8 Ağustos 2010 Pazar

Yahûdîlikte Tanrı Telâkkîsi

Yahûdîler tek Allâh’a inandıklarını söylemektedirler. Ancak, bugün mevcud olan Tevrât’ın bazı bölümlerine bakıldığında, Allâh inancının birtakım antropomorfik özellikler taşıdığı görülmektedir. Antropomorfizm, tanrıyı insan veya yaratılmış bazı varlıklara benzer şekillerde târif eden bir inançtır. Bu inanç, hayâl ve idrâk ötesi, yâni müteâl ve münezzeh olan Allâh inancından uzaktır.
Yahûdîlikte Allâh’ın isimleri, Yahve (Yahova) ve Elohim diye farklı şekillerde telaffuz edilir. Bugünkü Tevrât’ta Yahve adının geçtiği yerlere âlimler “yahvist metin” derler. M.Ö. 10. yüzyılda yazıldığı tahmin edilen bu metinlerde beşerî hislerle dolu, antropomorfik bir tanrı telâkkîsi apaçık görülür. Elohim isminin geçtiği metinler de “elohist metin” diye adlandırılır. M.Ö. 7. yüzyılda yazıldığı söylenen bu metinler, daha sonra diğerleri ile birleştirilerek bugünkü Tevrât oluşturulmuştur.
Yahova, yahûdîler için aynı zamanda millî bir tanrıdır. Rab, yahûdî milletini seçmiş, alâka ve iltifâtını sâdece onlara hasretmiştir. Diğer varlıkları ve insanları da yaratmıştır; lâkin onların yahûdîler gibi bir değeri yoktur. Efendi kavim, yahûdîlerdir. Bu inanç sebebiyle Yahûdîlik, cihânşümûl bir dünyâ nizâmı kurmaktan ve bütün insanlığı kucaklamaktan uzaktır.

Tanrı’nın antropomorfik (beşerî) sıfatlarla takdîmi, muahhar (daha sonraki) yahûdî âlimlerince te’vîl edilmiş, bunların hepsi mecâzî olarak nitelendirilmiştir. Onlara göre; Tanrı, insanlara, anlayabilecekleri bir dille konuşmuştur. Bunun için, bu tip ifâdelerin antropomorfik husûsiyetler taşıması gâyet tabiîdir.
Ancak Tevrât’ta Rabbin, beşerî sıfatlarla takdîm edilmesiyle ilgili ifâdeler, bu te’vîli tekzîb edecek nisbette çoktur. Bunların iddiâlarını birkaç misâl ile şöyle açıklayabiliriz:
Tanrı, insanların çok kötülük yaptığını görünce onları yarattığına pişman olur ve onları Tûfan’la helâk eder. Bu sefer de onları helâk ettiği için çok üzülür ve bir daha bu şekilde dünyâyı helâk etmeyeceğini söyler. (Tekvîn 6/5-7; 8/21-22)
Böylece Tanrı’ya açıkça hatâ etme ve pişmanlık
hissi gibi beşerî vasıflar izâfe edilir.
Aynı şekilde İsrâîloğulları, Rablerine isyân edip baş kaldırdıkları zaman Tanrı, onları bütünüyle helâk etmeye karar verir. Fakat araya peygamberler girerek, Tanrı’yı bu kararından vazgeçirmeye çalışırlar: «Yapma, etme!» derler. Bunun üzerine Tanrı, verdiği karardan vazgeçer. Öyle ki, Tanrı’nın, vermiş olduğu helâk kararından dolayı sonradan derin bir pişmanlık duyduğu ifâde edilir. (Çıkış, 37/9-12, 14; Amos, 7/2-6)
Hattâ Tanrı’nın, İsrâîloğulları’nın bitmek bilmeyen isyanları üzerine Yeremya Kitâbı’nda:
“Artık nedâmet37
ede ede yoruldum!” dediği dile getirilir. (Yeremya, 15/6)
Yine Tevrât’ta yer alan:
“Tanrı, kâinâtı altı günde yarattı. Yedinci günde de dinlendi.” (Tekvîn, 2/3) şeklindeki ifâde, Allâh’a acziyet isnâd eden bir örnektir.
Oysa dinlenmek, nedâmet etmek ve yorulmak, insanlara ve mahlûkâta has birer vasıf olup zaaf ve acziyet ifâde eder.
Bundan daha garibi, Tevrât’ta, vahiy mahsûlü bir kitapta bulunması mümkün olmayan şu ifâdelere yer verilir:
“Allâh’ın oğulları, Âdem kızlarının güzel olduklarını gördüler ve bütün seçtikleriyle evlendiler.” (Tekvîn, 6/2)
Ayrıca Tevrât’ın Tekvîn bölümünde Tanrı’nın, yanında iki melekle birlikte bir insan sûretinde İbrâhîm’in yanına gidip ona misâfir olduğu ve onlarla birlikte yiyip içtiği, ayaklarını yıkayıp istirahat ettiği anlatılır. Daha sonra Tanrı, meleklerini, Lût kavmini helâk etmek üzere Sodom ve Gomore’ye gönderir. Fakat bunu İbrâhîm’e anlatıp anlatmama konusunda tereddüt geçirir, sonunda anlatır. Bunun üzerine İbrâhîm, içinde bulunan iyi insanlardan dolayı, Lût kavmini helâk etmemesi konusunda Rab’le uzun süren bir pazarlığa girişir. (Tekvîn 18/1-15)
Yine Tevrât’ta, Ya’kûb -aleyhisselâm-’ın, Tanrı Yahve ile olan mücâdelesine yer verilmektedir ki, bu da hayli câlib-i dikkat bir hâdisedir. Buna göre, âile efrâdıyla birlikte Hazret-i Ya’kûb, dayısının yanından Kenan diyârına dönerken çölde bir adamla karşılaşır ve tanyeri ağarıncaya kadar onunla güreşir.
Ya’kûb -aleyhisselâm-:
“–Bırak gideyim!” dediği hâlde, güreş tuttuğu kimse onu bırakmaz ve daha sonra o kişi Ya’kûb -aleyhisselâm-’a:
“–Artık sana Ya’kûb değil, İsrâîl (Yahûdîlere göre: Tanrı ile güreşen) denecek. Çünkü sen, Allâh ile ve insanlarla uğraşıp yendin!” der. (Tekvîn, 32/22-32)
Tevrât’ta anlatıldığına göre bu güreş esnâsında Ya’kûb’un uyluk kemiği incinmiştir. Bu nedenle yahûdîler, bugün bile uyluk kemiğinin üzerindeki siniri yemezler.
Tevrât’taki: “Tanrı, âdeta bir insan şeklinde tecessüm ederek Ya’kûb -aleyhisselâm- ile güreş yaptı.” ifâdeleri, açıkça antropomorfik bir akîde sergiler. Bu ise, tevhîdden bütünüyle uzak, kemâl sıfatlardan mahrum ve noksan sıfatlara sâhip bir Allâh inancının ifâdesidir.
Buna benzer bir düşünce Hinduizm’de de vardır. Orada da tanrı bir insan veya hayvan şekline bürünerek yeryüzüne inmiştir. Bu inanç Hinduizm’de “Tanrının Avatarası” olarak ifâde edilmektedir.
Yahûdî din âlimleri, Eski Ahid’de yer alan bu tür kıssaları, değişik şekillerde yorumlama ve te’vîl etme yoluna gitmişlerdir. Nitekim bu hâdise, Tevrât tefsîrlerinde; “Ya’kûb’un güreş yaptığı kişi Tanrı değil, Tanrı şeklinde gözüken bir melektir.” denilerek te’vîl edilmiştir. Durum böyle olsa bile, bu sefer yaratılmış bir varlığın Tanrı şekline girebileceği düşüncesi ortaya çıkar ki, bunun da te’vîli mümkün değildir.
Nitekim Tevrât’taki güreş hâdisesinin ardından:
(Mûsâ): «Tanrı’yı yüz yüze gördüm ve canım sağ kaldı!» dedi.” (Tekvîn, 32/30) ibâresi, te’vîlin mümkün olmayacağını ifâde eder. Mânâ, gâyet açık ve vâzıhtır. Sonra bu hâdisenin, Tevrât’ta niye yer aldığı, hikmet ve gerekçesinin ne olduğu da tamamen meçhûldür. Her hâdisenin bir esbâb-ı mûcibesi olması gerekirken, bu hâdise ile ilgili hiçbir gerekçe gösterilmemektedir.
Yukarıda da ifâde ettiğimiz gibi Tevrât’ta, Allâh Teâlâ’nın “Sübhân”, yâni her türlü beşerî sıfatlardan münezzeh, kemâl sıfatlarıyla muttasıf bir Rab olduğu hakîkatinin zıddına, O’na beşerî bir acziyet isnâd edilmektedir. Bu hususta muharref Tevrât’taki diğer bazı ifâdeler de şöyledir:
“Ve Mûsâ, kavmin, aşîretlerine göre herkesin, çadırının kapısında ağlamakta olduğunu işitti; ve Rabbin öfkesi çok alevlendi; ve Mûsâ’nın gözünde kötü oldu. Ve Mûsâ Rabb’e dedi:
«–Niçin kuluna kötülükle davrandın? Ve niçin senin gözünde lutuf bulmadım ki, bu kavmin bütün yükünü benim üzerime yüklüyorsun? Bütün bu kavme ben mi gebe kaldım? Onları ben mi doğurdum ki, bana: “Lala, emzikli çocuğu taşıdığı gibi, atalarına and ettiğim diyara kucağında onları taşı.” diyorsun? Bütün bu kavme vermek için nereden et bulayım? Çünkü bana: “Bize et ver ve yiyelim.” diyerek ağlıyorlar. Bütün bu kavmi ben yalnız taşıyamam, çünkü bana çok ağırdır. Ve eğer bana böyle davranırsan, niyâz ederim, eğer gözünde lutuf buldumsa, beni hemen öldür ve sefâletimi görmeyeyim!»” (Sayılar, 11/4-6, 10-15)
Cenâb-ı Hakk’a zulüm isnâd eden bu ifâdeler, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın Rabbine duâ ve niyazda bulunacağı yerde baş kaldırıp isyankâr bir tavır sergilediğini gösterir ki, bu hâl, bir mukaddes kitapla ne kadar kâbil-i te’lîftir?
Yine Tevrât’ta, Allâh inancıyla bağdaşmayan şöyle bir hâdise anlatılır:
“Günün serinliğinde cennet bahçelerinde gezinti yapmakta olan Rab, Âdem ile Havvâ’yı arar. Onlar ağaçların arkasına gizlenmiştir. Tanrı onları göremeyince: «–Neredesin?» diye Hazret-i Âdem’e seslenir. Âdem, «–Bahçede sesini duyunca korktum. Çünkü çıplaktım, bu yüzden gizlendim.» der.” (Tekvîn, 3/8-10)
Bütün bu konular, ne kadar te’vîl edilirse edilsin, tahrîfinin te’vîl götürmediği kendiliğinden anlaşılır.
Bugün birçok âlim, Tevrât kıssalarındaki antropomorfik tanrı inancının arka planında, eski Mısır ve Bâbil’de görülen putperest ve efsânevî tanrı inançlarının tesirleri bulunduğunu ve bu inançların hem yahûdîleri hem de Tevrât yazarlarını etkilediğini ifâde etmektedir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder