28 Temmuz 2010 Çarşamba

Hadis Terimleri Sözlüğü - Z

Z
Zabıt
Zabt
Zabt-ı Kitab
Zabt-ı Sadr
Zâhibu'l-Hadîs
Zâhibun
Zahirî İnkıta’
Zarurî İlim
Zayıf
Zekera
Zekera Lenâ Fulân
Zekera Lenâ Fulân Bi-Kırâ'atî
Zekera Lenâ Fulân Kırâ'aten Aleyhi Ve Ene Esme'u
Zekera Lî Fulân
Zenadıka
Zevâ’id
Zındık
Ziyâdâtu's-Sikât
Ziyâde
Ziyadetu's-Sika



Z

Zabıt:

Türkçede kullanılan şeklinin karşılığı olarak zabtetmek, ezberlemek, hatırda tutmak manalarına gelen “dabeta” kök fiilinden ism-i faildir. Zabtı tam anlamında kullanılır ve zabt vasfını taşıyan ravilere denir.
Ravinin adaletli olması kadar zabıt olması da önemlidir. Hadîsin sıhhat şartlarından birisi de ravilerinin işittiği Hadîsleri yıllar sonra değiştirmeden ne eksik, ne fazla bir şekilde rivayet edecek derecede hafıza gücüne sahip olmalarıdır. Bu özelliği taşıyan raviler zabıt olarak nitelendirilmişlerdir.

Hadis Terimleri Sözlüğü - Y

Y
Ya'nî
Yebluğu Bihi
Yeda'u'l-Hadîse
Yehimu Fî Hadîsihî
Yekzibu
Yenmîhi
Yerfa'uhû
Yerfau'l-Hadîse
Yervi'l-Menâkîr
Yervîhi
Yesrıku'l-Hadîs
Ye'ti Bi'l-Acâ'ib
Yuda'afu
Yuhkâ
Yukalu
Yuktebu Hadîsuhu
Yunkeru Merre Ve Yu'rafu Uhrâ
Yurvâ
Yuzkeru



Y

Ya'nî:

“Demek istiyor ki” manasına gelir. Hadislerin daha çok isnadlarında yerine göre bir kelimenin düşmesi halinde kullanılan tabirdir. Açıklamak gerekirse, bir Hadîsin isnadından bazen bir lafız düşer. Ancak bu düşen lafız daha sonra aynı Hadîsi rivayet eden ravilerden birisi tarafından rivayet edilir. Eğer üst taraftaki ravilerin bu düşen lafzı rivayetlerinde zikrettikleri malum olursa o ravi kendi asıl nüshasına bu eksiği ilave eder. Şu var ki lafzın kendisi tarafından rivayet edildiğine işaret etmek üzere önüne ya'ni kelimesini koyar. Kullanılışına misal olarak el-Hâtîb'in bir rivayeti verilebilir. Alimimiz Hz. Aişe'nin, “Hz. Peygamber (s.a.s) hayızlı olduğum halde mübarek başını bana yaklaştırırdı. Ben de saçlarını tarardım” Hadîsini Ebu Amr b. Mehdî ani'l-Mehâmilî tarikından rivayet ederken “an Amrete ya'ni A'işete” demiştir. Ona göre bu Hadîsin isnadı İbn Mehdî'nin asıl nüshasında “an Amrete” şeklindedir. Anlaşıldığına göre el-Mehâmilî Hadîsi düşen kelime mevcut olduğu halde rivayet etmiştir. Şeyhi Ebu Amr'ın nüshasında ise düşmüştür. Bu yüzden el-Mehâmilî rivayetinde bilinen kelime rivayete eklenmiş ve bu eklemeye işaret etmek üzere önüne ya'ni kelimesi konulmuştur. 1211
Bununla birlikte ya'ni lafzı senedi teşkil eden ravilerden birinin isminin mübhem bırakılması halinde bir Hadîscinin, şeyhinin isnadındaki sözlerine bir açıklama ekleyerek mübhem ravinin ismini açıkladığım işaret etmek maksadiyle de kullanılmıştır. Aslında ravinin, isnadda mübhem bırakılan herhangi bir ismi açıklığa kavuşturmak maksadiyle isnada kendiliğinden bir şeyler eklemesi ancak eklediği açıklamanın şeyhinin lafzından ayırt edilebilmesini mümkün kılacak bir ifade kullanmasiyle mümkün olur. Böyle durumda ravi, şeyhinin ismini söyler. Daha sonra mübhem ravi için “ya'ni'bne fulânin” (şeyhim, falancanın oğlu demek istedi) gibi bir açıklama yapar. Buradaki ya'ni sözü ravinin, şeyhinin sözlerini açıklamak üzere isnada kendiliğinden eklediği lafızları göstermiş olur.

Hadis Terimleri Sözlüğü - V

V
Vâcîd
Vad’
Vada'a Hadisen
Vaddâ'un
Vaddâ'un Yeda'u
Vâdi'
Vahid
Vahin
Vahin Bi-Merra
Vahiy
Vahy-i Gayr-ı Metluv
Vahy-i Metluv
Vakafehu
Vakf
Vâkıf
Vasalehu
Vasatun
Vasıyye
Vasiyye Bi'l-Kitâb
Vasl
Vav
Vaz'
Ve Âharu
Ve Bihi
Ve Bi'l-İsnad
Ve Hazâ Lafzu Fulân Kale
Ve Tekarebâ Fı'l-Manâ
Ve Zekera'l-Hadîse
Vecedtu An Fulân
Vecedtu Bi-Hatti Fulân
Vecedtu Bi-Hatti Fulân Ve Ecâze Lî
Vecih
Vehen
Vehn
Vehim
Ve'l-Lafzu Lehu
Ve'l-Lafzu Li-Fulân
Ve'l-Lafzu Li-Fulân Kale
Verede
Verede Ani'n-Nebî
Vicâde
Vuhdân



V

Vâcîd:

Bk. Vicâde.

Vad’:

Bak. Vaz.

Vada'a Hadisen:

“Hadis uydurmuştur” demektir. Cerh lafızlarından biridir ve ağır cerhe delalet eden altıncı mertebe lafızları arasında yer alır.
Kaide olarak cerhin altıncı mertebesinde bulunan lafızlardan birisiyle cerhedilen ravinin kendisi ve Hadisleri terk edilir. Hakkında vada'a hadisen hükmü verilen ravi Hadîs uydurmak ithamına uğramıştır. Ağır bir şekilde cerh edildiğinden terkedilir. Hadislerine de itibar edilmez.
Aynı yerde aynı manaya gelmek üzere yeda'u'l-hadîs lafzı da kullanılmıştır.

Hadis Terimleri Sözlüğü - U

U
Udûl
Uhbirtu An Fulân
Uhdira
Uhtulife Fîhi
Ulûm-u Hadîs
Ulûmu'l-Hadîs
Uluvv
Uluvv Bi-Kıdemi'l-Vefât
Uluvv Bi-Kıdemi's-Semâ
Uluvv-u İsnad
Uluvv-u Ma'nevî
Uluvv-u Mutlak
Uluvv-u Nisbî
Umirnâ Bi-Kezâ
Unvan
Usûl
Usûl-ü Hadis
Usûlu'l-Hadîs
Uşarî
Uşâriyyât



U

Udûl:

Kelime olarak adil ve adaletli manasına adlin çoğuludur.
Hadis ilimlerinde adaletli olduklarından rivayetleri makbul raviler, özellikle sahabe için kullanılan bir tabir olarak geçer. “Sahabe uduldür” denildiği zaman Hz. Peygamber (s.a.s)'in çevresini oluşturan müslümanların hepsinin adalet vasfına sahip oldukları ve hadiste asla yalan söylemedikleri kasdedilmiş olur.

Uhbirtu An Fulân:

“Falandan naklen bana haber verildi ki...” manasına bir tabir olup ibhâm lafızlarındandır. Sika ravinin kendisi gibi sika olan şeyhini mübhem bırakmasında kullanılmıştır. (Bk. İbhâm).

Uhdira:

Hadis Terimleri Sözlüğü - T

T
Ta'âlik
Ta'anû Fîhi
Tabaka
Tabakât
Tabakâtu'r-Ruvât
Tabâkutu's-Sahâbe
Tâbi'
Tabi’î
Tabi'ûn
Tadbîb
Ta'dîl
Ta'dîl Gayru Sarîh
Ta'dil Lafızları
Ta'dîl Mertebeleri
Tahammul
Tahammulu'l-Hadîs
Tahammulu'l-İlm
Tahdîs
Tahdis Ücreti
Tahrîc
Tahrîf
Tahsîn
Tahvîk
Tahvîl
Takrîr
Takrîrî Sünnet
Taktî’
Taktî'u'l-Hadîs
Takvâ
Takyîd
Takyîdu'l-İlm
Takyîdu'l-Kitâb
Talebu'l-Hadîs
Talebul-İlm
Tâlîb
Ta'lîk
Ta'lîk Bi-Sîgati't-Tashîh
Ta'lîk Bi-Sîgati't-Temrîz
Ta'lîk Gayr-i Meczûm
Ta'lîk Meczûm
Ta'lîkan
Ta'lîkât
Ta'lîku'l-İcâze
Ta'lîl
Ta'n
Tarahû Hadîsehû
Tarahûhu
Tardiye
Ta'rifu Ve Tunkiru
Tarih
Tarîk
Tashîf
Tashîh
Tashîhu'l-Kutub
Tasnîf
Tasliye
Tazbîb
Taz'îf
Tebe'u't-Tâbi'în
Tebliğ
Tecrîh
Tecvîd
Tedlîs
Tedlîsu'l-Bilâd
Tedlîsu'l-İsnâd
Tedlîsu'l-Kat’
Tedlîsu's-Sukût
Tedlîsu's-Şuyûh
Tedlîsu't-Tesviye
Tedvin
Tedvînu'l-Hadîs
Teferrede Bihî Fulân An Fulân
Teferrud
Tefsir
Teğayyera Bi-Âhirih
Teğayyur
Tekaddum-u Semâ’
Tekaddum-u Vefat
Tekellemû Fîhi
Telakkub
Telfîk
Telfîku'l-Hadîs
Telfîku'r-Rivâyât
Telkîb
Telkin
Temrîz
Temrîz Sigası
Te'nîn
Terâcum
Terceme
Tercih
Terekûhu
Tesâhul
Tesebbut
Tesmî'
Tesmiyetu'r-Ruvât
Tesviye
Tesviye Tedlisi
Teşdîd
Tevârih Ve Vefeyât
Tevâtür
Tevâtür-ü Lafzı
Tevâtür-ü Manevî
Tevhid Ve Sıfat
Tıbb-ı Nebevî
Tirmizî
Töhmet-i Kizb
Tunkiru Merre Ve Ta'rıfu Uhrâ
Tukullime Fîhi
Turuk
Tusâ’î
Tusâ'iyyât



T

Ta'âlik:

Bk. Ta'lik.

Ta'anû Fîhi:

Bk. Mat'ûnun Fîhi.

Tabaka:

Bk. Tabakâtu'r-Ruvât.

Tabakât:

Bk. Tabakâtu'r-Ruvât.

Tabakâtu'r-Ruvât:

Tabaka kelimesi sözlükte kapak, bir nesnenin dış tarafını örten örtü manasına gelir. Tabak ya da tabaka şeklinde yüz ya da yirmi yıllık zaman dilimi, kalabalık veya grub manasına kullanılır. Bunun yanısıra üst kat, yüksek rütbe veya dereceye de tabaka denir. Bu manada birbirlerine yakın yaşlarda insan grubuna ve herbir grubun oluşturduğu mertebeye tabaka denilmiştir. Çoğulu tabakât gelir.
Tabakâtu'r-Ruvât, Hz. Peygamber (s.a.s)'in hadislerini rivayet eden sahabeden tutunuz, çok sonraki devirlere kadar geçen zaman içinde yaşamış birbirlerine yakın yaşlarda bulunan ravilerin teşkil ettikleri gruplara denir.
Ravilerin ilk üç tabakasını sırasiyle sahabe, tâbi'în ve tebe'u't-tâbi'în oluşturur. Bunlar da kendi aralarında tabakalara ayrılırlar. Söz gelişi sahabe, ilk müslümanlardan başlamak üzere çeşitli tabakalara ayrılmışlardır. (Bk. Sahabe). el-Hâkim, tabiîleri on beş tabakaya ayırmıştır. (Bk. Tabiîn). Sahabenin tabakalara ayrılışı kronolojik sıra itibariyledir. Tabi'îler ise görüştükleri sahabîler esas alınarak tabakalara ayrılmışlardır. Etbâ'u't-tâbi'în de denilen tebe'u't-tâbi'în den itibaren diğer raviler ise diğer bazı hususlar göz önünde bulundurularak tabakalar ayrılmışlardır.
Sahabe hariç, hadis ravileri umumiyetle altı tabaka kabul edilmişlerdir. Bunlardan birincisi imam ve hafız derecesinde olanlardır. Böyle raviler, kendilerine muhalif rivayette bulunanlara karşı hüccet addelirler. Rivayette tek kalmış olmaları bile makbuldür. Bir diğer ifadeyle tek başlarına rivayet ettikleri hadisler başka tarîklardan gelen rivayetlerle kuvvet kazanmasalar bile makbul sayılırlar. Bu tabaka ravileri gerek hıfz ve zabt yönünden, gerekse ilimde güven itibariyle İslâm ümmetinin kabulüne mazhar olmuşlardır. Böylelerinin rivayetlerini ta'n edecek kusurlar pek bulunmaz.

Hadis Terimleri Sözlüğü - Ş

Ş
Şâfehenî
Şâfehenî Bi'l-İcâze
Şâhid
Şakk
Şart
Şartu Müslim
Şartu’l-Buhârî
Şartu'ş-Şeyhayn
Şâz
Şâz Bi-Merra
Şâz Merdûd
Şehâdet
Şedîdu'd-Da'f
Şekke Fulân
Şekkun Mine'r-Râvî
Şekku’r-Râvî
Şemâ'il
Şeyh
Eş-Şeyhân
Şeyhun
Şeyhun Vasatun
Şibhu'l-Vad'
Şurûtu'l-Mutevâtir
Şurûtu’r-Rivâye
Şurûtu's-Sıhha
Şuyuh Tedlîsi
Şuzûz



Ş

Şâfehenî:

Sözlükte dudak anlamını veren “şefeh” kelimesiyle ilgili olaıak dudak dudağa gelmek karşılıklı söyleşmek manasına gelen “şâfehe” fiili, mef’ulü olan “nî” mutekkellim zamiriyle birlikte bir tabir oluşturur ve “benimle karşılıklı konuştu” manasına gelir. Tabir olarak bazı müteahhir hadisciler tarafından kullanılan eda lafızlarındandır. Daha çok şeyhin sözlü olarak verdiği icazetle alınan hadislerin rivayetinde kullanılmıştır.
Aynı yerde, aynı manaya gelecek şekilde ahberanâ muşâfeheten eda sığası kullanan hadisciler de vardır. Kimi hadisciler de icazeti açıklamak suretiyle şafehenî bi'1-icâze demeyi tercih etmişlerdir.

Şâfehenî Bi'l-İcâze:

Bk. Şafehenî.

Hadis Terimleri Sözlüğü - S

S
Es-Sâbık Ve'l-Lâhık
Sabit
Sad
Sad-Ha
Sâdıka
Sadru’l-Hadîs
Sadûkun
Sadûkun İn-şâ'allah
Sadûkun Lâkınnehû Mubtedi'
Sadûkun Lehû Evhâm
Sadûkun Seyyi'u'l-Hıfz
Sadûkun Teğayyera Bı-Ehara
Sadûkun Yehimu
Sadûkun Yuhti'u
Sahabe
Sahâbî
Sahâbî Mürseli
Sahâbiye
Sâhîb
Sahibu'l-Bid'a
Sahibu'l-Hadîs
Sâhibu'l-Kitâb
Sahibu'r-Resul
Sahîfe
Sahîfe Câbir
Sahîfe Semure
Es-Sahîfetu's-Sâdıka
Es-Sahîfetu's-Sahîha
Sahih
Sahih-Garib
Sahîh-Garib-Hasen
Sahih Li-Aynihî
Sahih Li-Gayrihî
Sahîh Li-Zâtihi
Sahih Muhtelef Fîhi
Sahîh Muttefak Aleyh
Es-Sahîhân
Sahih-i Buhârî
Sahihi Müslim
Sahîhu’l-Hadîs
Sahîhu'l-İsnâd
Sahîhun İnde Gayrihimâ
Sahîhun Înşa'allah
Sakîm
Sâkıt
Salih
Sâlih Li'l-İhticâc
Sâlih Li'l-İ'tibâr
Sâlihu'l-Hadis
Sâmi
Sarık
Sarih Merfû
Se-Nâ
Se-Nî
Sebebu Vurûdi'l-Hadîs
Sebebu'l-Hadîs
Sebt
Sebtun
Sebtun-Hafizun
Sebtun-Huccetun
Sebtun-Sebtun
Sebtun-Sikatun
Sefeh
Seketû Anhu
Semâ
Semâ'ul-Muzakere
Semâ'u's-Sağîr
Semi'a
Semi'tu
Semi'tu Fulânen
Semi'tu Fulânen Bi-Kırâ'atî Aleyh
Semi'tu Fulânen Kırâ'aten Aleyh
Semi'tu Fulânen Yekûlu
Sened
Sevk
Sevvâ
Sevveğa Lî
Seyyi'u'l-Hıfz
Sıfatu Rivâyeti'l-Hadîs
Sıhâh
Sıhâh-ı Selâse
Sıhah-ı Sitt
Sıhhat
Sıhhat Şartları
Sigâr-ı Tabiin
Sîğatu'l-Cezm
Sîğatu't-Temrîz
Sika
Sikât
Sikatun
Sikatun-Hâfizun
Sikatun-Huccetun
Sikatun-Mutkinun
Sikatun-Sebtun
Silsiletu’z-Zeheb
Sirkatu'l-Hadîs
Sohbet
Subâ'î
Subâ'iyyât
Subût
Sudâsî
Sudâsiyyât
Suffe Ashabı
Suffe Ehli
Sulâsî
Sulâsiyyât
Sumânî
Sumâniyyât
Sunâ’î
Sunâ'iyyât
Es-Sunne
Es-Sunnetu'l-Fi’iliyye
Es-Sunnetu’l-Kavliyye
Es-Sunnetu'n-Nebeviyye
Es-Sunnetu't-Takririyye
Sû'u’l-Hıfz
Suveylih
Sükût Tedlîsi
Sünen
Sünen Dârimî
Sünen Ebî Dâvud
Sünen İbni Mace
Sünen Nese'î
Sünen Tirmizî
Süneni Erba'a
Sünnet



S

Es-Sâbık Ve'l-Lâhık:

İlki eski, ikincisi sonradan gelen demektir. Bu arada eskisi ile yenisi anlamını verir.
Hadis Usulünde sabık ve lâhık, aynı şeyhten rivayette bulunan ve ölüm tarihleri arasında uzun zaman bulunan iki raviye denir. Önce vefat eden sabık, sonra öleni lâhıktir.
Sabık ve lahika misal olarak Muhammed b. Serrac'tan rivayette bulunan Buhari ile Ebu'l-Huseyn Ahmet el-Haffâf verilebilir. Buhârî'nin vafat tarihi 256; el-Haffâf’ınki ise bir rivayete göre 393 tür. Aralarında 130 bu kadar senelik uzun bir zaman vardır. Aynı şekilde aslında şeyhi olduğu halde büyüklerin küçüklerden rivayeti kabilinden olarak İmam Mâlik'ten rivayette bulunan ez-Zuhri ile Ahmed b. İsma'il es-Sehmî de sabık ve lâhık sayılmışlardır. İbn Şihâb 124, es-Sehmî ise 259 de öldüklerine göre aralarında 135 sene gibi uzun bir süre vardır.1011
Bir şeyhten rivayette birbirlerine arkadaş olan iki ravinin vefatları arasında uzun bir süre bulunmasının sebebi, kendisinden hadis işitilen şeyhin ravilerinden birinin ölümünden sonra daha uzun müddet yaşamış olmasıdır. Öyle ki, bazı küçük yaştakiler ondan hadis işitir ve uzun süre yaşarlar. Bu suretle ilk ravinin vefatından sonra şeyhin hayatta kaldığı müddet ile ikinci ravinin ölümüne kadar geçen zamanın toplamından iki ravinin vefatları arasındaki bu uzun süre hasıl olur. 1012

Hadis Terimleri Sözlüğü - R

R
Rabbani Hadis
Râcih
Raffâ'
Râfi'
Rakş
Ravâ
Ravâ Anhu
Ravâ Ba'duhum
Ravâ Lehu
Rava'n-Nâs Anhu
Ravâhu
Ravav Anhu
Ravi
Rece'a
Reddû Hadîsehû
Ref’
Refe'ahû
Reka'ik
Remiz
Rıhle
Er-Rıhle Fî Talebi'l-Hadîs
Rical
Ricâlu'l-Hadîs
Ricâluhu Sikât
Rikak
Rivayet
Rivayet Bi'l-Lafz
Rivayet Bi'l-Ma'na
Rivayet Şartları
Rivayeten
Rîvâyetu'd-Darîr
Rivâyetu'l-Âbâ Anil-Ebnâ
Rivâyetu'l-Akrân
Rivâyetu'l-Ebnâ Ani'l-Âbâ
Rivâyetu'l-Ekâbir Ani'l-Esâğîr
Ruba’î
Rubâ'iyyât
Rudde Hadîsuhû
Ruknu'l-Kizb
Rumiye
Rumiye Bi'l-Ahaveyn
Rumiye Bi'l-Kader
Rumuz
Ruvînâ
Ruvîye An Fulân
Ruviye Ani'n-Nebî



R

Rabbani Hadis:

Bk. Kudsî Hadis.

Râcih:

Üstün görülerek tercih edilen anlamında ismi fail olan bu kelime muhtelefu'l-hadîs ilmiyle ilgili olarak birbirine aykırı mânâlar taşıyan iki hadisten tercih sebeplerinden herhangi biri sebebiyle üstün görülerek tercih edilenini ifade eden bir tabir olarak kullanılmıştır. Diğerine ise mercûhun aleyh denilmiştir.

Raffâ':

Yukarı kaldırmak anlamına gelen “refe'a” kök fiilinden alınma mübalağa ile ism-i fa'il olan raffâ' Hadis Usûlünde hadisi HZ. Peygamber (s.a.s)'e nisbet edip merfû' olarak rivayet eden raviye denilmiştir. Manasında mübalağa, ravinin rivayette titiz davranmadığını, rivayetin merfû' olmayanlarını olanlardan ayırmakta ciddiyet göstermediğini ifade eder.
Aynı manada râfi' tabiri de kullanılır. Ancak onda raffâ'daki mübalağa anlamı yoktur.

Râfi':

Hadis Terimleri Sözlüğü - M

M
Mâ Akrabe Hadîsehu
Mâ Alâ Şarti Muslim
Mâ Alâ Şartihimâ
Mâ Alâ Şarti'l-Buhârî
Mâ A'lemu’ Bihî Be'sen
Ma'dinu'l-Kizb
Mahalluhu's-Sıdk
Mahfuz
Mahrec
Mahrecuhu Ma'rûf
Mahv
Makbul
Makbul Âhad
Maklûb
Maklûbu'l-İsnâd
Maklûbu'l-Metn
Makrûnen
Maktu
Ma'kûs
Ma'lûl
Ma’mûl Bih
Ma'nen Mütevâtir
Ma'nen Rivayet
Ma'nevî Tevatür
Ma'ruf
Masnû
Matrûh
Matrûhu'l-Hadîs
Mat'ûnun Fîhi
Mebde
Mebde'u's-Sened
Mecâlis
Mechûl
Mechûlu'l-Adâle
Mechûlu'l-Ayn
Mechûlu'l-Hâl
Mechûlu'z-Zât
Meçhulün
Meclis
Mecruh
Medhûl
Meğâzî
Me'hûz Bih
Me’mûn
Men Mislu Fulân
Menâkib Ve Mesâlib
Menba'ul-Kizb
Menferede Bihî Müslim
Men'ferede Bihi'l-Buhârî
Mensûh
Menşe'
Menşe'u's-Sened
Merâsîlu's-Sahâbe
Merâtibu'l-Cerh
Meratibu's-Sahîh
Merâtibu't-Ta'dîl
Mercûh Aleyh
Merdûd
Merdûd Âhad
Merdûd Şaz
Merdûdu'l-Hadîs
Merfû
Merfû' Hükmen
Merfû' Mürsel
Merfû'an
Mervî
Merviyyat
Merviyy Anh
Mesânîd
Mesmû'ât
Mesrûk
Mestûr
Me'sûr
Meşayih
Meşhur
Meşhur Âhad
Meşihat
Meşkûk
Meşyeha
Metâ'in-i Aşere
Metin
Metruk
Metrûku'l-Hadîs
Metrûkun
Mevâlî
Mevdû'u'l-İsnâd
Mevdu’u’l-Metn
Mevkuf
Mevlâ
Mevlâhum
Mevsûl
Mevzu
El-Mezîd Fi Muttasıli’l-Esânîd
Min Belâyâhu
Min...İlâ
Mine's-Sunne Kezâ
Misle Hadisin Kablehu Metnuhû Kezâ Ve Kezâ
Mislehû
Mislehû Sevâ'en
Mu’addil
Mu’allak
Mu'allel
Mu'allil
Mu'an'an
Mu’an'in
Mu'âsarat
Mubhem
Mubhemât
Mubhemu't-Ta'dîl
Mubtedî
Mubtedi'
Mubtedi'a
Mucâlese
Mucâz
Mucâz Leh
Mucâzât
Mu'cem
Mucevved
Mucîz
Mucma' Alâ Da'fıhî
Mucma' Alâ Terkihî
Muda'af
Mu'dal
Mudebbec
Mudelles
Mudelles Anh
Mudellis
Mudevven
Mudevvenât
Mûdih
Mudrec
Mudrecu'l-İsnad
Mudrecu’l-Metn
Mudric
Mu’en’en
Mu'ennen
Mufîd
Müfredat
Muhaddis
Muhadram
Muhalefet
Muhâlefetu's-Sikât
Muharref
Muharric
Muhbir
Muhkem
Muhmel
Muhtalak
Muhtelefu'l-Hadîs
Muhtelefun Fîhi
Muhtelifu'l-Hadîs
Muhtelit
Mukabele
Mukarebu'l-Hadîs
Mukaribu'l-Hadîs
Mukâtebe
Mukâtebe Makrûne Bi'l-İcâze
Mukâtebe Mücerrede Ani'l-İcâze
Mukill
Mukillîn-i Sahabe
Mukillûn
Muksirîn-i Sahabe
Muksirûn
Mumlî
Munâvele
Munâvele Makrûne Bi'l-İcâze
Munâvele Mücerrede Ani'l-İcâze
Munkatı’
Munker
Munkeru'l-Hadîs
Muntehâ-yı Sened
Muntezihu'l-İsnad
Murselu's-Sahâbî
Mursil
Murû’et
Mürüvvet
Musâ Leh
Musâfaha
Musahhaf
Musannef
Musannif
Musâvât
Muselsel
Müselsel Bi'l-Evveliyye
Müselsel Bi'l-Hilf
Müselsel Bi'l-Kavl
Mûsî
Musned
Musnid
Mustahrec
Mustahrecât
Mustahric
Mustalahu'l-Hadîs
Mustedrek
Mustefîz
Mustemlî
Muşebbeh
Muşeddid
Muşkilu'l-Hadis
Muştebih
Muştebih Maklûb
Mutâba
Mutâba' Aleyh
Mutâba'a Kasıra
Mutaba'a Nâkısa
Mutâba'at
Mutâba'at-ı Kasıra
Mutâba'at-ı Tâmme
Mutâbi
Mutarrahu'l-Hadîs
Mutarrah
Mutekaribu’l-Hadîs
Mu'telif Ve Muhtelif
Mutesâhil
Muteşâbîh
Mutkin
Muttasıl
Muttefekun Aleyh
Muttehem
Muttehem Bi'l-Kezib
Muttehem Bi'l-Vad’
Muttefekun Alâ Terkihî
Müttefik Ve Mufterik
Muvâfakat
Muvâfakati Mukayyede
El-Muvatta’
Muztarib
Muztarıbu'l-Hadîs
Müfesser Cerh
Mülakat
Mürsel
Mürsel-i Hafî
Mürsel-i Sahâbî
Mürsel-i Zahir
Müslim
Mütevâtir
Mütevatir-i Lafzî
Mütevatir-i Ma'nevî
Müzâkere



M

Mâ Akrabe Hadîsehu:

“Hadisi ne kadar (sahihe) yakındır” manasıyla bazı alimlere göre ta'dil lafızlarındandır. es-Sehâvî, ta'dilin altıncı mertebesine delalet ettiğini söylemiştir. Buna bakılarak mâ akrabe hadisehu denilerek adaletine hükmedilen ravinin hadisi, öteki altıncı mertebe lafızlarıyla ta'dil edilen ravi tarafından rivayet edilmiş hadisin hükmüne tabi olur.

Mâ Alâ Şarti Muslim:

Müslim'in sahihlik şartına uyan hadis manasına gelir. Müslim'in, Sahihinde rivayet etmediği ancak koyduğu sahihlik şartlarına uygun hadislere denir. Sahihin altıncı mertebesini oluşturur. (Bk. Merâtibu's-Sahîh).

Mâ Alâ Şartihimâ:

İkisinin şartlarına uyan hadisler manasına sahih hadislerin dercelendirilmesinde kullanılan tabirdir. Buharı ve Müslim'in sahihlerine almadıkları ancak bir hadisin sahih sayılması için koydukları şartlara uyan hadisleri ifade eder. Bu kabil hadisler sahihin dördüncü derecesindedir. (Bk. Merâtibu's-Sahîh).

Mâ Alâ Şarti'l-Buhârî:

Hadis Terimleri Sözlüğü - L

L
Lâ Ahade Esbetu Minhu:
Lâ A'rifu Lehu Aslen
Lâ A'rifu Lehu Nazîrun Fid-Dünyâ
Lâ A'rifuhu
Lâ A'rifuhu Bi-Hâze'l-Lafz
Lâ Asle Lehu
Lâ Asle Lehu Bi-Haze'l-Lafz
Lâ Be’se Bihî
Lâ ... İlâ
Lâ Şey'
Lâ Tehillu Kitâbetü Hadîsihî
La Tehillu'r-Rivâye Anhu
La Yesbut
Lâ Yesbut Fıhı Şey
Lâ Yesıhhu
Lâ Yuhteccu Bihî
Lâ Yuktebu Hadîsuhû
Lâ Yu'lemu Men Ahrecehu Ve La İsnaduhu
Lâ Yu’rafu Lehu Aslun
Lâ Yusâvî Şey'en
Lâ Yus'elu An Mislihî
Lâ Yus'elu Anhu
Lâ Yutâbâ' Alâ Hadîsihî
Lâ Yu'teberu Bihi
Yu'teberu Bi-Hadîsihî
Lafzen Mütevâtir
Lafzen Rivayet
Lafzı Tevatür
Lahak
Lahn
Lakab
Lehû Ahâdîs Menâkîr
Lehû Belâya
Lehû Evham
Lehû Mâ Yunker
Lehû Menâkîr
Lehû Suhbe
Lem A'rifhu
Lem Ecid Lehu Aslen
Lem Ecidhu
Lem Ecidhu Hâkezâ
Lem Ekıf Aleyhi
Lem Ekıf Lehu Alâ Asl
Lem Erahu Bı-Haze'l-Lafz
Lem Yerid Fîhi Şey
Lem Yervihi İllâ Fulan An Fulân
Lem Yesbut
Lem Yesıhh
Lem Yuced Lehu Asl
Lem Yutâbâ Aleyhi
Leyse Bi-Ba'îd Mine's-Savâb
Leyse Bi-Hucce
Leyse Bi-Kaviyy
Leyse Bi Me’mûn
Leyse Bi-Merdiyy
Leyse Bi-Sâbit
Leyse Bi-Sahîh
Leyse Bi-Sika
Leyse Bi-Şey
Leyse Bi-Umde
Leyse Bi-Zâke
Leyse Bi-Zâke'l-Kavî
Leyse Bi-Zalik
Leyse Bihî Be'sun
Leyse Bi'l-Metîn
Leyse Bi's-Sika
Leyse Lehu Aslun
Leyyinu'l-Hadîs
Leyyinun
Li'd-Da'fi Ma Huve
Lika



L

Lâ Ahade Esbetu Minhu:

“Ondan daha sağlamı yoktur” manasında ravilerin ta'dilinde kullanılan lafızlarındandır. Tadilde mübalağaya delâlet eden lafızlardan sonra gelir ve ta'dilin birinci derecesine delâlet eder.
Bu ve benzeri lafızlarla adaletli olduğuna hükmedilen ravi, her bakımdan güvenilir bir kimsedir.

Lâ A'rifu Lehu Aslen:

Hadis Terimleri Sözlüğü - K

K
Ka-Senâ
Ka-Senî
Kad Du'ife
Tarahû Hadîsehû
Kadh
Kâdih
Kâdiha
Kalb
Kalb Fi'l-Metn
Kalb Fi's-Sened
Kalb-i Mürekkeb
Kale
Kale Fulân
Kale Lenâ Fulân
Kale Lenâ Fulân Bi-Kırâ'atî
Kale Lenâ Fulân Kırâ'aten Aleyhi
Kale Lî Fulân
Kale Resûlullah
Kale Resûlullah (s.a.s) Fîmâ Yervîhi An Rabbihi
Kâle'llâhu Te'âlâ
Kalîlu'l-Hadîs
Kalîlu't-Tahdîs
Kara'tu Alâ Fulân
Kara'tu Alâ Fulân An Fulân
Kara’tu Bi-Hatti Fulân
Kara'tu Bi-Kitâbi Fulân
Kari’
Karin
Kas
Kassâs
Kat’ Tedlisi
Kavî
Kaviyyu'l-Hadîs
Kavlî Sünnet
Kavlu Abâdile
Ke'ennehû Mushafun
Kesîru’l-Galat
Kesîru'l-Rıhle
Kesret-i Galat
Kesretu'l-Galat
Keşt
Ketebe Ileyye Fulân
Keza
Kezzâbun
Kezzâbun Yekzibu
Kırâ'a Ale'ş-Şeyh
Kıssa
Kibâr-ı Tâbi'în
Kitâb
Kitâbet
Kitâbetu’l-Hadîs
Kitâbu'l-Ğarîbeyn
Kizb
Kizb Ale'r-Resûl
Kizbu'r-Râvî
Kudsi Hadis
Kuna
Kunâ Mufrede
Kunna Nef'alu Ala Ahdi'n-Nebî (s.a.s)
Kurıe Ala Fulan Ve Ene Esme'u
Kurie Aleyhi Ve Huve Yesme'u
Kussâs
Kutub-i Mevdu’at
Kutub-i Sitte
el-Kutubu'l-Erba'a
El-Kutubu’s-Seb’a
el-Kutubu's-Selâse
el-Kutubu's-Sitte



K

Ka-Senâ:

İsnadda en çok kullanılan kale haddesenâ eda lafzının remzidir. Bazılarına göre kalenin ilk harfi “kaf ile haddesenâ'nın remzi senanın birleşmesiyle meydana gelmiştir. Bazı hadisciler aynı remzi şeklinde bitişik yazarak kullanmışlardır.
Zamir tekil olduğunda bu remiz, ka-senî şeklinde yazılmıştır.

Ka-Senî:

27 Temmuz 2010 Salı

Hadis Terimleri Sözlüğü - İ

İ
İbdâl
İbdâl-i Âlî
İbdâl-i Nazil
İbhâm
İbn Mâce
İbtidâ-yı Sened
İ'câm
İcâze
İcâze Âmme
İcâze Âmme Mukayyede
İcâze Âmme Mutlaka
İcâze Li’l-Ma'dûm
İcâze Li'l-Mechûl
İcâze Li’l-Mechûl Bı'l-Mu'ayyen
İcaze Li’l-Mıtayyen Bıl-Mechûl
İcaze Li'l-Mu'ayyen Fî Gayrı Mu'ayyen
İcâze Li'l Mu'ayyen Fi'l-Mu'ayyen
İcâze Mâ Lem Yesmahu'l-Mucîz
İcâze Mâ Lem Yetehammelhu'l-Mucîz
İcâze Mechule
İcâze Mu'allaka
İcâze Mücerrede Ani'l-Munâvele
İcâze Mukterine Bi'l-Munâvele
İcazet
İcâzetu'l-Mu'ayyen Li'l-Muayyen Fî'l-Mu'ayyen
İcâzetu’l-Mucâz
İdâl
İdrâc
İfrâd
İhâle
İhbar
İhrâc
İhticâc
İhtilâfu'l-Hadis
İhtilât
İhtisâr-ı Hadis
İhtisâru'l-Hadîs
İhve Ve Ahavât
İklâl-i Hadîs
İkrâr
İksar-ı Hadis
İlâhî Hadis
İlhak
İ'lâl
İ'lâmu'ş-Şeyh
İlhâm
İlelu'l-Hadîs
İle's-Sıdkı Ma Huve
İleyhi'l-Munteha Fi'l-Kizb
İleyhi’l-Munteha Fi'l-Vad'
İleyhi’l-Munteha Fi't-Tesebbut
İlle Gâmıda
İllet
İlm
İlm-i Ahbâr
İlm-i Âsâr
İlm-i Hadîs
İlm-i Nazarî
İlm-i Zarurî
İlmu Dirâyeti'l-Hadîs
İlmu Mustalahi'l-Hadîs
İlmu'l-Hadîs
İlmu'l-Hadîs Dirâyeten
İlmu'l-Hadîs Rivâyeten
İlmu'r-Rivâye
İmâm
İmlâ
İn Sahha'l-Haber
İndenâ
İnfirad
İnkıta'
İnteha'l-Lahak
İntihâ
İntiâ'u's-Sened
İntikâ
İntikad
İntikâd-ı Esânîd
İ'râbu'l-Hadîs
İrmi Bihî
İrsal
İrsâl-i Celi
İrsâl-i Hafî
İrsâl-i Zahir
İrvi Hazâ Annî
İsmâ
İsnad
İsnad Tedlisi
İsnâd-ı Âli
İsrailiyyât
İstidrak
İstifada:
İstihraç
İstimla
İstinbat
İstinbâtu'l-Ahkâm
İstişhad
İşkâl
İtibâr
Î'tidâd
İtkan
İttefekâ Aleyh
İttefekâ Aleyhi'ş-Şeyhân
İttihâm Bi'l-Kizb
İttihâmu'r-Râvî Bil-Kizb
İttisal
İztırab



İ

İbdâl:

Sözlükte değiştirmek, bir nesnenin yerine diğerini getirmek mânâsına gelir
Hadis usulü ıstılahı olarak ibdâl, uluvvü nisbînin kısımlarından biridir. Şöyle tarif edilir: Bir ravi, el-Kutubu's-Sittede veya başka hadis kitaplarının birinde bulunan hadislerden birini o kitabın tankından başka bir tarik ile musannifin şeyhinde musannıfla buluşmak üzere daha az sayıda ravi ile rivayet ederse buna muvafakat adı verilir. Şayet söz konusu muvafakat kitap sahibinin şeyhinin şeyhinden daha az ravi ile hasıl olursa isnadın bu şekilde meydana gelen ulüvvüne ibdâl denir. İsnadın musannıfta nisbetle âlî oluşunun bu kısmına ibdâl denilmesi, hadisi rivayet edilen kitap sahibinin şeyhinin şeyhinden rivayet eden ravi, o kitap sahibinin şeyhinden bedel olduğu içindir.
Bu sebeple ibdâle, şeyhin şeyhine nisbetle muvafakat sözü konusu olduğundan şeyhu'ş-şeyhte muvafakat da denir. Muvafakati mukayyede diyenler de vardır.

Hadis Terimleri Sözlüğü - H

H
Ha
Haber
Habberenâ
Haber-i Âhad
Haber-i Aziz
Haber-i Hâssa
Haber-i Meşhur
Haber-i Mütevâtir
Haber-i Vâhid
Hadara
Haddesenâ
Haddesenâ Fulân Bi-Kırâ'atı Aleyhi
Haddesenâ Fulân Kırâ'aten
Haddesenâ Fulân Kıra'aten Aleyhi
Haddesenâ Fulân Kırâ'aten Aleyhi Ve Ene Esme'u
Haddesenâ İcazeten
Haddesenâ Mukâtebeten
Haddesenâ Muzâkereten
Haddesenâ Sâhibun Lenâ
Haddesenî
Haddesenî Ba'du Ashâbinâ
Haddesenî Gayru Vâhid Min Ashâbinâ
Haddesenî Men Lâ Ettehimu
Haddesenî's-Sika
Hadis
Hadis İlmi
Hadis Tarihi
Hadîs Usulü
Hadis Tedvini
El-Hadîse
El-Hadîse Bi-Tûlihî
Hadîsi İlâhî
Hadîsi Kudsî
Hadîsi Mütevâtir
Hadîs-i Nebevî
Hadîs-i Rabbanî
Hadîsuhû Munker
Hafız
Hafî İnkıta
Hafî Mursel
Hafîtyu'l-İrsâl
Hâkim
Hakk
Hâl-i Ruvât
Hâlikun
Hâlu'r-Ruvât
Harm
Hasâ'is
Hasen
Hasen-Garîb
Hasen Li-Aynihî
Hasen Ü-Gayrîhî
Hasen Li-Zâtihî
Hasen-Sahih
Hasen-Sahîh-Garîb
Hasenu'l-Hadîs
Hasenu’l-İsnâd
Hayrun
Hazâ Min Hadîsi
Hazâ Min Hadîsî Fervihî Annî
Hazâ Semâ'î
Hazâ Semâ'î Fe'rvihî Annî
Hâzihî Rivayeti
Hıfz
Hıfzı Kezâ
Hisân
Hiyârun
Huddistu An Fulân
Huffâz
Humâsî
Humasiyyât
Huve Ruknu'l-Kizb
Hüccet
Hükmen Merfû



H

Ha:

Arap alfabesinin altıncı harfi olan “ha” hadis kitaplarında isnaddan isnada geçişte işaret olarak kullanılmıştır.
Muhaddisler hadislerin yazılışında birtakım rumuzlar kullanırlar. Bunlardan biri olan ha, birkaç isnadı olan hadislerin yazılışında isnadın birinden diğerine geçerken birinci isnadla ikincisi arasına konur. Buhâri'nin şu hadisi bu işaretin kullanılış şekline misaldir:
“... Hz. Peygamber (s.a.s) “Ben kendisine ana-babasından çoluk çocuğundan ve bütün insanlardan daha sevgili gelmedikçe sizden birinizin imanı kemale ermiş olmaz” buyurdu. 302
Görüldüğü gibi hadisin Enes b. Malik'e varan iki isnadı yazılırken aralarını ayırmak ve ikisinin de aynı hadisin isnadları olduğunu göstermek üzere araya bir “ha” harfi konulmuştur.
Bu harfin hangi kelimenin kısaltılmış şekli olduğu konusunda bir açıklık yoktur. Ancak bazı muhaddisler kullanıldığı yeri dikkate alarak olmalı, bu harfin “tahvil” kelimesinin; bazıları ise iki isnad arasını ayırdığı için hail kelimesinin remzi olduğunu söylemişlerdir. Bazılarına göre mağriblilerin isnadın bittiği yere geldiklerinde söyledikleri el-Hadis'in kısaltmasıdır. 303
İbnu's-Salâh, Ebu Osman es-Sâbûnî, Ebu Müslim Umer b. Ali el-Leysî gibi muhaddislerle Ebu Sa'd el-Halîlî gib muhaddis fakihlerin iki isnad arasına “ha” harfi yerine “Sad-ha” harflerini remiz olarak koyduklarına kendi el yazılarıyle yazılmış metinlerde muttali olduğunu, bunun Saha'nın remzi olduğu intibaını verdiğini kaydeder. Ona göre bu şekilde iki isnad arasına “sh” remzinin konulması, birbiri ardına zikredilen iki isnaddan birincisine ait metnin düştüğü vehmine kapılınmaması; öte yandan ikinci isnadı birinciye katıp ikisini tek isnad haline getirilmemesi bakımından daha doğru olur. 304

Hadis Terimleri Sözlüğü - I

I
Istılah
Istılâhât-ı Hadîsiye





I

Istılah:

“Salaha” kök fiilinden ifti'âl babından mastar olan ıstılah, sözlük bakımından kaidenin zıddıdır ve uygunluk anlamını verir. 401
Hadis terimi olarak, hadîs alimlerinin bir kelimeyi sözlük anlamından ayrı özel bir manada kullanmalarına ve bu kelimenin sözlük manasından çıkarak Hadis İlminde kazandığı hususi manaya delâlet etmek üzere kullanılışına denir. Günümüzde kullanılan terim karşılığıdır. Çoğu ıstılâhât gelir.
Bir kelimenin Hadis İlminde aldığı ıstılah manasının sözlük manasıyla ilgisi bazı kelimelerde varsa da kimilerinde yoktur. Söz gelişi mevzu ıstılahının manası, aslındaki uydurmak manasıyla yakından ilgilidir. Buna karşılık sözlükte iyi ve güzel anlamına gelen hasen sıfatının Hadis İlmindeki ıstılah manasının sözlük anlamıyla hiçbir alakası yoktur.

Hadis Terimleri Sözlüğü - G

G
Gaflet
Galat
Galatâtu'l-Muhaddisîn
Gâmız
Garâbet
Garâ'ib
Garîb
Garîbi'l-Meşhûr
Garîbi'l- Mutlak
Garîb-i Nisbî
Garibeyn
Garîbu'l-Hadîs
Garîbu'l-İsnâd
Garîbul-Metn
Garîbun Metnen Ve İsnâden
Garîbun Min Haze'l-Vechi
Gayr-ı Meşhur Âhad
Gayru Dâbıt
Gayru Me'huz Bih
Gayru Me’mûn
Gayru Mensûb
Gayru Sâbit
Gayru Sika
Gayru Sika Ve La Me’mûn
Gayruhû Evsak Minhu



G

Gaflet:

Sözlükte “gafil olmak, dikkatsizlik, ne yaptığını bilmemek” mânalarına gelir. Hadis Usûlü ilminde fartu'l-gafle olarak da geçer. Ravinin zaptıyla ilgili cerh sebeplerinden biridir.
Ravinin gafleti, dikkatsizliği, hadis rivayetinin gerektirdiği dikkat ve özenden uzak oluşu, rivayetlerinde hıfz ve itkanla bağdaştırılması mümkün olmayan hallerinin sıkça görülmesidir. Bir ravide bu hallerin sıkça görülmesine kesret-i gaflet, sık sık gaflet hali görülen raviye ise kesîru'l-gafle tabir edilir.
Ravinin hadislerinin yazılı olduğu kitabındaki hatayı başkalarının uyarması üzerine düzelteyim derken daha-büyük bir hata yaparak o hatalı şekliyle rivayet etmesi de gaflet sayılmışür. Başkalarının hatalı düzeltmelerine kapılıp kendi kitabındaki şekli terk ederek hatalı olanı rivayet etmesi de gafletin değişik bir şeklidir. 292
Ravide gaflet hallerinin sıkça görülmesi, özellikle başkalarının hatalarını doğru zannederek kitabındaki şekli terkedip yanlış olanı rivayete kalkışması ve bunu fark ederek düzeltmemesi zabtına dokunur. Böyle bir ravi gafletle cerhedilir. Hadisleri reddolunur.

Galat:

Hata karşılığıdır ve hadis rivayetinde hata yapmayı ifade eder. Ravinin hatası aşırı şekilde olur ve yanlış rivayetleri doğru olarak rivayet ettiklerini geçerse zabt özelliğini kaybetmesine sebep olur. (Bk. Kesretu'l-galat).

Galatâtu'l-Muhaddisîn:

Hadis ravilerinin rivayette yaptıkları bazı hataları ve eleştirilerini ifade eden bir tabirdir. Tashîf ve tahrifle ilgilidir, el-Hasen b. Abdillah el-Askerî'nin konuya dair aynı isimde bir kitabı vardır.

Gâmız:

Sözlükte yüksek yerler arasındaki alçak ve çukur yer, bitkin insan, anlaşılması güç kapalı ve mübhem söz manasınadır. 293
Hadis ilminde son manasıyla ilgili ve daha çok illetin sıfatı olarak geçer. İlle gâmıda denir ki dışardan farkedilmeyen, ancak ehlinin anlayabileceği hadisin gizli kusuru demektir.

Garâbet:

Hadis Terimleri Sözlüğü - F

F
Fâhişu'l-Galat
Fartu'l-Gafle
Fasık
Fâsıku't-Te'vîl
Fe'ale Fulân
Fer'
Ferd
Ferd-i Muhâlif
Ferd-i Mutlak
Ferd-i Nisbî
Fevâ'id
Fıkhu'l-Hadîs
Fıkhu'r-Râvî
Fısk
Fısk Bi'l-Bid'a
Fısk Bi'l-Ma'siye
Fısku’r-Râvî
Fî Hadîsihî Da'fun
Fî Hadîsihî Şey'un
Fi's-Sahîh
Fîhi Cehâle
Fîhi Da'fun
Fîhi Ednâ Mekal
Fîhi Halfun
Fîhi Lînun
Fîhi Mekalun
Fîhi Nazarun
Fîhi Şeyun
Fihris
Fihrist
Fiilî Sünnet
Fiten
El-fiten Ve Eşrâtu's-Sâ'a
El-Fiten Ve'l-Melâhim
Fuhşu'l-Ğafle
Fuhşu'l-Ğalat
Fukahâ-Yı Seb'a
Fulân Lâ Yus'elu Anhu
Fulân Yus'elu Anhu



F

Fâhişu'l-Galat:

“Hatası çok” anlamında bir deyim olup cerh lafızlarındandır. Cerhin üçüncü mertebesine delalet eden lafızlara el-Irâkî'nin ekledikleri arasında yer alır.
Metâ'in-i Aşere denilen ve ravinin adalet ve zabtıyla ilgili tenkit esaslarından zabt-la ilgili olanlardan Fuhş-u galatı, yani rivayetlerinde aşın şekilde hata yaptığı belirlenen raviye de fâhişu'l-galat denilmiştir. Tabir burada umumi manada kullanılmıştır.
Fâhişu'l-galat lafzıyla cerhedilen ravinin cerhine sebep olan hali, hakkında kullanılan cerh lafzında ifade edilmiş demektir. (Bk. Kesretu'l-Galat).

Fartu'l-Gafle:

Bk. Gaflet.

Fasık:

Hadis Terimleri Sözlüğü - E

E
Ebâha Lî
Ebu Dâvud
Ecâze Lî
Ecâzenî
Eceztu Ehle Zemânî
Eceztu Külle Ahadin
Eceztu Leke Cemî'a Merviyyâtî
Eceztu Leke (Lekum) Cemî'a Mesmû'âtî
Eceztu Leke (Li Fulân) Mâ Sahha Ve Ma Yesihhu Min Mesmû'âtî
Eceztu Leke (Li-Fulân) Me'şte-Melet Aleyhi Fihristî Hâzihî
Eceztu Leke Kitâbe'l-Fulânî
Eceztu Li-Kulli Vahidin (Ahadin)
Eceztu Li-Men Edreke Zemânî
Eceztu Li-Men Kale La İlahe İllallah
Eceztu Li-Men Yeşâ'u Fulân
Eceztu Li-Men Yeşâ'u'l-İcâze
Eceztu Li-Men Yûledu Lı-Fulân
Eceztu Li'l-Mevcûdîn
Eceztu Li'l-Muslimîn
Eceztu Talebete'l-İlmi Bi-Beledî Keza
Eceztuke (Cemî'a) Mâ Ucîze Lî Rîvâyetuh
Eceztuke En Tervıye Annî Mâ Sahha İndeke Mimmâ Semi'tuhû Ve Mâ Se'esma'uhû
Eceztuke İn Ahbabte
Eceztuke İn Eredte
Eceztuke İn Şi'te
Eceztuke Kitâbe's-Sunen
Eceztuke Mucâzâtî
Eceztuke Ve Li-Evlâdike Ve Li-Akîbike
Ecvedu'l-Esânîd
Eczâ'u'l-Hadîs
Eczâ-Yı Hadîsiye
Edâ
Edâ Lafızları
Eda Sığaları
Ed'afu'l-Esânîd
Edeb
Ef'âlu'r-Resûl
Efrâd
Efrâdu'l-Buldân
Ehlu'l-Bid'a
Ehlu'l-Eser
Ehlu'l-Hadîs
Ehlu'l-Hevâ
Ehlu's-Suffe
E'imme Hamse
E'imme Sitte
Ekâbir Ve Esâğir
Ekseru's-Sahâbe Fetven
Ekseru's-Sahâbe Hadisen
Ekzebu'n-Nâs
Elfâz-ı Câzime
Elfâzu'ı-Cerh
Elfâz-ı Cerh Ve Ta'dîl
Elfâzu'l-Edâ
Elfâzu't-Ta'dil
Elfiyye
Elkâb
Elkâbu'l-Muhaddısîn
Emâlî
Emânet
Emera
Emîru'l-Mu’ınınîn
Emsâlu'l-Hadîs
Enâ
Enbe'enâ
Enbe'enâ Fulân Bi-Kırâ'atî Aleyhi
Enbe'enâ Fulân Kırâ'aten Aleyhi Ve Ene Esme'u
Enbe'enâ İcâzeten
Enbe'enâ Muzâkereten
Enbe'enî
Enkeru Mâ Ravâhu Fulân Keza
Enne
Enne Fulânen Ahberahû
Enne Fulânen Haddesehu
Enne Fulânen Kale
Ensâb
Enşedenâ
Enşedenâ Fulân Bi-Kırâ'atî Aleyhi
Enşedenâ Fulân Kırâ'aten Aleyhi
El-Erba'a
Erba'ûn
Ercahu'l-Esânîd
Ercû En Lâ Be'se Bihî
Erselehû Fulân
Esahh
Esahhu Mâ Câ'e Fi'l-Bâb
Esahhu Şey'in Fi'l-Bâb
Esahhu’l-Ahâdîs
Esahhu'l-Esânîd
Esahhu'l-Kutub
Esânid
Esbâbu Vurûdil-Hadîs
Esbâbu'l-Cerh
Esbâbu'l-Hadîs
Esbâbu'l-Vaz’
Esbât
Esbetu'l-Esânîd
Esbetu'n-Nâs
Eser
Eserî
Esma Ve Kunâ
Esmâ'u'l-Muhaddisîn
Esma-Yı Müfrede
Esnâ'u's-Sened
Eşeddu'n-Nâsi Kizben
El-Etbâ
Etbâ'u't-Tâbi'în
Etkan
Etrâf
Ev Karîben Minhu
Ev Kemâ Kale
Ev Mâ Eşbehe Hazâ Mine'l-Elfâz
Ev Nahvehû
Ev Şibhehû
Evâ'il
Evha'l-Esânîd
Evhâm
Evlâdu's-Sahâbe
Evsaku'n-Nâs
Evtânu'r-Ruvât Ve Buldânihim
Evvel
Evvelu's-Sened



E

Ebâha Lî:

Kelime manasıyla “bana müsaade etti” demektir. Bazı hadisciler tarafından munâvele yoluyla alınmış bir hadisin başkasına rivayetinde eda lafzı olarak kullanılan tabirlerdendir. Diğer bazı lafızlar kadar kullanılmış değildir.

Ebu Dâvud:

Bk. Süneni Ebî Dâvud.

Ecâze Lî:

Hadis Terimleri Sözlüğü - D

D
Da'afûhu:
Dabbe
Dâbıt
Dabt
Dabtu'l-Kitâb
Dâ'î
Da'îf
Da'îfu’l-Hadis
Da'îfu’l-Metn
Da'îfun
Da'îfun Bi-Hâze'l-İsnad
Da'îfun Cidden
Da'îfun Vahin
Dâ'ire
Darb
Dârimî
Darîr
Dâru'l-Hadîs
Dayyiku'l-Mahrec
Derecâtu's-Sahîh
De-Se-Nâ
De-Se-Nî
Deccâlun
Delâ'ilu'n-Nubuvve
Dirâyetu'l-Hadîs İlmi
Du'afâ
Du'ife



D

Da'afûhu:

“Onu zayıf buldular” demek olan bu tabir cerh lafızlarındandır ve el-Irâkî'nin üçüncü mertebe lafızları arasına eklediklerinden biridir. Hükmü üçüncü mertebe lafızlarının hükmüne bağlıdır.

Dabbe:

Bk. Tadbîb.

Dâbıt:

Bk. Zabıt.

Dabt:

Bk. Zabt.

Dabtu'l-Kitâb:

Bk. Kitâbetu'l-Hadîs.

Dâ'î:

Hadis Terimleri Sözlüğü - C

C
Cadde
Câ'e An Fulân Mevkûfen
Câ'e Ani'n-Nebî
Cami'
El-Câmi'u's-Sahîh
Câmiu't-Tirmizî
Cârih
Cehâlet
Cehâlet-i Ayniyye
Cehâletu'l-Ayn
Cehâletu'l-Vasf
Cehâletu'r-Râvî
Cehaletu't-Ta'yîn
Cem
Cemâ'a
Cemâ'at
Cerh
Cerh Lafızları
Cerh Mertebeleri
Cerh Sebepleri
Cerh Ve Ta'dil
Cerh Ve Ta'dil İlmi
Cerh Ve Ta'dil Kaideleri
Cerh Ve Tadil Lafızları
Cerh-i Gayrı Müfesser
Cerh-i Mübhem
Cerh-i Müfesser
Cevâmi'
Cevâmi'u'l-Kelim
Cevdet
Cevvedehû Fulan
Ceyyid
Ceyyidu'l-Hadîs
Cezm Lafızları
Cezm Sîğası
Cüz



C

Cadde:

Sözlükte ulu ve işlek yol anlamına gelen cadde, bazı hadis usulü alimlerince bir ravinin hadisi rivayet ettiği tarik manasına kullanılmıştır.

Câ'e An Fulân Mevkûfen:

“Falancadan mevkuf olarak geldi” manasına bir tabirdir. İsnadı sahabîye kadar ulaşan mevkuf haberlerin naklinde kullanılan tabirlerdendir. Herhangi bir haberi naklettikten sonra kullanıldığında o haberin isnadının sahabiye kadar ulaştığı ve Hz. Peygamber'e ait merfû' değil, mevkuf bir haber olduğu ifade edilmiş olur.

Câ'e Ani'n-Nebî:

“Hz. Peygamber'den şöyle gelmiştir” demektir. Temriz sîgalarındandır.
İbnu's-Salâh, bir muhaddisin herhangi bir zayıf hadisi isnadsız olarak rivayet ederken kale Resûlullâh gibi kesin rivayeti ifade eden cezm sîgalan değil temriz sığaları kullanması gerektiğini söyler, ona göre muhaddis, sahih veya zayıf olduğunda şüpheye düştüğü hadisleri rivayet ederken de aynı şekilde cezm siğaları yerine ruviye, verede, reva ba'duhum, câ'e gibi temriz sigalarından birini kullanmalıdır.123
Buna göre câ'e ani'n-Nebî lafzı, zayıf hadislerle sahih veya zayıf olduğunda tereddüt edilen hadislerin isnadsız olarak rivayetlerinde kullanılması öngörülen eda lafızlarından biridir.

Hadis Terimleri Sözlüğü - B

B

Bâb
Bâtıl
Bâtılun
Bedel
Bedel-i Âlî
Bedel-i Nazil
Belâğ
Belağ Kaydı
Belağahû
Belağanâ
Belağanâ Ani'n-Nebî
Belağanî
Belâğât
Beyân
Bid'at
Bid'atu'r-Râvî
Bilâd Tedlîsi
Buhârî
Buldâniyye
Buldânu'r-Ruvât


Bâb:

“Kapı” anlamına gelir. Hadis kitaplannda aynı konudaki hadislerin bir arada bulunduğu kitâb başlıklı ana bölümler içinde yer alan tâli bölümlere denir. Bu bölümler, bütünün parçaları durumundadır.' Kur'ân-i Kerim surelerine nisbetle ayetler ne ise hadis kitaplannda kitaba göre bâb odur.
Misal vermek gerekirse Buhârî'nin şu babı verilebilir. (Ezandan sonra dua etmek babı). Bu bab, konusu itibariyle ezanla ilgili bir hadisi ihtiva ettiğinden kitâbu'1-ezân bölümü içinde yer alır. Burada, ezan sona erdiği zaman, duasını okuyan Mü’minlerin Hz. Peygamber'in şefaatine kavuşacaklarına dair bir hadis bulunur.
Hadisleri bablara göre kitâb başlıklı bölümlerde toplamak suretiyle tasnife ale'l-ebvâb metoduyla tasnif adı verilmiştir.

Bâtıl:

Sözlükte “hakk”ın zıddıdır. Aynı şekilde “zâtında sebat ve hakikat olmayan nesneden ibarettir.
Çoğulu ebâtîl gelir.” 108
Hadis Usûlünde bâtıl, mevzu manasına kullanılmıştır. Söz gelimi bir hadis nakledildikten sonra “bâtılun” veya “hazâ naberun (hadîsun) bâtılun” denilmişse109 bu ifade o rivayetin uydurma ve batıl bir söz olduğuna delâlet eder.

Bâtılun:

Hadis Terimleri Sözlüğü - A

A
A
Âbâ Ve Ebnâ
Âdâb
Âdâbu Tâlibi'l-Hadî
Âdâbu'l-Muhaddis
Âdâbu'ş-Şeyh
Âdâbu't-Tâlib
Âdıd
Âdil
Âfet
Âfetuhû Fulân
Âfetuhû Keza
Âhâd
Âhır
Âkil
Âlî
Âlî Hadis
Âlî İbdâl
Âlî İsnad
Asar
Abâdile
Adalet
Adâletu'r-Râvî
Adâletu's-Sahâbe
A'delu'n-Nâs
A'demu's-Sıhha
Ademu's-Subût
Adl
Adlu’r-Rivâye
Adlun
Adlun Dâbitun
Adlun Hâfizun
Adûl
Ahâdîs
Ahâdîsu'l-Ahkâm
Ahbâr
Ahbârî
Ahberanâ
Ahberanâ Fî Kitâbihî
Ahberanâ Fulân Bi-Kırâ'atî Aleyhi
Ahberanâ Fulan Bi-Teblîği Fulân
Ahberanâ Fulân Bi'l-Kırâ'ati Aleyhi
Ahberanâ Fulan Fîmâ Kuri'e Aleyhi
Ahberanâ Fulan Kırâ'aten Aleyhi
Ahberanâ Fulân Kırâ'aten Aleyhi Ve Ene Esme'u
Ahberanâ İcâzeten
Ahberanâ Kitâbeten
Ahberanâ Münâveleten
Ahberanâ Muşâfeheten
Ahberanâ Racul
Ahberanî
Ahberanî Fulân Kitâbeten
Ahberanî Fulân Mukâtebeten
Ahberanî Racul
Ahberanî's-Sıka
Ahfaz
Ahkâm
Ahkâm Hadîsleri
Ahrece Anhu
Ahrece Lehû
Ahrecehû
Ahruf
Ahsenu Şey'in Fi'l-Bâb
Ahvâlu'r-Ruvât
Ahz
Ahz Ve Tahammül
Ağrabe Bihî Fulân
Akâ'id
Akıl
Akrân
Akva'l-Esânîd
Akvâl
Alâ Yedey Adlin
Alâmâtu’l-Vaz
Alâmetu'd-Darb
Ale'l-Ahruf
Ale'l-Ebvâb
Ale’l-Etraf
Ale'l-Ma'nâ Rivayet
Ale'l-Mesânîd
Ale'r-Ricâl
An
An'ane
An'ane Munkatı’a
An'ane Mursele
Ani's-Sîka
Arz
Arz Ale'ş-Şeyh
Arz-ı Kırâ'at
Arzı Münâvele
Arz-ı Semâ
Arzu'l-Munâvele
Ashâb
Ashâb-ı Ahruf
Ashâb-ı Kiram
Ashâb-ı Resûlillâh
Ashâb-ı Suffe
Ashâb-ı Sünen
Ashâbu'l-Aşerât
Ashâbu'l-Bıd'a
Ashâbu'l-Elf
Ashâbu'l-Elfeyn
Ashâbu'l-Hadîs
Ashâbu'l-Kutub
Ashâbu'l-Mi’e
Ashâbu'l-Mı'eteyn
Ashâbu'l-Mi'în
Ashâbu'l-Ulûf
Ashâbu's-Suffe
Ashabu's-Sunen
Ashâbu's-Suneni'l-Erba'a
Asl
Asleyn
Aslu's-Sened
El-Aşera
Aşera -yi Mübeşşere
Aşere-i Mübeşşere Ashabı
Atfe
Atıf Tedlisi
Atraf
Avâlî
Azbat
Azbatu'n-Nâs
Azîz
Aziz-i Meşhur


Âbâ Ve Ebnâ:

Âba, baba manasına gelen eb kelimesinin; ebnâ ise oğul demek olan İbn'in çoğuludur. Beraberce “babalar ve oğullar” anlamını veren bu iki kelime, baba ile evlat arasında rivayeti ifade eden bir tabir oluşturur.
Baba ile evlat arasında hadis rivayeti, babaların oğullarından ve oğulların babalarından rivayeti olarak iki şekilde görülür. Babaların oğullarından rivayetine şu hadis misal verilebilir:
“Allah her ikisinden de razı olsun, Abbas b. Abdilmuttalib'in, oğlu el Fadl'dan rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.s) Müzdelife'de (akşam ve yatsı olmak üzere) iki vakit namazını cem etti.” 1
Babanın oğuldan rivayeti isnadda an İbnihî lafzıyla ifade edilir. Oğulların babalarından rivayetleri ise iki kısımdır. Birincisi, oğulun babasından rivayetidir. Böyle rivayetler isnadda an ebîhi lafzıyla gösterilir. Şu hadis de oğulun babasından rivayetinin pek çok misalinden biridir.

Bu ümmetin üstünlükleri:

ONİKİNCİ BÂB


1– (Mesâbîh-i şerîf)de bu bâbın evvelinde Abdüllah ibni Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretlerinden rivâyet olunmuşdur. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Geçmiş ümmetlerin ömrüne nisbetle sizin ömrünüz, ikindi nemâzı vaktiyle güneşin batması arasındaki zemân gibidir. Sizin, yehûdîlerin ve nasâranın hâli şuna benzer. İşçi çalışdırmak istiyen bir adam dedi ki, kim benim için birer kırâta günün yarısına kadar çalışır. Yehûdîler, günün yarısından ikindi vaktine kadar çalışdı. O kimse sonra, kim benim için bir kırâta günün ortasından ikindi vaktine kadar çalışır. Nasâra birer kırâta çalışdı. Sonra şöyle dedi, kim ikindi vaktinden güneşin batmasına kadar ikişer kırâta çalışır. Dikkat ediniz, siz ikindi vaktinden güneşin batmasına kadar çalışanlarsınız. Dikkat ediniz. Sizin ücretiniz iki katdır. Yehûdîler ve nasâra kızdılar. Biz çok çalışıyor, az ücret alıyoruz, dediler. Allahü teâlâ onlara, hakkınızı vermekde size zulm etdim mi? buyurdu. Hâyır, dediler. Allahü teâlâ buyurdu ki, o benim dilediğime verdiğim bir ihsândır.)

Eshâb-ı Kirâmın “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” Menâkıbı:

ONBİRİNCİ BÂB


Yûsüf-i Erdebîli “rahimehullahü teâlâ” (Envâr) adlı kitâbında Şeyh Ebû Amr bin Salâhdan nakl etmişdir. O dedi ki, (Ma’rife-tül hadîs) adlı kitâbda, İmâm-ı Nevevînin “rahimehullah” (İrşâd) adlı kitâbından alarak dedi ki: Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerinin hepsi âdildirler. Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” âhırete intikâlleri sırasında yüzondörtbin Sahâbe mevcûd idiler. Kur’ân-ı azîm-üş-şân ve sahîh hadîs-i şerîflerde, hepsinin adâletleri ve büyüklükleri bildirilmekdedir “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’in”.

Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Ehl-i Beytinin Menâkıbı:

ONUNCU BÂB


Birinci Menâkıb: 
Muhyissünne [İmâm-ı Begavî] “rahimehullahü teâlâ” (Mesâbîh-i şerîf)inde, bu bâbın evvelinde, Sa’d bin Ebî Vakkâs “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet etmişlerdir. Sa’d “radıyallahü anh” dedi ki, meâl-i şerîfi (Geliniz! Biz ve siz oğullarımızı, kadınlarımızı ve nefslerimizi çağıralım!) olan Âl-i İmrân sûresi 61.ci âyet-i kerîmesi nâzil olduğu vaktde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, Alîyi, Fâtımayı, Haseni ve Hüseyni “radıyallahü anhüm” çağırdı. Buyurdular ki, (Yâ Rabbî! Bunlar benim ehl-i beytimdir.) Âişe “radıyallahü teâlâ anhâ” hazretleri buyurdular ki: Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” üzerinde bir bürd-i yemânî [Yemen kumaşından bir cübbe] vardı. Kara yünden idi. O sırada Hasen bin Alî geldi. Onu kisvesinin [cübbesinin] altına aldı. Sonra Hüseyn geldi. Onu da dâhil etdiler. Sonra Alî geldi. Onu da dâhil etdiler. Sonra Fâtımayı çağırdılar. Hazret-i Fâtıma mestûre olarak geldi. Onu da cübbesinin altına aldılar. Sonra meâl-i şerîfi, (... Allahü teâlâ sizlerden ricsi, ya’nî her kusûr ve kirleri gidermek istiyor. Ve sizi tam bir tahâret ile temizlemek istiyor...) olan, Ahzâb sûresinin 33.cü âyet-i kerîmesini okudular.

Âşere-i Mübeşşerenin Menâkıbı

DOKUZUNCU BÂB


Cennetle müjdelenen on büyük sahâbî: Ebû Bekr-i Sıddîk, Ömer-ül Fârûk, Osmân-ı Zinnûreyn, Aliyyül Mürtedâ, Ebû Ubeyde bin Cerrâh, Talha, Zübeyr, Sa’îd bin Zeyd, Sa’d bin Ebî Vakkâs, Abdürrahmân bin Avf “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”.

1– (Mesâbîh) kitâbının sâhibi [Muhyissünne imâm-ı Begavî “rahimehullah”], bu bâbın hasen hadîsler bâbında, Abdürrahmân bin Avfdan “radıyallahü teâlâ anh” rivâyet eder. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bir hadîs-i şerîfde buyurdular ki: (Muhakkak, Ebû Bekr Cennetdedir. Ömer Cennetdedir. Osmân Cennetdedir. Alî Cennetdedir. Sa’d bin Ebî Vakkâs Cennetdedir. Sa’îd bin Zeyd Cennetdedir. Ebû Ubeyde bin Cerrâh Cennetdedir.)

Ebû Bekr-i Sıddîk ile Alî bin Ebî Tâlibin “radıyallahü anhümâ” Münâzarası:

SEKİZİNCİ BÂB


Birgün Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin hücre-i mubârekelerinin [evlerinin] kapısına geldikde, Alî bin Ebî Tâlib “kerremallahü vecheh” hazretleri de gelmişdi. Ebû Bekr “radıyallahü anh” geri durup, Alîye “radıyallahü anh” buyurdu ki, yâ Alî! Evvelâ sen dâhil ol [eve gir]. Hazret-i Alî buyurdu ki: Yâ Ebâ Bekr! Önce sen gir ki, her iyilikde önde olan, her hayrlı işde önde olan, herkesi geçen sensin. Ebû Bekr hazretleri buyurdu ki; sen önce gir yâ Alî! Resûlullaha “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” dahâ yakın sensin.

Hulefâ-İ râşİdîn üstünlüklerİ ve Fazİletlerİ

YEDİNCİ BÂB
Ebû Bekr, Ömer, Osmân ve Alî “radıyallahü teâlâ anhüm” Menâkıbı:


Birinci Menâkıb: 

Muhyissünne İmâm-ı Begavî “rahimehullah” (Meâlimüt-tenzîl) kitâbında, Feth sûresinde, meâl-i şerîfi, (Muhammed aleyhisselâm Allahü teâlânın Resûlüdür. Onunla berâber olanlar, kâfirlere karşı sert, birbirlerine karşı merhametlidirler.....) olan âyet-i kerîmenin tefsîrinde, buyuruyor. Mubârek bin Füdâleden, o da Hasenden rivâyet eder, (Allahü teâlâ kâfî olan şâhiddir ki, Muhammed Allahın Resûlüdür.) buyuruldukdan sonra; (Onun ile olan kimse) kelâmı ile Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir. (Kâfirlere karşı şiddetlidirler) ile Ömer bin Hattâb “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir. (Birbirlerine karşı merhametlidirler) ile Osmân bin Affân “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir. (Onları rükû’da ve secdede görürsün) ile Alî bin Ebî Tâlib “radıyallahü teâlâ anh” kasd edilmekdedir. (Allahü teâlâdan, dünyâda ve âhıretde her iyiliği, üstünlüğü ve rızâsını isterler!) kelâmı ile Cennet ile müjdelenen (Âşere-i Mübeşşere)nin geri kalanı kasd edilmekdedir. (Onların hâlleri, şerefleri, Tevrâtda ve İncîlde bildirilmişdir. İncîlde bildirildiği gibi, onlar ekine benzer.) kelâmı ile Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kasd edilmekdedir.

BÜYÜK ÂLİMLER (Silsile-i aliyye)

Nebî, Sıddîk ve Selmân, Kâsım, Ca’fer, Bistâmî,
irfân kaynağı oldu, Ebül-Hasen Harkânî.

Ebû Alî Fârmedî geldi sonra bu meydâna,
çok Velî yetişdirdi, hem Yûsüf-i Hemedânî.

Abdülhâlık Goncdüvânî, ma’rifetler semâsında,
dünyâyı aydınlatdı, hem Ârif-i Rîvegerî.

Mâverâ-ün-nehr ili, Tûr-i Sînâ gibi oldu,
nûrlandıranlardan biri, Mahmûd-i İncirfagnevî.

Alî Râmîtenîdir Azîzân ve pîr-i Nessâc,
çok kerâmet gösterdi, Muhammed Bâbâ Semmâsî.

Seyyid Emîr Gilâl de, ilm deryâsında sadef,
andan meydâna geldi, Behâüddîn-i Buhârî.

Alâ’üddîn-i Attâr, zemânının kutbu idi,
Ya’kûb-ı Çerhîde oldu zâhir, envâr-ı rahmânî.

Ubeydüllah-i Ahrâr ve kâdî Muhammed Zâhid,
Dervîş Muhammed geldi ve Hâcegî Muhammed Emkenegî.

Bâkî billahdan gelen, nûrlara kendi de katıp,
binlerce kalb temizledi, imâm-ı Ahmed Rabbânî.

Urvet-ül-vüskâ Ma’sûm ve Seyfeddînle seyyid Nûr,
ve Mazherle Abdüllah, sonra Hâlid-i Bağdâdî.

Feyz verdiler bunlar da, sonra bu nûru Abdüllah,
Anadoluya yaydı, hem de Tâhâ-yı Hakkârî.

Hem seyyid-i Sâlih de, kardeşin yerini tutup,
fenâ-fillâha kavuşdu Sıbgatullâh-i Hîzânî.

Bu üç Velînin sohbetlerinde yükselip,
mürşid-i kâmil oldu, seyyid Fehîm-i Arvâsî.

Bu otuzdört Velînin kalbleri, bir ayna gibi,
yaydılar hep cihâna, envâr-ı Resûlillâhi.

Bütün bu nûrlar en son, toplandı bir hazînede,
ismi bu hazînenin: Abdülhakîm-i Arvâsî.

Gelince kalblere müceddid-i elfin feyzi,
yetişdi her yerde birer hakîkî Velî.

Bu hâli görünce mason ile yehûdî,
müslimânlara saldırdı, canavar gibi.

Bu hücûmları, islâmı yok etmek içindi,
bunu haber veriyor, Mâide sûresi.

Hem bu sûre, islâma müşrikler saldıracak diyor,
masonların müşrik olduklarını haber veriyor.

Meşhûr yalanları ile aldatıp câhilleri,
Ehl-i sünnetden ayırdılar, binlerce müslimânı.

Hücûmlardan korunur, (Âyet-el kürsî) okuyan,
hıfz-ı ilâhîde olur, (istigfâr düâsı) okuyan.[1]

Resûlullah buyurdu ki, (Âhıretde azâb görmez,
dünyâ işlerinde, bana tâbi’ olan).

Se’âdete kavuşamaz, önderi şeytân olan!
dostlar, ahbâblar kaldı mı, ne oldu anan baban?

Bir hocamız, mason olmuş, dîne çatdı hiç durmadan,
ingiliz diploması var, lâkin, kafası bomboş nâdân.

Güler yüzle, tatlı dille, bol numara vermekle,
arkadaşlarımı aldatdı, yalan sözlerle hemân.

Îmânım var diyor, her bozuk inanan,
Ehl-i sünnetdedir, iyi bil, hakîkî îmân!

Çok şükr islâm âlimi gördüm, sözleri ilm ve irfân,
dedi ki, (aldatılamaz, fen dersleri okuyan!)

Dînimi ondan öğrendim, rûhu olsun şâdümân!
Avrupa, hem Amerika, kısacası bütün cihân.

Dinleri bozuk ise de, diyorlar vardır Nîrân!
kâfirler yanacak, kurtulur ancak iyi insan!

İyi insan olmak için, Muhammed aleyhisselâma inan,
Cehenneme girmeyecek, bu son Peygambere uyan.

Târîhi dikkat ile oku, ey körpecik Nev-civân!
mala, makâma aldananın sonu olmuş âh, figân.

Aman yâ Rabbî, el-aman! Garîb oldu âhır zemân!
İslâmiyyet unutuldu, moda oldu harâm, yalan!

Pârisde, Profesör olunca, Resûlullaha çatan,
Hamîdullah kurtulamaz, ebedî azâbdan.

(Fâideli Bilgiler) kitâbı, sözlerini yazıyor,
Çok alçak olduğunu anlar, bunları okuyan.

Seyyid Kutb denilen bir ahmak da, kendini müctehid zan ediyor,
Mahv olur, doğru sanarak, sözlerine aldanan.

Ömür geçer, herşey biter, kâfirlerin gideceği mekân.
karanlık bir çukurdur, arkadaş olur yılan, çiyan,

Hak teâlâ, bu vatanı pek kıymetlendirdi,
toprağının çok yerine mü’minler secde etdi.

Bu topraklardan gelen, ecdâdımızın seslerini duyan,
anlar ki, Cennete kavuşur, Muhammed aleyhisselâma uyan.

Yâ Rabbî! Bu vatanı koruyan kumandanlara yardım et,
bu millete hizmet etmeği, herbirine nasîb et.

Mü’minlere hizmet, çok büyük ni’metdir,
bu ni’mete kavuşanın gideceği yer Cennetdir.

Müslimânın kabri, Cennet bağçesi olur,
bu ni’mete kavuşamaz, mü’minin kalbini kıran.

Vandan gelen bir Velî İstanbulda, senelerce,
bunları hep söyledi, yerleşdi hakîkî îmân.

Ankaranın toprağı, binüçyüzaltmışikide,
cem’i zıddeyn yaparak, şâd oldu Hâcı Bayram.

Düâ edeceğin zemân, Silsileyi oku hemân!
Sâlihleri söyleyince, yağar rahmet-i Rahmân!

Selâm olsun, düâ olsun, bu yazardan dâimâ,
Silsile-i aliyyenin ervâhına yâ Sübhân!

Sonra, bir Fâtiha ile istigfâr düâsı okuyup, sevâbını Muhammed aleyhisselâmın mubârek rûhuna ve Enbiyânın ve Evliyânın ve Silsile-i aliyyenin ve Âbâ ve Ecdâdının ervâhına hediyye ve nûrlu kalblerine ilticâ etmelidir.

1960 Erzincan.

Hazret-İ Alînİn üstünlüğü hakkında manzum hİkâye

Yüzbirinci Menâkıb: 

Nazm şeklinde (Siyer)den nakl olunmuşdur:

Vaktidir ey bülbül-i gâfil uyan,
Bir nazar kıl aç gözün, ola ıyân.

Kim senin bağın değildir, işbu yer,
Her kimi kim besler ise, iş bu yir.

İşte gel kim var, gülistânın senin,
Cân ilinde tâze bostânın senin.

Sa’y kıl kim eresin ol gülşene,
Himmetini bağlama sen bu külhâna.

Cîfedir bu, cîfeye aldanma sakın,
Sen seni bu yerde devâmlı kalır, sanma sakın.

Ey perîşân dil (gönül), oturma dilfikâr,
Söyle bu söz, senden ola, yâdigâr.

Sîreti ol kim rivâyet eyledi,
Bunu bu resme hikâyet eyledi.

Râvî ider, bir yehûdî var idi,
Askeri çok, ismi Dâvüd-i Şa’yâ idi.

Var idi bir kal’ası, yuvarlak büyük,
Kim iki kat, yüksek yerde, muhkem yapılı.

Seng-i hârâ idi, ak taşdır yeri,
Burcları yüce, düzenli her biri.

İki kat dıvârlı idi her biri,
Yedi arşın idi, dıvârının eni.

Hendeği var idi ki, enli ve derin,
Kim içi su idi ki, dolu ve derin.

Bir kaya üstünde muhkem yapılı,
İçi-dışı asker ile dopdolu.

Râvî der ki, ona benzer üstüvar [muhkem],
Ol Hicâz ilinde, yokdur bir hisâr.

Çün işitdi Dâ’vüd-ı Şa’yâ bunu,
Hep döküldü, merhabü meyser kanı.

Katî hışm etdi kakdı ol la’în,
Pes çağırdı askeri derdi hemîn.

Atına bindi o, oldu süvâr,
O la’în, gürbüz er idi, nâmdar.

Bindi asker, kaldırıp sancak ve alem,
Çaldılar zurna ve nakkâre zil hem.

Bir kabîle var idi, ânda yakın,
Ki müslimânlardı, onlar ehl-i din.

(Beni Zühre) kabîlesi idi, bu mü’min kabîle,
O mel’ûnun askeri döndü dedi;

O Benî Zühre iline varalım,
Vuralım o ili, halkın kıralım.

Kim Muhammed da’vetin onlar kabûl,
Eylemişler, aldatmış onları ol.

Âbâ-ı ecdâd dînin terk etmişler,
Muhammed ile ahd-i berk eylemişler.

Onların erlerinin hepsini kıralım,
Kadın ve çocuklarını, ne varsa alalım.

Yehûdîlere ne kim etdi ise ol,
Biz edelim onlara hem dahî bol.

O Muhammed görsün acı nicedir,
Uyku görmez gözlerim, kaç gecedir.

Bu sözüyle ılgâr idip, gitdiler,
Gâfil iken il içine yetdiler.

Erkeğinin ulusunu kırdılar,
Küçüğü ile dişisini sürdüler.

Aldılar hem, malların, davârların,
Kırdılar hem, bulduğu adamların.

Bir iş oldu onlara kim her giz ol,
Kimseye öyle belâ olmuş değil.

Arabın Şikâyeti

Bu yakada bir gün o sultân-ı din,
Fahr-i âlem rahmeten lil âlemîn.

Mescid içre otururdu o imâm,
Geldi Câbir, kapıdan verdi selâm.

Yâ Resûlallah dedi, bostânımız,
Hoş yetişdi tâze nahlistânımız [Nahle: Hurma].

Dilerim zahmet buyurup, gelesin Sen,
Ki bostâna gelince şâd olam ben.

Ayağın tozunu bostânıma sal,
Mubârek ola, nahlistânıma sal.

Kabûl eder, Resûlullah dururlar,
Sahâbe ile o bostâna varırlar.

Direrler, tâze tâze hurma yirler,
Ne tatlı tâzedir bu hurma derler.

Hemandem karşıdan bir toz göründü,
Gelir tutmuş yolu düp-düz göründü.

Toz yarıldı, çıka geldi bir arab,
Bir eğersiz ata binmiş ki, acib.

Gövdesi başdan ayağa kara kan,
Kan içinde sanki, gark olmuş heman.

Geldi Peygamber katında ağladı,
Şöyle kim yaşı gözünde çağladı.

Yaşını sildi arab, hem söyledi,
Hizmetinde geldik, îmâna dedi.

Allah birdir, hem Resûlsün mutlaka,
Emrin ile kulluk ederdik Hakka.

Gâfil iken bir gece biz nâgehân,
Dâvüd-ı Şa’yâ çerîsi ile nihân.

Geldi, çarpdı, bizi gâret eyledi,
Halkı kırdı, çok hasârat eyledi.

Er kişisini kırdı, dökdü kanını,
Aldı malın, avretini, oğlanını.

Oğlumuz, kızlarımız oldu esîr,
Sen meded eyle bize ey dest-gîr.

Bunu dedi, hay hay ağladı,
Cümle ol halkın yüreğin dağladı.

Hem Sahâbe dahî giryân oldular,
Ol kişiye çok merhamet kıldılar.

Ol Resûlün hem mubârek gözüne,
Geldi yaş, rahm etdi [acıdı] onun sözüne.

Tetimme

Hem bu söz için geldi Cebrâîl,
Hak selâm verdi, sana kim şöyle bil.

Hem buyurdu size, ta’cîl edesiz,
Ol la’înin üstüne siz gidesiz.

Kal’asının üstüne sen gidesin,
Hak sana nusret verir seyr edesin.

Döndü andan pes Resûlullah eve,
Mescide vardı hemen ive ive [acele].

Pes buyurdu kim Bilâl etdi nidâ!
Mescide geldi kamu mîr ve gedâ.

Mescid içi-dışı doldu mü’minîn,
Minbere çıkdı Resûlullah hemen.

Okudu hutbe, Hakka hamd eyledi,
Döndü hem Eshâbına da pend [nasîhat] eyledi.

Sonra dedi, dinleyin ey Hak askeri,
O Benî Zühredeki kardeşleri.

Onları kâfir nice kırmış hemân,
Gâfil iken onları vurmuş hemân.

Hak buyurdu, kim, ona biz varalım,
Kıralım onları, boynun vuralım.

Siz ne dersiniz, maslahat ne görelim,
Varalım mı üstüne, yâ duralım.

Dediler, yâ Resûlallah kamûmuz [hepimiz],
Senin fermânın altıdır özümüz.

Tutarız Hak emrini biz cân ile,
Oynayalım, baş yolunda cân ile.

Hak teâlâ düşmanın öldürelim,
O yehûdînin tomarın [defterin] dürelim.

Pes düâ kıldı Resûl, dedi durun,
İmdi, bugün hep hâzırlıklar görün.

Hak emrin tutmağı bilin ganîmet,
Bugün ki tân [şafak]la ideriz azîmet.

Sem’an ve tâan [baş üstüne] deyip, dağıldılar,
Her birisi cenk hâzırlığın kıldılar.

Ertesi gün oldukda asker fevc-fevc,
Her biri gitdi geyimli fevc-fevc.

Pehlivânlar bindiler çapan süvar,
Kim dokuz bin er ata oldu süvar.

Çağırdı Mikdâdı çünki geldi o,
Bir alem evvel ona verdi Resûl.

Sen mukaddem ol dedi, önce yürü,
Bin kişi koşdu, behâdır, her biri.

Sonra Resûlullah dedi, hani Alî!
Geldi dahî dediler, ol dem Velî.

Çağırdı Selmânı, dedi var ona,
Muntazırım der Resûlullah sana.

Vardı Selmân, gördü giyinmiş Alî!
Ceng silâhın hep kuşanmış ol Velî.

Fâtıma tutmuş eteğini komaz,
O çekinir gitmeğe ki, onu komaz.

Dedi, Selmân; yâ Emîr olgıl suvâr,
Kim Resûlullah durubdur intizâr.

Sem’an ve tâan [baş üstüne] deyip, bindi atına,
Dedi, geldi o Resûlün katına.

Hem Zübeyr bin Avvâm o şir-i ner,
Yaralı idi, yatar idi meğer.

Gazâ sırasında yimişdi nice ok,
Hem de taşlar dokunmuş idi çok.

Çün işitdi ki, Resûl cenge gider,
Kalkdı yerinden hemen o şir-i ner.

Dedi hâtunu; mecâlin yokdurur,
Durma gel kim cenge hâlin yokdurur.

Sözünü hâtununun dinlemedi,
Kim yaram var diye hiç eğilmedi.

Bindi, Peygamber katına geldi ol,
Bir alem [bayrak] de ona verdi Resûl.

Bin kişi de ona verdi ıyân,
Sağ yanımca gel dedi yâ Pehlivân.

Bir alem kaldırdı kim adı ikab,
Âl senindir yâ Alî dedi ikab.

Bin kişi koşdu ona da dilîr [yiğit],
Askerin ardınca gel der yâ Emîr.

Gece gündüz yürüdüler gitdiler,
Çün Kureyzâ kal’asına yetdiler.

Kâfire oldu haber, kim çok çeri,
Geldi, yetdi üşde islâm leşkeri [askeri].

Dört yakadan ili varın sürdüler,
Asker hep, kal’a içre girdiler.

Burcların üstüne oklar kurdular,
Kendiler kal’a içine girdiler.

Yetdi nâgah, erdi islâm leşkeri,
Önce Mikdâd emrindeki bin çeri.

Çünki kal’a yakınına yetdiler,
Görünce Mikdâdı onlar bildiler.

Askerini tanzîm edip, durdu la’în,
Arkasını kal’asına verdi hemîn.

Gördüler kim kopdu bir toz nâgehân,
Bin kişi ile Zübeyr geldi hemân.

Geldi pes koşum-koşum oldem çeri,
Fahr-i âlem Enbiyâlar Serveri.

Hoş düzenli, hem müzeyyen her biri,
Yahşî ulular, teçhizâtlı askeri.

Râvî der: Ehl-i islâm ol zemân,
Ki düzenli idi, bilgili bî gümân.

Şebde [gecede] yıldızlar gibi saf saf gelür,
Kim giyimli toz içinde berk vurur.

Çün yehûdîler bakar onu görür,
Kim, bu asker böyle düzenli durur.

Bu tertîb, bu envâr ve bu zînet,
Yehûdî gönlüne saldı hezîmet.

Dilediler dönüp kaçmak hisâra,
Ona da etmediler cesâre [Ona da cesâret edemediler].

Çün işitdi, Dâvüd-ı Şa’yâ bunu,
Kim dönerse, boynuna dedi, kanı [boynunu vururum].

Korkmayınız ben olayım size dımân,
Öldürürüm de vermezem emân.

İşbu denli bâgîye de ne cevâb,
Yalnız kim vereyim buna cevâb.

Olmadı ceng ol gün akşam oldu der,
Kondu askerler yerlerini aldılar.

Müslimânlar sabâha dek kıldı nemâz.
Etdiler Allaha çok, dürlü niyâz.

Çün sabâh oldukda etdiler nidâ,
O ezândan göklere erdi sadâ!

Korkdu kâfirler kamu andan hemîn,
Çünki kıldılar nemâzı mü’minîn.

Durdu, bindi her birisi atına,
Geldi ulular Resûlün katına.

Yâsadılar [yerleşdirdiler] askeri hoş meymene [sağ kanat],
Meysere [sol kanat] kalbu cenâh durdu yine.

Meymene ucunda Ammârı koydu,
Pes Alîye ortada dur sen dedi.

Kendisi birkaç sahâbi ile bile,
Bir yüce yerde durdular bile.

Askerini yerleşdirdi kâfir de,
Dizdiler sağın solun onlar da.

Çün iki asker karşılıklı geldiler hemân,
Çıkdı islâm askerinden nâgehân [bir asker çıkdı].

Dedi bir er girdi cevelân eyledi,
Bî tekellüf kasd-ı meydân eyledi.

Adı Dırâr idi hem hâs-ı Resûl,
Pehlivân-ı gürbüz idi gâyet de ol.

Pes yehûdî askerinden çıkdı dîr [asker],
Adı Hüssan bin Kârin bir dilîr [cesûr kimse].

Girdi cevlân etdi [meydânda dolandı], cenge durdular,
Birbirine çün kılınçlar vurdular.

Vurdu bir darbe ona Dırâr Pehlivân,
Ki, iki pare olup, düşdü hemân.

Verdi cânın tamuya düşdü la’în,
Durdu Dırâr diledi er pes hemîn.

Bir mübâriz [cengci] girdi, adı Danyâl,
Etdi, Dırâr ile çok ceng ve cidâl.

Çok oyunlar geçdi, o hîleci, ona,
Âkıbet fırsat bulup, Dırâr ona.

Şöyle sapladı göğsüne ol pehlivân,
Düşdü tamü inlerine [yerlere serilerek] verdi cân.

Girdi Heyyâc adlı bir er pes hemân,
Cenge girdi, vermedi dahî emân.

Hayli ceng eyledi Dırâr ile ol,
Ceng uzadı, Dırâr oldu pes, melûl.

Nâra atdı, vurdu ağzından onu,
Cânı gitdi, tâmuya düşdü teni.

Durdu Dırâr yine cevlân eyledi,
Er diledi, döndü devrân eyledi.

Dâvüd-ı Şa’yâ kalkdı negahân,
Depdi atın girdi meydâna hemân.

Zırhlı Dâvüd ileri yaşında hod,
Kılıcı elinde sanki yanar od [ateş].

Nâra atdı, heybet idüb haykırır,
Girdi meydân içine cevelân urur.

Bildi Dırâr, tanıdı onu hemân,
Hamle kıldı, vermedi bir dem emân.

Nîzesi [mızrağı] göğsüne idi yakîn,
Çaldı kılınç ile onu ol la’în.

Bâkisin Dırâr bırakdı, hemîn,
Kılıncına yapışınca ol la’în.

Urdu tiz destlik edip, bir darb ona,
İki pâre kıldı kaldılar dona.

Düşdü Dırâr, orada oldu şehîd,
Nâra atdı, mağrûr oldu ol pelîd.

Oldu Dırâr için cümle mü’minler melûl,
Gürbüz idi, hem melûl oldu Resûl.

Çıkdı islâm askerinden bir civân,
Mürre tebnî Dârî adlı pehlivân.

Ol la’în onu dahî kıldı şehîd,
Katî mağrûr oldu, o mel’ûn pelîd.

Kimse girmedi dahî meydâna,
Askerin depdi hemen sağ yanına.

Döndü ondan, sol yana depdi la’în,
Çıkdı ândan kalbe değdi [merkeze geldi] ol la’în.

Birbirine vurdu şöyle leşkeri [askeri],
Oka tutdular, hemen döndü geri.

Durdu meydân içre cevlân eyledi,
Yâ Muhammed, nerde Senin askerin dedi.

Var ise bir pehlivân gelsin bugün,
Pehlivân kimdir, bu halk görsün bu gün.

Dedi, Hâzin oğlu Sa’di pes hemân,
Hoş mübâriz pehlivân idi civân.

Hamle kıldı dahî vermedi emân,
Kâfir ile cenge durdu bir zemân.

Gördü kâfir Sa’dı kim key erdürür,
Hamlesini def’ eder, darbeler vurur.

Hîle düzdü, onda bir mekr eyledi,
Yâ yiğit, ben bir acâiblik gördüm, dedi.

Düşdü çaldım atının bir ayağını,
Üç ayağı ile durur ol bayağı.

Sandı, gerçek; geri bakdı hemîn,
Bir kılınç vurdu hemân dem o la’în.

Kim, ikiye biçdi kıldı onu şehîd,
Düşdü atından hemen dem o yiğit.

Ziyâde oldu, mel’ûnun gurûru,
Çağırıp, haykırır, ider sürûru.

Kimse girmez dahî çün girdi la’în,
Depdi askerden yana, sürdü hemîn.

Bir iki adam yaraladı yine,
Döndü andan, yürüdü asker kalbine [ortasına].

Ok yağmuruna tutdular o kâfiri,
Korkdu ondan yine ol döndü geri.

Durdu meydân içre, cevlân eyledi,
Yâ Muhammed, hanî ensârın dedi.

Hanî Kays ve ne oldu Mikdâdın hani,
Korkdu, benzer pehlivânların hani.

Ger onlar korkdu ise, hanî ol dilîr [yiğit],
Şol Alî adlı behâdır nerre şir [erkek arslan].

Şâh-ı merdân diyü ad almışdır,
Şimdi niçin geride kalmışdır.

Kendini bir sınasın gelsin beri,
Ger gelirse dahî sağ varmaz geri.

Pes Resûlullah dedi, Haydar hani,
Zahr-i islâm fethi o server hani.

Hâzır idi, dedi, lebbeyk, şâh hemân,
Yâ Resûlallah, buyur dedi revân.

Varayım ben onu bîcan edeyim,
Kan ile toprakda galtan [yuvarlanıcı] edeyim.

Pes Resûlullah dedi, var yâ Alî,
Kim, sana nusret yakındır yâ Velî.

Bil ki Allah, hem Resûlullah sana,
Kim, meded edicidir önden sona.

Şâh-ı Merdân kasdı meydân eyledi,
Girdi, hoş, şâhâne cevlân eyledi.

Dâvüd-ı Şa’yâ onu gördü hemân,
Hamle kıldı, ya’nî kim vermez emân.

Kâfirin çün hamlesini gördü imâm,
Çekdi kınından kılıncını temâm.

Nâra atıp, şöyle haykırdı ona,
Aklı gitdi kâfirin, kaldı dona.

Titredi a’zâları pes ol la’în,
Atını ardına sıçratdı hemîn.

Pes, çekildi bir yere, durdu geri,
Kim, dağılmış aklını derdi geri.

Hem dedi kim, yâ yiğit nedir adın,
Kim bu resme havf ve heybet eyledin.

Şâh-ı Merdân dedi adımdır, Alî,
Dedi kâfir, seni isterim belî.

Nâra atdı, çekdi kılıncın la’în,
Şâh-ı Merdân üstüne sürdü hemîn.

Şâh onu gördü ki, bir hoş pehlivân,
Pes, mudâra etdi onunla hemân.

Ya’nî, kim tutam idem dedi esîr,
Tâ müslimân ola, bir rükn ola dîr.

Nâgehân bir kılınç vurdu o la’în,
Şâh-ı Merdân başına erdi hemîn.

Aldı kalkana hem ol dem şâh onu,
Çün, müslimân olmaz ol bildi onu.

Pes, kalkdı, nâra atdı ol Emîr,
Bir kılınç vurdu ona ol nerre şîr [erkek arslan].

Sağ yanında şöyle kim çaldı onu,
Sol yanından ol iki böldü onu.

Düşdü ondan iki pâre ol la’în,
Kan ile toprağa bulandı hemîn.

Şâh-ı Merdân yine cevlân eyledi,
Bir mübâriz var mıdır, gelsin dedi.

Çünki onu öyle gördüler yehûd,
İ’timâd ederdi ona çün cehûd.

Orada öyle olduğunu gördüler,
Kaçdılar kal’a içine girdiler.

Yapdılar kapıyı, burçda durdular,
Atdılar ok, mancınıklar kurdular.

Müslimânlar ol işi çün gördüler,
Ok ile bunlar da cenge durdular.

Kuşatdılar yirmibeş gün hisârı,
Ki ceng idi kamu leylü nehârı.

Pes Resûlullah buyurdu siz dahî,
Mancınık düzün atalım biz dahî.

Durdu bir er İbni Amr idi adı,
Yâ Resûlallah düzerim ben dedi.

Lâkin ağaç yok, bu ağaçlar kamu,
Hem yemiş ağaçlarıdır cümle bu.

Bunu böyle söyleyince o hemîn,
Geldi gökden indi Cebrâîl Emîn.

Dedi, Hak teâlânın selâmı var,
Buyurdu; bu âyeti Resûlüme ver:

(Hurma ağaçlarından kesmeniz veyâ aslı üzere terk etmeniz Allahü teâlânın izni iledir. Böylece, bu iznle kâfirler rüsvay olurlar.) [Haşr sûresi 5.ci âyet-i kerîmesi meâli.]

Pes Resûlullah buyurdu: Hak teâlâ,
Bu ağaçları bize kıldı halâl.

Çünki bu vakt ona muhtâç olmuşuz,
Başka ağaç yok, nâçar kalmışız.

Pes, ağaçdan yetdikçe kırdılar,
Düzdüler tiz, mancınığı kurdular.

Atdılar bir taşı bârû üstüne,
Düşdü sankim burcu yıkmak kasdına.

Bir de atdılar içeri düşdü ol,
Kâfir cânibine korku düşdü bol.

Bu resme cengle çün erdi akşam,
Müslimânlar varıp kıldılar, ârâm.

Müslimânlar bülend tekbîr ederler,
Kamûsu onlarını bir ederler.

Müslimânlar sabâha dek nemâzı,
Kılıp etdiler, Allaha niyâzı.

Kimi tesbîh, kimi Kur’ân okudu,
Uyumadı biri çün, sabâha erdi.

Ezân okundu, kıldılar nemâzı,
Düâ kıldılar etdiler, niyâzı.

Hemân dem kal’aya karşı berâber,
Koşup bağladılar, şöyle serâser.

Pes getirdi pehlivânlar her biri,
Mancınığa komağa, bir taş iri.

Getirdi ânda taşı ol Ammâr,
Dilâver pehlivânlar başı Ammâr.

Koyuben mancınığa ol atdı,
Havadan kal’anın içine yetdi.

Düşüp bir yere vîrân eyledi ol,
Dokuz kişiyi bîcan eyledi ol.

Onun ardınca Mikdâd atdı bir taş,
Dokundu dört eve, ol kıldı hışhaş.

Onun ardınca Sa’d bin Ubâde,
Ki Hazrec ulusu şeyh Suâde.

Atar çünki havâya çıkdı ol taş,
İnip bir kubbeyi o kıldı hışhâş.

Pes getirdi şâh-ı Merdân ol Alî,
Mancınığa koydu bir taş, ol Velî.

Râvî der: Pehlivânlar her biri,
Mancınığa koydu, bir taş iri.

Atdılar herbiri bir iş eyledi,
Kâfirin cânibine teşvîş eyledi.

Ol arada dahî bir taş kalmadı,
Kim ki vardı taş aradı, bulmadı.

Çünki, taş arandı, bulunmadı,
Taş bitince Resûlullah üzüldü.

Çünki başka taş bulunmadı, Resûl,
Ol mübârek hâtırı oldu melûl.

Hak teâlâdan getirdi ol selâm,
Dedi, çünki taş bulunmaz yâ imâm.

Hak teâlâ şöyle fermân eyledi,
Mancınığa girsin aslanım dedi.

Varsın ol içine düşsün kal’anın,
Kim, onun fethi elindedir Anın.

Pes, Resûlullah dedi, kim yâ Alî!
Cebrâîl geldi, dedi kim yâ Velî!

Kim, koyam bu mancınığa ben seni,
Bu hisâra atayım, ey Hak aslanı.

Hiç ziyân erişmez sana uş ben dımân [kefîl],
Feth eden bu kal’ayı sensin hemân.

Şâh-ı Merdân dedi, yüzüm üstüne,
Her ne emr olunduysa, gözüm üstüne.

Yoluna olsun fedâ cânım benim,
Hâtırıma geldi bu mâni’ benim.

Kim beni kal’aya atınız dedim,
Yine dedim iş Hakdır, ben ne diyem.

Pes, Resûlullah dedi kim Enbiyâ!
Her ne endîşe ede yâ Evliyâ.

Düşe Hakkın işine ol mutâbık,
Muhâlif olmaz, olur ol muvâfık.

Kim anların hemîşe gönlü hâzır,
Hakkın yanındadır, Hak ona nâzır.

Aldı kalkanın kılıncın pes Alî,
Geldi girdi mancınığa ol Velî.

Tutdu bile ol nebîler Serveri,
Atdılar gitdi havâya Haydarı.

Çün havâya çıkdı ol Hak aslanı,
Kakdı kılınç arkasıyla kalkanı.

Nâra vurdu, şöyle haykırdı emîn,
Sanki gök gürledi, sarsıldı zemîn.

Çünki kâfirler görür bu heybeti,
Hep kurudu, güçleri ve kuvveti.

Çün Alî idi havâdan gördüler,
Kaçdılar evli evine girdiler.

Bağlayıp kapıların oturdular,
Canlarından ümîdi götürdüler.

Belleri kurudu, tutmaz elleri,
Gözleri görmez tutuldu dilleri.

Şâh-ı Merdân pes, kapıya yürüdü,
Çekdi kopardı, kapıyı sürüdü.

Geldi mü’minler hisâra girdiler,
Kâfiri yerli yerinde kırdılar.

Kırdılar erkek, koymadılar diri,
Gâret etdiler dişisin herbirini.

Aldılar malını esîrin tutdular,
Sağ selâmet evlerine gitdiler.

Sağlığıyla o Medîne şehrine,
Geldiler anda Resûluyla bile.

Ol Resûlün hizmetinde şâdgâm,
Oldu bu kıssa, burada hem temâm.

Mustafânın yüzü-suyu hurmeti,
Cümlemize müyesser kıl rahmeti.

Hazret-İ Hüseynin üstünlüklerİ, Kerbalâ olayı

Yüzüncü Menâkıb: 

Hazret-i Hüseynin menâkıbıdır. Hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” Kerbelâda, evlâd ve eshâbı şehâdet şerbetini içip, yalnız kaldıkdan sonra, Zeynel’âbidîn hazretlerini huzûr-ı şerîflerine çağırdı. Dedesinden ve babasından vedî’a bırakılan emânetleri ona verdi. Hazret-i Fâtımanın “radıyallahü teâlâ anhâ” Mushaf-ı şerîfini ve kimseye nasîb olmıyan ilmleri ona teslîm etdi. Kendisini Vâcib-ül vücûd hazretlerinin hükmüne bırakdı. Beyt:

Safâ zülâli [suyu] bir bağdan-bir bağa akdı,
Nûr, bir çırâğdan bir çırâğa akdı.

Emânetleri teslîm etdikden sonra, Cennet ziyâfetine gideceğini anlayıp, karâr kılıp, dostlar düğününe giderken süslenmek âdetdir, deyip, saçlarının ve yüzünün tozlarını giderip, kıymetli kumaşdan yeni elbiselerini giydi. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin sarığının sargılarını yeniledi. Şehîdlerin seyyidi hazret-i Hamzanın “radıyallahü teâlâ anh” kalkanını omuzuna alıp, Alî Mürtedâ “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin Zülfikârını kuşandı. Resûl-i ekrem hazretlerinin Zül-cenâh ismli burak gibi giden atına bindi. Mubârek eline ejderhâ gibi bir mızrak alıp, zînetlerini temâmlıyarak, ehl-i beytine [çoluk çocuğuna] vedâ edip, meâl-i şerîfi (Seni, Allahü teâlânın görmesi kâfidir) olan âyet-i kerîmeyi yâd edip, harb meydânına girdi.

Hayâtında hİzmet etdİğİ fâkîrİn, kabrİ başında vefâtı

Doksandokuzuncu Menâkıb: 

Hazret-i emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” âhırete sefer etdikde, Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri merkad-ı şerîfine [mezârına] defn etdiler. Geri dönerken, yolda bir fakîre rast geldiler. Hazîn ses ile figân ediyordu. Hâlini sorduklarında, cevâb verdi ki: Ey azîzler! Ayrı düşmüş bir garîbim. Mihnetim çok. Gamımı paylaşacak kimse yok. Dediler: Yâ bu âna kadar gamını kim ile paylaşırdın. Dedi ki: Bir seneden beri, hergün bu şehrden bir şahs gelip, benim ile, ünsiyet eder, alâkalanırdı. Bütün ihtiyâclarımı te’mîn edip, giderdi. İ

smi nedir, dediler.

İsmini bilmiyorum. Sordum, cevâb vermedi ve benim merhametim Hak içindir, dünyâ şöhreti için değildir. Sûreti [yüzü] ve hey’eti [vücûdu] nasıldı, dediler.

Dedi ki: Ben a’mâyım. Ammâ, bu kadar bilirim ki, iki gündür yanıma uğrayıp, ahvâlimi sormuyor.

Dediler: Davranışları nasıldır.

Dedi ki: Meşgûliyyeti tesbîh ve tehlîl ile idi. Hattâ, tesbîh ve tehlîline meleklerden cevâb işitdim. Belki, kapı ve dıvârların ta’zîm etdiğini de his ederdim. (Miskîn miskîn ile garîb garîb ile oturur) buyururdu.

Şeyhzâdeler bu haberden giryân olup, dediler ki, ey dervîş: bu dediğin nişânlar, Alî bin Ebî Tâlibin nişânlarıdır.

Dedi ki: Ey mahdûmlar [oğullar]. Ona ne oldu.

Dediler, bir bedbaht onu şehîd etdi. Biz onun kabrinden geliriz. Dervîş o haberden muzdarib olup [üzülüp], figâna başladı.

Techîz, tekfînİ husûsunda oğullarına vasıyyetİ

Doksansekizinci Menâkıb: 

Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî, oğulları Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerine vasıyyet etmişdi: Ben vefât etdiğim zemân, beni tabutun üzerine koyunuz. Dışarı çıkarınız. Arneyn tarafına götürünüz. Orada bir beyâz taş görürsünüz. Ondan her tarafa ışık saçmakdadır. O yeri kazınız. Orada güşâde makâm bulursunuz. Beni oraya defn ediniz. Her ne şeklde vasıyyet eyledi ise yerine getirdiler. O yeri buldular. (Şevâhid-ün nübüvve)den alınmışdır.

Babasının vefâtında hazret-İ Hüseynİn duydukları

Doksanyedinci Menâkıb: 

Emîr-ül mü’minîn Hasen “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet ederler. Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh ve kerremallahü vecheh” vefât etdi. Dışarı gidiniz diye bir ses işitdik. Bu Hüdânın bendesini [kulunu] yalnız bırakınız, diyordu. Biz de dışarı çıkdık. Evin içinden bir ses geldi: Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri vefât etdi. Onun vasîsi şehîd oldu. Ümmetin hâfızı [koruyucusu] kim olsa gerekdir, dedi. Birisi de cevâb verdi: Her kim onların sırrını tutar ve onların izinden giderse, ümmetin bekçisi olur. Ses kesildi. İçeri girdik. Onu gasl olunmuş ve kefen sarılmış bulduk. Nemâzını kılıp, defn eyledik.

Ümmetden gördüğü sıkıntıları rü’yâda Resûlullaha arz etmesi

Doksanaltıncı Menâkıb:

Bir gün emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, dün gece Risâletpenâh “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini rü’yâda gördüm. Dedim ki: Yâ Resûlallah! Ümmetinden bana gelen bu mihnetler ve husûmetler nedendir. Buyurdu ki, (Onlar üzerine düâ eyle!) Dedim ki: Yâ Rabbî! Bana onlardan iyi karşılık ver. Onların üzerine benden dahâ az fâideli olanı getir. Hemen o günde düâsı müstecâb olup, şehîd oldu.

Hazret-İ Alînİn kabrİ hakkında

Doksanbeşinci Menâkıb: 

Emîr-ül mü’minîn Alî “kerremallahü vecheh” hazretlerinin kabr-i şerîfleri yeryüzü ile berâber olup [düz olup], örtülü idi. Bir gün Hârûn-ür-reşîd (Arneyn) tarafında avlanıyordu. Ahûlar [ceylânlar] da oraya gelmişdi. Onların üzerine, doğan [kuşu] salıp ve av köpeği gönderdiler ise de, geri dönerler idi. O yerin yaşlılarını getirip, bunun sırrı nedir, diye sordular. Dediler ki: Atalarımızdan bize böyle erişmişdir ki, emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin kabr-i şerîfi buradadır. Hârûn-ür-reşîd o sözü kabûl eyledi [doğrudur dedi]. Hayâtda olduğu müddetçe her sene gelir, o makâmı ziyâret ederdi.

Hazret-İ Alînİn techîz ve tekfînİ

Doksandördüncü Menâkıb: 

Rivâyet ederler ki, Allahü Sübhânehü ve teâlâ azze şânühü hazretleri Nûh alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâma gemi yap, diye buyurdu. O da gemiyi yapdı. Temâmladıkda, üç tahta artdı. Nûh aleyhisselâm buyurdu ki: Yâ Rabbel’âlemîn! Bu üç tahtayı ne yapayım. Allahü tebâreke ve teâlâ buyurdu ki, yâ Nûh! Benim bir dostum vardır. Ona Alî derler. Âhır zemânda gelir. Bu tahtalar ona tabut olmakdan gayri işe yaramaz. Bu tahtaları filan yere iletin. Orada bir kabr kazın. Bu tabutu o kabre defn edin. Meleklere emr edeyim. O kabri dostum o kabre varıncaya kadar [o zemâna kadar] ziyâret etsinler.

Nemâzda İken ayağındakİ okun çıkarılması

Doksanüçüncü Menâkıb:

Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü anh” hazretlerinin âdet-i şerîfleri bu idi ki, nemâza dursa, âlem alt-üst olsa, hiç haberi olmazdı. Hattâ rivâyet ederler ki, bir cengde, mubârek ayağına ok dokunup, demir kısmı kemiğe girmiş idi. Çıkmayıp, kemikde kaldı. Cerrâha gösterdiler. Cerrâh dedi ki, sana bayıltıcı bir ilâc içirmek îcâb eder. Aklın gitsin [bayılasın]. Ondan sonra demiri çıkarmak lâzımdır. Yoksa, bunun ağrısına tehammül edemezsin. Emîr-ül mü’minîn “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, buyurdu: İlâca ne lüzûm var. Sabr eyle. Nemâz vakti gelsin. Nemâza durdukdan sonra çıkar. Nemâz vakti geldi. Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri nemâza durdu. Cerrâh da, mubârek ayağını yarıp, kemik arasından demiri çıkardı. Cerâhat yerini sardı. Hazret-i Alî nemâzı bitirdi ve cerrâha sordu ki, çıkardın mı. Dedi, evet çıkardım. Fekat, hazret-i Alî, ben bu demiri çıkardığını duymadım, buyurdu. Ne güzel Alî ki, ne güzel nemâzı o kılmışdır. İbni Mülcem o mubâreğin bu ahvâline muttâli olduğu için, gözetip, nemâzda vurmuşdur [şehîd etmişdir].

İbn-İ Mülcem’İn hazret-İ Alîyİ şehîd etmesİ

Doksanikinci Menâkıb:

Hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” şehâdeti beyânındadır. (Lübâb-ül-elbâb) adlı kitâbda yazılıdır. Muhammed bin Cerîr Taberî der ki, emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” Nehrvân cenginden döndü. Abdürrahmân bin Mülcem ve Pîrek bin Abdüllah ve Amr bin Ebî Bekr; her üçü hâricîlerden idiler. Ric’at mezhebini tutarlar idi. O muhârebeden, çok insan katl olunduğu için korkmuşlardı. Üçü aralarında, Mu’âviye, Alî ve Amr bin Âs “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerini katl etmeyince, âlem, fitne ve fesâd ve muhârebeden kurtulmaz. İslâm kuvvetli olmaz. Eğer biz de katl olunursak, yine sevâb kazanırız. Zîrâ büyük fitneyi def’ etmek hayrlı işdir, diye andlaşdılar. Abdürrahmân bin Mülcem dedi; ben Alîye kâfi gelirim. Amr bin Ebî Bekr dedi; ben Amr bin Âsa kifâyet ederim. Pîrek dedi, ben Mu’âviyeye kâfi gelirim. Her üçü tedbîr aldılar ki, aynı günde ve aynı sâatde bu işi işleyeler. Abdürrahmân bin Mülcem; hazret-i Alîye “kerremallahü vecheh” vardı. Pîrek; hazret-i Mu’âviye tarafına gitdi. Amr bin Ebî Bekr, Mısra Amr bin Âs tarafına gitdi. Her biri bin dirheme bir kılınç almışdı ve zehr ile su vermişlerdi.

Hazret-İ Alînİn kâtİlİne Resûlullahın haberİ

Doksanbirinci Menâkıb: 

Bir gün Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, hazret-i Alînin rikâbını [atının özengisini] tutana, buyurdu ki; (Aliyyül Mürtedâ senin elinde şehîd olsa gerekdir.) O kimse işitip, çok üzüldü. Ağlıyarak Aliyyül Mürtedânın huzûruna geldi. Tedarru’ ve niyâz edip, dedi ki, yâ Alî! Kanım sana halâl olsun. Beni hemen bu ân katl eyle. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki, sebeb nedir ki, bu sözü söylersin. Utanarak dedi ki, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bana buyurdular ki, Alînin şehâdeti senin elinde olsa gerekdir. Bu yüz karalığı benden vâki’ olmadan dilerim ki, ben senin zülfikârın ile öleyim de, dünyâda ve âhıretde yüzü siyâh olmıyayım.

Terzİ İle gömleğİnİn kolunu kısaltırken konuşmaları

Doksanıncı Menâkıb: 

Fadl bin Sâlim “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri rivâyet etmişdir. Bir gün emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” pazara varıp, bir gömlek satın aldı. Terziye bunun yenleri [kol uçları] uzundur, kes dedi. Terzi, dedi ki: Kesmem, zîrâ kusûrlu olur. Hazret-i Alî; aybı benim, sen kes diye emr buyurup, kesdirdi. Terzi, hazret-i Alînin kim olduğunu bilmez idi. Hey, görün bu kişi mecnûn olmuş dedi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” bunu işitdikde, şâd ve handân olup, Elhamdülillahi teâlâ, dedi. Sordular, yâ Emîr-el mü’minîn! Bu beyhûde ve ma’kül olmıyan söze niçin hamd etdiniz. Buyurdular ki, bir gün, Fahr-i âlem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden işitdim, buyurdular ki: (Bir kimseye deli denilmedikçe îmânı temâm olmaz!) Niçin hamd etmiyeyim ki, bu kimse benim îmânıma şehâdet etdi.

Resûlullahın hazret-İ Alîye yer verdİrmesİ

Seksendokuzuncu Menâkıb:

Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Bir gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini bütün Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretleri ile ihâta edip [çevirip], oturmuş idik. O sırada hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” içeri girdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Eshâb-ı güzînin nûrlu yüzlerine, kim yer verecek diye bakdılar. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, Resûl-i ekrem hazretlerinin sağ tarafında oturmuş idi. Yerinden kalkıp, hazret-i Alîye yer verdi. Hazret-i Alî oturdukda, Habîb-i Rabbil’âlemîn hazretlerinin mubârek yüzünde, sürûr ve sevinç müşâhede olunup, Ebû Bekr-i Sıddîk hazretlerine teveccüh edip, buyurdular ki, (Yâ Ebâ Bekr! Fazîlet sâhibini, ancak fazîlet sâhibi bilir!)

Resûlullahın elİ, hazret-İ Alînİn elİ gİbİ olması

Seksensekizinci Menâkıb: 

Ebû Hüreyre “radıyallahü anh” hazretlerinden rivâyet edilmişdir. Bir gün Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr-ı şerîflerine vardım. Meğer önlerinde bir tabak içinde hurma var imiş. Mubârek avuçları ile bu bendenize bir avuç hurma ihsân etdiler. Saydım yetmişüç adet hurma geldi. Sonra hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anh” huzûr-ı şerîflerine vardım. Onların da önlerinde bir tabak hurma var idi. Yüzüme bakdı. Tebessüm edip, bir avuç hurma verdiler. Bunu da saydım. Temâmı yetmişüç adet hurma geldi. Hayretimi bildirmek için, hazret-i Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” huzûr-ı şerîflerine geldim. Bu hayretimi söyledim. Buyurdular ki; (Yâ Ebâ Hüreyre! Bilmez misin ki, Alînin yedi benim yedimdir. Adâletde berâberdir.)

Cİnnîlerİ îmâna getİrmesİ İçİn gİtmesİ

Seksenyedinci Menâkıb: 

Selmân-ı Fârisî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri rivâyet etmişdir. Yağmurlu bir günde mescidde, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzûr-ı şerîflerinde, Eshâb-ı güzîn “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerinden bir cemâ’at ile oturmuşduk. O sırada yüksek ses ile birisi, Esselâmü aleyküm, dedi. Hepimiz sesi işitdik. Ammâ selâm vereni görmedik. Hazret-i Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” selâmı alıp, bize buyurdu ki; (Cin tâifesinden kardeşiniz, selâmını alınız!) Hepimiz, aleyküm selâm, dedik. Fahr-i âlem hazretleri buyurdular ki, (Sen kimsin!). Yâ Resûlallah! Köleniz, cin tâifesinden Şemrah oğlu Arfetâyım. Hazret-i Habîbullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki, (Merhabâ yâ Arfetâ! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri sana rahmet eylesin. Kendi sûretin ile bize görün!) O ân bir kıllı kimse zâhir oldu ki, yüzünü saçı bürümüş, iki gözleri bir tarafda, ağzı göğsünün üzerinde ve fil dişleri gibi dişleri var ve tırnak yerine kıymıkları var.

Güneşİn hazret-İ Alî İçİn İkİ kere batarken gerİ çevİrmesİ

Seksenaltıncı Menâkıb: 

Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretleri, hazret-i Alî “radıyallahü anh” için, iki kerre güneşi batıdan geri döndürdü. Birisi, Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin zemânlarında idi. Ümm-ü Seleme ve Esmâ binti Ümeys ve Câbir bin Abdüllah-el Ensârî ve Ebû Sa’îd-il Hudrî “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretleri rivâyet etmişlerdir. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bir gün se’âdethânelerinde oturuyorlardı. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” da huzûrlarında idi.

Eskİ kİtâblarda hazret-İ Alîden bahs edİlmesİ

Seksenbeşinci Menâkıb:

Hayye-i Arabî, emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin eshâbından idi. Dedi ki: Hazret-i Mu’âviye ile muhârebe sırasında, hazret-i Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü anh” ile bir deryâ kenârında konakladık. O sırada bir kişi geldi. Dedi ki: Esselâmü aleyküm, yâ Emîr-el mü’minîn! Hazret-i Emîr-ül mü’minîn, ve aleyküm selâm, dedi. O kişi dedi: Ben Şem’ûn bin Yuhannâyım, şu kilisenin sâhibiyim, diyerek bir bina gösterdi. Bizim yanımızda bir kitâb vardır. Bu kitâb mîrâs yolu ile Îsâ “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” eshâbından intikâl etmişdir. Eğer dilersen, o kitâbı tarafınıza okuyayım. Eğer dilersen, huzûr-ı şerîfinize getireyim. Hazret-i Emîr-ül mü’minîn buyurdu ki; Oku. O kişi okumağa başladı. Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” şerefli vasflarından ve ümmetinin sıfatlarından yazıyordu. Sonunda okuduğu bir gün, (Bir deryâ kenârına bir kişi konar. Peygambere yakın olur, Zemânın ehlinden ve dinde, Peygambere yakın olur. Müşrikleri dize getirir. Magrib ehli ile savaşır,) yazısını okudu. Ondan sonra o kişi dedi ki: (Peygamber çıkdı. Ona îmân getirdim. Siz burada konakladınız. Huzûrunuza geldim. Hayâtda olduğum müddetce hizmetinizde olayım.)

Kûfeden gelen askerİn sayısını önceden bİlmesİ

Seksendördüncü Menâkıb:

Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” Kûfeden asker istedi. Bir takım söz ve hareketden sonra, asker gönderdiler. Gelmezden evvel hazret-i Alî buyurdu ki: Kûfeden iki bin er ve de bir kişi geliyor. Eshâbdan biri, bu sözü işitdim, o askerleri bir bir saydım, buyurduklarından ne eksik, ne fazla idi, dedi.

Hazret-İ Alînİn Kerbalâ dakİ sözlerİ

Seksenüçüncü Menâkıb:

Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” bir seferinde Kerbelâya uğradı. Sağına ve soluna bakdı. Giryân-giryân [ağlıyarak] geçdi ve buyurdu ki: (Vallahi onların develerinin çökeceği ve onların katl olunacakları makâm burasıdır.) Eshâbı dediler: Ey Emîr-el mü’minîn! Bu ne makâmdır. Buyurdu ki: (Burası Kerbelâdır. Bu yerde, bir kavm katl olunsa gerekdir. Onlar hesâbsız Cennete girerler.) Hiç kimse bu sözlerin ma’nâsını hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin vak’ası oluncaya kadar anlamadı.

Hazret-İ Hüseynİn şehİd olacağını haber vermesİ

Seksenikinci Menâkıb:

Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” Berâ’ bin Âzibe dedi ki, (Benim oğlum Hüseyn katl olunsa gerekdir. Sen o vaktde ona yardım etmiyeceksin.) Emîr-ül mü’minîn hazret-i Hüseyn “radıyallahü teâlâ anh” şehîd oldu. Berâ’ bin Âzib, hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” doğru söyledi. Hazret-i Hüseyn katl olundu. Ona yardım yapamadığıma pişmânım, dedi.

Haccâc’ın Kanber’İ şehîd etmesİ

Seksenbirinci Menâkıb: 

Haccâc bir gün dedi ki, isterim Ebû Türâbın [Hazret-i Alînin] eshâbından birini katl edeyim ki, Hak Sübhânehü ve teâlâ hazretlerine yaklaşayım. Hazret-i Alînin “radıyallahü anh”, kölesi Kanber ile sohbet etmiş olduğunu hiç kimse bilmezdi. [Hazret-i Alînin en çok sohbet etdiği kimselerden idi.] Haccâc, Kanberi çağırtdı ve dedi ki,

Kanber sen misin.

Kanber, evet benim dedi.

Haccâc, Alî ibni Ebî Tâlib senin Mevlân mıdır, dedi.

Kanber, benim Mevlâm Allahü teâlâ hazretleridir. Emîr-ül mü’minîn hazret-i Alî velîm ve sebeb-i ni’metimdir.

Haccâc dedi: Seni katl etmek isterim. İhtiyârınla nasıl katl olunmak istersin.

Bİr kİmseye, senİ Haccâc öldürecek buyurması

Sekseninci Menâkıb:

Haccâc-ı Yûsüf “Allahü teâlâ müstehâkını versin”, Kümeyl bin Ziyâdı “radıyallahü teâlâ anh”, çağırdı. Kümeyl ondan kaçdı. Haccâc-ı zâlim, Kümeylin akrâbalarının vazîfelerine son verdi. Kümeyl bunu işitdi ve dedi ki: Benim ömrüm zâten bitmişdir [yaşlandım]. Benim sebebim ile, kavmimin mahrûm olması lâyık değildir. Haccâcın yanına vardı. Haccâc dedi ki, isterim ki, seni öldüreyim. Kümeyl dedi ki: Benim ömrüm az kalmışdır. Ne diler isen onu yap. Bizim va’demiz yakındır. Benim ölümümden sonra hesâb vereceksin. Bana emîr-ül mü’minîn Alî “kerremallahü vecheh ve radıyallahü teâlâ anh” haber vermişdir ki, seni Haccâc öldürecekdir. O zâlim onun boynunu vurdu.

Hazret-İ Alînİn İsâbetlİ görüşü

Yetmişdokuzuncu Menâkıb: 

Cündeb bin Abdüllahil Ezdî diyor ki: Cemel ve Sıffîn harblerinde; emîr-ül mü’minîn Alî “kerremallahü vecheh” hazretleri ile berâber idim. Benim hiç şübhem yok idi ki, hak Emîr-ül mü’minîn hazretleri tarafındadır. Ne zemân ki, Nehrvâna konduk. Benim gönlüme bir şübhe düşdü. O cemâ’ati katl etmek gâyet büyük işdir. Sabâhleyin askerden ayrıldım. Yanımda bir matara su var idi. Bir yerde kılıncımı yere dikdim. Kalkanı üzerine asdım. Gölgesine oturdum. Hazret-i Alî “kerremallahü vecheh” yanıma çıka geldi. Sordu, yanında hiç su var mıdır? O matarayı önüne koydum. Aldı. O kadar uzağa gitdi ki, görünmez oldu. Yine geri geldi. Abdest alıp, kalkanın gölgesine oturdu. O sırada bir atlı geldi. Emîri görmek istediğini söyledi. Hazret-i Alî kabûl buyurdu. O atlı dedi ki: Ey Emîr-el mü’minîn! Muhâlifler Fıratı geçdiler. Ve suyu kesdiler. Buyurdu ki: Hâyır, onlar suyu geçememişlerdir. Bu sözü söylerken, bir şahs dahâ geldi. Vallahi ben onların sancaklarını suyun öte tarafında gördüm, dedi. Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu; vallahi geçmediler. Nasıl geçerler ki, onların düşecek ve dökülecek yerleri buradadır. Ondan sonra durdu. Ben de durdum. Kendi kendime dedim; Elhamdülillah. Elime bir terâzî girdi ki, bu kişinin hâli bundan belli olur. Yâ o yalancı behâdırdır veyâ Allahü teâlâ hazretlerinden veyâ Resûlullah hazretlerinden hücceti vardır. Buna dayanarak bunu bilmişdir. Gönlümden dedim ki, yâ Rabbî! Seninle ahd etdim. Eğer suyu geçmiş olduklarını görürsem, o kimse ile [Alî “radıyallahü anh” ile] muhârebe eyleyen ben olacağım.

Hazret-İ Alînİn İşâretİ İle Fırat’ın suyunun azalması

Yetmişsekizinci Menâkıb: 

Kûfe ehâlisi dediler ki: Yâ Emîr-el mü’minîn. Fırat suyu bu sene azdı. Çok ekinleri zâyi’ eyledi. Ne olur, Allahü teâlâ hazretlerinden dileyesin ki, su az olsun. Hazret-i Alî “radıyallahü anh” se’âdethânelerine girdi. Halk kapıda beklerler idi. Sonra dışarı çıkdı. Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin cübbesini üzerine giymiş, mubârek sarığını başına koymuş, asâsını eline almışdı. At istedi. Ata bindi. Orada olanlar ve çocuklar etrâfında olmak üzere, Fıratın kenârına geldiler. Aşağı indi. İki rek’at nemâz kıldı. Durdu. Asâyı mubârek eline aldı, köprünün üstüne çıkdı. Hasen ve Hüseyn “radıyallahü teâlâ anhümâ” hazretleri de berâber çıkdılar. O asâ ile sudan tarafa bir def’a işâret eyledi. Su bir mikdâr azaldı. Buyurdu ki, bu kadar kifâyet eder mi. Hepsi dediler, yâ Emîr-el mü’minîn, kifâyet eder.

Sİyah kölenİn elİnİ kesmesİ ve bİİznİllâh tutdurması

Yetmişyedinci Menâkıb:

İmâm-ı Fahreddîn-i Râzî “rahimehullahi teâlâ” (Tefsîr-i kebîr)de nakl etmişdir. Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin sevenlerinden birisi bir siyâh köle idi. Bir gün onu hırsızlık yaparken tutup, hazret-i Alîye getirdiler. Hazret-i Emîr-ül mü’minîn sordu ki, (Sen mi hırsızlık etdin.) Evet ben hırsızlık yapdım, dedi. Elini kesdi. O siyâh köle, hazret-i Emîrin meclisinden çıkıp, gitdi. Yolda Selmân-ı Fârisî ve İbni Zekvâna “radıyallahü teâlâ anhümâ” rastladı. İbni Zekvân o siyâh köleye, elini kim kesdi, dedi. Siyâhî dedi ki: Emîr-ül mü’minîn kesdi. İbni Zekvân dedi: O senin elini kesdi, sen onu medh ediyorsun. Dedi ki, niçin medh etmiyeyim ki, muhakkak elimi hak üzerine kesdi ve beni Cehennem ateşinden halâs eyledi. Selmân “radıyallahü teâlâ anh” bu sözü siyâh köleden işitip, geldi, Alîye “radıyallahü teâlâ anh” haber verdi. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” o siyâh köleyi çağırdı. O kesilen elini yine bileği üzerine koydu. Bir mendil ile örtdü. Düâ etdi. Sonra bir ses işitdik, gökden ki, hazret-i Emîre emr eyledi. Örtüyü kaldır. Örtüyü aldı. Eli Allahü teâlânın izni ile önceki durumuna gelmişdi.