7 Ağustos 2010 Cumartesi

Kule

Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-, tevhîd akîdesini tebliğ ettikçe mü’minler çoğalıyor, Firavun’un da hıncı ve zulmü artıyordu. O, büyük bir kule yaptırdı. Bu kuleye hayvanla çıkılıyordu. Kule, yedi senede tamamlanmıştı.
Ahmak Firavun, gûyâ bu kulenin tepesine çıkıp Mûsâ’nın Rabbi ile görüşecekti! O, tevhîd akîdesinden habersiz olduğu için kendisindeki Allâh imajı, beşerî âlemdeki şekillere, yâni antropomorfik akîdeye dayanıyordu. Bu ise, Allâh’ı şekillendirici bir telakkî idi. Aynen Yunan dinlerindeki gibi çok tanrılı tasavvura sâhipti; yer tanrısı, gök tanrısı, aşk tanrısı vs. gibi.
Firavun, bu kuleden semâlara bakacak, Mûsâ’nın Rabbine rastlamadığını halka yayacaktı. Veya:
“–Biz, bunca gücümüz, imkânımız ve medeniyetimizle göklere yol bulup erişemedik; Mûsâ nasıl çıkmış da bize haber getirmiş!” diye kısır düşünceleriyle ortalığa fitne salacaktı.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
وَقَالَ فِرْعَوْنُ يَا هَامَانُ ابْنِ لِي صَرْحًا لَّعَلِّي أَبْلُغُ الْأَسْبَابَ
(36)
أَسْبَابَ السَّمَاوَاتِ فَأَطَّلِعَ إِلَى إِلَهِ مُوسَى وَإِنِّي لَأَظُنُّهُ كَاذِبًا وَكَذَلِكَ زُيِّنَ لِفِرْعَوْنَ سُوءُ عَمَلِهِ وَصُدَّ عَنِ السَّبِيلِ وَمَا كَيْدُ فِرْعَوْنَ إِلَّا فِي تَبَابٍ
(37)
“Firavun: «–Ey Hâmân! Bana yüksek bir kule yap; belki yollara, göklerin yollarına erişirim de Mûsâ’nın İlâh’ını görürüm. Doğrusu ben, O’nun yalancı olduğunu sanıyorum.» dedi.
Böylece Firavun’a, yaptığı kötü iş, süslü gösterildi ve yoldan saptırıldı. Firavun’un tuzağı tamamen boşa çıktı.” (el-Mü’min, 36-37)
Rivâyete göre, Allâh Teâlâ Cebrâîl -aleyhisselâm-’a emretti. O da kanadıyla kuleye vurdu. Binâ üçe ayrıldı. Binlerce asker öldü. Tuğla ve kiremit pişirenler de yandılar.
Firavun, bunda da muvaffak olamayınca, kızgınlığı daha da şiddetlendi. Kıptîlerin Sıptîlere olan zulmü, had safhaya ulaştı:
وَقَالَ الْمَلأُ مِن قَوْمِ فِرْعَونَ أَتَذَرُ مُوسَى وَقَوْمَهُ لِيُفْسِدُواْ فِي الأَرْضِ وَيَذَرَكَ وَآلِهَتَكَ قَالَ سَنُقَتِّلُ أَبْنَاءهُمْ وَنَسْتَحْيِـي نِسَاءهُمْ وَإِنَّا فَوْقَهُمْ قَاهِرُونَ
“Firavun’un kavminden ileri gelenler (Firavun’a) dediler ki:
«–Mûsâ’yı ve kavmini, seni ve tanrılığını bırakıp yeryüzünde bozgunculuk çıkarsınlar diye mi bırakacaksınız?»
(O da):
«–Biz onların oğullarını öldürüp, kadınlarını sağ bırakacağız. Elbette biz onları ezecek üstünlükteyiz!» dedi.” (el-A’râf, 127)
Benî İsrâîl, bu durumu Mûsâ -aleyhisselâm-’a şikâyet etti. O da sabır tavsiye etti:
قَالَ مُوسَى لِقَوْمِهِ اسْتَعِينُوا بِاللّهِ وَاصْبِرُواْ إِنَّ الأَرْضَ لِلّهِ يُورِثُهَا مَن يَشَاء مِنْ عِبَادِهِ وَالْعَاقِبَةُ لِلْمُتَّقِينَ
“Mûsâ kavmine dedi ki:
«–Allâh’tan yardım isteyin ve sabredin! Şüphesiz ki yeryüzü Allâh’ındır. Kullarından dilediğini ona vâris kılar. Netîce, (Allâh’tan korkup günahtan) sakınanlarındır.»” (el-A’râf, 128)
Fakat kavmi, Mûsâ -aleyhisselâm-’a hafifçe tavır koymaya başladılar. Peygamberlerine devamlı olarak sıkıntı veriyorlar, sabırsızlık ve acelecilik gösteriyorlardı. Çünkü materyalist bir düşünceye sâhiptiler:
قَالُواْ أُوذِينَا مِن قَبْلِ أَن تَأْتِينَا وَمِن بَعْدِ مَا جِئْتَنَا قَالَ عَسَى رَبُّكُمْ أَن يُهْلِكَ عَدُوَّكُمْ وَيَسْتَخْلِفَكُمْ فِي الأَرْضِ فَيَنظُرَ كَيْفَ تَعْمَلُونَ
“Onlar:
«–Sen bize (peygamber olarak) gelmeden önce de geldikten sonra da bize işkence edildi.» dediler.
(Mûsâ):
«–Umulur ki Rabbiniz, düşmanınızı helâk eder ve onların yerine sizi yeryüzünde hâkim kılar da nasıl hareket edeceğinize bakar!»
dedi.” (el-A’râf, 129)
Böylece Allâh, istikbâlin, îmân edenlerin olacağına işâret etmekteydi.
Kıptîler zulümlerine devâm ediyorlardı. Hazret-i Mûsâ, bu zulmün son bulması için duâ etti. Peşpeşe alâmetler geldi ve Kıptî kavmi üzerine teselsülen belâlar yağmaya başladı:
وَلَقَدْ أَخَذْنَا آلَ فِرْعَونَ بِالسِّنِينَ وَنَقْصٍ مِّن الثَّمَرَاتِ لَعَلَّهُمْ يَذَّكَّرُونَ
(130)
فَإِذَا جَاءتْهُمُ الْحَسَنَةُ قَالُواْ لَنَا هَـذِهِ وَإِن تُصِبْهُمْ سَيِّئَةٌ يَطَّيَّرُواْ بِمُوسَى وَمَن مَّعَهُ أَلا إِنَّمَا طَائِرُهُمْ عِندَ اللّهُ وَلَـكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لاَ يَعْلَمُونَ
(131)
“And olsun ki, Biz de Firavun’a uyanları ders alsınlar diye yıllarca kuraklık ve mahsûl kıtlığı ile cezâlandırdık.
Onlara bir iyilik (bolluk) gelince: «–Bu bizim hakkımızdır!» derler; eğer kendilerine bir fenâlık gelirse, bunu Mûsâ ve O’nunla beraber olanların uğursuzluğu sayarlardı.
Bilesiniz ki, onlara gelen uğursuzluk, Allâh katındandır. Fakat onların çoğu bunu bilmezler.” (el-A’râf, 130-131)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder