Mûsâ -aleyhisselâm-:
“–Ben Ya’kûb -aleyhisselâm- neslinden İmrân oğlu Mûsâ’yım.” dedi ve başından geçenleri anlattı.
Şuayb -aleyhisselâm-:
“–Korkma! Burada Firavun’un hükmü geçmez!” dedi.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
فَجَاءتْهُ إِحْدَاهُمَا تَمْشِي عَلَى اسْتِحْيَاء قَالَتْ إِنَّ أَبِي يَدْعُوكَ لِيَجْزِيَكَ أَجْرَ مَا سَقَيْتَ لَنَا فَلَمَّا جَاءهُ وَقَصَّ عَلَيْهِ الْقَصَصَ قَالَ لَا تَخَفْ نَجَوْتَ مِنَ الْقَوْمِ الظَّالِمِينَ
“Derken, o iki kadından biri, utana utana yürüyerek O’na geldi: «–Babam, bizim için (hayvanları) sulamanın karşılığını ödemek için Sen’i çağırıyor!» dedi. Mûsâ, O’na gidip başından geçeni anlatınca (Şuayb):
«–Korkma! O zâlim kavimden kurtuldun!» dedi.” (el-Kasas, 25)
Şuayb -aleyhisselâm- yemek ikrâm etti. Hazret-i Mûsâ, o kadar aç olmasına rağmen yemekte tereddütlüydü. Şuayb -aleyhisselâm- sebebini sordu. Mûsâ -aleyhisselâm-:
“–Biz öyle bir âileyiz ki, bütün dünyâyı verseler, bir âhiret ameli ile değişmeyiz! Ben bu yemek için değil, rızâ-yı ilâhî için yardım etmiştim.” dedi.
Şuayb -aleyhisselâm- bu cevâba çok memnûn oldu ve:
“–Bu ikrâmımız, yaptığın yardım için değil, misâfirimiz olduğun içindir; haydi ye!” dedi.
Bunun üzerine çok yorgun ve aç olan Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-, yemeği yedi ve istirahate çekildi.
Safura, babasına bu kimseyi ücretle tutmasını tavsiye etti:
قَالَتْ إِحْدَاهُمَا يَا أَبَتِ اسْتَأْجِرْهُ إِنَّ خَيْرَ مَنِ اسْتَأْجَرْتَ الْقَوِيُّ الْأَمِينُ
“(Şuayb’ın) iki kızından biri: «Babacığım! O’nu ücretle (çoban) tut! Çünkü ücretle istihdâm edeceğin en iyi kimse, güçlü ve güvenilir olandır!» dedi.” (el-Kasas, 26)Ve ekledi:
“–Bu hasletler de, işte bu kimsede mevcuddur. Çünkü O, bizim yüzümüze dahî bakmadı. Yolda da çok geriden yürüyordu. Anlaşılıyor ki çok emîn bir kimsedir!”
Burada, kendisine vazîfe verilecek kişide bulunması gereken husûsiyetler, öz olarak ne kadar güzel tespit edilmiştir:
1. Liyâkat: İşi bilmek ve bununla birlikte o işi becerebilecek güce mâlik olmak.
2. Emânet: Doğru ve güvenilir olmak.
Arâis-i Mecâlis adlı kitapta nakledilen bir rivâyette:
“Firâset bakımından kadınların en üstünü ikidir. İkisi de Hazret-i Mûsâ hakkındaki teşhislerinde firâsetle isâbet etmiştir:
Biri, Firavun’un hanımı Âsiye’dir. (O, Mûsâ bir sandık içinde saraya getirilince, gönlü O’na meylederek, alıp Firavun’a götürmüş ve:) «–Bu çocuk, benim ve senin için göz nûru, göz aydınlığı olsun! O’nu öldürme!» demişti.
Diğeri ise Şuayb -aleyhisselâm-’ın kızıdır. (O da:) «–Babacığım! Koyunlarımızı otlatmak için O’nu ücretle tut! O, ücretle tuttuğun kimselerin en hayırlısıdır, kuvvetli ve emîndir!» demişti.”
Firâset; sâlih mü’minlerde meydana gelen isâbetli sezgidir, keşif hâlidir. Yâni, akıllılık, zekâ ve seziş demek olan firâset, kalbde vukû bulan mânevî bir idrâk kâbiliyetidir.
Hazret-i Osmân -radıyallâhu anh-, gözü harâma kayan bir kimseyi görmüş ve ona:
“–Gözünü harâmdan koru!” demişti.
O da:
“–Yâ Halîfe! Gözümün harâma baktığını sen nereden bildin?” deyince, Hazret-i Osmân -radıyallâhu anh-:
«Mü’minin firâsetinden sakınınız! Çünkü o, Allâh’ın nûruyla bakar!..» (Tirmizî, Tefsîr, 15) hadîsini okumuştur.
Yine Ebû Hanîfe Hazretleri, abdest alan bir genç görmüş:
“–Şu şu hatâları yapma!” demiştir.
Genç, hayret edip Hazret-i İmâm’a:
“–Yâ İmâm! Bu hatâları işlediğimi nereden bildiniz?” diye sormuş, Ebû Hanîfe Hazretleri de:
“–Abdest âzâlarından dökülen sulardan!” buyurmuştur.
Hazret-i Hatîce, Hazret-i Âişe ve Hazret-i Fâtıma -radıyallâhu anhünne- de, hep firâset sâhibi vâlidelerimizdir.
Hatîce annemiz, malını ve canını Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- uğruna fedâ etmiş ve O’nu ilk tasdîk eden kimse rütbesine nâil olmuştur. Hazret-i Âişe vâlidemiz ise, Rasûlullâh’ı anlama gücüne, O’nu mükemmel bir şekilde idrâk etme kâbiliyetine ve ahlâk-ı peygamberîyi temsîl eden derin bir hissiyat ve duyguya sâhipti. Fâtıma vâlidemizde de, babasından akseden bir merhamet, şefkat ve takvâ hâli mevcuddu. Böylece bir taraftan hepsinin müşterek vasıfları bulunmasına rağmen, diğer taraftan her birinde farklı farklı ve nâdide hâl tecellîleri bulunurdu.
Firâsetin şartı, helâl lokma yemek ve kalbî hayâtı inkişâf ettirmektir.
Vâsıtî -radıyallâhu anh- buyurur:
“Firâset, kalbde parıldayan nûrun ışığıdır. Kalbde yerleşen mârifettir, (yâni Cenâb-ı Hakk’ı kalben bulabilme, kalben idrâk edebilme ve O’na yaklaşabilmektir). Bu mârifet ile gaybın sırları ayân olur…”
Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, Mesnevî’sinde mârifet sırrına şu şekilde açıklık getirir:
“Akıl, dünyevî işlerimizde başarılı olmasına rağmen, mâhiyeti îcâbı, hakîkate, ilâhî esrâra, yâni mârifetullâha vâsıl olmakta yetersiz kalır. Bu ulvî yolculuk için bir vâsıta gereklidir. O da gönüldür, aşktır, vecddir, istiğraktır. Akıl, Mustafâ’ya kurbân olsun!”
Evliyâullâhtan Abdülhâlık Gücdüvânî Hazretleri’nin sohbetine gelen yabancı bir genç:
“«Mü’minin firâsetinden korkunuz! Çünkü O, Allâh’ın nûruyla bakar!» (Tirmizî, Tefsîr, 15) hadîsinin sırrı nedir?” diye sordu.
Abdülhâlık Gücdüvânî Hazretleri cevâben:
“–Belindeki zünnârı çıkar! (Hristiyanların taktığı o küfür alâmetini çöz!) Ve İslâm ol!..” dedi.
Bu firâset dolu kerâmet karşısında genç, Pîr’in önünde kelime-i şehâdet getirdi ve müslüman oldu.
Hazret-i Gücdüvânî bu sefer ihvânına dönüp:
“–Biz de kalblerimizdeki zünnârı çıkaralım!” buyurdular.
Kalbdeki zünnâr, kibir, gurur, hased, cimrilik ve kıskançlık gibi gönle girmiş olan kötü ahlâktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder