6 Ağustos 2010 Cuma

Eriha Beldesinde Amâlikalılar’la Harb Etme İmtihânı ve Tih Sahrâsı

وَإِذْ قَالَ مُوسَى لِقَوْمِهِ يَا قَوْمِ اذْكُرُواْ نِعْمَةَ اللّهِ عَلَيْكُمْ إِذْ جَعَلَ فِيكُمْ أَنبِيَاء وَجَعَلَكُم مُّلُوكًا وَآتَاكُم مَّا لَمْ يُؤْتِ أَحَدًا مِّن الْعَالَمِينَ
“Bir zamanlar Mûsâ, kavmine şöyle demişti:
«–Ey kavmim! Allâh’ın size (lutfettiği) nîmetini hatırlayın! Zîrâ O, içinizden peygamberler çıkardı ve sizi hükümdarlar kıldı, (hür insanlar yaptı). Âlemlerde hiç kimseye vermediğini size verdi.»” (el-Mâide, 20)
Bu âyetler, Hazret-i Mûsâ zamanındaki İsrâîloğulları ile ilgilidir. Bu sebeple gerek onların “âlemde hiç kimseye verilmemiş nîmetlere mazhar olmaları” gerekse “arz-ı mukaddes’in onlara vatan olarak yazılmış bulunması” hep o zamana âittir. Yoksa yüzlerce âyet ve hadîs-i şerîf, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in gelmiş geçmiş ve gelecek bütün insanlık için Allâh’ın eşsiz bir lutfu ve nîmeti olduğundan bahseder. Mukaddes topraklara kimin vâris olacağı husûsunda ise Allâh Teâlâ’nın tâyini şöyledir:
وَلَقَدْ كَتَبْنَا فِي الزَّبُورِ مِن بَعْدِ الذِّكْرِ أَنَّ الْأَرْضَ يَرِثُهَا عِبَادِيَ الصَّالِحُونَ
“And olsun Zikir’den (Tevrât’tan) sonra Zebûr’da da: «Yeryüzüne sâlih kullarım vâris olacaktır.» diye yazmıştık.” (el-Enbiyâ, 105)
Bu âyet-i kerîmede zulmün ve zâlimlerin sürekli pâyidâr olmayacağı; iyiliğin asıl, kötülüğün ise ârızî olduğu; hâkimiyetin, eninde sonunda sâlihlerin eline geçeceğinin mukadder olduğu ifâde buyrulmaktadır. Bu da, İslâm’ın dünyâ hayâtı husûsundaki cihânşümûl görüşünü sergilemektedir.
Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-, kavmini Kenan diyârına götürmek için yola çıkmıştı. “Arz-ı Mev’ûd” denilen yere yerleşeceklerdi. Mûsâ -aleyhisselâm-, her koldan bir temsilci seçti. Yûşâ bin Nûn ve Kâlib bin Yuhne’nin reisliğinde oradaki kavmi keşfe gönderdi. Gidenler, Amâlika kavmini çok güçlü buldular. Fakat bunu, herhangi bir korkuya sebebiyet vermemesi ve hâlet-i rûhiyelerinin bozulmaması için kavimlerine anlatmamak üzere anlaştılar. Zâten Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- da, onlara böyle yapmalarını tembihlemişti. Ancak Yûşâ bin Nûn ve Kâlib bin Yuhne’nin dışındakiler, durumu kavimlerine anlattılar. İsrâîloğulları da harbetmekten kaçındı:
يَا قَوْمِ ادْخُلُوا الأَرْضَ المُقَدَّسَةَ الَّتِي كَتَبَ اللّهُ لَكُمْ وَلاَ تَرْتَدُّوا عَلَى أَدْبَارِكُمْ فَتَنقَلِبُوا خَاسِرِينَ
(21)
قَالُوا يَا مُوسَى إِنَّ فِيهَا قَوْمًا جَبَّارِينَ وَإِنَّا لَن نَّدْخُلَهَا حَتَّىَ يَخْرُجُواْ مِنْهَا فَإِن يَخْرُجُواْ مِنْهَا فَإِنَّا دَاخِلُونَ
(22)
(Mûsâ şöyle dedi:)
«–Ey kavmim! Allâh’ın size (vatan olarak) yazdığı mukaddes toprağa girin ve arkanıza dönmeyin, yoksa hüsrâna uğramış kimseler olarak dönersiniz!»
Onlar:
«–Yâ Mûsâ! Orada zorba bir toplum var! Onlar oradan çıkmadıkça, biz oraya aslâ girmeyeceğiz. Eğer oradan çıkarlarsa, biz de hemen gireriz.» diye cevap verdiler.” (el-Mâide, 21-22)
قَالَ رَجُلاَنِ مِنَ الَّذِينَ يَخَافُونَ أَنْعَمَ اللّهُ عَلَيْهِمَا ادْخُلُواْ عَلَيْهِمُ الْبَابَ فَإِذَا دَخَلْتُمُوهُ فَإِنَّكُمْ غَالِبُونَ وَعَلَى اللّهِ فَتَوَكَّلُواْ إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ
“Korkanların içinden Allâh’ın kendilerine lutufta bulunduğu iki kişi şöyle dedi:
«–Onların üzerine kapıdan girin; oraya bir girdiniz mi, artık zaferi kesinlikle kazanmış olursunuz. Eğer mü’minler iseniz, ancak Allâh’a güvenin.»” (el-Mâide, 23)
قَالُواْ يَا مُوسَى إِنَّا لَن نَّدْخُلَهَا أَبَدًا مَّا دَامُواْ فِيهَا فَاذْهَبْ أَنتَ وَرَبُّكَ فَقَاتِلا إِنَّا هَاهُنَا قَاعِدُونَ
(Nankör İsrâîl kavmi ise):
«–Ey Mûsâ! Onlar orada bulundukları müddetçe, biz oraya aslâ girmeyiz; şu durumda Sen ve Rabbin, gidin savaşın! Biz burada oturacağız!» dediler.” (el-Mâide, 24)
Çünkü Firavun’un zulmünden kurtulduktan sonra o kötü günleri unutan İsrâîloğulları, dünyâ nîmetlerine kavuşmuş ve rahata alışmışlardı. Dünyevî istek ve arzularını artırmışlar, Hazret-i Mûsâ’dan kudret helvâsı ve bıldırcın eti istemişlerdi. Bu nîmetler, kendilerine her gün bahşedildi. Bunlara ilâveten Mûsâ       -aleyhisselâm- asâsı ile taşa vurmuş oradan da oniki pınar fışkırmıştı.
Cenâb-ı Hak buyurur:
وَظَلَّلْنَا عَلَيْكُمُ الْغَمَامَ وَأَنزَلْنَا عَلَيْكُمُ الْمَنَّ وَالسَّلْوَى كُلُواْ مِن طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ وَمَا ظَلَمُونَا وَلَـكِن كَانُواْ أَنفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ
“Ve sizi bulutla gölgeledik; size kudret helvası ve bıldırcın gönderdik: «Verdiğimiz güzel nîmetlerden yeyiniz!» (dedik). Hakîkatte onlar, Biz’e değil, sâdece kendilerine nankörlük ediyorlardı.” (el-Bakara, 57)
وَإِذِ اسْتَسْقَى مُوسَى لِقَوْمِهِ فَقُلْنَا اضْرِب بِّعَصَاكَ الْحَجَرَ فَانفَجَرَتْ مِنْهُ اثْنَتَا عَشْرَةَ عَيْناً قَدْ عَلِمَ كُلُّ أُنَاسٍ مَّشْرَبَهُمْ كُلُواْ وَاشْرَبُواْ مِن رِّزْقِ اللَّهِ وَلاَ تَعْثَوْاْ فِي الأَرْضِ مُفْسِدِينَ
“Mûsâ (çölde) kavmi için su istemişti de Biz O’na:
«–Değneğinle taşa vur!» demiştik. Derhal (taştan) oniki pınar fışkırdı. Her bölük içiceği kaynağı bildi. (Onlara):
«Allâh’ın rızkından yiyin, için, sakın yeryüzünde bozgunculuk etmeyin!» dedik.” (el-Bakara, 60)
وَقَطَّعْنَاهُمُ اثْنَتَيْ عَشْرَةَ أَسْبَاطًا أُمَمًا وَأَوْحَيْنَا إِلَى مُوسَى إِذِ اسْتَسْقَاهُ قَوْمُهُ أَنِ اضْرِب بِّعَصَاكَ الْحَجَرَ فَانبَجَسَتْ مِنْهُ اثْنَتَا عَشْرَةَ عَيْنًا قَدْ عَلِمَ كُلُّ أُنَاسٍ مَّشْرَبَهُمْ وَظَلَّلْنَا عَلَيْهِمُ الْغَمَامَ وَأَنزَلْنَا عَلَيْهِمُ الْمَنَّ وَالسَّلْوَى كُلُواْ مِن طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ وَمَا ظَلَمُونَا وَلَـكِن كَانُواْ أَنفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ
“Biz İsrâîloğulları’nı oymaklar hâlinde oniki kabîleye ayırdık. Kavmi kendisinden su isteyince, Mûsâ’ya: «–Asânı taşa vur!» diye vahyettik. Derhal ondan oniki pınar fışkırdı. Her kabîle içeceği yeri belledi. Sonra üzerlerine bulutla gölge yaptık; onlara kudret helvası ve bıldırcın eti indirdik. (Onlara dedik ki):
«Size verdiğimiz rızıkların temizlerinden yiyin!» Ama onlar (emirlerimizi dinlememekle) Biz’e değil, kendilerine zulmediyorlardı.” (el-A’râf, 160)
يَا بَنِي إِسْرَائِيلَ قَدْ أَنجَيْنَاكُم مِّنْ عَدُوِّكُمْ وَوَاعَدْنَاكُمْ جَانِبَ الطُّورِ الْأَيْمَنَ وَنَزَّلْنَا عَلَيْكُمُ الْمَنَّ وَالسَّلْوَى
(80)
كُلُوا مِن طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ وَلَا تَطْغَوْا فِيهِ فَيَحِلَّ عَلَيْكُمْ غَضَبِي وَمَن يَحْلِلْ عَلَيْهِ غَضَبِي فَقَدْ هَوَى
(81)
وَإِنِّي لَغَفَّارٌ لِّمَن تَابَ وَآمَنَ وَعَمِلَ صَالِحًا ثُمَّ اهْتَدَى
(82)
“Ey İsrâîloğulları! Sizi düşmanınızdan kurtardık! Tûr’un sağ tarafına (gelmeniz için) size vâde tanıdık ve size kudret helvası ile bıldırcın eti lutfettik.
Size rızık olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yiyiniz; bu hususta taşkınlık ve nankörlük de etmeyiniz; sonra sizi gazabım çarpar! Her kimi gazabım çarparsa, hakîkaten o, yıkılıp gitmiştir.
Şu da muhakkak ki Ben, tevbe eden, inanan ve sâlih amel işleyen, sonra (böylece) doğru yoldan giden kimseyi bağışlarım.” (Tâhâ, 80-82)
İsrâîloğulları ise, isteği bitmeyen, şükürsüz ve sabırsız bir kavim oldukları için yine peygamberlerine yük olmakta devâm edip nankörlük ediyorlardı. Nitekim aşağıdaki âyet-i kerîme, bu kavmin nankörlüğünü açık bir şekilde sergiler:
وَإِذْ قُلْتُمْ يَا مُوسَى لَن نَّصْبِرَ عَلَىَ طَعَامٍ وَاحِدٍ فَادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُخْرِجْ لَنَا مِمَّا تُنبِتُ الأَرْضُ مِن بَقْلِهَا وَقِثَّآئِهَا وَفُومِهَا وَعَدَسِهَا وَبَصَلِهَا قَالَ أَتَسْتَبْدِلُونَ الَّذِي هُوَ أَدْنَى بِالَّذِي هُوَ خَيْرٌ اهْبِطُواْ مِصْراً فَإِنَّ لَكُم مَّا سَأَلْتُمْ وَضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الذِّلَّةُ وَالْمَسْكَنَةُ وَبَآؤُوْاْ بِغَضَبٍ مِّنَ اللَّهِ ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ كَانُواْ يَكْفُرُونَ بِآيَاتِ اللَّهِ وَيَقْتُلُونَ النَّبِيِّينَ بِغَيْرِ الْحَقِّ ذَلِكَ بِمَا عَصَواْ وَّكَانُواْ يَعْتَدُونَ
“Hani siz (verilen nîmetlere karşılık):
«–Ey Mûsâ! Bir tek yemekle yetinemeyiz; bizim için Rabbine duâ et de yerin bitirdiği şeylerden; sebzesinden, hıyarından, sarımsağından, mercimeğinden, soğanından bize çıkarsın!» dediniz.
Mûsâ ise:
«–Daha hayırlı olanı daha değersiz bir şey ile değiştirmek mi istiyorsunuz? O hâlde şehre inin! Zîrâ istedikleriniz sizin için orada var!» dedi.
İşte (bu hâdiseden sonra) üzerlerine aşağılık ve yoksulluk damgası vuruldu. Allâh’ın gazabına uğradılar. Bu musîbetler (onların başına), Allâh’ın âyetlerini inkâra devâm etmeleri, haksız olarak peygamberleri öldürmeleri sebebiyle geldi. Bunların hepsi, sâdece isyanları ve taşkınlıkları sebebiyledir.” (el-Bakara, 61)
قَالَ رَبِّ إِنِّي لا أَمْلِكُ إِلاَّ نَفْسِي وَأَخِي فَافْرُقْ بَيْنَنَا وَبَيْنَ الْقَوْمِ الْفَاسِقِينَ
(25)
قَالَ فَإِنَّهَا مُحَرَّمَةٌ عَلَيْهِمْ أَرْبَعِينَ سَنَةً يَتِيهُونَ فِي الأَرْضِ فَلاَ تَأْسَ عَلَى الْقَوْمِ الْفَاسِقِينَ
(26)
(Nihâyet) Mûsâ:
«–Rabbim! Ben kendimden ve kardeşimden başkasına hâkim olamıyorum; bizimle, bu yoldan çıkmış toplumun arasını ayır!» dedi.
Allâh:
«–Öyleyse orası (Arz-ı Mukaddes) onlara kırk yıl yasaklanmıştır; (bu müddet içinde) yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Artık Sen, fâsık toplum için üzülme!» dedi.” (el-Mâide, 25-26)
وَلَقَدْ أَخَذَ اللّهُ مِيثَاقَ بَنِي إِسْرَائِيلَ وَبَعَثْنَا مِنهُمُ اثْنَيْ عَشَرَ نَقِيبًا وَقَالَ اللّهُ إِنِّي مَعَكُمْ لَئِنْ أَقَمْتُمُ الصَّلاَةَ وَآتَيْتُمُ الزَّكَاةَ وَآمَنتُم بِرُسُلِي وَعَزَّرْتُمُوهُمْ وَأَقْرَضْتُمُ اللّهَ قَرْضًا حَسَنًا لَّأُكَفِّرَنَّ عَنكُمْ سَيِّئَاتِكُمْ وَلأُدْخِلَنَّكُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الأَنْهَارُ فَمَن كَفَرَ بَعْدَ ذَلِكَ مِنكُمْ فَقَدْ ضَلَّ سَوَاء السَّبِيلِ
“And olsun ki Allâh, İsrâîloğulları’ndan söz almıştı. (Kefil olarak) içlerinden oniki de temsilci göndermiştik. Allâh onlara şöyle demişti:
«–Ben sizinle berâberim. Eğer namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, peygamberlerime inanır, onları desteklerseniz ve Allâh’a güzel borç verirseniz (ihtiyâcı olanlara Allâh rızâsı için fâizsiz borç verirseniz), and olsun ki sizin günâhlarınızı örterim ve sizi, zemîninden ırmaklar akan cennetlere koyarım. Bundan sonra kim inkâr yolunu tutarsa, doğru yoldan sapmış olur.»” (el-Mâide, 12)
Fakat Benî İsrâîl kavmi, Allâh’ın kendilerine bahşettiği nîmetlere nankörlük ediyor ve ülü’l-azm peygamberlerin üçüncüsü olan Hazret-i Mûsâ’ya tavır koymaya devâm ediyorlardı. Hattâ peygamberlerine:
“–Sen Rabbinle beraber savaşa git; harbet ve kazan! Ondan sonra biz de Sen’in ardından geliriz!” diyecek kadar küstahlaşmışlardı.
Bu sebeple Cenâb-ı Hak, onları kırk sene boyunca sıkıcı ve dar bir yer olan Tih Sahrası’nda kalmaya mahkûm etti.
Bu mekândan ne zaman çıkmaya çalışsalar, dönüp dolaşıp yine aynı dâirenin içine giriyorlardı. Tâ ki, yeni bir nesil yetişti…
Nihâyet, bu îmânlı ve zinde nesil ile, oradaki zorba kavme gâlip gelinip Arz-ı Mev’ûd’a girildi. Artık Şeria Nehri’nin doğu kıyısındaki yerler ele geçirilmiş ve Arz-ı Mev’ûd’a yerleşilmişti. Böylece Mûsâ -aleyhisselâm-’ın va’di yerine geldi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder