3 Ağustos 2010 Salı

CİHÂD ve EMR-İ Bİ’L-MA‘RÛF

Dünyâ ve âhiret saâdetine ermek isteyen mü’minler, canlarını, mallarını ve Allâh’ın kendilerine lutfettiği bütün nîmetleri, ciddî gâyeler ve emeller uğrunda kullanmaya mecburdurlar. Ölüm ve ötesini düşünen bir insan için Allâh rızâsına kavuşmaktan daha mühim bir gâye olamaz. Kur’ân-ı Kerîm’de:
لَتُبْلَوُنَّ فِي أَمْوَالِكُمْ وَأَنفُسِكُمْ
“Muhakkak siz, mallarınız ve canlarınızla imtihan olunacaksınız…” (Âl-i İmrân, 186) buyrulmaktadır.
Bunun içindir ki, gâyesiz kullanılan nîmetlerin sonu hüsrandır. Âyet-i kerîmede buyrulur:
يَوْمَ لَا يَنفَعُ مَالٌ وَلَا بَنُونَ
(88)
إِلَّا مَنْ أَتَى اللَّهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ
(89)
“O gün, ne mal fayda verir ne de evlâd. Ancak Allâh’a kalb-i selîm ile gelenler (fayda bulur).” (eş-Şuarâ, 88-89)
Kula bahşedilen nîmetler, gaflet ve cehâletle el ele verirse, fert ve cemiyette hüsranlar ve huzursuzluklar meydana gelir. Eğer kalb-i selîm ile hareket edilirse, fertler kendilerini dünyâ cennetinde bulurlar. Cemiyet huzur ve saâdet ile dolar.
Ebû Saîd el-Hudrî -radıyallâhu anh- rivâyet eder:
Birgün Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e:
“–Yâ Rasûlallâh, en faziletli insan kimdir?” diye soruldu.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Allâh yolunda malıyla ve canıyla cihâd eden mü’min kişidir!” buyurdular. (Buharî, Cihâd, 2; Müslim, İmâret, 122, 123)
Bir başka hadîs-i şerîfte ise:
“Gerçek mücâhid, nefsine (hevâ ve heveslerine) karşı cihâd edendir.” (Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 2/1621) buyurmuşlardır.
Mü’minin saâdet zaferi, îmân ve faydalı işler meyânındadır. Hakîkî mü’min, elinden ve dilinden ümmetin istifâde ettiği kimsedir.
Sahâbeden Mus’ab bin Umeyr -radıyallâhu anh-’ın hâli ne güzeldir:
Mus’ab bin Umeyr -radıyallâhu anh-, Mekke’de birçok maddî imkânlara sâhip olmasına rağmen, onları kaybetmeyi göze alarak genç yaşta müslüman olmuştu. Anne ve babasının kendisini mîrastan mahrum bırakacağı şeklindeki tehditlerine aldırmayarak, İslâm’dan vazgeçmemiş, garîb ve fakir bir şekilde Medîne-i Münevvere’ye hicret etmişti. Orada çok gayretli bir şekilde tebliğ faâliyetine girmiş ve birçok insanın hidâyetine vesîle olmuştu.
Mus’ab -radıyallâhu anh- Uhud Harbi’nde Rasûlullâh       -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i müdâfaa ederken şehîd oldu. Bunun üzerine melâikeden biri Mus’ab’ın sûretine girerek onun taşıdığı sancağı aldı, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise henüz onun şehâdetinden haberdâr olmadıklarından alemdâra hitâben:
“Tekaddem yâ Mus’ab! (İlerle ey Mus’ab!)” buyurdu.
Bunun üzerine melek, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e doğru baktı. Böylece onun bir melek olduğunu fark eden Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mus’ab’ın şehîd düştüğünü anladı.
Daha sonra Mus’ab bin Umeyr’in mübârek nâşı bulunmuş, ancak o azîz şehîdi saracak bir kefen dahî bulunamamıştır. Mus’ab bin Umeyr, Kur’ân-ı Kerîm’de şu âyet-i celîle ile senâ edilen zevât-ı kirâmdandır:
مِنَ الْمُؤْمِنِينَ رِجَالٌ صَدَقُوا مَا عَاهَدُوا اللَّهَ عَلَيْهِ فَمِنْهُم مَّن قَضَى نَحْبَهُ وَمِنْهُم مَّن يَنتَظِرُ وَمَا بَدَّلُوا تَبْدِيلًا
“Mü’minlerden öyle yiğitler vardır ki, Allâh’a verdikleri sözü yerine getirip sadâkatlerini ispat ettiler. Onlardan kimi adağını ödedi; canını verdi, kimi de şehîdliği gözlemektedir. Onlar verdikleri sözü asla değiştirmediler.” (el-Ahzâb, 23)
Ayrıca Allâh Teâlâ şöyle buyurur:
إِنَّ اللّهَ اشْتَرَى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ أَنفُسَهُمْ وَأَمْوَالَهُم بِأَنَّ لَهُمُ الجَنَّةَ يُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِ اللّهِ فَيَقْتُلُونَ وَيُقْتَلُونَ وَعْدًا عَلَيْهِ حَقًّا فِي التَّوْرَاةِ وَالإِنجِيلِ وَالْقُرْآنِ وَمَنْ أَوْفَى بِعَهْدِهِ مِنَ اللّهِ فَاسْتَبْشِرُواْ بِبَيْعِكُمُ الَّذِي بَايَعْتُم بِهِ وَذَلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ
“Allâh, cennet mukâbilinde mü’minlerden canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar Allâh yolunda mücâdele ederler, öldürürler ve öldürülürler. Bu, Allâh’ın Tevrât’ta, İncîl’de ve Kur’ân’da taahhüd ettiği hak bir vaaddir. Verdiği sözde Allâh’tan daha sâdık kim olabilir? O hâlde yaptığınız bu alışverişten dolayı sevinin! İşte bu, en büyük kazançtır!” (et-Tevbe, 111)
Bu âyet-i kerîmenin nüzûl sebebi, tefsîrlerde şöyle îzâh edilir:
Yetmiş kişi ile Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bey’at edildiği “İkinci Akabe Bey’ati”nde Abdullâh bin Revâha:
“–Yâ Rasûlallâh! Rabbin ve Sen’in için bize istediğin şartı koşabilirsin.” demişti.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdu ki:
“–Rabbim için şartım, O’na ibâdet etmeniz ve hiçbir şeyi O’na şirk koşmamanızdır. Kendi hakkımdaki şartım ise, canlarınızı ve mallarınızı nasıl koruyorsanız, beni de öylece korumanızdır.”
Ashâb-ı kirâm sordular:
“–Böyle yaparsak bize ne vardır?”
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- cevâben:
“–Cennet vardır!” buyurunca, oradakiler:
“–Ne kârlı bir alışveriş! Bundan ne döneriz, ne de dönülmesini isteriz!” dediler. (İbn-i Kesîr, Tefsîr, II, 406)
Sahâbenin hayâtı, tam bir mücâhede örneğidir. Onlar, Allâh Rasûlü’nün kalbî derinliği ile şahsiyet kazandılar. Derecelerine göre, Allâh Rasûlü’nün hissiyâtı ile duygulandılar. Câlib-i dikkattir ki, Vedâ Haccı’nda 120.000 sahâbî mevcud idi. Bu kadar sahâbîden ancak 20.000’i Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevvere’de medfundur. Diğerleri ise, İslâm’ı tebliğ etmek ve îlâ-yı kelimetullâh için bütün dünyâya yayılmışlardır. Varabildikleri son nokta kabirleri olmuştur.
Onlar, din yolunda, fazîlet uğrunda mallarını ve canlarını vermekten aslâ kaçınmadılar. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz onlardan dînî bir gâye için yardım talebinde bulunduğu zaman, servet ve imkânlarını huzûr-i saâdete cömertçe döktüler. Hanım sahâbîler de, küpelerini, bileziklerini ve gerdanlıklarını çıkarıp fedâkârlıkta bulundular.
Sümeyye Hâtun, İslâm için canını infâk etmek sûretiyle ilk İslâm şehîdesi oldu.
Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-’ın âilesi, mücevherlerinin tamamını Allâh yolunda infâk etmişti.
Ömer bin Abdülaziz hilâfete geçince hanımı, bütün servetini beytülmâle bağışlamıştı.
Yine “Sâatü’l-Usre” (zorluk zamanı) diye vasıflandırılan Tebük Seferi günlerinde sahâbe hanımları, ne kadar huliyyâtları (süs ve takıları) varsa, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in önüne getirdiler. Onbir yaşında küçük bir mü’mine kız da, küçüklüğünde kulağına takılan küpeleri çıkaramayınca, heyecanından kulağını yırtarak onları çıkarttı ve bu kanlı küpeleri Allâh Rasûlü’nün önüne koydu…
Hazret-i Âişe vâlidemizin kız kardeşi olan Esmâ Hâtun’un son zamanlarında gözleri görmüyordu. Oğlu Abdullâh bin Zübeyr, Allâh yolunda harbe çıkacaktı. Üzerine bir zırh giymişti. Esmâ -radıyallâhu anhâ-, elini oğlunun üzerine sürünce, onun zırh giydiğini fark etti ve:
“–Oğlum, yoksa sen de korkaklar gibi zırh mı giydin? Çıkar onu!” dedi.
Hansâ Hâtun, dört oğlu ile birlikte Kadisiye Muhârebesi’nde bulunmuştu. Harpten önceki akşam onlara şöyle nasihat etti:
“Evlâdlarım! Siz kendi isteğinizle Müslüman oldunuz. Kendi irâde ve ihtiyârınızla vatanınızı bırakıp buraya geldiniz… Siz de bilirsiniz ki Cenâb-ı Allâh, kâfirlerle muhârebe eden mü’minlere ne kadar büyük mükâfatlar hazırlamıştır. Mâlûmunuz olsun ki, bâkî olan âhiret yurdu, fânî olan dünyâ evinden daha hayırlıdır. Cenâb-ı Hak:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اصْبِرُواْ وَصَابِرُواْ وَرَابِطُواْ وَاتَّقُواْ اللّهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
“Ey mü’minler! Sabredin, (düşmanlarınıza karşı) sebat gösterin, (cihâd için) hazır ve râbıtalı bulunun, (nöbet tutun). Allâh’tan korkun, (O’nun emir ve yasaklarını gözetin) ki felâh bulasınız.” (Âl-i İmrân, 200) buyuruyor.
O hâlde inşâallâh yarına sağ çıktığınız takdirde gözünüzü açarak ve Allâh’tan düşmanlarına karşı yardım dileyerek muhârebeye girişin. Eğer harbi kızışmış ve şiddetlenmiş görürseniz ta ortasına yönelip düşman askerlerinin hiddet ve şiddet vaktinde reisleriyle çarpışın. Zafere nâil olur, ganîmet alır ve Cennet-i Âlâ’da da ikram görürsünüz.”
Ertesi gün sabahleyin oğulları analarının bu nasihatini tutarak harbe girişti ve büyük bir cengâverlikle vuruşarak dördü birden şehîd oldu. Evlâdlarının şehîd olduğu haberi Hansâ Hâtun’a ulaşınca:
“Beni evlâdlarımın şehâdeti ile şereflendiren Allâh’a hamdolsun. Yüce Rabbimden beni onlarla, nihâyetsiz olan rahmetinde birleştirmesini niyâz ediyorum.” diye şükür ve duâ etti. (İbn-i Abdi’l-Berr, el-İstîâb, IV, 1827-29)
Müslüman olmadan önce kardeşlerinin ölümü üzerine yazdığı mersiyelerle dillere destan olan bu şâir kadın, Allâh’a îmânın tadına vardıktan sonra öz evlâdlarını kendi lisân kuvveti ile şehîdliğe teşvîk etmiş ve ciğerpârelerinin dördünün birden Allâh yolunda şehîd olduğunu duyunca da Allâh’a hamd etmiştir.
İşte bunlar, mallarını ve canlarını Allâh yolunda infâk eden müstesnâ annelerimizden birkaç misaldir.
Şunu iyi anlamak gerekir ki, Allâh yolunda mal ve can ile cihaddan maksat, yalnız kılıç harbi değildir. Kılıç, zulmü kaldırmak, hakkı tevzî etmek gibi zarûret hâllerinde kullanılan bir demir parçasıdır. Esas fetih, gönüllerin fethidir.
Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de insanları hidâyete kavuşturma gâyesiyle “Allâh yolunda cihâd etme”ye dâir pek çok ifâde yer almaktadır. Ancak bunların mahdud bir kısmında sıcak savaş demek olan kıtalden bahsedilir. O da zarûret hâlindedir. İslâm’da müdâfaa veya îlâ-yı kelimetullâh, yâni Allâh’ın kelimesini yüceltmek gâyesi dışında yapılabilecek bir harp yoktur. Sırf toprak veya maddî menfaat elde etmek için yapılan savaşlar, insanlığın yüz karası bir zulümdür. Hâlbuki İslâm’da savaş, mutlakâ hakkı tevzî, hidâyetlere vesîle olmak ve zulmü bertaraf etmek gibi ulvî gerekçelere istinâd eder. Zîrâ Kur’ânî ifâdeyle:
مَن قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ أَوْ فَسَادٍ فِي الأَرْضِ فَكَأَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَمِيعًا
“…Kim, kâtil olmayan ve yeryüzünde fesat çıkarmayan bir kimseyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim (de) bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur…” (el-Mâide, 32)
Bu bakımdan insanlığın kurtuluşu için yapılacak her türlü gayret ve hizmetler, cihâdın bir parçasıdır.
Tevbe Sûresi’nin 103. âyetinde şöyle buyrulur:
خُذْ مِنْ أَمْوَالِهِمْ صَدَقَةً تُطَهِّرُهُمْ وَتُزَكِّيهِم بِهَا وَصَلِّ عَلَيْهِمْ إِنَّ صَلاَتَكَ سَكَنٌ لَّهُمْ وَاللّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
(Ey Peygamber!) Onların mallarından sadaka (ve zekât) al ki, bununla onları (kir ve günahlardan) temizleyesin, onların (sevaplarını) artırıp yüceltesin! Ve onlara duâ et! Çünkü Sen’in duân, onlar için sükûnettir (onların ıztıraplarını yatıştırır). Allâh çok iyi işiten ve bilendir.”
Âyet-i kerîmedeki “Sadaka al!” emrinden sonra sahâbe-i kirâm arasında infak seferberliği başladı. Herkes nesi varsa, Allâh Rasûlü’nün önüne döktü. Hiçbir şeyi olmayanlar ise, dağdan odun kesip satarak, sırtlarında su çekerek kazançlarını Allâh Rasûlü’ne getirdiler. Maddî ve mânevî güçlerini, dünyâ hayâtının gel-geç lezzetlerinde zâyî etmeyip, âhiret yoksulu olmaktan kaçındılar. Malın ve mülkün hakîkatte Rabbe âit olduğunun, kulun ancak muayyen bir zaman için onların sâdece emânetçisi olabileceğinin şuûru içinde yaşadılar. Şu kısacık dünya hayâtını, ebedî bir âhiret saâdeti kazanabilmek için sarfetmeye çalıştılar.
Nitekim birgün Tebük Seferi’ne gidecek orduya yardım toplanıyordu. Ensârdan Ebû Akîl -radıyallâhu anh- da bir ölçek hurma getirmişti ki, kendisi buna herkesten daha çok muhtaçtı:
“–Yâ Rasûlallâh! İki ölçek hurma karşılığında bütün gece sırtımda su çektim. Bir ölçeğini evimin ihtiyacı için alıkoydum, diğerini de Rabbimin rızâsını kazanmak ümîdiyle Sana getirdim!” dedi.
Rasûl-i Ekrem Efendimiz:
“–Allâh senin getirip verdiğini de alıkoyduğunu da bereketlendirsin!” buyurdu ve getirilen hurmanın toplanan yardımlar içine dökülmesini emretti. (Taberî, Tefsîr, X, 251)
Ukbe bin Amr -radıyallâhu anh- şöyle der:
“Sadaka âyeti (yâni Tevbe Sûresi’nin 103. âyeti) nâzil olunca, sırtımızda yük taşıyarak kazancımızdan infâk etmeye başladık. Derken bir adam geldi ve çokça sadaka verdi. Münâfıklar; «Gösteriş yapıyor.» dediler. Bir başkası geldi, bir ölçek hurma tasadduk etti. Yine münâfıklar; «Allâh’ın, bunun bir ölçek hurmasına ihtiyâcı yoktur.» dediler. Bunun üzerine:
الَّذِينَ يَلْمِزُونَ الْمُطَّوِّعِينَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ فِي الصَّدَقَاتِ وَالَّذِينَ لاَ يَجِدُونَ إِلاَّ جُهْدَهُمْ فَيَسْخَرُونَ مِنْهُمْ سَخِرَ اللّهُ مِنْهُمْ وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ
«Sadakalar husûsunda gönülden veren mü’minleri ve güçlerinin yettiğinden başkasını bulamayanları çekiştiren ve onlarla alay edenler yok mu, Allâh onları maskaraya çevirmiştir. Onlar için acı bir azap vardır.» (et-Tevbe, 79) âyet-i kerîmesi nâzil oldu.” (Buhârî, Zekât, 10; Müslim, Zekât, 72)
Cihâdı terk eden kimseler için şu hadîs-i şerîf, ne kadar ürpertici bir îkazdır. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyururlar:
“Bana hayat bahşeden Allâh’a yemin ederim ki, siz ya iyiliği emreder kötülükten nehyedersiniz ya da Allâh kendi katından üzerinize bir azap gönderir de o zaman duâ edersiniz fakat duânız kabûl edilmez.” (Tirmizî, Fiten, 9)
Demek ki, hayra ve fazîlete dâvet vazîfesinin bırakılması, ilâhî azâbın yaklaşmasına sebep olacaktır. Mü’min ağızlara yakışan, hak ve hakîkati söylemektir. Âyet ve hadîslerde müslümanın gördüğü bir hatâ karşısında hakkı ortaya koyması emredilmiştir. Allâh Teâlâ şöyle buyurur:
وَمَنْ أَحْسَنُ قَوْلًا مِّمَّن دَعَا إِلَى اللَّهِ وَعَمِلَ صَالِحًا وَقَالَ إِنَّنِي مِنَ الْمُسْلِمِينَ
“Sâlih ameller işleyip de, ben Allâh’a teslim olanlardanım diyerek insanları Allâh’a çağıran kimseden daha güzel sözlü kim olabilir!” (Fussilet, 33)
Rasûl-i Ekrem Efendimiz de ümmetini şöyle îkâz etmiştir:
“Sizden her kim bir kötülük görürse onu eliyle düzeltsin, gücü yetmezse diliyle düzeltsin, buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin! Bu ise imânın en zayıf hâlidir.” (Müslim, Îmân, 78)
Bu dünyânın ötesinde cennet ve cehennemden başka barınacak bir yer yoktur. Canları, malları ve kendilerine verilen nîmetleri gâfilâne bir şekilde nefsânî yolda kullananlara Allâh Teâlâ bizzat:
“–Sana Rasûlüm gelip hakîkatleri tebliğ etmedi mi? Sana mal verip nîmetlerimi yağdırmadım mı? Bugün için kendine ne hazırladın?” diye soracak. Kişi, sağ ve soluna bakacak; kimseler yok… İleriye bakacak; cehennemden başka bir şey göremeyecek…
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdular ki:
“Kıyâmet günü kul (hesap vermek üzere huzûr-i ilâhîye) getirilir. Allâh Teâlâ:
«–Ben sana göz, kulak, mal ve evlâd vermedim mi? Sana hayvanları ve nebâtâtı musahhar kılmadım mı? Seni bunlara sâhip kılıp onlardan istifâde ettirmedim mi? Bu kıyâmet gününde Ben’imle karşılaşacağın hiç hatırına gelmedi mi?» diye soracak.
Kul da: «Hayır» diyecek.
Allâh Teâlâ Hazretleri:
«Öyleyse bugün Ben de seni unutacağım, tıpkı senin (dünyâda) Ben’i unuttuğun gibi!» buyuracak.” (Tirmizî, Kıyâmet, 6/2428)
Dünyâ günlerini hesapsızca yaşayanlar, zâyi ettikleri o günlerin hasret ve nedâmeti içinde yanacaklardır. Bu âlemde Allâh rızâsını kazanamayanları, ölüm ötesinde korkunç bir cehennem beklemektedir. Îmânsız bir şekilde gafletle kapanan gözler, muzdarip ve korkunç kabir akşamlarına açılacaktır.
Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede kullarını şöyle îkâz eder:
وَلْتَكُن مِّنكُمْ أُمَّةٌ يَدْعُونَ إِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنكَرِ وَأُوْلَـئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
“Sizden hayra dâvet eden, iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun! İşte onlar gerçekten felâha erenlerdir.” (Âl-i İmrân, 104)
Bu âyet-i kerîmede dâimâ Hakk’a dâvet eden bir cemaatin bulunması îcâb ettiği kat’î bir ifâdeyle emredilmiştir. İslâm, başlangıçta, sahâbe-i kirâmdan olan îmân münâdîleri ile yayıldığı gibi sonraları da yine onların izi ve yolunda sebât eden muhlis âlimler, mücâhidler ve mürşidlerle devâm etmiştir. Cenâb-ı Hak ve Peygamber Efendimiz bunlar için pek çok mükâfatlar va’detmişlerdir.
Enes -radıyallâhu anh-, İslâm tebliğcilerinin âhirette nâil olacakları yüksek mertebeleri anlatan bir hadîs-i şerîfi şöyle nakleder:
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- birgün şöyle buyurdular:
“–Size bir kısım insanlardan haber vereyim mi? Onlar ne peygamber ne de şehîddirler. Ancak kıyâmet gününde peygamberler ve şehîdler, onların Allâh katındaki makamlarına gıpta ederler. Nurdan minberler üzerine oturmuşlardır ve herkes onları tanır.”
Ashâb-ı kirâm:
“–Onlar kimlerdir yâ Rasûlallâh!” diye sordular.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Onlar, Allâh’ın kullarını Allâh’a sevdiren ve Allâh’ı da kullarına sevdiren kimselerdir. Yeryüzünde nasîhatçı ve tebliğciler olarak dolaşırlar.”
Ben:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Allâh’ı kullarına sevdirmeyi anladık. Peki Allâh’ın kullarını Allâh’a sevdirmek nasıl olur?” dedim.
Buyurdu ki:
“–İnsanlara Allâh’ın sevdiği şeyleri emrederler, sevmediği şeylerden de sakındırırlar. İnsanlar da buna itaat edince Allâh -azze ve celle- onları sever.” (Ali el-Müttakî, III, 685-686; Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, I, 367)
Âhiret yolcusu için en hayırlı azık takvâdır. Bir mü’minin en hayırlı günü, dününden üstün olandır. O hâlde her gün evvelki güne göre daha fazla âhiret azığı edinmek sûretiyle günlerimizi bereketlendirmeliyiz.
Bizden öncekiler geçti, gitti; bizler de bir müddet sonra onların kervanına katılacağız. Uyur gibi ölecek, uyanır gibi dirileceğiz. Daha sonra da amellerimizden hesâba çekileceğiz. Âhiretin emîn ve mümtaz makamları, müttakîlerin olacaktır. Umûmî akış ve dönüş, yalnız Allâh Teâlâ’yadır.
Allâh Teâlâ, kalblerimizi rızâsı ve hidâyeti yolunda dâim eylesin! Bizleri, yine bizlerden, yâni nefsimizin şerrinden korusun!..
Âmîn!..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder