aykınlık; elde mevcut güvenilir hadis kaynaklarında bulunmamak; birçok kimsenin görmesi gereken bir olayı bir kişinin rivayet etmesi gibi hususlardır.
Hz. Peygamber Arapların en güzel konuşanıydı. Bundan dolayı Onun sözlerinde ölçülü bir ifade güzelliği, açıklık, akıcılık, belagat gibi Arap dilinin kaidelerine uygun bir güzellik vardır. İşte bu noktadan hareket eden muhaddisler, sözünde veya manasında ölçüsüzlük, dil kaidelerine aykınlık bulunan hadislerin mevzu olduğunu söylemişlerdir. Gerçek de öyledir. Meselâ halkı hayırlı işlere teşvik etmek için uydurulan hadislerde aşırılık, özellikle sevap ve cezada ölçüsüzlük vardır. Dinsizlerin ve islâm düşmanlarının uydurdukları hadisler ise Müslümanlığın temel ölçülerine sığmayan bayağı ifadeler taşır. Bu belirtiler onların uydurma olduğunu hemen belli eder. Meselâ “Kim (he) harfini tek gözlü yapmadan besmele yazarsa Allah ona bir milyon iyilik yazar; derecesini bir milyon kere yükseltir.” 695
(Kim helâlinden kazandığı bir hurma ile iftar ederse kıldığı namaza 400 namaz ilave edilir.” 696
“Nisan ayının çıktığını bana müjdeleyenin Cennet'e girmesine kefil olurum.” 697
Hz. Peygamber'e gerçekten ait olan sözler akla, sağduyuya, tecrübe ile elde edilmiş bilgilere tamemen uygundur. Dolayısıyla bunlara aykırı olan sözler ona ait değildir. Meselâ, “Nuh'un gemisi Kabe'yi yedi kere tavaf etti; İbrahim makamının arkasında iki rekât namaz kıldı. Ana babasına iyilik etmek isteyenler şairlere para versin... İnsanoğlunun kalbi kışın yumuşar. Bunun sebebi, Allah'ın Âdem'i çamurdan yaratmış olmasıdır; çünkü çamur kışın yumuşak olur.” Uydurmaları gibi. 698
Allah Resulü Kur'ân-ı Kerim'i müslümanlara tebliğ etmekle kaimamış; aynı zamanda onu açıklamış ve uygulamıştır. Onun her sözü ve davranışı Kur'ân-ı Kerim'e uygundur. Buna göre, eğer bir rivayet Kur'ân-ı Kerim'e ve onun doğrultusundaki sahih hadislere aykırı ise onun uydurma olduğuna hükmedilir. Meselâ, “Kötü ahlaklı olmak affedilmeyecek bir günahtır.” uydurması “Allah kendisine şirk koşulmasını asla affetmez. Bunun dışında dilediğini affeder,..” mealindeki âyete 699aykırıdır. Allah'ın adı Ahmed veya Muhammed olanları Cehennem'e koymayacağına; güzel yüzlü ve siyah gözlülere azap etmeyeceğine dair olan uydurma da öyledir;
“Allah sizin vücutlarınıza ve yüzlerinize değil, kalplerinize bakar” sahih hadisine aykırıdır. 700
Mevzu hadislerin uydurma olduklarını gösteren karinelerden birisi de hadiste anlatılanların tarihî olaylara aykırı olmasıdır. Buna göre, bir hadiste anlatılan olaylar tarihî gerçeklere uymuyorsa, o hadis uydurmadır.
“Soğuktan sakının; çünkü kardeşiniz Ebu'd-Derdâ'yı soğuk öldürdü.” 701Sözü gibi. Hz. Peygamberin böyle bir söz söylemesi mümkün değildir; çünkü Ebu'd-Derdâ Hz. Peygamberin vefatından 22 yıl sonra Hicretin 32. yılında ölmüştür. Şu uydurma da aynı şekildedir; “Hz. Aişe söylüyor:
“Peygamber (s.a.s)'in Fatıma'nın boynunu birçok defalar öptüğünü gördüm. Bunun sebebini öğrenmek istedim. Buyurdular ki,
“Yâ Humeyrâ! Bilmezmisin ki, Mi'raca çıktığımda Allah'ın emriyle Cebrail beni Cennet'e götürdü. Bir benzerini görmediğim kokusu hoş; mevyesi nefis bir ağacın yanında durduk. Cebrail'in soyarak bana ikram ettiği meyveleri yedim. Allah onlardan bende bir su yarattı. Dünyaya dönünce Hatice ile beraber oldum; sonunda Fatıma'ya hamile kaldı. İşte ben Cennet'teki o ağacın kokusunu özledikçe Fatıma'nın boynunu öper; o kokuyu alırım.” Bu hadisin uydurma olduğu da tarihî olaylara aykırı oluşundan bellidir; çünkü Hz. Fatıma Hz. Peygambere peygamberlik verilmeden 5 yıl önce doğmuştur. Ayrıca Mi'rac, Peygamberliğin 12. yılında ve hicretten bir; Hz. Hatice'nin ölümünden iki yıl sonra olmuştur. Halbuki hadise göre, Peygamberlikten önce doğan Hz. Fatıma'nın, Hz. Hatice'nin ölümünden iki yıl sonra dünyaya gelmiş olması gerekir. Böyle bir şey olmayacağına göre hadisin uydurma olduğu kendiliğinden açığa çıkar. Nitekim İbnu'l-Cevzî bu hadisi tenkit ederken şunları söylemiştir: “Bu sözlerin uydurma olduğunda hadis mütehassısları bir yana, acemi hadisciler bile şüpheye düşmez. Bu sözleri uyduran kimsenin zerre kadar tarih bilgisine sahip olmadığı meydandadır; çünkü Hz. Fatıma, Hz. Peygamber'e Peygamberlik verilmezden önce dünyaya gelmiştir. Burada Mi'racdan bahsedilmesi ise ayrı bir rezalettir: çünkü Mi'rac, Hz. Hatice'nin ölümünden sonra ve Hicretten bir yıl önce olmuştur.” 702
Hz. Peygamberden rivayet edilen hadisler genellikle birinci hicri asnn sonlarından başlamak üzere derlenmiş, çeşitli metodlarla muteber eserlere geçirilmiştir. Öyle ki, bu eserlere girmeyen hiç bir sahih hadis kalmamıştır. Bu yüzden elde mevcut güvenilir hadis kitaplarında bulunmayan hadislerin uydurma olduğuna kanaat getirilir. es-Suyûtî bu konuda der ki: “Hadis kitaplarında yer almayan, muttasıl bir isnadı da olmayan hadislere yalnız bazı va'z, tefsir, siyer ve tarih kitaplarında rastlamaktayız. İlk devirlerdeki hadis imamları zamanında mevcut olmayan bu sözlerin çoğu sonradan uydurulmuştur.” 703
Mevzu hadisler arasında öyleleri var ki, birçok sahabî huzurunda söylendiği iddia edildiği halde ravisi tekdir. Bu husus o hadisin mevzu olduğuna mühim bir karine teşkil eder; zira birçok sahabî tarafından işitildiği ileri sürülen bir hadisin hiç değilse birkaç sahabî tarafından rivayet edilmesi beklenir. Veda Haccı dönüşünde Hz. Peygamberin Gadîru Hum denilen yerde mola vererek kendinden sonra Hz. Ali'yi halife tayin ettiğini ve fakat orada bulunan ashabın bu haberi gizlediklerini söyleyen ralizîlerin iddiası bu konuda güzel bir örnektir. Bu uydurmanın önce sahih bir isnadı yoktur. Öte yandan Hz. Peygamber şayet Hz. Ali 'yi halife tayin ettiğine dair böyle bir açıklama yapsaydı, hilafet konusunda o kadar anlaşmazlıkların çıktığı günlerde sahabîlerin bunu belirtmeleri gerekirdi. Oysa binlerce Sahabî huzurunda söylendiği iddia edilen sözleri rivayet eden sahabî çıkmamıştır. Buradan anlaşılır ki bu, rafizîlerin uydurmalarından biridir.
Hz. Peygamberin ikindi namazını kılmadığı bir gün, batmış olan güneşin onun namazını yetiştirmesi için geri döndüğünü, herkesin buna şahit olduğu bildirilen uydurma da böyledir. Herkesin şahit olduğu söylenen bir olay yalnızca Ebu Seleme'den rivayet edilmiş gösterilmektedir.
Ne maksatla uydurulmuş olurlarsa olsunlar, mevzu hadislerin İslâm Dini'ne ve müslümanlara çok büyük zararları olmuştur. Özetleyecek olursak;
a) Hz. Peygamberin Kur'an-ı Kerim'i tebliğ edip hükümlerini uyguladığını biliyoruz. Yine biliyoruz ki o, yaşayış ve davranışlarıyla müslümanlara örnek olmuştur. Nitekim Allah, Kur'ân-ı Kerimde onun “en güzel örnek” olduğunu belirtmiştir. 704Ayrıca “Allah Resulünün size verdiklerini alın; men ettiklerinden sakının” buyurmuştur. 705Bu durumda Hz. Peygamberin sözleri ve davranışları İslâm Dini'nin özünü teşkil eder. Bir başka deyişle, gerçekten ona ait hadisler, İslâmiyet'in esasını oluşturur. O halde uydurma hadisler dinin özünü ortaya koymadıkları gibi yanlış anlaşılmasına sebep olurlar.
b) Hz. Peygamberin söylemediği bir sözü ona nisbet etmek veya onun ağzından yalan uydurmak dinin esaslarının değiştirilmesi demektir. Helâli haram; haramı helâl göstermeye kadar varabilir. Bu ise İslâm Dini'nde olmayan şeyleri var; olanları da yok göstermekle birdir. Bu açıdan bakıldığında uydurma hadisler her şeyden önce İslâmiyet'in yanlış anlaşılmasına sebep olmuştur. Söz gelişi bir uydurma hadiste Hz. Peygamberin şunları söylediği iddia edilir: “Dünya ahiret ehline haramdır. Ahiret dünya ehline haramdır. Hem dünya hem ahiret Allah ehline haramdır.” 706Bu ve benzeri yüzlerce uydurma hadisin müslümanlann dünyadan el etek çekip tek taraflı bir zühd hayatı yaşamalarının başlıca sebepleri olduğu şüphesizdir. Oysa Yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurur:
“Allah'ın sana verdiği (nimetler) de ahiret yurdunu gözet; dünyadan da nasibini unutma.” 707
“Yer yüzünde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur.” 708
“De ki Allah'ın kulları için yarattığı zineti ve temiz rızıkları haram kılan kimdir? Bunlar dünya hayatında Mü’minlerindir; kıyamet gününde de yalnız onlar içindir, de”709
Demek oluyor ki uydurma hadisler müslümanlara yanlış bir dünya görüşü aşılamıştır. İslâm âleminin ekonomik bakımdan geri kalmasının en önemli sebeplerinden birisi de bu eksik dünya görüşüdür, denilebilir.
c) Mevzu hadisler müslümanlar arasına tefrika ve düşmanlık girmesine yol açmıştır. Daha önce söz konusu ettiğimiz gibi Hz. Osman'ın şehit edilmesi üzerine müslümanlar arasına ayrılık girmiş ve bu ayrılık zamanla çeşitli fırka ve mezheplerin doğmasına sebep olmuştur. Bahis konusu fırka ve mezheplerin her biri, davasını kuvvetlendirmek ve müslümanları kendi tarafına çekmek için hadis uydurmaya başlamıştır. Sonunda bu hadislerin tesiriyle aynı dine bağlı, kitabı bir olan, aynı peygambere inanan müslümanlar birbirine düşman hale gelmiştir. İşi daha ileri götürenler karşısmdakileri küfürle itham etmiştir. Özellikle çeşitli Kelam ve Fıkıh mezheplerinin bir kısım cahil taraftarları uydurdukları hadislerle müslümanlar arasındaki ayrılığın artmasına sebep olmuşlardır.
d) Kur'ân-ı Kerim ve Hz. Peygamberin koyduğu ölçülere göre bütün Mü’minler eşittir. Birinin diğerine takvadan başka üstünlüğü yoktur. Hal böyle iken, aksine uydurulan hadislerle müslümanlar arasında ırk, milliyet ve dil üstünlüğü fikri yayılmıştır, arapların, Arapçanm, İranlıların, Farsçanın, Türklerin faziletlerine dair uydurulan hadisler bu konunun örneklerini teşkil ederler.
e) Uydurma hadisler İslâm Akaidine de tesir etmiştir. Bir takım din düşmanlarının uydurdukları yüzlerce hadis İslâm Dini ile bağdaşmayan birçok batıl itikat ve hurafenin İslâmiyet'e sokulmasına sebep olmuştur. Bu çeşit hadisler samimi müslümanların inancını sarstığı gibi dini gönlüne tam anlamıyla yerleştirememiş olanları ondan soğutmuştur. Bunun sonucu olarak zındıklık denilen dinden uzaklaşma artmıştır, Ayrıca özellikle Allah, kader, Ahiret Günü gibi itikat esasları etrafında meydana gelen çeşitli münakaşa ve sapmalarda mevzu hadislerin önemli tesirleri olmuştur.
f) Özellikle kıssacıların va'z ederken kullandıkları mevzu hadisler halkın cahil kalmasına ve tembelliğine yol açmıştır. Kıssacıları İslâm âlimi sanarak peşine düşenler İslâm Dini'nin gerçek yönünü hiç bir zaman öğrenemezler; çünkü kıssacı için asıl olan daha çok halka İslâm Dini'ni öğretmek değil kendini onlara kabul ettirmektir. Bunun için de çok kere asıl dini vazife ve sorumlulukları öğretecek sahih hadisler yerine duygulara hitap eden asılsız hikayeler anlatmayı tercih ederler. Aslında hadis uydurmanın en önemli sebeplerinden birisi, yukarıda gördüğümüz gibi budur. İşte bu yüzden halk cahil kaldığı gibi tembelliğe de itilmiştir. Ömür boyu ibadetle elde edebileceği sevabı iki rekatlık nafile namazla kazanacağına inananlar ikincisini tercih edebilirler. Dolayısıyle kıssacılar uydurma hadislerle halka bol keseden sevap dağıtırken asıl dinî vazifelerin ihmaline teşvik etmiş olurlar. 710
Mevzu hadisler hüküm yönünden iki kısımdırlar. Bunlardan birincisi Hz. Peygamberin ağzından uydurulanlar; ikincisi, başkalarının sözleri olduğu halde Hz. Peygamber'in sözü imiş gibi gösterilenlerdir. İkincisine Mevdû'u'l-Metn tabir edilmiştir.
Hangi kısım olursa olsunlar yalan, uydurma ve düzme olduklarından mevzu hadislere hiç bir şekilde itibar edilemez.
Mevzu hadis rivayet etmenin hükmüne gelince,
a) Bir mevzu hadisi Hz. Peygambere aitmiş gibi rivayet etmek haramdır. Hadis ahkama, kıssaya, tergib veya teşvike neye ait olursa olsun, farketmez.
b) Uydurma olduğunu bilerek, müslümanlann dikkatini çekmek için rivayet edilirse haram değildir; fakat bu durumda uydurma olduğunun söylenmesi şarttır.
c) Mevzu olduğunu bilmeden rivayet edenler bir günah işlemiş olmazlar; ancak dinî bir konuda titiz davranmadıkları için hata etmiş sayılırlar.
d) Mevzu hadisi uydurma olduğunu ispatlamak için rivayet eden bir âlim ise sevaba girmiş olur.
El-Mezîd Fi Muttasıli’l-Esânîd:
“İsnadların ittisalinde ziyadeleşen nesne” şeklinde manalandırılabilecek bu tabir ravinin yanlışlıkla eklediği ravi ismiyle meydana gelen isnadla rivayet edilen hadise denir. Açıklamak gerekirse ravinin kendisinden daha sika olan raviye muhalefeti üç çeşittir. Bunlardan üçüncüsü bir ravinin kendisinden daha mutkin olarak bilinen bir diğer ravi veya ravilerin zikretmediği bir raviyi isnad arasında yanlışlıkla ziyade etmesi ile meydana gelir. İsnadında böyle aslına göre fazlalık hasıl olarak rivayet edilen hadise el-Mezîd fi muttasıli'l-esânid adı verilir. Meselâ, Hz. Peygamber (s:a.s).
“Kabirlere (doğru dönerek) namaz kılmayınız. Kabirlerin üzerine de oturmayınız”711 buyurmuştur. Bu hadis, isnadıyla varid olmuştur. Halbuki senedin aslında Sufyan ile Ebu İdris el-Havlâni yoktur.712 Ebu İdris'in senede ilavesi Abdullah İbnu'l-Mubarek'in vehminden meydana gelmiştir. Nitekim Ebu Hatim er-Râzi “Busr'un Ebu İdris'ten rivayeti çok olduğu için İbnu'l- Mübarek burada yanılmış ve bu hadisi de ondan rivayet ettiğini zannetmiştir.” der. 713Tirmizî de aynı hataya şöyle işaret eder. “Muhammed dedi ki: İbnu'l-Mubarek'in hadisi yanlıştır. O hadiste İbnu'l-Mubarek hata ederek “an Ebi İdrîsi'l-Havlâni” lafzını isnada ilave etmiştir. İsnad aslında “Busr'ubnu Ubeydillah - an Vasile” şeklindedir. Abdurrahman b. Yezîd b. Cabir'den isnadında o ibare olmadığı halde bir kaç kişi rivayet etmiştir.” 714
İsnada Sufyân'ın ilave edilmesi ise Abdullah İbnu'l-Mubarek'ten sonra gelen ravilerden birinin vehmi sonucu olduğuna hükmedilmiştir; zira pek çok sika ravi hadisi Sufyân'ın ismini zikretmeksizin Abdullah İbnu'l-Mübarek İbn Câbir-Busr isnadiyle rivayet etmişlerdir. 715Bu yüzden isnada Sufyân'ın eklenmesi İbnu'l-Mubarek'ten sonra olmuş demektir.
İbn Haceri'l-Askalânî'nin açıkladığına göre el-Mezîd fi Muttasıli'l-esânidin hükmü şöyledir:
İsnaddaki bu ziyade yüzünden hadise ta'n edebilmek için isnadda ziyade etmeyen sika ravi, ziyade eden ravinin üst tarafındaki raviden hadis işittiğini tasrih etmiş olması gerekir. Bu sika ravinin rivayeti şayet “an” gibi semaa delalet etmediği gibi inkıta ihtimaline yol açan bir lafızla olmuşsa, ziyadeyi ihtiva eden rivayet tercih edilir. 716
el-Hatîbu'1-Bağdâdî bu konuda Temyîzu'l-Mezîd fi Muttasili'l-Esânîd isimli bir kitap yazmıştır. 717
Min Belâyâhu:
“Belalarından biri de (şudur)” manasına gelen bu cümlecik, bir rivayetin mevzu olduğunu gösteren karinelere işaret etmekte kullanılmıştır.
Min...İlâ:
Bk. Lâ... ilâ.
Mine's-Sunne Kezâ:
“Şu iş sünnettir” manasına bir tabir olup bir hadisin hükmen merfu olduğunu gösteren ifadelerdendir. Sahabîlerden biri bir şeyden bahsederken, böyle bir ifade kullanmışsa, o bahsettiği şeyin hükmen Hz. Peygambere kadar ulaştığı manasına gelir. Bu da o şeyin onun bilgisi altında işlendiğini gösterir.
Misle Hadisin Kablehu Metnuhû Kezâ Ve Kezâ:
Bk. Mislehû.
Mislehû:
“Onun benzeri” anlamını veren bu lafız, muhaddisin bir hadisi bir isnadla sevkettikten sonra aynı hadisi ikinci isnadiyle vermek istediğinde metni aynen zikretmeyip ikinci isnadı verdiği yerde kullanılan tabirlerdendir. Böyle aynı hadisi iki isnadla verip ikincide metnini tekrar etmeden bu ifadeyle yetinen muhaddis bu ifadesiyle “ikinci isnadın metni de öncekinin metninin benzeridir” demiş gibi olur.
Aynı yerde mislehû sevâ'en (ilk metnin tıpkı aynısı); nahvehu (ilk metnin tıpkısı) tabirleri de kullanılır.
Bazı muhaddisler bir metni sevkettikten sonra ikinci isnad ile aynı metni vermekte böyle bir tabir kullanmayı hoş görmezler. Nitekim Şu'be, “fulân an fulân mislehû demek yetmez” demiştir. Ayrıca aynı âlimin “ravinin nahvehu demesi şekdir” dediği de rivayet edilmiştir.
Bununla birlikte Sufyânu's-Sevrî'ye göre ravinin şeyhi eğer zabtı ve hıfzı tam, hadis lafızlarını birbirinden ayırmaya gücü yeten; rivayetinin sayısına dikkat ve itina gösteren bir de sika olarak tanınan biri ise böyle ikinci isnaddan sonra metni tekrarlamadan nahvehu gibi bir ifade kullanması caizdir. Değilse caiz olmaz.
Bu konuda üçüncü bir görüş daha vardır. Yahya b. Ma'în'e ait bu görüşe göre ravinin şeyhi Sufyânu's-Sevri'nin görüşündeki şartları haizse mislehû demesi caiz olursa da nahvehu demesi olmaz. el-Hâkimu'n-Nisabürî de aynı kanaattedir. Ona göre mislehû ile nahvehu arasındaki farkı gözetmek muhaddise gerekli olan zabt ve itkanın bir nevidir. Her iki isnada ait metinlerin aynı lafızlarla olduğuna kesinlikle emin olmadıkça ona mislehû demek helal olmaz. Ancak metinler lafız yönünden aynı olmayıp da yalnız mana yönünden bir iseler o zaman nahvehu diyebilir.
el-Hatîbu'1-Bağdâdî'ye göre ise bu görüş hadislerin manasiyle rivayet edilmesini caiz görmeyenler nazarında bir ayırım mahiyetindedir. Manen rivayeti caiz görenler iki kelime arasında fark gözetmezler. Hadiscilerden hayli kimseler böyle iki isnadla aynı hadisi rivayet etmek istediklerinde ikinci isnadı zikrettikten sonra “misle hadisin kablehu metnuhû keza ve keza yani, daha önceki hadis gibi, metni şudur” diyerek hadis metnini sevketmişlerdir. Nahvehu lafzında da böyle yapmışlardır. Onun benimsediği görüş de budur. 718
Mislehû Sevâ'en:
Bk. Mislehû.
Mu’addil:
Sözlükte hakimin hak üzerine doğruca hükmetmesi, şahidi tezkiye etmek, terazi kefelerini aynı düzeyde tutmak, eğri bir nesneyi doğrultmak manalarına ta'dilin ismi failidir ve doğruluğuna hükmeden, adaletli olduğunu haber veren kimse demektir.
Umumi manada şahısları tezkiye eden kimse manasına kullanılan mu'adil, Hadis Usulünde ravinin adaletli olduğuna hükmeden âlime denir.
Muhtelif vesilelerle söz konusu edildiği gibi gerek az hadis rivayet ettiği, gerek kendisinden bir veya iki kişiden fazla hadis rivayet eden olmadığı, gerekse kimliği, dolayısıyla güvenilir olup olmadığı bilinmeyen ravilerin rivayetlerine itimat edilebilmesi için onların adalet durumunun ortaya konulması gerekir. Ta ki rivayet ettiği hadise güvenilebilsin; herhangi bir dini meselede o hadisle amel edilebilsin. Şu hale göre ravinin hadisine makbul gözüyle bakılabilmesi her şeyden önce onun adaletli oluşuna bağlıdır. İşte ravinin adalet sahibi olduğuna hükmeden alime mu'addil denilmiştir.
Mu'addilin sözüne güvenilir olması şarttır. Ayrıca duygularına kapılarak hareket eden bir kimse olmaması aranır. Aksi halde ravinin adaletli olduğunu söylemesi bir kıymet ifade etmez.
Bir ravinin adalet vasfına sahip olduğunu kabul edebilmek için o ravinin adaletine hükmeden muaddillerin sayısı hakkında çeşitli görüşler ileri sürmüştür. Bazı Fıkıh alimleri, hadis rivayet eden muhaddis ile kullann hukuku ile ilgili meselelerde şahitlik eden şahit arasında hiç bir fark olmadığını ileri sürerek, gerek muhaddisin, gerekse şahidin en az iki mu'addil tarafından ta'dil edilmesini şart koşmuşlardır. Bunlara göre ikiden az mu'addilin ta'dil etmesiyle adalet sabit olmaz. Bununla beraber alimlerin çoğu şahidin en az iki mu'addil tarafından ta'dil edilmesini kabul etmişlerse de ravi için bir mu'addili yeterli görmüşlerdir. Bazılarına göre ise muhaddis ve şahidin her ikisinin de ta'dilinde tezkiyesi makbul bir mu'addil yeterlidir. 719
Mu'addilin kadın veya köle olması halinde de durum aynıdır. Adaletli bir kadının veya kölenin haberi makbul sayıldığına göre, hadis rivayet eden muhaddisin bir kadın veya köle tarafından ta'dil edilmesinin de makbul olması gerekir- Bununla birlikte Medine fakihlerinin çoğu kadını mu'addil olarak kabul etmedikleri gibi ikiden az erkeğin ta'dilinin de yeterli görmemişlerdir. 720Alimler, mu'addilin bir muhaddisin adaletine hükmederken kullandığı lafızlar ve bu lafızlarla adaletinin hasıl olup olmaması konusunda ihtilafa düşmüşlerdir, el-Hatîb'in müstakil bir bölüm halinde verdiği bilgilere bakılırsa bazı âlimlere göre bu konuda mu'addilin “Bu kimsenin benim lehime ve aleyhime şahitliği makbuldür” demesi geçerlidir. Diğer bazı âlimler ta'dil için mu’addilin “Adildir, razı olunur” bazıları ise “adaletlidir, makbuldür” demesinin makbul olduğu görüşündedirler. Bazı âlimler ise kişinin adaletine hükmedilebilmesi için hakkında mu'addilin “adaletlidir, makbuldür” demesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Bu konuda mu'addilin “şehadeti makbuldür” demesinin ta'dil için yeterli olacağı görüşünde olanlar da vardır. Bazı Irak âlimleri ise muaddilin “Onu yalnız hayırlı olarak biliyorum” demesinin ta'dil manasına geldiği görüşündedirler. 721
Hadis alimlerine gelince onlar bir şahsın adaletine hükmetmek için mu'addilin “bu adaletlidir” demesini kafi görmüşler; aynı zamanda şahitliğinin kabul edilmesine mani bir hali bulunmadığını ortaya koyacak bir tabirin eklenmesini ileri sürmüşlerdir; zira olur ki bir kimse adil ve fısktan uzak olsa bile gaflet, zayıflık, çok yanılma, şahitlik ettiği konu hakkında bilgisinin az olması yüzünden şahitliği makbul eddedilmez. Bu halleri emanetine gölge düşürmese de şahitliğini kabule mani olur. Nitekim rivayete göre Hz. Ömer şahabı Abdurrahman b. Avfa böyle demiştir. “Sen bize göre adil bir kimsesin. Hz. Peygamberden (bu konuya dair) ne işittin? 722
Hz. Peygamber (s.a.s) Abdurrahman b. Avf ile Hz. Ömer'e ikta yoluyla bir arsa vermiş. ez-Zubeyr b. Avvâm Hz. Ömer'in çocuklarına giderek onun hissesini satın almış; sonra da Hz. Osman'a giderek söz konusu araziyi Hz. Ömer'in evlatlarından satın aldığını, oysa Abdurrahman b. Avfın bu arazinin Hz. Peygamber (s.a.s) tarafından kendisine verildiğini iddia ettiğini söylemiştir. Bunun üzerine Hz. Osman Abdurrahman b. Avfı tezkiye ederek onun Hz. Ömer lehine ve aleyhine şehadetinin caiz olduğunu ifade etmiştir.723
Her iki misal de göstermiştir ki iki Raşid halife bir şahsın adaletli olmasını rivayetinin kabulü için yeterli görmemişlerdir. Şu hale göre rivayet ilminin inceliklerine göre mu'addilin bir ravinin ta'diline dair söyledikleri yeterli görülemez. Rivayete mani halleri olup olmadığının ayrıca araştırılması gerekir.
Mu’allak:
Sözlükte bir nesneyi bir nesneye geçirip asmak, ne kabul ne reddedip bir işi askıda bırakmak, kapıyı kapamak manalarına gelen ta'lik dan ismi mefuldür. Hadis ıstılahı olarak isnadının baş tarafından bir veya peşpeşe birkaç ravinin ismi söylenmeden, söylenmeyen sonucu kişinin üst tarafındaki kişiden (ta'lik yoluyla) rivayet edilen hadise denir. 724
Muallakın en meşhur tarifi budur. Bununla birlikte bazı hadis alimlerine göre isnadın tamamını hazfederek Kale Resûlullah (s.a.s) kalebnu Abbâs, Kale Atâ gibi lafızlarla sevkedilen hadisler de mu'allaktır. 725
İbnu's-Salâh mu'allak isminin kale, fe'ale, emera, nehâ, zekera, hakâ gibi kesinlik ifade eden cezm sigasıyle rivayet edilen hadisler için kullanıldığını, buna karşılık yurvâ, yukalû, yuzkeru, yuhkâ gibi temriz sığaları ile rivayet edilen hadisler ile isnadının ortasından ve baş tarafından birkaç ravisinin ismi düşen rivayetler için kullanıldığına rastlamadığını söyler. 726Şu da var ki, bazı müteahhir âlimler, söz gelişi el-Mizî, Buhâri sahihindeki bu kabi rivayetlerin de muallak olduğunu söylemiştir.727
İbn Hacer'e göre mu'allak isnadın başından ravisi düşmüş olan haberdir.
Düşen ravi sayısı bir olsun, birden fazla olsun, farketmez. Bu bakımdan mu'allakla mu'dal arasında bir yönden umum-husus ilişkisi vardır. Bu fark mu'dalde isnaddan iki veya daha fazla ravinin düşerek muallakın bazı şekilleriyle birleşmesi, mu'allakta ise, musannifin tasarrufu olarak isnadın başından ravilerin düşmesi ve bu şekliyle mu'dalden ayrılması yönündendir.
Mu'allak’ın çeşitli şekillerinden biri, bütün isnadın hazfedilerek meselâ, “Hz. Peygamber şöyle buyurdu” denilmesidir. Bir diğer şekli, sahâbi müstesna diğerlerinin yahut sahâbi ve tabii müstesna diğer ravilerin hazfedilmesidir. Yahutta hadisi rivayet eden kimsenin hazfedilerek rivayetin onun üstündeki kimseye izafe edilmesidir. Eğer hazfedilen ravinin üstündeki kimse bu musannifin da şeyhi ise buna mu'allak denilip denilmeyeceği hususunda ihtilaf edilmiştir. Fakat burada mühim olan, meselenin açıklığa kavuşturulmasıdır. Şöyle ki, şeyhin hazfeden musannifin müdellis olduğu hadis imamlarından birinin delilli ifadesiyle veya araştırma sonucu anlaşılacak olursa ona göre hükmü verilir. Yani hadise mu'allak değil, müdelles denir. Eğer müdellis değilse rivayeti mu'allaktir. 728
Şu hale göre mu'allak, merfû, mevkuf veya maktu olsun baş tarafından bir veya birkaç ravi veya bütün isnad hazfedilerek kesinlik bildiren cezm sigalarıyla rivayet edilen hadislere denilmektedir. Verilen misaller mu'allakın bu tarifine uygun düşecek şekildedir. Önce merfû muallak misali görelim.
“İbn Abbas dedi ki “Hz. Peygamber (s.a.s) bir deve üzerinde Kabe'yi tavaf etti.” 729Mevkuf mu'allaka misal:
“Cabir b. Abdillah bir tek hadis için Abdullah b. Uneys'in yanına gitmek üzere bir aylık mesafeye yolculuk yaptı.”730
Maktu mu'allak'a ise şu hadis misal verilebilir:
Mûcahid dedi ki “(Soru sormaktan) utananlar ile kibirliler asla ilim öğrenemezler.” 731
İster Hz. Peygamber (s.a.s)'e ait merfû, ister sahâbiye ait mevkuf, isterse tabiîye ait maktu olsun, mu'allak’ın hadisler arasında özel bir yeri vardır. Kaynaklarımızda hadisleri ilk defa isnadını kısmen veya tamamen hazfederek mu'allak olarak nakleden hadis âliminin kim olduğuna dair açık bir malumata rastlanmaz. Ne var ki mu'allak hadislere musannef eserler içinde en çok Sahih-i Buharî'de rastlanır. Buhârideki mu'allak hadisler 1340 kadar olup daha çok unvan da denilen bab başlıkları ile birliktedir. Bunlar iki kısımdır. Bir kısmı başka yerde mevsûl olarak verdikleridir. Buhâri böyle mu'allaklan kaide olarak hadîsin mahreci (çıkış yeri) dar; metni de birkaç hükmü birden ihtiva ettiği takdirde tekrardan kaçınmak üzere isnadında tasarruf ederek vermiştir. Diğer kısım ise başka yerde mevsül olarak vermeyip mu'allak olarak kalanlardır. 732
Buhâri'nin mu'allak olarak verdiği hadisler isnad üzerinde titizlik gösteren âlimlerin tenkidlerine hedef olmuştur. Bununla birlikte sahihin mühim bir özelliğini teşkil eden mu'allak hadisleri müdafaa edenler de vardır. İbn Haceri'l-Askalânî bunlardandır. Bu konuda Ta'lîku't-Talîk isimli müstakil bir eser yazmış, bu eserinde Buhârî mu'allaklarını mevsul olarak rivayet edenleri birer birer göstermiş; ayrıca Buhârî şerhi mukaddimesinde vermiştir.733
Mu'allak hadisin hükmüne gelince, İbnu's-Salâh'a göre eğer hadisi ta'lik eden Şahıs sahabîden başkası ise muallak olarak verdiği hadisin sıhhat hükmü diğer sıhhat şartları ile birlikte kendisiyle sahabi arasındaki isnadın ittisaline bağlıdır. Şayet temriz sigasiyle ta'lik edilen bir hadis ise sıhhatine hükmedilemez; zira böyle lafızlar aynı zamanda zayıf hadisleri irad ederken de kullanılır. Bununla birlikte mu'allak hadisi sahihlerde irad edilmesi aslının sıhhatini gösterir. 734
İsnadı bilinen ve kabul şartlarını haiz olaraka hadisçiler arasında maruf olan mu'allak bir hadisin sahih veya hasen hükmünü taşıması tabiidir. Ancak, isnadın başından bir ve daha fazla ravinin hazfedilmesi, çok defa müellifin tasarrufundan olduğu cihetle, hazfolunan ravilerin bilinmemesi veya onları hazfeden kimsenin “hazfettiğim ravilerin hepsi de sikâttandır” demesi halinde, mu'allak hadis, zayıf hükmündedir; zira müellifin hazfettiği ravileri ta'dili mübhemdir ve hadis hakkında sıhhat hükmünü vermek için yeterli değildir. 735O hale göre mu'allak hadisle istidlal etmek isteyen müdekkik alimin hüccet olmaya elverişli olup olmadığını anlamak için ravilerine ve senedine bakması gerekir.736
Mu'allel:
Tef’il vezninde bir kimseyi bir nesne ile avutup eğlendirmek; illetini açığa çıkarmak manasında ta'lilden ism-i mefuldür. Hadis ıstılahı olarak dış görünüşü itibariyle sahih olmakla birlikte aslında gizli ve kadih bir illete sahip olan hadislere denir.
Bazı hadisler vardır ki ilk bakışta sıhhat şartlarına uygun görünür. Fakat hadis illetlerini iyi bilen bir alimin araştırması sonucu bu hadisin dışardan farkedilmeyen ve sıhhatini yok edecek nitelikte bir gizli kusuru olduğu açığa çıkar. Bu gizli kusura illet, böyle gizli kusur taşıdığı bir âlimin tetkiki ile anlaşılan hadise ise mu'allel adı verilir.
Mu'allel yerine Buhârî, Tirmizî, el-Hâkim ve ed-Dârekutni gibi meşhur hadis âlimlerinin bulunduğu bir grup aynı manada ma'lul terimini kullanmışlardır. (Bk. Ma'lûl). Şuna işaret etmek yerinde olur ki, ma'lûl yerine mu'allel ıstılahını tercih edenler, esas itibariyle, rubai mezid bir fil oln e'lle kelimesinin ism-i mefulünün kıyasen malul değil; mu'all geleceğini, oysa lügat yönünden illetli hadisleri en iyi ifade eden terimin aynı kökten Tef’il babında ismi meful olan mu'allel olduğunu hesaba katmış olmalıdırlar. 737
İllet bahsinde de söz konusu edildiği gibi hadis illetleri hadis ilminin en çetin ve ince konularından biridir. Dolayısıyla mu'allel hadisler konusu, Hadis Usulünün en önemli ve zor konularından birini teşkil eder. Hadis illetlerini ancak Allah'ın parlak bir zeka, güçlü bir hafıza, ravilerin dereceleri hakkında tam bir bilgi, isnad ve metinlerdeki kusurları sezebilecek kuvvetli bir meleke bahşettiği âlimler farkedebilirler. 738Bu bakımdan hadis âlimleri arasında çok az kimse mu'allel bahsindeki bilgisiyle şöhret kazanabilmiştir. Ali İbnu'l-Medînî, Ahmed b. Hanbel, Buhârî, Ya'kub b. Ebî Şeybe, Ebu Hatim er-Râzi, Ebu Zûrati'r-Râzî ve ed-Dârekutni mu'allel hadisler konusunda isim yapmış sayılı âlimlerden birkaçıdır.
İllet başlığı altında söz konusu edildiği gibi hadisin sihhatini zedeleyen illet, daha çok hadisin isnadında; bazen metninde bulunur. İsnadda olan illet, bazen isnad ve metnin sıhhatini ikisini birden kadh edebilir. 739
Buna göre bir muallel hadis daha çok isnad, bazen de metni yönünden mu'allel olur.
Hadisin sıhhatini yok ederek onu mu'allel hadis haline getiren illetlerin birçok çeşidi vardır. el-Hâkimu'n-Nîsâbûrî bunlardan on tanesine yer vermiş ve herbirinin misallerini vermiştir. “İllet” başlığı altında bunlar hakkında yeterli bilgi verilmiştir. Bu bakımdan burada ayrıca tekrar edilmesine lüzum yoktur.
Burada yeri gelmişken işaret etmek gerekir ki bazı muhaddisler kadih olmayan bir sebebe de illet derler. Meselâ Tirmizî, neshe illet demiştir. 740Söz gelişi sika ve dâbıt bir ravinin müsned olarak rivayet ettiği hadisi irsal ederek rivayet etmesi bu kabildendir ve hadisin sıhhatine mani teşkil etmez böyle rivayet edilen hadise bazıları ma'lul sahih tabir ederler. Misal vermek gerekirse, İmam Mâlik şöyle bir hadis rivayet eder:
“Malik'den rivayet edilmiştir. Ona Ebu Hureyre'nin “Hz. Peygamber şunları buyurdu” dediği ulaşmıştır: “Yiyeceği, adet üzere giyeceği köle için (sahibi üzerinde) bir haktır. Köleye gücü yeteceği işlerden başkası teklif edilmez.” 741
Dikkat edilirse hadis, “ennehu belağahu” lafızlanyla rivayet edilmiştir. Bu duruma göre İmam Mâlik ile Ebu Hureyre arasında en az iki ravi düşmüştür. Dolayısıyle mu'daldir. Oysa aynı hadisi Müslim mevsûl olarak Mâlikin isimlerini zikretmediği ravilere tekabül eden Bukeyr İbnu'l-Eşecc-Aclân, Ebu Hureyre isnadıyle rivayet etmiştir. 742Aynı isnadla Ahmed b. Hanbel de nakletmiştir.743 Şu da var ki bu hadis, hangi tarîkdan illetli ise sadece o tarîkdan mu'alleldir. O tarîkin illetli olması sahih tarîkları etkilemez. Şu halde İmam Mâlik'in o rivayeti her ne kadar isnadından ravi düşmesi sebebiyle illetli ise de başka muhaddisler tarafından sahih olarak rivayet edildiğinden o illeti kadih illet olmaktan çıkarmıştır.
Hüküm itibariyle mu'allel hadis, illet sıhhatini giderdiği için zayıf addedilir.
Mu'allil:
Tef’il vezninde ta'lilden ismi fail olan mu'allil, hadislerin illetlerini açığa çıkaran ilel alimi manasına kullanılan bir tabirdir.
Mu'an'an:
An'ane rubai mücerred fiilinden alınma ismi meful olan mu'an'an, ravinin isnadında hangi yolla almış olduğunu belirtecek lafızlar kullanmadan “an fûlânin” diyerek rivayet ettiği hadislere denir.
Ravi bazan hadisini rivayet ettiği isnadında semâa veya diğer hadis rivayet metodlarmdan biriyle rivayete delâlet eden semi'tu, haddesenâ, ahberanâ yahutta benzeri eda lafızlarından birini kullanmaz. Yerine sadece “an” lafzını kullanır. İsnadda “an” lafzı kullanarak rivayete an'ane; böyle rivayette bulunan raviye mu'an'in denir.
An'ane ravi ile şeyhi arasında mülakata delalet etmez. Şeyhinden “an fulân” diyerek rivayette bulunan ravi gerçekte onu görmemiş ve hadisi ondan almamış olabilir. Bu durumda isnadı munkatı olabileceği gibi tedlis yapmış da olabilir. Her iki halde de hadisi sahih addedilmez. Bu itibarla mu'an'an hadisin muttasıl sayılabilmesi için bazı şartlar ileri sürülmüştür. Bunlardan ilki “an” lafzı ile rivayette bulunan ravinin adaletli dolayısıyle sika olmasıdır. İkincisi ravinin tedlis yapan yani mülaki olmadığı şeyhlerden hadis rivayet eden biri (mudellis) olmaması, üçüncüsü ise hadis aldığı şeyhe mülaki olduğunun bilinmesidir. Bu şart üzerinde belli başlı iki görüş vardır. Birisi Buhârî'ye, diğeri Müslim'e aittir. Buhârî'nin görüşüne göre “an” lafzıyla hadis nakleden raviler arasında mülakatın sübutu şarttır. İbn Hacer, Buhârî'nin şartı da denilen bu şartın münakaşasını şöyle yapmıştır:
“Buhari'nin ittisal yönünden üstünlüğü, ravinin hadis rivayet ettiği kimseyle bir defa da olsa mülakatının sabit olmasını Şart koşması dolayısiyledir. Halbuki Müslim sadece mu'asaratla, yani ravi ile Şeyhinin aynı asırda yaşamış olmalarıyla yetinmiş, aynı zamanda Buhârî'nin, ortaya koyduğu mülakat şartı dolayısiyle an'aneyi kabul etmemesi lazım geldiğini ileri sürmüştür. Halbuki Müslim'in bu hususta Buhârî'yi ilzam etmesine gerek yoktur. Çünkü ravinin bir defa şeyhine kavuştuğu sabit olunca, naklettiği hadisi ondan işitmemiş olması ihtimali geçerli değildir. Aksi halde onun mudellis olması gerekir ki, üzerinde durduğumuz mesele, müdellisin dışında olup sahih hadis ravileriyle ilgilidir. 744
Mu'an'an hadisin muttasıl sayılabilmesi için Müslim'in ileri sunduğu şarta gelince “an” lafzı ile rivayette bulunan sika ravinin şeyhi ile muasır olması, bir diğer ifadeyle aynı asırda yaşamış olmasıdır. “Sika olan bir ravi kendisi gibi sika olan bir diğer raviden hadis rivayet ettiğinde her ikisinin aynı asırda yaşamış olmalarından dolayı birinin ötekine kavuşup ondan hadis işitmesi caiz ve mümkün olduğundan, buluştukları ve konuştuklarına dair bir haber varid olmasa bile ravinin rivayette bulunduğu şeyhe mülaki olmadığını ve ondan hiçbir hadis işitmediğini açıkça gösteren bir delâlet olması hariç rivayet sabittir. Böyle rivayet edilen (Mu'an'an hadis)in hüccet olacağı ise açıktır” 745sözleri bunu açıklamıştır.
Mu'an'an hadislerin muttasıl hükmünde olabilmesi için ileri sürülen ravi ile şeyhinin birbirlerine mülaki olmaları şartını aralarındaki sohbetin uzun olmasına bağlayanlar da vardır. Ne var ki bunlar gereksiz şiddet taraftarlarıdır. Öyle olduğundan bunlar, mu'an'an hadisin munkatı olduğunu ileri sürerek reddedilmesi gerektiğine kail olmuşlardır.
Kısacası isnadında şeyhinden rivayette delalet eden lafızlar ile buna kesinlikle delalet etmeyen “an” lafzını kullanarak hadis rivayet eden ravi adalet sahibi sika bir ravi ise, tedlis yapmakla tanınan biri değilse Buhârî'nin şartına uygun olarak rivayette bulunduğu şeyhi ile görüşmüş ve ondan hadis rivayet etmişse, yahut da Müslim'in şartına uygun olarak şeyhi ile aynı asırda yaşamışsa, aksini gösteren açık bir delil olmadığı sürece, rivayeti muttasıl hükmünde addedilir. Değilse, munkati, mürsel, nıüdelles çeşitlerinden birine girer. Mesela,
“... Dahhâk Nâfi'den; Nâfı, Abdullah b. Ömer'den; Abdullah b. Ömer, Hz. Peygamber (s.a.s)'den rivayet etmişlerdir. Allah Resulü şöyle buyurmuştur:
“Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir kadına yanında mahremi olmadan üç günlük bir yere yolculuk yapması helal olmaz.”746
Dikkat edilirse hadisin isnadının baş tarafında an'ane vardır. Bu yüzden mu'an'an sayılır. Fakat Dahhâk ve Nafi, her ikisi de adaletlidirler. Tedlis yapmakla bilinen kimseler arasında yer almazlar. Abdullah b. Ömer de sahabî olarak adalet sahibi biridir. Ayrıca Dahhâk'ın Nâfi'den, Nâfi'nin Abdullah İbn Ömer'den; Abdullah b. Ömer'in ise Hz. Peygamber (s.a.s) 'den hadis rivayet ettikleri bilinmektedir. Şu hale göre bu isnaddaki an'ane muttasıl hükmündedir. Haliyle o isnadla rivayet edildiğinden mu'an'an addedilen hadis de muttasıl hükmüne girmiştir.
Mu’an'in:
Bk. An.
Mu'âsarat:
Bir işin iki veya daha çok kişilerce karşılıklı işlendiğini ifade eden mufâ'ale babından masdar olan mu'asarat, aynı asırda yaşama, çağdaş olma manasına gelir.
Hadis usulünde umumiyetle birbirlerinden hadis rivayet etsinler veya etmesinler aynı asırda yaşamış olan raviler için kullanılır. Özel olarak ise, an lafzı ile rivayet edilen hadislerin muttasıl addedilebilmesi için Müslim tarafından konulmuş bir şarttır. Ona göre sika olan bir ravi, kendisi gibi sika olan bir raviden an lafzı ile hadis rivayet etmişse bakılır. Şayet ikisi bir asırda yaşamışlarsa birinin ötekine mülaki olup ondan hadis işitmesi mümkündür. İkisinin bir araya gelip konuştuklarına dair herhangibir haber varid olmasa bile bu halde rivayet sabittir. Böyle rivayet edilen hadislerle ihticac zaruri olur. Ancak burada ravinin kendisinden rivayette bulunduğu şeyhine mülaki olmadığına, yahutta ondan hiç bir hadis işitmediğine delâlet eden açık bir delil varsa bu müstesnadır. 747Şu hale göre aksini gösteren açık bir delil olmadığı sürece muasarat mülakata hamledilir.
Bununla birlikte muasarat birbirlerinden hadis rivayet eden ravilerin görüşmüş olduklarına mutlak olarak delâlet etmez. Nitekim, muasırı olduğu halde hiç görüşmediği şeyhten rivayette bulunanlar, çağdaşı olduğu, hadis rivayet ettiği şeyhten işitmediği hadisi rivayet edenler vardır. Bu bakımdan biri diğerinden hadis rivayet eden talib ile şeyhin aynı asırda yaşamış olmaları aralarında mülakatın olduğunu kesinlikle göstermez. Fi'1-vaki muhadramlar da Hz. Peygamber zamanından yaşamışlardır. Ancak ondan doğrudan rivayetleri yoktur.
Diğer taraftan bir ravinin aynı asırda yaşadığı, ancak görüşmediği veya görüştüğü halde hadis rivayet etmediği şeyhten doğrudan rivayet ettiği hadise mudelles denir. Bunun yanısıra aynı asırda yaşadığı ancak aralarında mülakat olduğu bilinmeyen şeyhden rivayeti ise bazılarına göre mürsel'i hafidir. Her iki zayıf hadis çeşidi de rivayetin sıhhati için mu'asaratın yeterli olduğunun kabul edilmesi sonucu meydana gelen aksaklığı aksettirecek misallerdir. Şu halde bir ravinin, aralarında mu'asarat bulunan şeyhten doğrudan rivayeti hiç bir şekilde semaa hamledilemez.
Mubhem:
Sözlükte bir işin muğlak ve şüpheli olması, bir kimsenin bir işten alıkonulması, kapının kapatılması gibi manalara gelen İbhâmdan ismi meful olan mübhem, Hadis Usulü ilminde bir ravinin isnadında, ismiyle ve meşhur künyesiyle değil ibham ederek andığı şeyhine denir. Ravisi böyle ibham edilerek zikredilen hadise denildiği de olur. Mubhemin çoğulu mubhemât gelir.
“İbham” maddesi altında da açıklanıldığı gibi ravi bazan hadis rivayet ettiği şeyhini ismiyle anmayıp mübhem bırakır. İbhâmın belli bir tabiri olmamakla birlikte “ahberanî ba'duhum; ahberanî şeyhim, ahberanî raculun; haddesenâ sahibun lenâ; huddıstu an fulânîn, ahberanî ba'duhum ahberanî (haddesenî) es-Sikatu, ani's-sikati, haddesini men lâ ettehumu, an raculin” ve benzeri lafızlar ravinin mübhem olarak zikrinde en çok kullanılan lafızlardır.
Mübhem ravinin ismi, hadisin ismi söylenen başka isnadla rivayet edildiği öteki tarîklardan çıkarılır. Söz gelişi İmam Şâfiî’nin ani's-Sika ani'z-Zuhrî diyerek mübhem bıraktığı şahıs Sufyan b. Uyeynedir. Haddesenî men lâ ettehimu diyerek mübhem zikrettiği şeyh ise fıkıhta talebesi olan Ahmed b. Hanbel'dir. Bu isimler şeyhin mübhem bırakıldığı isnadlarla rivayet edilen hadislerin başka tarîktan nakledilen şekillerinden anlaşılmıştır.
Mübhem ravinin ismi ma'lum olduktan sonra hadis, hangi sınıfa mal edilmesi gerekirse o sınıfa dahil edilir.
Ravisi mübhem olduğu için mübhem addedilen hadis, ibham edilen ravisinin ismi ve adalet durumu belli olmadıkça kabul edilmez; zira bir hadisin kabul edilebilmesi için önce ravilerinin adaletli olmaları şarttır. Eğer mübhem ravinin ismi belli olmazsa, adalet durumu da belli değil demektir; zira ismi bilinmeyen ravinin adaletine hükmedilemez. Adaletine hükmedilmemeyen ravinin hadisine ise makbul gözüyle bakılamaz. Hatta sika bir ravinin “ahberani's-Sika” gibi bir lafızla ta'dil ettiği mübhem ravinin rivayeti -ki böyle ravilere mübhemu't-ta'dil denir- sahih olan görüşe göre kabul edilmez. Bunun sebebi, sikanın adaletine kail olduğu mübhem ravinin başka kimselerce mecruh kabul edilmiş olma ihtimalidir.
Bir diğer görüşe göre sika bir ravinin “ahberani's-sika” diyerek mübhem olarak zikrettiği ravinin hadisi kabul edilir; zira ravide asıl olan adalettir. Cerh ise beraeti zimmet aslına aykırıdır. Üçüncü bir görüşe göre şeyhini böyle mübhem bırakan ravi İmam Mâlik, İmam Şafiî gibi sika raviyi sika olmayandan hakkıyla ayırt edecek yeteneğe sahip bir müctehid ise adaletine hükmetmekle birlikte mübhem bıraktığı ravinin hadisi sadece kendi mezhebine uyanlarca makbuldür. Lakin bu görüş hadis alimleri ile ilgili bir konu değildir. 748
Mübhem konusu esas itibariyle ravinin senedinde şeyhini ibham etmesiyle ilgili bir konu olmakla birlikte bazen hadisin metninde de söz konusu olur. Nitekim metninde “racul, imre'e” gibi mübhem bırakılarak zikredilen şahısların bulunduğu pek çok hadis vardır. Bunların metni içinde mübhem bırakılmaları hadisin sıhhati ile ilgili olmayıp tamamen sahabeden rivayet edilen şekliyle alakadardır. Doğrudan doğruya hadisin sıhhatine tesir etmese de İslâm âlimleri metinlerde geçen bu mübhem şahısların kim olduklarını açıklamışlardır. Aynı zamanda yukarıda zikredilen mubhemin ismi hadisin başka tariklarından gelen şeklinden çıkarılabileceği meselesine de misal olabilecek bir kaç hadisle bu konuya son verelim.
“Enes b. Malik den rivayet olunduğuna göre şöyle demiştir: “Bir gün mescid de Hz. Peygamberin (s.a.s) maiyetinde oturuyorduk. Derken mescidin avlusuna deve üstünde bir adam geldi. Devesini mecsid içinde ıhtırdı.” 749
Kabilesinde müslüman olan, İslâm esaslarını öğrenmek üzere devesine bindiği gibi Medine'ye ta mescidin içine kadar gelen bu adam Dimâm b. Sa'lebedir.
“... Benu Âmir'den bir adamdan rivayet edildiğine göre (Hz. Peygambere gelerek) Ya Resulallah demiştir; babam ihtiyarın biri. Ne Hacca ne umreye ne de yola dayanabilir (ne yapayım?) Hz. Peygamber
“Babanın yerine sen haccet, umre yap” buyurdu,” 750
Ebu Davud'un metninde “an Raculin min Beni Âmir” denilerek mübhem bırakılmış olan bu şahıs Tirmizî, Neseî ve İbn Mâce rivayetlerin de açıklandığı üzere Ebu Rezîn el-Ukaylîdir.751
“... Abdullah b. Burayde babası Burayde'den rivayet eder. Burayde demiştir ki
“Hz. Peygamberin yanına bir kadın geldi ve
“Anam haccedemeden öldü. Onun adına ben haccedebilir miyim?” diye sordu. Hz. Peygamber
“evet” cevabını verdi; “Ananın adına haccedebilirsin” 752Bu hadisteki “İmre'e” denilerek mübhem bırakılan kadının kim olduğuna dair muhtelif rivayetler vardır.
Daha çok isnadında bazan da metninde mübhem bırakılarak rivayet edilen hadisleri ele alarak mübhem ravilerin kimler olduklarını izah eden müstakil kitaplar vardır. Bu kitaplara mubhemât denir. Mubhemât kitaplarının en mühimleri şunlardır;
1. Kitabu'l-Gavâmiz ve'1-Mubhemât: Abdulğani b. Sa'id b. Ali el-Ezdi'nin bu eseri, konusunda ilk ve en mühim olanıdır. Daha sonraki aynı konudaki çalışmalara esas teşkil etmiştir.
2. el-Esmâ'u'1-Mubheme: Ahmed b. Ali (el-Hatîbu'l-Bağdâdi)'nin bu eserinde 171 hadis zikredilmiş, bunun yanısıra mübhem şahısların isimleri alfabetik sıraya göre tertib edilmiştir, buna rağmen kitaptan faydalanmak oldukça zordur; zira hadisteki mübhem şahsın kim olduğunu bilenin zaten onu öğrenmek üzere kitaba baş vurmasına ihtiyaç kalamaz. Bilmeyen kimse de yerini bulamaz. 753
el-Hatibin bu kitabını en-Nevevî merhum kısaltmak, tertibe koymak ve bazı faydalı bilgiler eklemek suretiyle kullanışlı hale getirmiştir.
3. Kitabu'l-Gavâmiz ve'1-Mubhemât: Halef b. Abdilmelik (İbn Beşkuvâl). İbn Beşkuvâlin bu kitabı, konusunda en mühim ve en nefis olanıdır. es-Suyûti'nin kaydettiğine bakılırsa 321 hadisi bir araya getirmiş ve bu hadislerin sened veya metinlerinde mübhem olarak zikredilen kimselerin isimlerini açıklamıştır. Bununla birlikte tertibsiz olduğundan kitaptan faydalanmak zordur. 754Bu eseri İbn Mulekkin kısaltmıştır.
4. el-İşârât ilâ beyâni'l-Mubhemât: Yahya b. Şeref en-nevevî. en-Nevevî Merhum bu eserini el-Hatîbu'1-Bağdâdî'nin kitabını kısaltmak, tertibe koymak, bazı ilaveler ve faydalı bilgiler eklemek suretiyle meydana getirmiştir. Kitapda mübhem ravinin ismini bulmak kolaydır. Ne var ki bazen hadisde geçen bazı mübhem şahısların bu arada sahabîlerin isimlerini kaydetmediği ve çok eksiği bulunduğundan istifade güçleşmektedir.
5. el-Mustefâd min Mubhemâti'l-Metni ve'1-İsnad: Veliyyuddin Ahmed b. Abdirrahman el-Irâki. el-Hatîbu'1-Bağdâdî, İbn Beşkuvâl ve en-Nevevi'nin kitaplarını birleştirip eklemeler yaparak meydana getirdiği bu kitabı fıkıh bablarına göredir. Bu önemli eserlerden başka İbnu'1-Esir, Câmiu'l-Usûl'un sonunda, İbnu'l-Cevzi Telkih'inde, İbnu Haceri'l-Askalanî Buhâri şerhinin mukaddimesinde Buhârideki mubhemata dair kıymetli bilgiler vermişlerdir. Ayrıca Buhâri'deki mubhemata dair Abdurrahman b. Umer el-Bulkînî nin el-İfhâm bi-mâ vakaa fi'l-Buhârî mine'l-İbhâm isimli; Ebu zer Ahmed b. İbrahim el-Halebî'nin de Müslim'deki mubhemata ayrılmış birer kitabı vardır.
Mubhemât:
Bk. Mübhem.
Mubhemu't-Ta'dîl:
Bk. Îbham Ve Mübhem.
Mubtedî:
Bir işe yeni başlayan, hevesli manasına ismi mef’ul olup hadis ilmine yeni başlayan talibe denir.
Mubtedi':
Bk. Ehlul-Bid'a.
Mubtedi'a:
Bk. Ehlu'l-Bid'a
Mucâlese:
“Celese” (oturmak) kök fiilinden mufâ'ale babından masdardır. Bir arada oturmak, bir mecliste beraberce bulunmak manasına gelir.
Hadis ıstılahında, sözlük manasına uygun olarak hadis talibinin rivayette bulunduğu şeyhle karşı karşıya gelerek ondan hadis rivayet etmesine delalet eden bir tabir olarak kullanılır. Bir başka deyişle mücalese hadis ravisinin şeyhe mülaki olarak ondan hadis rivayet etmesini ifade eden tabirdir.
Tâlib ile şeyhin bir mecliste bile olsa beraber bulunmaları, kesinlikle mülakata delâlet eder. Bu itibarla şeyhten rivayetlerinde ittisal hükmü söz konusu olur. Tabiatıyle bu, ravinin tedlis yapan bir kimse olmamasına bağlıdır. Aksi halde olmaz; zira tedlis yapan ravi gerçekte mülaki olmadığı veya mülaki olduğu halde hadis rivayet etmediği şeyhten rivayette bulunan kimsedir.
Mucâz:
Sözlükte icazete konu olan manasına “ecâze” fiilinden ismi mef’uldür. Hadis rivayet metodlarından icazetle ilgili bir tabirdir. İcazet yoluyla rivayet edilen hadisleri ifade eder.
İcazet başlığı altında geniş bilgi verildiği gibi şeyh denilen muhaddis, rivayet hakkına sahip olduğu hadislerin rivayeti için talib denilen raviye çeşitli şekillerde icazet verir. Mucâz, rivayeti için talibe icazet verilen hadislerdir. Gayet tabii olarak icazete konu olan hadisler yazılı bir kitap halinde iseler o zaman kitaba da mucâz denir.
Mucâzın çoğulu olan mucâzât bazen şeyhin, kendi şeyhinden icazetle rivayet ettiği hadisler için de kullanılabilir. Söz gelişi şeyh hadislerinin yazılı olduğu kitabın rivayeti için talibe icazet verirken eceztuke mucâzâtî dediğinde kendisi şeyhinden icazetle almış olduğu hadislerin rivayetine icazet verdiğini belirtmiş olur. (Bk. Eceztuke mucâzâtî).
Mucâz Leh:
İcazetle ilgili bir tabir olup, kendisine icazet verilen manasına gelir. Hadis tahammül metodlarından icazet yoluyla şeyhden rivayette bulunan talibe denir.
Mucâzât:
Bk. Mucâz.
Mu'cem:
Sözlükte i'camdan ismi mef’ul olup harf sırasına göre tertib edilmiş manasına kullanılan bir kelimedir. Hadis ilminde muhaddisin, hadisleri rivayet ettiği şeyhinin ismine göre tertip ederek tasnif ettiği hadis kitabına denir.
Süleyman b. Ahmet et-Taberânî'nin el-Mu'cemu'l-Kebîr, el-Mu'cemu'1-Evsat, el-Mu'cemu's-Sağir isimli üç mu'cemi, mu'cem türü hadis kitaplarının en meşhur misalini teşkil ederler. Bunlardan el-Mu'cemu'l Kebir'de et-Tebarânî müsned tertibindeki kitaplarda olduğu gibi sahabe isimlerini alfabetik tertibe göre sıralamış, herbirinden şeyhleri vasıtasıyla rivayet ettiği hadisleri bir araya toplamıştır.
el-Mu'cemu'1-Evsat'ta şeyhlerinin isimlerini sıralayan et-Taberânî herbirinden rivayet ettiği hadisleri konularına bakmadan bir araya getirmiştir.
el-Mu'cemu's-Sağîr'de ise bin kadar şeyhten rivayet ettiği hadislerden birer ikişer adedini nakletmiştir.
Mu'cem tertibindeki eserler hadisleri konularına göre nakletmediklerinden aranan hadisi bulmak çok zordur.
Mucevved:
Sözlükte bir nesneyi güzelleştirmek, hoşça yapmak manasına gelen tecvidden ismi mefuldür. Hadis ıstılahında bazı alimler tarafından sahih karşılığı olarak kullanılan bir terimdir.
Hadis musannefâtmda sıkça görülen ceyyid bazı âlimlere göre sahihe denktir. (Bk. Ceyyid). Bu görüşte olan âlimler tamamen sahihe şamil olmak üzere mücevved kelimesini kullanırlar ki tamamen sahih yerindedir. 755Öyle olunca hüküm çıkarmaya elverişli sahih kabul edilmiş hadis demektir.
Mucîz:
Sözlükte icazet veren manasına gelir. Hadis rivayet metodlarından icazetle ilgili bir tabirdir. Hadislerini rivayet etmesi için talibe icazet veren ve şeyh de denilen muhaddise denir.
Mucma' Alâ Da'fıhî:
Zayıf olduğu konusunda birleşilmiş kişi anlamına gelen bu tabir ez-Zehebî'ye göre cerh lafızlarından biridir. İkinci mertebe cerhte kullanılan lafızlar arasında yer alır. Hükmü o mertebe lafızlarının hükmüdür.
Mucma' Alâ Terkihî:
Terkedilmesi hususunda görüş birliğine varılmış kişi anlamıyla ez-Zehebî'ye göre cerhin ikinci mertebesine delâlet eden lafızlardan biridir. 756Hükmü o mertebe cerhte kullanılan öteki lafızların hükmü gibidir.
Mecmeu'l Bahreyn Abidesi - Hz.Mevlânâ ile Şems-i Tebrîzî'nin Buluştuğu Yer,
Karatay, Konya
-
*Mecmeu'l Bahreyn Abidesi - Hz.Mevlânâ ile Şems-i Tebrîzî'nin Buluştuğu Yer*
Hz.Mevlânâ ile Şems-i Tebrîzî'nin buluştuğu yer, yani Mecmau'l Bahreyn
Abide...
13 saat önce
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder