5 Ağustos 2010 Perşembe

Kalbi Öldüren Ateş: Kıskançlık

Ya’kûb -aleyhisselâm-’ın oğullarından Yehûda, Robil ve Şem’un, babalarının Yûsuf’a gösterdiği husûsî alâka ve muhabbetin hikmetini kavrayamadılar. Kıskandılar ve:
إِذْ قَالُواْ لَيُوسُفُ وَأَخُوهُ أَحَبُّ إِلَى أَبِينَا مِنَّا وَنَحْنُ عُصْبَةٌ إِنَّ أَبَانَا لَفِي ضَلاَلٍ مُّبِينٍ
(8)
اقْتُلُواْ يُوسُفَ أَوِ اطْرَحُوهُ أَرْضًا يَخْلُ لَكُمْ وَجْهُ أَبِيكُمْ وَتَكُونُواْ مِن بَعْدِهِ قَوْمًا صَالِحِينَ
(9)
“«Yûsuf ile kardeşi (Bünyamin) babamıza bizden daha sevgilidir. Hâlbuki biz (birbirimizi destekleyen) kuvvetli (ve kalabalık) bir cemâatiz. Babamız herhâlde apaçık bir yanlışlık içindedir.» dediler.
(Yine aralarında:)
«–Yûsuf’u öldürün, yahud onu (uzak) bir yere atın ki, babanızın teveccühü yalnız size kalsın! Ondan sonra da (tevbe ederek) sâlih kimseler olursunuz!» (dediler).” (Yûsuf, 8-9)
Hazret-i Ya‘kûb, rüyâdan sonra Yûsuf’un peygamberliğe vâris olacağını anlamış, bu yüzden de ona karşı muhabbeti daha da ziyâdeleşmişti. Ancak bu durumu sezen kardeşlerinin hasedi de gün geçtikçe arttı. Öyle ki bu hased, Yûsuf’a tuzak kurmalarına sebep oldu. Yâni Ya’kûb -aleyhisselâm- sevgide ileri gitmiş, iptilâlar da o nisbette ağırlık kazanmıştı. Çünkü Cenâb-ı Hak, “câmiu’l-ezdâd”, yâni zıt sıfatları kendisinde cem edendir. O’nun « oÖ«pbsôdnG » yâni devamlı murâkabe altında tutan ve dâimâ üstün olan mânâsında bir ism-i ilâhîsi vardır. Bunun için fazla muhabbet firâk getirir. Zîrâ Allâh’a muhabbet, ortak kabûl etmez.
Gerçekten Ya‘kûb -aleyhisselâm-, oğlu Yûsuf’un alnındaki nübüvvet nûrunu görmüş, bunun için O’na daha fazla ihtimam göstermişti. İşte babalarının bu husûsî meyil ve muhabbeti, Yûsuf’un diğer kardeşlerinin hasedlerine sebep oldu. Gün geldi bu hased bardağı, iyice taştı ve kardeşleri Yûsuf için kötü plânlar yaptılar.
Âyetten ibret alınacak en mühim nokta, sevginin, kıskançlığa sebep olmaması için gönülde saklı tutulmasının lüzûmudur. Sevginin sessizlikte ve derûnda olması gerekir.

Kalb, Allâh yoluna temâyül ettirilmez ve zikir ile temizliğe tâbî tutulmaz ise, kararır, kötülüğü emreder hâle gelir.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
أَلاَ بِذِكْرِ اللّهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
“…İyi bilin ki gönüller ancak Allâh’ın zikri ile huzur bulur.” (er-Ra’d, 28)
Zikir, Allâh’ı idrâk etmenin kalbde şuûr hâline gelmesidir. Ancak böyle hakîkî zikir sâyesinde kalb mâsiyetten kurtulabilir. Kalb, beytullâhtır ve muhabbetullâhın mekânıdır. Şâyet orada zikir yoksa, bir müddet sonra nefsin arzularına râm olarak kararır ve sonunda ölür.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Bir kulun kalbinde îmân ile hased bir araya gelmez.” (Müslim, İmâret, 130, 131/1891) buyurur. Diğer bir rivâyette ise hased edenlerin, hesâba çekilmeden cehennem ateşine atılacaklar zümresinden olduğu bildirilir.
Kibir, hırs ve hased, bütün günahların kaynağıdır. Hadîs-i şerîfte kıskançlığın vahâmeti husûsunda şöyle buyrulur:
“Üç şey vardır ki, bütün günahların kaynağıdır; bunlardan muhakkak sakınınız!:
1. Kibir: İblîs’i Âdem -aleyhisselâm-’a secde etmemeye sevk eden şey, kibirdir.
2. Hırs: Âdem -aleyhisselâm-’ı cennetteki yasak ağaçtan yemeye sevk eden şey de hırstır.
3. Hased: Âdem -aleyhisselâm-’ın iki oğlundan (Kâbil’in), kardeşi (Hâbil’i) öldürmesine sebep olan da haseddir.” (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, I, 101)
Hased eden kimse, takdîr-i ilâhîye îtirâz etmiş olur. Çünkü hased, Allâh’ın başkasına nasîb ettiği nîmetin, kendinde olmadığı gerekçesiyle o kişiden de izâlesini istemektir. Fakat gıpta böyle değildir. Zîrâ gıptada maddî veya mânevî nîmete hem kendisinin hem de başkasının sâhip olmasını istemek esastır. Bu sebeple İslâm’da gıpta medhedilmiş, fakat hased, şiddetle men edilmiştir.
Hased, kıskanılan kimseden ziyâde hased edenin kendisine zarar verir. Bu, başkasını taşlayan, fakat attığı taşın geri dönmesiyle kendi gözü kör olan kimsenin hâli gibidir. Kin ve öfkeden başka bir netîcesi yoktur ki, sonunda kişiyi rezil ve rüsvây eder. Nitekim kardeşlerinin Yûsuf -aleyhisselâm-’a hasedlerinden dolayı yaptıkları kötü fiiller, sonunda kendilerine dönmüştür.
Cenâb-ı Hak şu âyet-i kerîme ile mü’minleri hasedden men etmiştir:
أَمْ يَحْسُدُونَ النَّاسَ عَلَى مَا آتَاهُمُ اللّهُ مِن فَضْلِهِ
“Yoksa onlar, Allâh’ın lutfundan verdiği şeyler için insanları kıskanıyorlar mı?..” (en-Nisâ, 54)
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de şöyle buyurmuştur:
“Hased etmekten sakının. Zîrâ hased, ateşin odunu
yiyip bitirdiği gibi iyilikleri yer bitirir.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 44/4903; İbni Mâce, Zühd, 22)
Ya’kûb -aleyhisselâm-’ın Yûsuf’a olan aşırı muhabbeti gayretullâha dokundu. Bu sebeple Allâh Teâlâ, ona bir iptilâ vermeyi murâd etti ve Yûsuf’u babasından ayırdı. Zîrâ evlâd, bazı hâllerde baba için büyük bir imtihandır. Meselâ Nûh -aleyhisselâm-, kâfirlerin helâki için bedduâ ettiği hâlde, müşrik olan oğlunun da suya gark olduğunu görünce sabredemeyip:
رَبِّ إِنَّ ابُنِي مِنْ أَهْلِي
Ey Rabbim! Şüphesiz oğlum da âilemdendir…” (Hûd, 45) demişti.
Nûh -aleyhisselâm-’ın bu niyâzına Cenâb-ı Hak şu şekilde karşılık verdi:
قَالَ يَا نُوحُ إِنَّهُ لَيْسَ مِنْ أَهْلِكَ إِنَّهُ عَمَلٌ غَيْرُ صَالِحٍ
“Ey Nûh! O kesinlikle Sen’in ehlinden değildir. Çünkü o, sâlih olmayan (kötü, çirkin) bir amelin sâhibidir…” (Hûd, 46)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder