6 Ağustos 2010 Cuma

Kızıldeniz’i Geçtikten Sonra

Mûsâ -aleyhisselâm- Benî İsrâîl’i Kenan diyârına doğru götürdü.
Yolda giderken puta ve öküze tapan bir kavim gördüler. Bazıları:
“–Yâ Mûsâ! Bize de böyle bir şey yap da ona tapalım!” dediler.
Hazret-i Mûsâ, onlara nasîhat etti:
“–Allâh sizi bir zulümden kurtardı. Kıptîler sizin oğullarınızı öldürüyor ve kızlarınızı hizmetçi olarak kullanıyorlardı. Buna rağmen siz Allâh’a isyân edip O’na karşı şirke mi dalacaksınız?!” dedi.
Allâh Teâlâ buyurur:
وَجَاوَزْنَا بِبَنِي إِسْرَائِيلَ الْبَحْرَ فَأَتَوْاْ عَلَى قَوْمٍ يَعْكُفُونَ عَلَى أَصْنَامٍ لَّهُمْ قَالُواْ يَا مُوسَى اجْعَل لَّنَا إِلَـهًا كَمَا لَهُمْ آلِهَةٌ قَالَ إِنَّكُمْ قَوْمٌ تَجْهَلُونَ
“İsrâîloğullarını denizden geçirdik. Orada kendilerine mahsus birtakım putlara tapan bir kavme rastladılar. Bunun üzerine:
«–Ey Mûsâ! Onların ilâhları olduğu gibi, Sen de bizim için bir ilâh yap!» dediler.
Mûsâ:
«–Gerçekten siz câhil bir toplumsunuz!» dedi.” (el-A’râf, 138)
إِنَّ هَـؤُلاء مُتَبَّرٌ مَّا هُمْ فِيهِ وَبَاطِلٌ مَّا كَانُواْ يَعْمَلُونَ
(139)
قَالَ أَغَيْرَ اللّهِ أَبْغِيكُمْ إِلَـهًا وَهُوَ فَضَّلَكُمْ عَلَى الْعَالَمِينَ
(140)
وَإِذْ أَنجَيْنَاكُم مِّنْ آلِ فِرْعَونَ يَسُومُونَكُمْ سُوَءَ الْعَذَابِ يُقَتِّلُونَ أَبْنَاءكُمْ وَيَسْتَحْيُونَ نِسَاءكُمْ وَفِي ذَلِكُم بَلاء مِّن رَّبِّكُمْ عَظِيمٌ
(141)
“Şüphesiz bunların içinde bulundukları (din) yıkılmıştır; yapmakta oldukları da bâtıldır.
Mûsâ dedi ki:
«–Allâh sizi âlemlere üstün kılmışken, Ben size Allâh’tan başka bir tanrı mı arayayım? Hatırlayın ki, size işkencenin en kötüsünü yapan Firavun’un adamlarından sizi kurtardık. Onlar oğullarınızı öldürüyorlar, kadınlarınızı sağ bırakıyorlardı. İşte bunda sizin için Rabbiniz tarafından büyük bir imtihan vardır.»” (el-A’râf, 139-141)
Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-, 12.000 kişilik iki ordu yaptı. Mısır’a gönderdi. Çocuk, hasta ve yaşlılardan başka kimse kalmamıştı. Ordunun birinin başında Yûşâ bin Nûn -aleyhisselâm-, diğerinde de Kâlib bin Yuhne kumandanlık ediyordu. Ganîmetlerle döndüler. Taşıyamayacaklarını sattılar. Artık Kıptîler tamamen perişân olmuşlardı. Bu durum, âyet-i kerîmelerde şöyle anlatılır:
فَأَخْرَجْنَاهُم مِّن جَنَّاتٍ وَعُيُونٍ
(57)
وَكُنُوزٍ وَمَقَامٍ كَرِيمٍ
(58)
“(Sonunda) Biz onları (Firavun ve kavmini), bahçelerden, pınarlardan, hazînelerden ve değerli bir yerden çıkardık.” (eş-Şuarâ, 57-58)
وَأَوْرَثْنَا الْقَوْمَ الَّذِينَ كَانُواْ يُسْتَضْعَفُونَ مَشَارِقَ الأَرْضِ وَمَغَارِبَهَا الَّتِي بَارَكْنَا فِيهَا وَتَمَّتْ كَلِمَتُ رَبِّكَ الْحُسْنَى عَلَى بَنِي إِسْرَائِيلَ بِمَا صَبَرُواْ وَدَمَّرْنَا مَا كَانَ يَصْنَعُ فِرْعَوْنُ وَقَوْمُهُ وَمَا كَانُواْ يَعْرِشُونَ
“Hor görülüp ezilmekte olan o kavmi (yahûdîleri) de, içini bereketle doldurduğumuz yerin doğu taraflarına ve batı taraflarına mîrasçı kıldık. Sabırlarına karşılık Rabbinin İsrâîloğulları’na verdiği güzel söz yerine geldi. Firavun ve kavminin yapmakta olduklarını ve yetiştirdikleri bahçeleri helâk ettik.” (el-A’râf, 137)
كَذَلِكَ وَأَوْرَثْنَاهَا بَنِي إِسْرَائِيلَ
“Böylece bunlara İsrâîloğulları’nı mîrasçı yaptık.” (eş-Şuarâ, 59)
كَمْ تَرَكُوا مِن جَنَّاتٍ وَعُيُونٍ
(25)
وَزُرُوعٍ وَمَقَامٍ كَرِيمٍ
(26)
وَنَعْمَةٍ كَانُوا فِيهَا فَاكِهِينَ
(27)
كَذَلِكَ وَأَوْرَثْنَاهَا قَوْمًا آخَرِينَ
(28)
فَمَا بَكَتْ عَلَيْهِمُ السَّمَاء وَالْأَرْضُ وَمَا كَانُوا مُنظَرِينَ
(29)
“Onlar geride nice bahçeler, pınarlar, ekinler, güzel konaklar, zevk ve safâsını sürdükleri nice nîmetler bırakmışlardı.
İşte böylece Biz de onları başka bir topluma mîras bıraktık.
Gök ve yer onların ardından ağlamadı; onlara mühlet de verilmedi.” (ed-Duhân, 25-29)
Cenâb-ı Hak, kahr-ı ilâhîye dûçâr olan toplumların hazîn âkıbetlerini ve târihin çöplüğünde kaybolup gitmelerini, aşağıdaki âyet-i kerîmede ne güzel tasvîr eder:
وَكَمْ أَهْلَكْنَا قَبْلَهُم مِّن قَرْنٍ هَلْ تُحِسُّ مِنْهُم مِّنْ أَحَدٍ أَوْ تَسْمَعُ لَهُمْ رِكْزًا
“Biz, onlardan önce nice nesilleri helâk ettik. Sen, onlardan herhangi birinden (bir varlık emâresi) hissediyor veya onlara âit cılız bir ses işitiyor musun?” (Meryem, 98)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder