6 Ağustos 2010 Cuma

RÂBITA, İSTİÂNE ve İSTİĞÂSE

Tasavvufta sâlik, bir mürşid-i kâmilin irşâdı ile kalbî eğitime tâbî olarak seyr u sülûkünü tamamlamaya çalışan kimsedir. Bu kalbî eğitim talebesi, mürşidin, yâni şeyhin verdiği istikâmeti hiç bozmadan muhâfaza eder, kalbini kesâfetten kurtarmaya çalışır. Teslîmiyet hâlini başarıyla devam ettirmeye gayret eder.
Mürşid ise, bu kalbî eğitimde rehber olan kimsedir.
Râbıtanın lügatteki mânâsı, bağ, alâka ve vuslat demektir. Aslında kâinâtta râbıtasız hiçbir mahlûk yoktur. Râbıta, maddî-mânevî istiâne ve istiğâseyi (yardım dilemeyi) mümkün kılar.
Diğer bir târif ile râbıta, muhabbetten ibârettir. Gönülde muhabbetin tâzelik ve zindeliğini dâimâ muhâfaza ettirmektir.
Üç türlü râbıta vardır:
1. Tabiî Râbıta
Kişinin yakınlarına duyduğu bir muhabbettir. Bir annenin evlâdına olan muhabbeti gibi.
2. Bayağı (Süflî) Râbıta
Men edilen şeytânî ve nefsânî temâyüllere bağlanmadır. Bir kumarbazın kalbinin devamlı kumarla meşgul olup âilesini ve çoluk çocuğunu dahî unutması gibi.
3. Ulvî Râbıta (Tasavvufî Râbıta)
Mukaddes mefhumlara ve ulvî duygularla insanı Allâh’a yönlendiren vesîle ve vâsıtalara râbıtadır. Tecliye18 ve müşâhede makâmına vâsıl olmuş kimselere karşı ulvî duygular besleyip onların rûhâniyetinden istifâde etmek için cismen veya rûhen yanlarında bulunmaktır.
Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulur:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ وَكُونُواْ مَعَ الصَّادِقِينَ
“Ey îmân edenler! Allâh’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun!” (et-Tevbe, 119)
Câlib-i dikkattir ki, Cenâb-ı Hak, bu âyet-i kerîmede “Sâdık olun!” buyurmamakta, takvânın muhâfazası için “Sâdıklarla beraber olun!” diye emretmektedir. Bu da insanların sâdık bir cemaat içinde kulluğunu devâm ettirmesi gerektiğine işâret etmektedir.
Muhabbet ve maiyyet (beraberlik) şartlarına riâyet ederek râbıta kuran bir kimse, râbıta kurduğu kimsenin ahlâk ve meziyetleri ile istîdâdı ölçüsünde şahsiyetlenir. Çünkü güçlü insanların sergilediği hâller sârîdir. Yâni enerjik karakterlerde sirâyet özelliği vardır. Güçlü karakterler, zayıf karakterlerin ilham kaynağıdır. Merhametli, fedâkâr ve ferâgat sâhibi insanların hâlleri, bulundukları cemâate müsbet tesirler verir.
Hâllerdeki bu sirâyet özelliği müsbette olduğu gibi menfîde de geçerlidir. Nitekim Firavun’un Hâmân ve emsâli seçkin adamları da onunla ihtilâtları sebebiyle zamanla Firavunlaşmışlardır.
Tasavvufî mânâdaki râbıta, mânevî duyuşlara vesîle olur. Kalbden nefsânî, bencil duygular gider, örnek alınan mürşid-i kâmilin hâlleri transfer edilir. Dünyâ malı, kalbin dışında ve bir gâye olarak değil, vâsıta olarak taşınır.
Mürşidin kalbi, aynen mercek gibidir. Sıfâtullâh tecellîlerine mazhar olduğu için kalbdeki menfî duygular yanmıştır. Dünyâya âit fânî lezzetler ömrünü tüketmiştir. Bu hâller râbıta ile mürîdin kalbine zamanla ve muhabbeti derecesinde sirâyet eder. Mürîd ile mürşid, bu hâl aktarmasıyla aynîleşir.
Nitekim hadîs-i şerîflerde şöyle buyrulmuştur:
“Kişi sevdiği ile berâberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)
“Herhangi bir topluluğa benzemeye çalışan, onlardandır.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 4/4031)
İmâm-ı Gazâlî -kuddise sirruh-, namaz kılan kimsede kalb huzûrunun şart olduğunu beyân buyurduktan sonra:
“İlk ve son oturuşta Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i kalb gözleri arasında tahayyül etmek lâzımdır…” diyerek Peygamberimiz’le yapılacak râbıtaya dikkat çekmiştir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder