18 Nisan 2010 Pazar

CELÂLEDDÎN TEBRÎZÎ

Hindistan evliyâsının büyüklerinden. Tebriz taraflarında doğduğu için Tebrîzî nisbet edildi. Doğum târihi belli değildir. Celâleddîn lakabı verildi. 1345 (H.746) yılında Bengal bölgesinde vefât etti. İlim tahsîline hocası Ebû Saîd Tebrîzî'nin yanında başladı. Hocasının vefâtından sonra, Şihâbüddîn Sühreverdî hazretlerinden ilim öğrenip feyz aldı. Ferîdüddîn-i Attâr hazretlerinin nazarlarından istifâde etti. Hâce Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin vefâtından önce Hindistan taraflarına gitti. Onun sohbetleriyle de şereflendi. Kutbüddîn Bahtiyâr Kâkî ve Behâüddîn Zekeriyyâ ile sohbet etti.


Şihâbüddîn Sühreverdî'nin yanında Zâhirî ve bâtınî, maddî ve mânevî ilimleri öğrenen Celâleddîn Tebrîzî, hocasına hiçbir talebeye nasîb olmayan hizmetleri yaptı. Şihâbüddîn hazretleri, her sene hacca giderdi. Sonunda yaşlandı. Zayıf ve güçsüz oldu. Onun için bulundurulan yiyecekler, bünyesine pek uygun değildi. Bu sebepten Şeyh Celâleddîn Tebrîzî, hocası için bir tencere ile tencere altı yapıp başının üzerinde taşırdı. Bunu öyle yapmıştı ki, başını yakmazdı. Hocası yemek isteyince, hemen önüne sıcak yemek koyardı. O mübârek kimsenin duâsı bereketiyle çok yüksek makamlara kavuştu. Şihâbüddîn Sühreverdî bir gün hacdan dönmüştü. Bağdatlılar, huzûruna geldiler. Herbiri fakirlere verilmesi için para ve diğer hediyeler getirdiler. Bu arada bir ihtiyâr geldi ve eski elbisesinin cebinden bir gümüş çıkarıp verdi. Şeyh Şihâbüddîn, o bir gümüşü aldı, hediyelerin en üstüne koydu. Sonra orada bulunanlara; "Kime ne lâzımsa bunlardan alsın." buyurdu. Her biri kalkıp, para kesesi ve elbiseleri aldılar. Şeyh Celâleddîn Tebrîzî de orada idi. Ona işâret edip; "Sen de birşey al." buyurdu. Şeyh Celâleddîn kalktı. İhtiyârın getirdiği gümüşü aldı. Şeyh Şihâbüddîn bunu görünce; "Bunların hepsini sen aldın." buyurdu.

Şihâbüddîn Sühreverdî hazretlerinin yanında kemâl mertebesine kavuşan Celâleddîn Tebrîzî hazretlerinin kerâmetleri meşhûr oldu. Hülâgü'nün işgâl ettiği Bağdât'ta, halîfe olan Mu'tasım'ın katledileceğini, Allahü teâlânın izniyle, bir gün önceden işâretle haber verdi. Ertesi sabah halîfe hunharca katledildi.

Celâleddîn Tebrîzî, kırk sene gündüzleri hep oruç tuttu. On günde bir kendi ineğinden sağdığı sütten bir mikdâr içer, başka hiç bir şey yemezdi. Bütün gecelerini namazla geçirirdi. Gecede bin rekat namaz kıldığı olurdu.

Allahü teâlânın dînini yaymak ve kullarını ebedî olan Cehennem azâbından kurtarmak için çalışırdı. Müînüddîn Çeştî hazretlerinin hizmetinde bulunmak ve feyzlerinden istifâde etmek için Hindistan taraflarına gitti. Dehli'de bulundu. Onun yüksek derecesi, hâllerinin açıklığı, bâzı kimselerin kıskançlığına sebep oldu. Bunlar arasında zamanın Dehli Şeyh-ül-İslâmı da vardı. Necmeddîn Sugrâ adındaki bu kimse, onu çirkin bir suçla ithâm eyledi ve Bengal tarafına sürdürdü. Bengal'e gelince, bir gün bir su kenarında oturuyordu. Kalktı, yeniden abdest aldı ve orada olanlara; "Gelin, Dehli Şeyh-ül-İslâmının cenâze namazını kılalım. Zîrâ bu saatte vefât etmiştir." dedi. Gerçekten böyle söylediği an vefât etmişti. Namazdan sonra yüzünü insanlara çevirip; "Dehli Şeyh-ül-İslâmı bizi şehirden çıkardıysa, Rabbimiz de onu dünyâdan çıkardı." buyurdu.

Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker (kuddise sirruh), çocukken çok zikreder ve kendinden geçmiş bir hâlde bulunurdu. Öyle ki, ona insanlar; "Kâdı dîvâne çocuk" derdi. Bir defâ Celâleddîn Tebrîzî oraya geldi. "Burada bir derviş var mıdır?" dedi. "Bir çocuk vardır. Dîvâne hâldedir. Büyük mescidde düşmüş kalmıştır." dediler. Şeyh Celâleddîn onu görmeye gitti ve eline bir nar verdi. Çocuk oruçlu idi. O narı oradakilere taksim ettiler. Nardan bir tâne yere düşüp kaldı. İftar vaktinde, çocuk yaştaki Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker, o bir tâne ile orucunu açtı. O gün derecesi pek yükseldi. Kendi dedi ki: "Eğer o narı tamâmen yeseydim, kim bilir ne faydalara kavuşurdum." Şeker-Genc, Şeyh Kutbüddîn'e bu hikâyeyi anlattı. Şeyh buyurdu ki: "Bâbâ Celâleddîn ne verdiyse, senin için olan, yediğin o bir nar tânesinde verdi."

Bir vakitler Çin taraflarına gitti. Oranın insanlarının da huzur ve saâdete kavuşmaları için çalıştı. Bir dağ köyünde ikâmet etti. O köylüler ve çevre sâkinleri hep kâfir idi. Onun bereketiyle, bulunduğu köy ve çevresindekiler müslüman olmakla şereflendiler. Bir dergâh inşâ ettiler. Yıllarca orada insanlara feyz membaı oldu. Devlet ileri gelenleri ve diğer kimselerden birçok talebeleri oldu. Tayy-i mekân ve tayy-i zaman sâhibi olup, gitmek istediği yere Allahü teâlânın izniyle kısa zamanda varırdı. Dünyâ sanki ayağının altındaydı. Her gün sabah namazını Mekke'de kılardı. Her sene Arefe ve bayram günü insanların gözünden kaybolur. Hacca giderdi. Kimse onun nereye gittiğini bilmezdi.

Meşhûr seyyah ve âlim İbn-i Battûta, Seyahatnâme'sinde anlatır: "Çin taraflarında Celâleddîn hazretlerinin ziyâretine gittim. Onun ikâmet ettiği yere iki gün mesâfe kala, talebelerine misâfir oldum. Akşamleyin bana, nereden gelip nereye gittiğimi sordular. Onlara; "Ben Acem memleketinden gelip, Çin memleketine Celâleddîn hazretlerinin ziyâretine gidiyorum." deyince, onlar da onun talebeleri olduklarını söylediler. Bana; "Her gece yatsı namazından sonra Celâleddîn hazretleri yanımıza gelir, bir saat yanımızda kalır ve ondan sonra gider." dediler. Ben bu hâle çok sevindim ve hakîkaten yatsı namazından sonra talebeler bir telâş içine girdiler ve Celâleddîn hazretleri geldi. Biz orada onunla müşerref olduk, bir saat sohbet ettiler ve kalkıp gittiler. Sabah olunca, ben yine onun bulunduğu dağ köyüne hareket ettim. Yanına vardığım zaman elini öptüm. Benim memleketimi suâl ettiler. Acemistan olduğunu söyledim. Sonra şehrimi suâl etti. Bulunduğum şehri de ona söyledim. Sonra talebelerine; "Bu, benim bir Arab misâfirimdir. Ona çok izzet ve ikrâmda bulunun." buyurdu. Ben de; "Efendim! Ben Arab değilim, ben Acemim." dedim. Bana; "Yâ İbn-i Battûta! Senin falan deden Bağdât'tan oraya gitmiştir. Onun için senin aslın Arabdır. Ben de ona istinâden size Arab dedim." buyurdu. Daha önce, benim öyle bir şeyden haberim yoktu. Memleketime döndükten sonra araştırdım. Baktım, hakîkaten o hazretin buyurduğu gibi dedem, Bağdât'tan oraya hicret etmiş ve bizim esas soyumuz Arab imiş.

Celâleddîn hazretlerinin yanında bir müddet kaldım. Birçok kimsenin onu ziyâret için geldiklerini gördüm. Onların içinde inanmıyanlar da vardı. Onun sohbetinde bulunan bu inançsızlar, Allahü teâlânın izni ile hidâyete kavuşurlar, müslüman olurlardı. Öyle kalabalık olurdu ki, gelen misâfirleri evi almaz, mağarada yatarlardı.

Celâleddîn hazretlerinin üzerinde güzel bir elbise vardı. Kalbimden; "Keşke, şu elbiseyi bana verse de bereketlensem." diye geçirdim. Başka bir gün huzûruna vardığımda, bana; "Ey İbn-i Battûta, bu elbiseler bana hocamdan yâdigârdır. Buna rağmen iki parçadan birini sana vereceğim." deyip, elbisenin şal olan parçasını bana verdi. Onun bu söz ve hareketine hayret ettim. Çünkü bu isteğimi yalnız kalbimden geçirmiş, kimseye söylememiştim.

Gideceğim zaman, onun bulunduğu yere vardım ve vedâlaşmak istedim. Yanında edeble oturan bir şahıs gördüm. O anda beni yanına almadı. Bir müddet sonra beni huzûruna çağırdı. Talebelerine suâl edip, yanında bulunan şahsın kim olduğunu sordum. Yanında edeble oturan şahıs, kâfir olan, bu beldelerin pâdişâhıymış. Kısa bir zaman sonra yine Celâleddîn Tebrîzî'nin yanına gittiğimde, o kâfir pâdişâhın müslüman olduğunu öğrendim.

Ertesi sene yine Çin tarafına seyahat edip Hanbalık'a (Pekin'e) gittim. Sagurcî Zâviyesine vardım. Orada Burhâneddîn isminde büyük bir zât vardı. Onun ziyâretine gittim. Üzerime Celâleddîn hazretlerinin hediyesi olan şalı almıştım. O mübârek zâtın elini öpmek istedim. Benim yüzüme bakıp elini öptürmedi. Tutup, elimi kendisi öptü. Sebebini sorduğumda; "Ben, senin elini üzerindeki şal için öptüm. İlk önce şalı tanıdım. Ancak nereden elde edebileceğinizi düşündüm. Hocama râbıta ettim. Kendisinin hediye ettiğini söyledi. Ben de hocamın şalına hürmeten senin elini öptüm." dedi. Burhâneddîn hazretlerinin yanında bir müddet kaldım. Sohbetlerinde hep Celâleddîn hazretlerinden bahseder, onun çok büyük bir âlim ve velî olduğunu söylerdi. Bu durumdan sonra Celâleddîn hazretlerinin büyüklüğü kalbime daha çok yerleşti. Buradan yine onun bulunduğu dağlık bölgeye gittim ve onu ziyâret ettim. Beni görür görmez; "Yâ İbn-i Battûta! Şimdi de benim kardeşim olan Burhâneddîn'den anlat, onun durumu nasıldır acabâ?" dedi. Ben de iyi olduğunu ve selâmlar gönderdiğini söyledim. Sonra; "O, çok mübârek bir zâttır. Üzerinde hocasının şalı bulunan kimseye elini öptürmez ve o onun elini öper." dedi. Ben bu hâle çok hayret ettim ve şaşırdım. Bir müddet sonra yine ziyâretine gittiğimde; "Bundan birkaç ay evvel vefât etti." dediler."

Celâleddîn-i Tebrîzî vefât etmeden önce, vefâtını haber verdi. Vefâtından bir gün önce yanına gelen talebelerine; "Yarın öğle vakti, inşâallah ebedî sefere çıkacağım, onun için vedâlaşmak isterim. Zîrâ, bu dünyâda bir daha birbirimizi görmeyeceğiz." buyurdu. Hakîkaten, ertesi gün öğle vakti, namaz kılarken, son rekatın son secdesinde rûhunu teslim etti.

Köylüler yanına geldiklerinde kaldığı mağaranın yanında kazılmış bir mezar, üzerinde de kefen ve cenâze için gerekli şeyler durduğunu gördüler. Hemen cenâze işlerini tamamlayıp, namazını kıldıktan sonra kazılmış olan mezara defnettiler.

Talebelerine vasıyyetinde; "Benim size nasîhatim, Allahü teâlâdan korkarak, O'nun emir ve yasaklarına riâyet etmenizdir." buyurdu.

Celâleddîn-i Tebrîzî, Behâeddîn Zekeriyyâ'ya yazdığı bir mektubunda; "Allahü teâlâdan başka şeye gönül bağlamak, dünyâya tapmak demektir." buyurdu.

BENDE BİR GÜMÜŞ KALDI

Celâleddîn Tebrîzî hazretleri, Bedâyin şehrine vardığı sıralardaydı. Birgün evin önünde otururken, sokakta bir yoğurtçu göründü. O, yoğurt satmak behânesiyle eşkıyâlık yapıp milleti soyan bir adamdı. Celâleddîn-i Tebrîzî, ona acıdı. Merhametinden keskin nazarlarla bakıp; "Muhammed aleyhisselâmın dîninde, böyle adamlar da olur." buyurdu. Adam, hemen tövbe etti. Şeyh, ismini Ali koydu. Evine gidip yüz bin gümüş getirdi. Celâleddîn Tebrîzî hediyesini kabûl etti ve buyurdu ki: "Bu gümüşleri yine sen sakla, söylediğimiz yere harcarsın." Vel-hâsıl bu gümüşleri herkese, her muhtâca, verdiriyordu. Kimine yüz, kimine elli, kimine daha az, kimine daha çok verin diyordu. En az verdiği beş gümüş idi. Bu dağıtma işi bir müddet devâm etti. Bütün gümüşleri verdi. Sâdece bir gümüş kaldı. Tövbekâr olan bu talebesi, bundan sonrasını şöyle anlatır: Kalbimden; "Bende bir gümüş kaldı. Hocamın en az ikrâmı ise beş gümüştür, bir kimseye daha verin derse, ben ne yapacağım." diye düşünüyordum. Böyle düşünürken, bir dilenci çıka geldi. Şeyh bana: "Bir gümüşü de ona ver." buyurdu.

1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.382
2) Ahbâr-ül-Ahyâr; s.50
3) Rıhletü İbn-i Battûta, Beyrût-1960; s.612
4) Persian Literature; c.2, s.971
5) Siyer-ül-Ârifin; No. 12
6) Sefînet-ül-Evliyâ; s.93
7) Hazînet-ül-Asfiyâ; c.1, s.278
8) Nüzhet-ül-Havâtır; s.22
9) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.10, s.66

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder