6 Ağustos 2010 Cuma

Yûsuf Sûresi’nin Son Âyetleri

Müşrikler, yahûdîlerden aldıkları akılla Peygamber Efendimizi imtihan edercesine bazı suâller sormuşlardı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak da bu âyet-i kerîmeleri inzâl etti.
Allâh Teâlâ bu kıssayı ve benzeri gayb haberlerini Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz vâsıtasıyla insanlara bildirerek Peygamber’inin ve Kitâb’ının hak olduğunu ispat etmiştir. Ancak kâfirler, bütün bu delillere rağmen kendilerinden herhangi bir ücret beklemeden canhıraş bir şekilde tebliğine devâm eden Allâh Rasûlü’ne yine de îmân etmediler. Onların bu inadı karşısında Cenâb-ı Hak, Rasûlü’nü şöyle tesellî buyurdu:

ذَلِكَ مِنْ أَنبَاء الْغَيْبِ نُوحِيهِ إِلَيْكَ وَمَا كُنتَ لَدَيْهِمْ إِذْ أَجْمَعُواْ أَمْرَهُمْ وَهُمْ يَمْكُرُونَ
(102)
وَمَا أَكْثَرُ النَّاسِ وَلَوْ حَرَصْتَ بِمُؤْمِنِينَ
(103)
وَمَا تَسْأَلُهُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ إِنْ هُوَ إِلاَّ ذِكْرٌ لِّلْعَالَمِينَ
(104)
(Habîbim!) İşte bu (Yûsuf kıssası), Sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Yoksa onlar, tuzak kurmak ve hîlelerini kararlaştırmak için toplandıklarında elbette Sen onların yanında bulunmuyordun. Sen ne kadar çok arzu etsen de insanların çoğu îmân edecek değillerdir. Hâlbuki Sen bunun için (peygamberlik vazîfeni îfâ için) onlardan bir ücret de istemiyorsun! Kur’ân, âlemler için ancak bir öğüttür.” (Yûsuf, 102-104)
Ayrıca kâfirlerin bu inkârı sâdece Rasûlullâh’ın peygamberliğine ve O’na vahiyle bildirilen âyetlere mahsus da değildir:
وَكَأَيِّن مِّن آيَةٍ فِي السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ يَمُرُّونَ عَلَيْهَا وَهُمْ عَنْهَا مُعْرِضُونَ
(105)
وَمَا يُؤْمِنُ أَكْثَرُهُمْ بِاللّهِ إِلاَّ وَهُم مُّشْرِكُونَ
(106)
“Göklerde ve yerde nice deliller vardır ki, onlar bu delillerden yüzlerini çevirip geçerler. Onların çoğu, ancak ortak koşmak sûretiyle Allâh’a îmân ederler.” (Yûsuf, 105-106)
Yâni onlar, Allâh’ın varlığını büsbütün inkâr etmeseler de açık veya gizli bir şirk karıştırmadan Allâh’a inanmazlar.
أَفَأَمِنُواْ أَن تَأْتِيَهُمْ غَاشِيَةٌ مِّنْ عَذَابِ اللّهِ أَوْ تَأْتِيَهُمُ السَّاعَةُ بَغْتَةً وَهُمْ لاَ يَشْعُرُون
(107)
قُلْ هَـذِهِ سَبِيلِي أَدْعُو إِلَى اللّهِ عَلَى بَصِيرَةٍ أَنَاْ وَمَنِ اتَّبَعَنِي وَسُبْحَانَ اللّهِ وَمَا أَنَاْ مِنَ الْمُشْرِكِينَ
(108)
“Acaba onlar, farkında olmadıkları bir sırada Allâh’ın azâbının kendilerini kuşatmasından, yahut ansızın kıyâmetin kopmasından emin midirler? (Habîbim!) De ki: «İşte benim yolum budur! Ben insanları Allâh’ın yoluna, (düşünmeksizin, taklit yolu ile değil) delile dayanarak, idrâklerine hitâb ederek dâvet ediyorum. Ben ve bana tâbî olanlar böyleyiz. Allâh’ı bütün noksanlıklardan tenzîh ederim. Ben aslâ müşriklerden değilim.»” (Yûsuf, 107-108)
Bu âyet-i kerîme de gösteriyor ki, dîne dâvet, ancak belli şartlarla câiz ve istifâdeli olur. Yâni körükörüne ve birtakım bâtıl maksatlar için veya nefsânî hevesler uğruna değil; basîret üzere, ne dediğini bilerek, ihlâs ve samîmiyetle, edeb, nezâket ve hikmet çerçevesinde, ancak Allâh rızâsı gözetilerek tebliğde bulunulmalıdır. Yoksa din ve dindarlık sırf bir isimden ve boş bir iddiâdan ibâret kalır.
وَمَا أَرْسَلْنَا مِن قَبْلِكَ إِلاَّ رِجَالاً نُّوحِي إِلَيْهِم مِّنْ أَهْلِ الْقُرَى أَفَلَمْ يَسِيرُواْ فِي الأَرْضِ فَيَنظُرُواْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ وَلَدَارُ الآخِرَةِ خَيْرٌ لِّلَّذِينَ اتَّقَواْ أَفَلاَ تَعْقِلُونَ
“Sen’den önce de, şehirler halkından kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını peygamber göndermedik. (Kâfirler) yeryüzünde hiç gezmediler mi ki, kendilerinden evvelkilerin âkıbetlerinin nice olduğunu bir görsünler! Allâh’ın emirlerine tam uyanlar için âhiret yurdu, elbette daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz?” (Yûsuf, 109)
Bu âyet-i kerîme, «Allâh, peygamber olarak melekleri gönderseydi ya!» diyen kâfirlere cevap olarak nâzil olmuştur.
حَتَّى إِذَا اسْتَيْأَسَ الرُّسُلُ وَظَنُّواْ أَنَّهُمْ قَدْ كُذِبُواْ جَاءهُمْ نَصْرُنَا فَنُجِّيَ مَن نَّشَاء وَلاَ يُرَدُّ بَأْسُنَا عَنِ الْقَوْمِ الْمُجْرِمِينَ
“Nihâyet peygamberler ümidlerini yitirip de kendilerinin yalana çıkarıldıklarını zannettikleri sırada onlara yardımımız gelir ve dilediğimiz kimse kurtuluşa erdirilir. (Fakat) mücrimler gürûhundan azâbımız aslâ geri çevrilmez!” (Yûsuf, 110)
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’in ve Kur’ân kıssalarının insanlar için ehemmiyetini bildirerek Yûsuf Sûresini şöyle nihâyete erdirir:
لَقَدْ كَانَ فِي قَصَصِهِمْ عِبْرَةٌ لِّأُوْلِي الأَلْبَابِ مَا كَانَ حَدِيثًا يُفْتَرَى وَلَـكِن تَصْدِيقَ الَّذِي بَيْنَ يَدَيْهِ وَتَفْصِيلَ كُلَّ شَيْءٍ وَهُدًى وَرَحْمَةً لِّقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ
“And olsun ki onların (geçmiş peygamberler ve ümmetlerinin) kıssalarında akıl (ve gönül) sâhipleri için pek çok ibretler vardır. (Bu Kur’ân) uydurulabilecek bir söz değildir. Ancak o kendinden evvelkileri tasdîk eden, her şeyi açıklayan (bir kitâb); îmân eden bir toplum için hidâyet ve rahmettir!” (Yûsuf, 111)
Hiç şüphesiz ki Azîm olan Allâh, her şeyi en doğru bir şekilde buyurmuştur!..

 Ya'kub A.S. ve Yusuf A.S. kıssası  www.altinoluk.com sitesinden alınmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder