6 Ağustos 2010 Cuma

Altın Buzağı

İsrâîloğulları, Mûsâ -aleyhisselâm- ile birlikte Kızıldeniz’den geçtikten sonra, sığırbaşı şeklinde putlara tapan bir kabîleye rastlamışlardı. Hazret-i Mûsâ’ya:
“–Sen de bize böyle bir ilâh yap da, ona ibâdet edelim!” demişlerdi.
Mûsâ -aleyhisselâm- ise, kendilerine nasîhat etmiş ve bunun büyük bir şirk olduğunu bildirmişti. Onlar da pişman olup tevbe etmişlerdi.
Ancak Mûsâ -aleyhisselâm-, Hârûn -aleyhisselâm-’ı kendi yerine vekîl bırakıp Tûr Dağı’na gittikten sonra, onlara karşı îmansızlığını gizleyen Sâmirî isimli nankör bir yahûdî, Hazret-i Mûsâ’nın yokluğunu fırsat bilerek halktan altın topladı ve bir buzağı yaptı. Sonra da:
“–Bu Mûsâ’nın ilâhıdır! Fakat Mûsâ, tanrısını unuttu!” deyip halktan buzağıya tapmalarını istedi.
Sâmirî, sanatkâr bir kimseydi. Buzağıyı öyle ustalıkla yapmıştı ki, içine rüzgâr girdiğinde canlıymış gibi böğürüyordu. Bunu buzağıda açtığı deliklerle sağlamıştı ve rüzgârın şiddetine göre kaval gibi sesler çıkıyordu. Ardında da Sâmirî:
“–Bakın ilâhınız sizinle konuşuyor!” diyordu.
Böylece Sâmirî, onun tanrı olduğunu halka telkîn ederek,  İsrâîloğulları’nın bir kısmını hak dinden uzaklaştırdı. Hârûn -aleyhisselâm- kendilerine ısrarla îkazda bulundu, fakat dinlemediler.
Bu hâl, âyet-i kerîmelerde şöyle beyan buyrulur:

وَلَقَدْ قَالَ لَهُمْ هَارُونُ مِن قَبْلُ يَا قَوْمِ إِنَّمَا فُتِنتُم بِهِ وَإِنَّ رَبَّكُمُ الرَّحْمَنُ فَاتَّبِعُونِي وَأَطِيعُوا أَمْرِي
“Hakîkaten Hârûn, onlara daha önce:
«–Ey kavmim! Siz bunun yüzünden sâdece fitneye uğradınız. Sizin Rabbiniz şüphesiz çok merhametli olan Allâh’tır. Şu hâlde bana uyunuz ve emrime itâat ediniz!» demişti.” (Tâhâ, 90)
قَالُوا لَن نَّبْرَحَ عَلَيْهِ عَاكِفِينَ حَتَّى يَرْجِعَ إِلَيْنَا مُوسَى
“Onlar:
«–Biz, Mûsâ aramıza dönünceye kadar buna tapmaktan aslâ vazgeçmeyeceğiz!» dediler.” (Tâhâ, 91)
قَالَ فَإِنَّا قَدْ فَتَنَّا قَوْمَكَ مِن بَعْدِكَ وَأَضَلَّهُمُ السَّامِرِيُّ
(O sırada Tûr’da bulunan Hazret-i Mûsâ’ya Allâh Teâlâ) buyurdu:
«–Sen’den sonra Biz, kavmini (Hârûn ile kalan İsrâîloğulları’nı) imtihân ettik ve Sâmirî onları yoldan çıkardı.»” (Tâhâ, 85)
وَاتَّخَذَ قَوْمُ مُوسَى مِن بَعْدِهِ مِنْ حُلِيِّهِمْ عِجْلاً جَسَدًا لَّهُ خُوَارٌ أَلَمْ يَرَوْاْ أَنَّهُ لاَ يُكَلِّمُهُمْ وَلاَ يَهْدِيهِمْ سَبِيلاً اتَّخَذُوهُ وَكَانُواْ ظَالِمِينَ
(Tûr’a giden) Mûsâ’nın arkasından kavmi, zînet takımlarından, böğürebilen bir buzağı heykeli (yaparak onu tanrı) edindiler. Görmediler mi ki, o, kendileriyle ne konuşuyor, ne de onlara yol gösteriyor? (Acziyetine rağmen) onu (tanrı olarak) benimsediler ve zâlimler oldular.” (el-A’râf, 148)
وَلَمَّا رَجَعَ مُوسَى إِلَى قَوْمِهِ غَضْبَانَ أَسِفًا قَالَ بِئْسَمَا خَلَفْتُمُونِي مِن بَعْدِيَ أَعَجِلْتُمْ أَمْرَ رَبِّكُمْ وَأَلْقَى الألْوَاحَ وَأَخَذَ بِرَأْسِ أَخِيهِ يَجُرُّهُ إِلَيْهِ قَالَ ابْنَ أُمَّ إِنَّ الْقَوْمَ اسْتَضْعَفُونِي وَكَادُواْ يَقْتُلُونَنِي فَلاَ تُشْمِتْ بِيَ الأعْدَاء وَلاَ تَجْعَلْنِي مَعَ الْقَوْمِ الظَّالِمِينَ
“Mûsâ, kızgın ve üzgün bir hâlde kavmine dönünce:
«–Benden sonra arkamdan ne kötü işler yapmışsınız! Rabbinizin emrini (beklemeyip) acele mi ettiniz?» dedi.
Tevrât levhalarını yere attı ve kardeşi (Hârûn’un) başını tutup kendine doğru çekmeye başladı. (Kardeşi):
«–Anam oğlu! Bu kavim, beni cidden zayıf gördüler ve nerede ise beni öldüreceklerdi. Sen de düşmanları bana güldürme ve beni bu zâlim kavimle beraber tutma!» dedi.” (el-A’râf, 150)
قَالَ يَا هَارُونُ مَا مَنَعَكَ إِذْ رَأَيْتَهُمْ ضَلُّوا
(92)
أَلَّا تَتَّبِعَنِ أَفَعَصَيْتَ أَمْرِي
(93)
قَالَ يَا ابْنَ أُمَّ لَا تَأْخُذْ بِلِحْيَتِي وَلَا بِرَأْسِي إِنِّي خَشِيتُ أَن تَقُولَ فَرَّقْتَ بَيْنَ بَنِي إِسْرَائِيلَ وَلَمْ تَرْقُبْ قَوْلِي
(94)
(Mûsâ):
«–Ey Hârûn! Sana ne engel oldu da, bunların dalâlete düştüklerini gördüğün vakit benim yolumu tâkip etmedin? Emrime âsî mi oldun?» dedi.
(Hârûn):
«–Ey annemin oğlu! Saçımı sakalımı çekme! Ben Sen’in: “İsrâîloğulları’nın arasına ayrılık düşürdün; sözümü tutmadın!” demenden korktum.» dedi.” (Tâhâ, 92-94)
Hazret-i Mûsâ ile Hazret-i Hârûn, ana-baba bir kardeştirler. Durum böyle olduğu hâlde, Hârûn -aleyhisselâm-’ın “anam oğlu” demesinin sebebi, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın merhametini celbetmek içindi. Zîrâ ana, hem baba ve kardeşten daha şefkatliydi, hem de onların anneleri, Allâh’a îmân etmiş ve oğullarının sevgi ve hürmetlerini kazanmış sâliha bir anneydi.
قَالَ رَبِّ اغْفِرْ لِي وَلأَخِي وَأَدْخِلْنَا فِي رَحْمَتِكَ وَأَنتَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ
(Mûsâ da:) «–Ey Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla! Bizi rahmetine kabûl et! Zîrâ Sen, merhametlilerin en merhametlisisin!» dedi.” (el-A’râf, 151)
فَرَجَعَ مُوسَى إِلَى قَوْمِهِ غَضْبَانَ أَسِفًا قَالَ يَا قَوْمِ أَلَمْ يَعِدْكُمْ رَبُّكُمْ وَعْدًا حَسَنًا أَفَطَالَ عَلَيْكُمُ الْعَهْدُ أَمْ أَرَدتُّمْ أَن يَحِلَّ عَلَيْكُمْ غَضَبٌ مِّن رَّبِّكُمْ فَأَخْلَفْتُم مَّوْعِدِي
(Sonra) Mûsâ, öfkeli ve üzüntülü olarak kavmine döndü:
«–Ey kavmim! Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmamış mıydı? Şu hâlde size zaman mı çok uzun geldi, yoksa üstünüze Rabbinizin gazabının inmesini mi istediniz ki, bana olan va’dinizden döndünüz!» dedi.” (Tâhâ, 86)
قَالُوا مَا أَخْلَفْنَا مَوْعِدَكَ بِمَلْكِنَا وَلَكِنَّا حُمِّلْنَا أَوْزَارًا مِّن زِينَةِ الْقَوْمِ فَقَذَفْنَاهَا فَكَذَلِكَ أَلْقَى السَّامِرِيُّ
(87)
فَأَخْرَجَ لَهُمْ عِجْلًا جَسَدًا لَهُ خُوَارٌ فَقَالُوا هَذَا إِلَهُكُمْ وَإِلَهُ مُوسَى فَنَسِيَ
(88)
“Dediler ki:
«–(Yâ Mûsâ!) Biz sana olan va’dimizden, kendi kudret ve irâdemizle dönmedik. Fakat biz, o kavmin (Mısırlıların) zînet eşyâsından bir takım ağırlıklar yüklenmiş, sonra da onları atmıştık; aynı şekilde Sâmirî de atmıştı.»
(Sâmirî’nin telkîni ile zînetleri eritmek ve buzağı yapmak için ateşe attılar.)
Bu adam, onlar için böğürebilen bir buzağı heykeli îcâd etti. Bunun üzerine:
«–İşte bu, sizin de, Mûsâ’nın da tanrısıdır, fakat onu unuttu.» dediler.” (Tâhâ, 87-88)
Hazret-i Mûsâ, onlardan bu çirkin işlerinden dolayı tevbe etmelerini istedi. Tevbe şartının da, çok pişman olmak ve ölüm olduğunu bildirdi. Onlar da:
“–Sabrederiz!” dediler ve hükmü beklediler.
وَإِذْ قَالَ مُوسَى لِقَوْمِهِ يَا قَوْمِ إِنَّكُمْ ظَلَمْتُمْ أَنفُسَكُمْ بِاتِّخَاذِكُمُ الْعِجْلَ فَتُوبُواْ إِلَى بَارِئِكُمْ فَاقْتُلُواْ أَنفُسَكُمْ ذَلِكُمْ خَيْرٌ لَّكُمْ عِندَ بَارِئِكُمْ فَتَابَ عَلَيْكُمْ إِنَّهُ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ
“Mûsâ kavmine dedi ki:
«–Ey kavmim! Şüphesiz siz, buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize kötülük ettiniz. Onun için Yaratanınıza tevbe edin ve nefslerinizi öldürün! Öyle yapmanız, Yaratıcınızın katında sizin için daha iyidir. Böylece Allâh tevbenizi kabûl etmiş olur. Çünkü acıyıp tevbeleri kabûl eden ancak O’dur.” (el-Bakara, 54)
Öldürecek olanlar, öldürüleceklerin başında ellerinde birer kılıç olduğu hâlde beklemeye başladılar. Her puta tapanın ardında, emir gelince onun boynunu vurmak üzere bir kişi vazîfelendirilmişti. Hattâ bunların içinde birbirlerine akrabâ olanlar dahî vardı:
وَلَمَّا سُقِطَ فَي أَيْدِيهِمْ وَرَأَوْاْ أَنَّهُمْ قَدْ ضَلُّواْ قَالُواْ لَئِن لَّمْ يَرْحَمْنَا رَبُّنَا وَيَغْفِرْ لَنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرِينَ
“Pişmân olup da kendilerinin gerçekten sapmış olduklarını görünce:
«–Eğer Rabbimiz bize acımaz ve bağışlamazsa, mutlakâ ziyâna uğrayanlardan olacağız!» dediler.” (el-A’râf, 149)
Bunun üzerine Hazret-i Mûsâ ve Hazret-i Hârûn, şefkatlerinden dolayı ağlayarak duâ ettiler. Âyet indi ve tevbeleri kabûl edildi:
وَالَّذِينَ عَمِلُواْ السَّيِّئَاتِ ثُمَّ تَابُواْ مِن بَعْدِهَا وَآمَنُواْ إِنَّ رَبَّكَ مِن بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَّحِيمٌ
“Kötülükler yaptıktan sonra ardından tevbe edip de îmân edenlere gelince, şüphesiz ki o (tevbe ve îmândan) sonra, Rabbin, elbette bağışlayan ve merhamet edendir.” (el-A’râf, 153)
Ve Allâh Teâlâ, şöyle buyurdu:
ثُمَّ عَفَوْنَا عَنكُمِ مِّن بَعْدِ ذَلِكَ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
“O davranışlarınızdan sonra (akıllanıp) şükredersiniz diye sizi affettik.” (el-Bakara, 52)
Bundan sonra Mûsâ -aleyhisselâm- Sâmirî’ye döndü:
قَالَ فَمَا خَطْبُكَ يَا سَامِرِيُّ
(95)
قَالَ بَصُرْتُ بِمَا لَمْ يَبْصُرُوا بِهِ فَقَبَضْتُ قَبْضَةً مِّنْ أَثَرِ الرَّسُولِ فَنَبَذْتُهَا وَكَذَلِكَ سَوَّلَتْ لِي نَفْسِي
(96)
“«–Ya senin zorun neydi, ey Sâmirî?!» dedi.
O da:
«–Ben, onların görmediklerini gördüm. Zîrâ, o elçinin izinden bir avuç (toprak) alıp onu (erimiş mücevherâtın içine) attım. Bunu böyle, nefsim bana hoş gösterdi.» dedi.” (Tâhâ, 95-96)
Müfessirlere göre, Sâmirî’nin, halkın görmeyip de kendisinin gördüğünü ve izinden bir avuç toprak aldığını iddiâ ettiği elçi, Hazret-i Mûsâ’nın huzûruna gelen Cebrâîl’di. Sâmirî, onun atının bastığı yerlerin yeşerdiğini görmüş, izinin toprağından bir avuç alıp altınları erittiği ateşe atmıştı.
قَالَ فَاذْهَبْ فَإِنَّ لَكَ فِي الْحَيَاةِ أَن تَقُولَ لَا مِسَاسَ وَإِنَّ لَكَ مَوْعِدًا لَّنْ تُخْلَفَهُ وَانظُرْ إِلَى إِلَهِكَ الَّذِي ظَلْتَ عَلَيْهِ عَاكِفًا لَّنُحَرِّقَنَّهُ ثُمَّ لَنَنسِفَنَّهُ فِي الْيَمِّ نَسْفً
“Mûsâ:
«–Çekil git! Artık sen, hayâtın boyunca: “Bana dokunmayın!” diyeceksin. Ayrıca senin için, kurtulamayacağın bir cezâ günü var. Tapmakta olduğun tanrına da bak! Yemîn ederim, biz onu yakacağız; sonra da onu parça parça edip denize savuracağız!» dedi.” (Tâhâ, 97)
Rivâyete göre, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın âyet-i kerîmedeki bedduâsından sonra Sâmirî, hakîkaten ağır ve bulaşıcı bir hastalığa yakalandı ve ömrü boyunca insanlardan uzak durmak zorunda kaldı.
إِنَّ الَّذِينَ اتَّخَذُواْ الْعِجْلَ سَيَنَالُهُمْ غَضَبٌ مِّن رَّبِّهِمْ وَذِلَّةٌ فِي الْحَياةِ الدُّنْيَا وَكَذَلِكَ نَجْزِي الْمُفْتَرِينَ
“Buzağıyı tanrı edinenler var ya, işte onlara mutlakâ Rablerinden bir gazap ve dünyâ hayâtında bir alçaklık erişecektir. Biz, iftirâcıları böyle cezâlandırırız.” (el-A’râf, 152)
وَلَمَّا سَكَتَ عَن مُّوسَى الْغَضَبُ أَخَذَ الأَلْوَاحَ وَفِي نُسْخَتِهَا هُدًى وَرَحْمَةٌ لِّلَّذِينَ هُمْ لِرَبِّهِمْ يَرْهَبُونَ
“Mûsâ’nın öfkesi dinince levhaları aldı. Onlardaki yazıda Rablerinden korkanlar için hidâyet ve rahmet (haberi) vardı.” (el-A’râf, 154)
Allâh Teâlâ, Mûsâ -aleyhisselâm-’a, buzağıya taptıkları için pişmân olan İsrâîloğulları’nı temsîlen yetmiş kişi seçerek huzûruna getirmesini ve hep beraber tevbe etmelerini istemişti.
Hazret-i Mûsâ, emr-i ilâhî mûcibince yetmiş kişi ile Tûr’a gitti. Fakat nankör kavim, Allâh’ı görmek isteme cür’etinde bulundu. Bunun üzerine orada şiddetli bir deprem oldu ve bayılıp düştüler. Sonunda Hazret-i Mûsâ, Allâh’a yalvardı da bu âfet kaldırıldı.
Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
وَإِذْ قُلْتُمْ يَا مُوسَى لَن نُّؤْمِنَ لَكَ حَتَّى نَرَى اللَّهَ جَهْرَةً فَأَخَذَتْكُمُ الصَّاعِقَةُ وَأَنتُمْ تَنظُرُونَ
(55)
ثُمَّ بَعَثْنَاكُم مِّن بَعْدِ مَوْتِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
(56)
“Bir zamanlar:
«–Ey Mûsâ! Biz Allâh’ı açıkça görmedikçe aslâ Sana inanmayız!» demiştiniz de, bakıp durduğunuz hâlde hemen sizi yıldırım çarpmıştı. Sonra ölümünüzün ardından sizi dirilttik ki, şükredesiniz!” (el-Bakara, 55-56)
وَاخْتَارَ مُوسَى قَوْمَهُ سَبْعِينَ رَجُلاً لِّمِيقَاتِنَا فَلَمَّا أَخَذَتْهُمُ الرَّجْفَةُ قَالَ رَبِّ لَوْ شِئْتَ أَهْلَكْتَهُم مِّن قَبْلُ وَإِيَّايَ أَتُهْلِكُنَا بِمَا فَعَلَ السُّفَهَاء مِنَّا إِنْ هِيَ إِلاَّ فِتْنَتُكَ تُضِلُّ بِهَا مَن تَشَاء وَتَهْدِي مَن تَشَاء أَنتَ وَلِيُّنَا فَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا وَأَنتَ خَيْرُ الْغَافِرِينَ
“Mûsâ, tâyin ettiğimiz vakit için kavminden yetmiş adam seçmişti. Onları o müthiş deprem yakalayınca, Mûsâ dedi ki:
«–Ey Rabbim! Dileseydin, onları da beni de daha evvel helâk ederdin. İçimizden birtakım beyinsizlerin işlediği (günah) yüzünden hepimizi helâk mi edeceksin? Bu iş, Sen’in imtihânından başka bir şey değildir! Onunla, dilediğini saptırırsın, dilediğini de doğru yola iletirsin. Sen bizim sâhibimizsin, bizi bağışla ve bize acı! Sen affedenlerin en hayırlısısın!»” (el-A’râf, 155)
Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-, duâsına şöyle devâm etti:
وَاكْتُبْ لَنَا فِي هَـذِهِ الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي الآخِرَةِ إِنَّا هُدْنَـا إِلَيْكَ
“Ve bize hem bu dünyâda bir iyilik yaz, hem de âhirette. Biz gerçekten de tevbe edip Sen’in hidâyetine yöneldik…” (el-A’râf, 156)
قَالَ عَذَابِي أُصِيبُ بِهِ مَنْ أَشَاء وَرَحْمَتِي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ فَسَأَكْتُبُهَا لِلَّذِينَ يَتَّقُونَ وَيُؤْتُونَ الزَّكَـاةَ وَالَّذِينَ هُم بِآيَاتِنَا يُؤْمِنُونَ
(156)
الَّذِينَ يَتَّبِعُونَ الرَّسُولَ النَّبِيَّ الأُمِّيَّ الَّذِي يَجِدُونَهُ مَكْتُوبًا عِندَهُمْ فِي التَّوْرَاةِ وَالإِنْجِيلِ يَأْمُرُهُم بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَاهُمْ عَنِ الْمُنكَرِ وَيُحِلُّ لَهُمُ الطَّيِّبَاتِ وَيُحَرِّمُ عَلَيْهِمُ الْخَبَآئِثَ وَيَضَعُ عَنْهُمْ إِصْرَهُمْ وَالأَغْلاَلَ الَّتِي كَانَتْ عَلَيْهِمْ فَالَّذِينَ آمَنُواْ بِهِ وَعَزَّرُوهُ وَنَصَرُوهُ وَاتَّبَعُواْ النُّورَ الَّذِيَ أُنزِلَ مَعَهُ أُوْلَـئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
(157)
“…(Allâh Teâlâ cevâben) buyurdu ki:
«–Azâbım vardır ki, onu dilediğime isâbet ettiririm; rahmetim de vardır ki, o her şeyi kaplamış ve kuşatmıştır. Onu da müttakîlere, zekâtını verenlere ve âyetlerimize inananlara mahsus kılacağım. Onlar ki, o ümmî peygambere (Hazret-i Muhammed’e) tâbî olurlar, yanlarındaki Tevrât ve İncîl’de yazılmış bulacakları o peygambere uyup, O’nun izinden giderler ki, O, onlara iyiliği emreder ve kötülüklerden alıkoyar, temiz ve hoş şeyleri kendilerine helâl kılar, murdar ve kötü şeyleri de üzerlerine haram kılar, sırtlarından ağır yükleri indirir, üzerlerindeki bağları ve zincirleri kırar atar. İşte o vakit O’na îmân eden, O’na kuvvetle hürmet gösteren, O’na yardımcı olan ve O’nun peygamberliği ile birlikte indirilen nûru izleyen kimseler var ya, işte asıl murâda eren kurtulmuşlar onlardır.»” (el-A’râf, 156-157)
Ashâbdan Katâde bin Nûmân -radıyallâhu anh-’ın nakline göre Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- şöyle dedi:
“–Yâ Rabbî! Ben levhalarda insanlar arasından çıkarılmış, iyiliği emreden kötülükleri yasaklayan en hayırlı bir ümmetten bahsedildiğini görüyorum. Allâh’ım onları benim ümmetim kıl!”
Allâh Teâlâ:
“–Onlar, Ahmed’in ümmetidir.” buyurdu.
Mûsâ -aleyhisselâm-:
“–Rabbim! Levhalarda dünyâya gelişte son, cennete girişte ilk olan bir ümmetten bahsedildiğini görüyorum. Onları benim ümmetim kıl!” dedi.
Allâh Teâlâ:
“–Onlar, Ahmed’in ümmetidir.” buyurdu.
Mûsâ -aleyhisselâm-:
“–Yâ Rabbî! Yine levhalarda bir ümmetten bahsediliyor ki, onların İncil’leri (kitapları) sadırlarındadır, oradan ezberden okurlar. Hâlbuki onlardan önceki ümmetler kitaplarını bakarak yüzünden okurlar, kitapları kaybolunca da ondan hiçbir şey hatırlamazlardı. Şüphesiz Sen bu ümmete daha önce hiçbir ümmete vermediğin bir ezberleme ve muhâfaza etme kuvveti vermişsindir. Allâh’ım! Onları benim ümmetim kıl!” dedi.
Allâh Teâlâ:
“Onlar, Ahmed’in ümmetidir.” buyurdu.
Hazret-i Mûsâ:
“–Rabbim! Orada hem önceki kitaplara hem de son kitaba îmân eden, her türlü sapıklıkla savaşan bir ümmet zikrediliyor. Onu benim ümmetim kıl!” dedi.
Allâh Teâlâ:
“O, Ahmed’in ümmetidir.” buyurdu.
Mûsâ -aleyhisselâm-:
“–Rabbim! Orada öyle bir ümmet zikredilmektedir ki, onlardan biri bir iyilik yapmaya niyet etse de onu yapamazsa ona karşılık 10’dan 700 katına kadar sevap verilmektedir. Onları benim ümmetim kıl!” dedi.
Allâh Teâlâ:
“Onlar, Ahmed’in ümmetidir.” buyurdu.
Nakledildiğine göre bunun üzerine Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-, elindeki levhaları bir kenara bırakıp:
“–Allâh’ım! Beni de ümmet-i Muhammed’den eyle!” diye yalvardı. (İbn-i Kesîr, Tefsîr, II, 259)
Bizler, -hamdolsun ki- meccânen, yâni hiçbir bedel ödemeden ümmet-i Muhammed olarak dünyâya geldik. Bunun için ne kadar şükretsek azdır. Fakat her şeyin bir bedeli olduğu gibi bu nîmetin de bir bedeli vardır. Dolayısıyla bizler, ümmet-i Muhammed olmanın mes’ûliyetini hakkıyla idrâk etmeli ve O’na hayırlı bir ümmet olarak yaşamalıyız ki, kıyâmet günü O’nun civârında yer almaya ve şefaat-i uzmâsına ermeye liyâkat kazanabilelim.
İsrâîloğulları, bir müddet sâkin yaşadı. Sonra yine azdılar. Tevrât’ın hükümlerinin ağır olduğunu, bunları tatbîk etmekte zorlandıklarını bildirdiler. Tevbe ederken verdikleri teminâtı unuttular. Allâh -celle celâlühû- da, Tûr-i Sînâ’yı mûcize olarak üzerlerine kaldırdı. Çok korktular. Secdeye kapandılar. Dağ, çöktü-çökecek diye beklediler:
وَإِذْ أَخَذْنَا مِيثَاقَكُمْ وَرَفَعْنَا فَوْقَكُمُ الطُّورَ خُذُواْ مَا آتَيْنَاكُم بِقُوَّةٍ وَاذْكُرُواْ مَا فِيهِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
(63)
ثُمَّ تَوَلَّيْتُم مِّن بَعْدِ ذَلِكَ فَلَوْلاَ فَضْلُ اللَّهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ لَكُنتُم مِّنَ الْخَاسِرِينَ
(64)
“Sizden sağlam bir söz almış ve Tûr Dağı’nı üzerinize kaldırıp demiştik ki:
«–Size verdiğimizi kuvvetle tutun! Onda bulunanları dâimâ hatırlayın. Umulur ki, takvâya erersiniz!»
Ondan sonra sözünüzden dönmüştünüz. Eğer sizin üzerinizde Allâh’ın ihsânı ve rahmeti olmasaydı, muhakkak zarara uğrayanlardan olurdunuz.” (el-Bakara, 63-64)
Fakat İsrâîloğulları, yine aynı hâllerini sürdürdüler. İyice aşırı gidenler, ilâhî gazaba dûçâr oldular:
وَلَقَدْ عَلِمْتُمُ الَّذِينَ اعْتَدَواْ مِنكُمْ فِي السَّبْتِ فَقُلْنَا لَهُمْ كُونُواْ قِرَدَةً خَاسِئِينَ
(65)
فَجَعَلْنَاهَا نَكَالاً لِّمَا بَيْنَ يَدَيْهَا وَمَا خَلْفَهَا وَمَوْعِظَةً لِّلْمُتَّقِينَ
(66)
“İçinizden cumartesi günü azgınlık edip de, bu yüzden kendilerine; «Aşağılık maymunlar olun!» dediklerimizi elbette bilmektesiniz. Biz bunu (maymunlaşmış insanları), hâdiseyi bizzat görenlere ve sonradan gelenlere bir ibret dersi, müttakîler için de bir öğüt vesîlesi kıldık.” (el-Bakara, 65-66)
Allâh Teâlâ, Benî İsrâîl’den kötülükte kasten ısrar edenleri maymun şekline sokmuş, sonra da onları helâk etmiştir. Bunun, insanların aslının maymun olduğu iddiâsıyla bir alâkası yoktur. Üstelik bunlarda nesil devâmı da olmamıştır.
Allâh Teâlâ şöyle buyurur:
فَبِمَا نَقْضِهِم مِّيثَاقَهُمْ لَعنَّاهُمْ وَجَعَلْنَا قُلُوبَهُمْ قَاسِيَةً يُحَرِّفُونَ الْكَلِمَ عَن مَّوَاضِعِهِ وَنَسُواْ حَظًّا مِّمَّا ذُكِّرُواْ بِهِ وَلاَ تَزَالُ تَطَّلِعُ عَلَىَ خَآئِنَةٍ مِّنْهُمْ إِلاَّ قَلِيلاً مِّنْهُمُ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاصْفَحْ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ
“Sözlerini bozmaları sebebiyle onları lânetledik ve kalblerini katılaştırdık. Onlar kelimelerin yerlerini değiştirirler (Mukaddes kitaplarını tahrîf ederler), ihtâr edildikleri hakîkatlerden nasip almayı unuturlar. İçlerinden pek azı hâriç, onlardan dâimâ hâinlik görürsün! Yine de Sen onları affet ve aldırış etme! Şüphesiz Allâh, ihsân sâhiplerini sever.” (el-Mâide, 13)
Tevrât, yalnızca bir nüsha idi. Kimsenin ezberinde de tamamı mevcud değildi. İsrâîloğulları, Bâbilliler’e esir düşünce, bu tek Tevrât nüshası kayboldu. Yıllar sonra İsrâîloğulları, esâretten kurtulunca, hatırda kalan bazı bölümler tespit edilebildiği kadarıyla yeniden yazıldı. Bugün, elde bulunan Tevrât’ta da, tahrîf edilmiş hâlde bu eksik bölümler ile kısmen Hazret-i Mûsâ’nın hayâtı yazılıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder