7 Ağustos 2010 Cumartesi

Ayrı Ayrı Mûcizeler

وَقَالُواْ مَهْمَا تَأْتِنَا بِهِ مِن آيَةٍ لِّتَسْحَرَنَا بِهَا فَمَا نَحْنُ لَكَ بِمُؤْمِنِينَ
(132)
فَأَرْسَلْنَا عَلَيْهِمُ الطُّوفَانَ وَالْجَرَادَ وَالْقُمَّلَ وَالضَّفَادِعَ وَالدَّمَ آيَاتٍ مُّفَصَّلاَتٍ فَاسْتَكْبَرُواْ وَكَانُواْ قَوْمًا مُّجْرِمِينَ
(133)
(Onlar, Mûsâ’ya) dediler ki:
«–Bizi sihirlemek için ne mûcize getirirsen getir, biz Sana inanacak değiliz!»
Biz de, ayrı ayrı mûcizeler olarak onların üzerine tûfân, çekirge, haşere, kurbağalar ve kan gönderdik. Yine de büyüklük tasladılar ve günahkâr bir kavim oldular.” (el-A’râf, 132-133)
Kıptîler, azâbı gördüklerinde Hazret-i Mûsâ’ya “Büyük âlim!” diye hitâb ediyorlardı. Azap kalkınca da, isyanlarına devâm ederek “Bu, zâten geçiciydi.” diyorlardı.
Belâlar, zulüm kemâle erdiği zaman gelmeye başlar. Âyet-i kerîmede de bildirildiği gibi Kıptîlerin zulmü iyice şiddetlenip kemâline erince, üzerlerine birçok musîbetler indirildi:
1. Tûfân
Allâh Teâlâ şiddetli yağmurlar yağdırdı. Öyle ki, Kıptîlerin evleri su ile doluyordu. Boyunlarına kadar suya gark oldular. Oturan boğuluyordu. Helâk olacak hâle geldiler. Ancak, Sıptîlere birşey olmuyordu.
Derhal Mûsâ -aleyhisselâm-’a koştular:
“–Ey Mûsâ! Rabbine duâ et; eğer bu belâ kalkarsa, îmân edecek ve Sen’inle kavmine müsâade edeceğiz.” dediler.
Mûsâ -aleyhisselâm- duâ etti. Sular çekildi. Ardından büyük bir bolluk başladı. Kıptîler, yine isyân ederek:
“–Bu su, bize azap değil, meğer bir nîmetmiş! Zâten geçecekmiş! Bunlar, Mûsâ’nın duâsıyla olmadı!” dediler.
2. Çekirge
Bir müddet sonra Hak Teâlâ çekirge sürüleri gönderdi. Bahşedilen bolluğu yediler. Ne varsa harâb ettiler. Ancak İsrâîloğulları’na bir zarar vermiyorlardı.
Kıptîler yine Hazret-i Mûsâ’ya geldiler:
“–Ey âlim! Duâ et; bu belâdan kurtulursak Sana îmân edeceğiz, Sen’i kabûl edeceğiz!” dediler.
Mûsâ -aleyhisselâm- duâ etti. Azap kalktı.
Ancak üzerlerinden azâbın kalktığını görerek rahatlayan Kıptîler, yine sözlerinde durmadılar; zulüm ve isyanlarına devâm ettiler.
3. Bit ve Pire
Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, onlara bit ve pire musallat etti. Yemek yerlerken kapları bit ve pire ile dolardı. Bu büyük bir belâ idi. Yine Mûsâ -aleyhisselâm-’a koştular. Hazret-i Mûsâ duâ etti. Bundan da kurtuldular.
Fakat yine isyâna meylettiler.
4. Kurbağalar
Bu sefer Mûsâ -aleyhisselâm- Nil Nehri’ne gitti. Asâsıyla vurdu ve bütün kurbağalar Mısır’ı işgâl etti. Yemek kaplarına varana kadar her yer kurbağalarla doldu. Kıptîler tekrar Mûsâ   -aleyhisselâm-’a geldiler:
“–Ey âlim! Artık gerçekten pişmânız; sizleri Arz-ı Mev’ûd’a (Kudüs’e) bırakacağız!” dediler.
Ancak Mûsâ -aleyhisselâm-’ın duâsı ile belâ kalkınca, yine eski davranışlarını sürdürdüler.
5. Kan
Kıptîlerin bir türlü uslanmaması üzerine Allâh Teâlâ, Nil Nehri’ni kan hâline getirdi. İçecek su bulamadılar. Nil Nehri, Sıptîler içerken ve kullanırken aslî berraklığını muhâfaza ediyor; Kıptîlere ise kan oluyordu. Yine Mûsâ -aleyhisselâm-’a koşup yalvardılar. Bu musîbet de üzerlerinden kaldırıldı.
Fakat yalancı ve nankör Kıptîler, yine isyanlarına döndüler.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Nil Nehri’nin kan hâline dönmesi bahsini Mesnevî’sinde gönül lisânıyla ne güzel îzâh eder:
“Bir Kıptî harâretten kavrularak bir Sıptînin evine geldi:
«–Ben senin dostun ve akrabânım. Bugün ise sana şiddetle muhtaç hâldeyim. Kendin için Nil’den bir tas su doldur da bu eski dostun senin elinden su içsin! Kendin için doldurursan, içindeki kan olmaz. Saf ve sihirden âzâde olur.» diye uzun uzun yalvardı.
Sıptî de, Kıptînin mûcizeyi idrâk etmesi için Nil’den bir tas su doldurdu. Ağzına götürüp yarımını içti. Tası Kıptî tarafına eğdi ve:
«–Haydi iç!» dedi.
Kıptî, sevinerek ağzını uzattı. Lâkin su, kıpkızıl kan oldu. Bunun üzerine Sıptî, tası kendi tarafına çevirdi. Kan, tekrar saf su hâline döndü.
Kıptî öfkelendi. Hiddeti geçinceye kadar oturdu. Sonra Sıptîye döndü:
«–Ey kardeş! Bu düğümün çözülmesi nasıl olur? Bunun esrârı nedir?» dedi.
Sıptî:
«–Nil’in bu tatlı ve berrak suyunu ancak Mûsâ’nın dînine inananlar içebilir. Sen de Firavunluk yolundan ayrılıp Mûsâ’nın yoluna girersen, ancak o zaman bu suyun berraklığına ve lezzetine kavuşabilirsin!» dedi.
Sıptî, Kıptîye nasîhatine devamla şöyle dedi:
«–Ay ile sulh hâlinde ol ki, mehtâbı göresin!»
(Burada aydan maksad, Mûsâ -aleyhisselâm-; mehtâb ise, peygamber mûcizesidir.)
«–Allâh’ın has kullarına karşı kinin, seni kör ve sağır ederek arana binlerce perde germiş! Sapıklık ve küfür vâdîsinde körü körüne dolaşıyor, hakîkate âmâ oluyorsun! Dağ gibi küfrünü istiğfâr ile erit ki, hidâyet bulasın! O zaman mârifeti bulanların kadehinden sen de nasîbini alırsın!
Allâh -celle celâlühû- Nil suyunu kâfirlere harâm etmişken, sen bir hîle ile, yâni beni vâsıta kılarak onu nasıl içebilirsin? Ey Kıptî! Nil’in haddine mi; ilâhî emri terk etsin de kâfirlere su olsun!..»”
Bütün bu tecellîler karşısında:
وَقَالَ فِرْعَوْنُ ذَرُونِي أَقْتُلْ مُوسَى وَلْيَدْعُ رَبَّهُ إِنِّي أَخَافُ أَن يُبَدِّلَ دِينَكُمْ أَوْ أَن يُظْهِرَ فِي الْأَرْضِ الْفَسَادَ
“Firavun (her acze düştükçe): «–Bırakın beni; Mûsâ’yı öldüreyim! (Kurtarabilirse) Rabbine yalvarsın! Çünkü ben O’nun, dîninizi değiştireceğinden, (yâni putperestlikten vazgeçireceğinden) yâhut yeryüzünde fesat çıkaracağından korkuyorum.» diyordu.” (el-Mü’min, 26)
Firavun’un bu şekilde konuşması, onun Mûsâ -aleyhisselâm-’ı öldürmek istediğine, fakat etrafındakilerin buna mânî olduğuna işâret etmektedir.
Çünkü çevresindekiler Firavun’a:
“–O, senin korkacağın bir kimse değildir. Sen tanrısın! Şâyet O’nu öldürürsen, halkın kalbine bir şüphe sokmuş olursun! Herkes senin, Mûsâ’nın mûcizeleri karşısında âciz kaldığını düşünür…” diyorlardı.
Bununla beraber Firavun’un sözleri, onun Hazret-i Mûsâ’dan ne kadar korktuğunu da göstermektedir. Aslında Firavun, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın peygamber olduğunu vicdânen kabûl ediyordu, ancak gurur, kibir ve kör inadı, îmân etmesine mânî oluyordu.
Firavun’un bu tavırları karşısında:
وَقَالَ مُوسَى إِنِّي عُذْتُ بِرَبِّي وَرَبِّكُم مِّن كُلِّ مُتَكَبِّرٍ لَّا يُؤْمِنُ بِيَوْمِ الْحِسَابِ
“Mûsâ da:
«–Ben hesâb gününe inanmayan her kibirliden, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allâh’a sığındım!» dedi.” (el-Mü’min, 27)
Bu sebeple, bazı tefsîr âlimleri, bu kadar mûcizeden sonra Firavun’un hâlâ îmân etmemesindeki hikmeti, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın bu duâsındaki tespitle ifâde ederler. Bu tespitler ise:
a. Âhirete îmân etmemek,
b. Çok kibirli olmak, şeklindedir.
Zîrâ kibirli kimse, herkesi kendinden aşağıda görmek ister. Bu sebeple kibir, hadîs-i şerîfte büyük bir günah olarak zikredilmiştir:
“Kalbinde hardal tanesi kadar îmân bulunan bir kimse cehenneme girmez. Kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunan kimse de cennete giremez.” (Müslim, Îmân, 147)
Görüldüğü üzere îmânın değeri o kadar yücedir ki, o îmân sâyesinde kişi ilâhî affa mazhar olur ve günâhının kefâretini ödedikten sonra cennet nîmetlerine nâil olur. İblîs’in vasfı olan kibir de o kadar çirkin bir vasıftır ki, cennete girmeye mânî olacak kadar îmânı zaafa uğratır.
Diğer bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulmuştur:
“Bir kimseye günah olarak, müslüman kardeşini hakîr görmesi yeter!” (Müslim, Birr, 32; Ebû Dâvûd, Edeb, 35; Tirmizî, Birr, 18)
Lokmân -aleyhisselâm-’ın oğluna kibir ve gururla alâkalı nasîhati ne kadar güzeldir:
وَلَا تُصَعِّرْ خَدَّكَ لِلنَّاسِ وَلَا تَمْشِ فِي الْأَرْضِ مَرَحًا إِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ كُلَّ مُخْتَالٍ فَخُورٍ
“Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Zîrâ Allâh, kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri aslâ sevmez!” (Lokmân, 18)
İsrâ Sûresi’nin 37. âyet-i kerîmesinde de şöyle buyrulur:
وَلاَ تَمْشِ فِي الأَرْضِ مَرَحًا إِنَّكَ لَن تَخْرِقَ الأَرْضَ وَلَن تَبْلُغَ الْجِبَالَ طُولاً
“Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma! Çünkü sen (ağırlık ve azametinle) ne yeri yarabilir, ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin!”
Allâh Teâlâ, kibir ve gurur bataklığına düşen Firavun ve avanesini cezâlandırmasının hikmetini şöyle beyân eder:
وَمَا نُرِيهِم مِّنْ آيَةٍ إِلَّا هِيَ أَكْبَرُ مِنْ أُخْتِهَا وَأَخَذْنَاهُم بِالْعَذَابِ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ
“Onlara gösterdiğimiz her bir âyet (mûcize), diğerinden daha büyüktü. Doğru yola dönsünler diye onları azâba uğrattık.” (ez-Zuhruf, 48)
Belâlarla terbiye edilen bu millet, sıkıntı ve azap anlarında kuzu kesiliyor, üzerlerindeki azap kaldırılınca da âdeta canavarlaşıyorlardı. Onların bu iki yüzlülüklerini ve sözlerinde durmayışlarını, Allâh Teâlâ âyet-i kerîmelerde şöyle açıklar:
وَلَمَّا وَقَعَ عَلَيْهِمُ الرِّجْزُ قَالُواْ يَا مُوسَى ادْعُ لَنَا رَبَّكَ بِمَا عَهِدَ عِندَكَ لَئِن كَشَفْتَ عَنَّا الرِّجْزَ لَنُؤْمِنَنَّ لَكَ وَلَنُرْسِلَنَّ مَعَكَ بَنِي إِسْرَائِيلَ
“Azâb üzerlerine çökünce:
«–Ey Mûsâ! Sana olan ahdi hürmetine, bizim için Rabbine duâ et. Eğer bizden azâbı kaldırırsan, mutlakâ Sana inanacağız ve muhakkak İsrâîloğulları’nı Sen’inle göndereceğiz!» dediler.” (el-A’râf, 134)
وَقَالُوا يَا أَيُّهَا السَّاحِرُ ادْعُ لَنَا رَبَّكَ بِمَا عَهِدَ عِندَكَ إِنَّنَا لَمُهْتَدُونَ
(49)
فَلَمَّا كَشَفْنَا عَنْهُمُ الْعَذَابَ إِذَا هُمْ يَنكُثُونَ
(50)
(Mûsâ’ya hitâben) dediler ki:
«–Ey sihirbaz! Sana olan ahdi hürmetine bizim için Rabbine duâ et; çünkü biz artık doğru yola gireceğiz.»
Fakat Biz onlardan azâbı kaldırınca, sözlerinden dönüverdiler.” (ez-Zuhruf, 49-50)
فَلَمَّا كَشَفْنَا عَنْهُمُ الرِّجْزَ إِلَى أَجَلٍ هُم بَالِغُوهُ إِذَا هُمْ يَنكُثُونَ
“Erişecekleri bir müddete kadar onlardan azâbı kaldırdığımızda, hemen sözlerinden dönüverirlerdi.” (el-A’râf, 135)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder