10 Nisan 2010 Cumartesi

HASTA ZİYARETİ

Hasta bir mü'mini ziyaret etmek Peygamberimizin (s.a.s) sünnetidir. O, hastaları ziyaret eder, mü'minlere de hasta ziyaretini tavsiye ederdi (Buhârî, Cenâiz, 2; Müslim, Libâs,114). Hasta bir mü'mini ziyaret eden kişi hem hastaya moral vermiş olur, hem de kendisi sevap kazanır (Tirmizî, Edep, 45; Nesâî, Cenâiz, 53).
İnsan, hasta olmadıkça sağlığının kıymetini bilemez. Hastalıklar imtihandır. Kaza ve kadere inanan bir mü'min için hastalıklara karşı tevekkül göstermek ve istircâ etmek (Allah'a teslimiyet) gerekir. Allah'ın her hastalığın şifasını yarattığı unutulmamalıdır (Buhârî, VII,158). "Rasûlullah, karın ağrısından şikayet eden bir hastaya "bal içmesini" tavsiye etmişti" (Buhâri, VII, 159). Bu, bir "tedavi" öğütüydü.

Peygamberimiz (s.a.s) hastaların ziyaret edilmesini, cenazelerin takip edilmesini, zira bunların "ahireti" hatırlatacağını söylemiştir (Buhârî, Cihâd 171; Atime, I). Hastaları ziyaret ettiğinde elini hastanın alnına kor, hastanın elini kendi eli içine alır, şefkatle hatırını sorar: "Geçmiş olsun, inşallah hastalığın günahlarını temizler. "buyurur (Buhârî, Tevhid 31) ve hasta için dua ederdi. Kıyamet günü Allah Teâlâ'nın, " Falan kulum hastalandı da sen onu ziyaret etmedin, etseydin beni onun yanında bulacaktın" diyeceğini bir kudsî hadisinde bize bildiren Rasûlullah (Müslim, Birr, 43), Hz. Âişe'nin nakline göre ailesinden hasta olan birine şöyle dua ederdi: "Ey insanların Rabbi olan Allah'ım! Bu ızdırabı gider. Şifayı veren sensin, senden başka kimse şifa veremez" (Tirmizî, Cenâiz, 4; Ebû Dâvud, Tıb, 17). Yine o şöyle buyurmuştur: "Vücudunun ağrıyan yerine elini koy ve üç defa Bismillah dedikten sonra yedi kere şöyle de; " Hissettiğim hastalığın zararından ve tehlikesinden Allah'ın yüceliğine ve kudretine sığınırım" (Tirmizî Tıb, 32; Hanbel, I, 239).
Eğer hasta, ölüm hastası ümitsizse, ona kelime-i tevhîd telkin edilir (Buhârî, İsti'zân, 29). Hasta yanında daima hayır konuşulur. Ban rivayetlere göre Yasin ve Ra'd suresi okunur.
Rasûlullah (s.a.s), mü'min, gayr-i müslim ayırdetmeden hasta olan bütün insanları ziyaret etmiştir (Ahmed b. Hanbel, III, 175). Hasta ziyareti gerçek müslüman için bir görevdir. Çünkü Rasûlullah, mü'mileri bir vücudun organları gibi birbirine bağlı görmüş, "Sevilmede, merhamet ve şefkatte mü'minleri bir vücut gibi görürsün. O vücudun herhangi bir azası rahatsız olursa diğer azalar da onunla beraber ızdırap duyarlar" (Buhârî, VIII, 12) buyurmuştur.
Rasûlullah, müslümanın müslüman üzerindeki beş hakkından söz ederek şöyle buyurmuştur: "Onunla karşılaştığında selâm ver, seni davet ederse icabet et, senden nasihat isterse nasihat et, aksırır da Allah'a hamdederse ona yerhamükallah' de, hastalandığında ziyaret et, öldüğünde cenazesini takip et"(Tirmizî, Edeb,1; Nesâî, Cenâiz, 52; İbn Mace, Cenâiz, I).
En güzel ahlâkı yaygınlaştıran Allah'ın Rasûlü Hz. Muhammed (s.a.s) en insanî duygularla donatılmış bir yardımlaşma ve kardeşlik ortamı oluşturmuştur. Hasta ziyareti, insanî duygulardan biridir. Çünkü hasta, kendini yalnız hissetmez, ölüm karşısında kendini biçare görerek bedbaht ve ümitsizliğe düşmez, acıları hafifler. Yahudi bile olsa, Rasûlullah'ın yaptığı gibi hasta ise ziyaretine gidilir. Enes b. Malik'ten rivayet edilen hadiste şöyle denilmektedir:
Rasûlullah (s.a.s)'e hizmet eden bir köle vardı. Bir gün bu köle hastalandı. Hz. Peygamber (s.a.s) onu ziyaret için geldi ve başucuna oturdu. Ona: " Müslüman ol" dedi. Köle yanında, olan babasına baktı. Babası: "Ebu'l Kasım'a itaat et" dedi. Köle de müslüman oldu. Nebi (s.a.s) dışarı çıkarken şöyle buyurdu: "Onu ateşten kurtaran Allah'a hamdolsun" (Buhârî).
Mü'min kullar hastalıklarından dolayı ziyaretçilerine şikayet etmezlerse, Allah onu azad eder, hastalıktan önceki etine karşılık daha iyi et, kanına karşılık daha iyi kan verir, sonra sıhhat bulur ve yeniden işe başlar. Hastalık halinde ne hasta, ne de ziyaretçiler sabırsızlık göstermemelidirler. Kahırlanmak, feryat ve figan ederek ağlanıp sızlanmak hatta ölümü istemek iyi değildir. Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "Kendisine isabet eden bir zarardan dolayı sizden biriniz ölümü istemesin. Eğer mutlaka istiyorsa şöyle desin: Allah'ım. Benim için hayat hayırlı ise bana hayat ver, ölüm hayırlı ise beni öldür" (Buhârî, VII, 157). Hasta olan birine sen hastasın yani şu hastalığın var denildiğinde hastanın "ben hastayım" demesi gerekir. Çünkü bu durumda sadaka ve hastalıkların gizlenmesi (sünneti)ne aykırı gelinmiş olmaz. İbn Mesud, bir gün Hz. Peygamber'in yanına gitmiş ve onu sıtmadan titrerken bulmuştu. Elini dokundurmuş ve ateşini yükseldiğini görmüştü. Rasûlullah da " Evet sizden iki kişinin ateşi kadar" demişti. Yani doğru davranış, ne hastalığı gizlemek, ne de onu abartmaktır (Hâkim, I, 339; Buhârî-Müslim). Erkeğin, kadın hastayı usulüne uyarak ziyaret etmesinde sakınca yoktur (Ebû Dâvûd, II, 85). Hatta mü'min, fasık müslümanı da ziyaret etmelidir. Çünkü fasık da olsa müslümandır. Ziyaretçinin bütün amacı hastayı yalnız olmadığına inandırmak, onu ümitlendirmek, moral ve yaşama sevinci vermektir. Hastaların psikolojik hali ölüm düşüncesine meyillidir. Bu durumda hastaya Allah'ın buyruklarından hiçbir nefsin zamanı gelmeden ölmeyeceği, her ömür için kararlaştırılmış bir zamanın bulunduğunu ve bu zaman gelince hiçbir gücün onu öne alamayacağı gibi geciktiremeyeceği de söylenmelidir (Sebe, 34/30; el-A'râf, 7/34; Hud, 11/3). Hastaya, canı çeken şeylerden hediye götürmek adaptandır. Zaten hastalıkta insanın canı çekip alamadığı, yiyemediği şeyler vardır (İbn Mâce, Cenâiz, 1).
' Yine, hasta zaman zaman yakınlarından sorulmalıdır. Bir ziyaretten sonra hastayla ilgiyi kesmek, sünnetten kaçınmak gibidir (Buhâr"ı, İstizan, 29).
Rasûlullah bir müslüman hastayı ziyaret etmiş, ona şöyle dua etmeyi öğretmiştir. "Allahümme atina fıddünya haseneten ve fıl ahireti haseneten ve kına azabennar. Allah'ım. Bize dünyada türlü türlü iyilik ver, ahirette de sayıya hesaba gelmez iyilik ver ve bizi cehennem azabından koru" (el-Bakara, 2/201; Tirmizî, Daavât, 112).
Şamil İA

HAŞİMÎLER

Peygamberimizin atası Abdülmenaf'ın oğlu Hâşim'in soyundan gelenlere verilen isim.
Hâşim ticaretle uğraşan zengin ve cömert biriydi. Asıl adı Amr'dır. Rivayete göre, bir kıtlık yılında Filistin'e giderek oradan un satınalmış ve Mekke'ye getirerek ekmek yaptırmış, kestirdiği hayvanların et suyuna ekmek dağıtarak tirid ikramında bulunmuştur. Bu nedenle Arapça'da kırmak anlamına gelen (heşeme) fiilinden müştak olan Hâşîm adı verilmiştir (Ebu Ca 'fer Muhammed b. Cerîr et-Taberi, "Tarîhü'r-Rusül ve'l-Millûk" nşr. Anneles III,1088; Ibnu Hişam, "es-Sîretil'n-Nebeviyye, I, 107).
Taberi'ye göre; Hâşim, Rûm ve Gassân hükümdarlarından Kureyş için dokunulmazlık hakkı sağlamış, Şam'a yaz seferleri, Yemen'e de kış seferlerini O ihdas etmiş bilahere bu, bir âdet haline gelmiştir. Yine Taberî'nin rivayetine göre Haşîm bir seferinde Medine'ye uğramış, Amr b. Zeyd'e misâfir olmuş, Amr'ın kızı Selma'yı görüp onunla evlenmek istemişti. Baba, kızının kendi yanında doğum yapmasını şart koştu. Haşîm de bu şartı kabul edip Şam'a gitti. Dönüşünde Selma ile evlendiler. Haşîm, Selma'yı alıp Şam'a götürdü. Doğum yapma günü yaklaşınca O'nu alıp Medine'ye babasının evine getirdi, kendisi tekrar Şam'a döndü.
Hâşim'in dört oğlu ve beş kızı vardı. Soyu, çocuklarından Şeybe (Abdulmuttalib) ile devam etmiş ve bu soydan gelenlere Hâşimoğulları (Benu Hâşim) denmiştir. Hâşim'in, Abdulmuttalib'den başka erkek çocuklarının nesilleri devam etmemiştir (Taberî, a.g.e., III, 1082).
Haşîmîler Kureyş Kabilesinin bir koludur. Peygamberimiz de bu boydandır. Haşîmîler İslâmiyetten önce de hem Mekke'nin hem de Kureyş Kabilesinin yöneticisiydi. Çok onurlu bir iş sayılan Kâbe bekçiliği ve hac işlerine bakmak da aynı ailenin elindeydi.
Haşîmîler ile Kureyş Kabilesi'nin bir başka kolu olan Emevîler arasında öteden beri bir çekişme vardı. Rivayete göre Haşîm ile kardeşi Abdu Şems ikiz olarak dünyaya gelmişler bunlardan birinin parmağı diğerinin alnına yapışık iken ayrılmış bu esnada kan akmış, bundan da ileride bu iki kardeş arasında kan döküleceği sonucu çıkarılmış (Taberî, a.g.e, III, 1089).
İslâmiyet'ten sonra bu çekişme bir süre diner gibi olur. Ancak Haşimîler'den olan Hz. Ali'nin halife seçilmesiyle çekişme yeniden alevlenir. Emevîlerden Muaviye Şam'da güçlü bir yönetim kurmuş ve Hz. Ali'ye isyan edip, savaş açmıştı. Yenilmek üzere olan Muaviye, entrika ile savaşı kendi lehine çevirmeyi başarmış neticede mücadeleden galip çıkmıştı. Bundan sonra Emevîler, İslâm Dini'nin getirdiği, halifeliğin şûra ile belirlenmesi usulünü kaldırdılar. Halifelik babadan oğula geçen bir saltanat kurumu haline geldi. Ancak bu durum çok sürmedi. Halk yer yer Emevîlere karşı direnişe geçti. Bu arada Hz. Ali'nin oğlu Hasan, zehirlenerek öldürüldü. İkinci oğlu Hüseyin ise bütün aile üyeleriyle birlikte Kerbelâ'da kılıçtan geçirilerek şehid edildi. Fakat sonradan Emevîler, Hâşimîlerin bir kolu olan Abbasioğulları (Peygamberimizin amcası Abbas'ın soyundan gelenler) tarafından ortadan kaldırıldılar. Son Emevî hükümdarı Mervan el-Himer (eşek Mervan) da öldürüldü ve iktidarları böylelikle son buldu (132/750).
'Tarihe Abbâsî saltanatı adıyla geçen Haşîmoğulları'nın bu seferki iktidarları, Ebu'l-Abbâs es-Saffah (kan dökücü) ile başladı. Moğol hükümdarı Hülâğu'nun saldırılarına maruz kalan bu devlet de 1258 tarihinde ortadan kaldırıldı.
Haşîmoğulları bu tarihten I. Dünya savaşına kadar Mekke Şerifliği gibi sembolik ve mahalli bir görevin dışında önemli bir rol oynamadılar. Mekke Şerifi Hüseyin b. Ali (1852-1951), İngilizlerle anlaşarak I. Dünya savaşında Osmanlılara karşı ayaklanmış, Osmanlılar yenilerek Arap topraklarından çekilince kendisini Hicaz kralı ilân etmişti (1916).
Daha sonra Necid prensi (Suudi Arabistan Devleti'nin kurucusu) Abdülaziz b. Suud (1880-1953), Hüseyin'i Hicaz'dan çıkarttı. Ancak Hüseyin İngilizlerin desteğini sağlayarak oğlu Faysal'ı Irak'a, Abdullah'ı da Ürdün'e kral yaptırdı. Ürdün'e kral olan Abdullah, Filistin'in bölünmesi konusunda İsrail ile anlaştığı iddiasıyla Filistinli bir genç tarafından öldürüldü. Hâşimî iktidarı Irak'ta, 1958 yılına kadar sürdü. 14 Temmuz 1958 günü, başta kral II. Faysal olmak üzere ailenin birçok mensubu öldürüldü ve yapılan askerî darbe ile Hâşimîlerin bu ülkedeki iktidarları son bulda.
Ancak bugünkü Ürdün kralı Hüseyin, kendisinin Haşîmî soyuna mensup olduğunu iddia etmektedir.
Halid ERBOĞA

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder