5 Ağustos 2010 Perşembe

Hazret-i Yûsuf’un Kuyuya Atılması

Diğerleri de Yehûda’nın teklifine «Pek iyi!» deyince, el birliği edip O’nu kuyuya atmak üzere sözleştiler.
Bu kuyu, Ürdün civârında olup, Âd kavminin zâlim hükümdarlarından Şeddâd, onu Ürdün’ün îmârı sırasında kazdırmıştı. Kuyunun ağzı dar, dibi genişti.
Nihâyet kuyunun başına geldiler. Yûsuf, kardeşlerinin elbiselerine yapışıp ağlıyor, fakat itilip kakılıyordu. Yûsuf’u kuyunun yarısına kadar sarkıttılar. Bir de hiçbir yere tutunamasın diye ellerini bağladılar, gömleğini soydular. Babalarını iknâ etmek için de bir koyun kesip kanını gömleğe bulaştırmaya karar verdiler.
Gömleğini soyan kardeşlerine Yûsuf:
“–Ey kardeşlerim! Gömleğimi verin; ölürsem bana kefen olur, sağ kalırsam libâsım olur!” dediyse de onu geri vermediler.
Nihâyet Yûsuf’u kuyunun yarısına kadar sarkıttıktan sonra, düşüp ölsün diye ipi kestiler. Kuyuda su vardı. Yûsuf, kuyunun kenarındaki bir taşın üzerine çıktı. Ayağa kalkarak belki kardeşlerim merhamete gelip beni buradan çıkarırlar ümîdiyle nidâ etti. Ancak kardeşleri, “Ölmemiş!” diye taş atmak istediler. Yine Yehûda mânî oldu.

Kardeşleri, Yûsuf’u kuyuya sarkıttıklarında Allâh Teâlâ, Cibrîl’e nidâ etti:
“Kuluma yetiş!”
Cebrâîl -aleyhisselâm-, derhal emri yerine getirerek Yûsuf’u tutup kuyuda bir taşın üzerine oturttu. O’na cennet yemeğinden yedirip içirdi. Ardından İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın gömleğini giydirdi.
Hasan-ı Basrî -kuddise sirruh- der ki:
“Yûsuf kuyuya atıldığında oniki yaşında idi. Babası Ya’kûb O’na kırk sene sonra kavuştu.”
Kuyu, çok korkunçtu. İçinde yılanlar, akrepler ve sâir haşerât vardı. Hepsine de yerlerinden dışarı çıkmamaları emredildi.
Yûsuf -aleyhisselâm-, kuyuya atılınca Allâh Teâlâ’ya şöyle ilticâ etti:
“–Ey gâib olmayan şâhid! Ey uzak olmayan yakın! Ey mağlûb olmayan gâlib! İçinde bulunduğum sıkıntıdan beni ferahlığa çıkar! Bana bir kurtuluş kapısı aç!”
Rivâyete göre Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm- kuyuda üç gün kaldı. Bir saat kaldığı rivâyeti de vardır.
Cebrâîl -aleyhisselâm- da kuyuda Yûsuf’a şu duâyı öğretmişti:
“Ey her türlü sıkıntıyı kaldıran! Ey her duâya icâbet eden! Ey her türlü kırıkları saran! Ey her türlü zorluğu kolaylaştıran! Ey her kimsesizin sâhibi ve her yalnızın mûnisi olan Allâh’ım! Ey kendinden başka ilâh olmayan Rabbim! Sen’i tenzîh ederim! İçinde bulunduğum şu sıkıntıdan bir ferahlık, bu belâdan bir kurtuluş kapısı açmanı Sen’den dilerim! İlâhî, muhabbetini kalbime öyle bir yerleştir ki, ondan sonra hiçbir tasam kalmasın, orada Sen’den gayrısının zikri bulunmasın. Ey Rabbim beni muhâfaza et! Yâ Erhame’r-Râhimîn!”
Yûsuf -aleyhisselâm- kuyuya atılınca Allâh’ı zikretmeye başladı. Melekler O’nun sesini işitince, Allâh Teâlâ’dan bu güzel sesi dinlemek üzere izin istediler. Allâh -celle celâlühû- da meleklere:
“–Siz daha önce;
أَتَجْعَلُ فِيهَا مَن يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاء وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ
«…(Yâ Rabbî!) Biz Sen’i hamdinle tesbîh edip dururken, bir de yeryüzünde kan dökerek fesat çıkaracak kimseleri mi yaratacaksın?..» (el-Bakara, 30) dememiş miydiniz?” buyurdu. Meleklerin daha önce söyledikleri bu sözü hatırlattıktan sonra onlara izin verdi.
Rûh ve kalb, rûhâniyet âlemine meylederler. Nefse âit kuvvet ve hisler ise, hayvâniyet âlemine meylederler. Eğer insan kendi hâline bırakılırsa, gâlibiyet nefsin olur; nefs rûha tahakküm eder ki bu, fâsıkların hâlidir.
Eğer kalb, zikir ve sohbetle güzel ahlâka nâil olursa, gâlibiyet rûhun ve kalbin eline geçer. Nefs ve beden, rûh ve kalbin istikâmetine tâbî olur. Bu da saîdlerin hâlidir.
Enbiyâ ve evliyâ hazarâtı, Allâh tarafından vahiy ve ilham ile takviye olundukları için başlarına gelen belâlara sabır ve tahammül gösterir, bu imtihanları, kalblerinin Cenâb-ı Hakk’a yakınlaşmasına vesîle addederler.
Allâh -celle celâlühû- Ya’kûb ve Yûsuf -aleyhimesselâm-’a şiddetli bir keder ve büyük bir üzüntü takdîr buyurdu ki, bütün acılığına rağmen sabretsinler de Allâh’a bağlılıkları daha da artsın ve her zaman Hakk’a yönelsinler. Dâimâ O’nunla beraber bulunsunlar ve bütün fânî alâkalardan kurtularak yüksek derecelere vâsıl olsunlar! Çünkü öyle dereceler vardır ki, onlara ancak mihnet ve meşakkatlere tahammül etmek sûretiyle vâsıl olunabilir.
Nitekim Hazret-i Yûsuf’un oniki sene hapiste kalmasının bir hikmeti de, O’nun halvet, riyâzât, meşakkat ve mücâhede ile mânen kemâle erdirilmesi idi. Yûsuf, babasının yanında kaldığı takdîrde belki bunların tahakkuku kendisine müyesser olmayacaktı. İşte bu hikmet dolayısıyladır ki, nebîler, muayyen bir zaman için kendi vatanlarından uzakta bir garîb olarak yaşamışlardır.
Yûsuf’u kuyuya atan kardeşleri evin yolunu tutup, yalancıktan ağlayarak babalarına geldiler. Âyet-i kerîmelerde bu manzara şöyle beyân buyrulmaktadır:
وَجَاؤُواْ أَبَاهُمْ عِشَاء يَبْكُونَ
(16)
قَالُواْ يَا أَبَانَا إِنَّا ذَهَبْنَا نَسْتَبِقُ وَتَرَكْنَا يُوسُفَ عِندَ مَتَاعِنَا فَأَكَلَهُ الذِّئْبُ وَمَا أَنتَ بِمُؤْمِنٍ لِّنَا وَلَوْ كُنَّا صَادِقِينَ
(17)
“Akşamleyin, ağlayarak babalarının yanına dönüp dediler ki: «Sevgili babamız, biz yarışmak üzere bulunduğumuz yerden ayrılırken Yûsuf’u da eşyâlarımızın yanında bıraktık. (Bir de döndük ki) onu kurt yemiş! Her ne kadar doğru söylüyorsak da Sen, bize inanacak değilsin!»” (Yûsuf, 16-17)
Rivâyete nazaran, kocasıyla kavga eden bir kadın ağlayarak gelip Kadı Şurayh’a mürâcaat etmişti. Bu esnâda orada bulunan Şa’bî ona dedi ki:
“–Yâ Ebâ Ümeyye! Bu kadının mazlûm olduğunu zannediyorum. Görmüyor musun nasıl ağlıyor!”
Bunun üzerine Kadı Şurayh dedi ki:
“–Ey Şâ’bî! Yûsuf’un kardeşleri de zâlim oldukları hâlde ağlayarak babalarının yanına gelmişlerdi. Bu ağlamalara bakarak hüküm vermek doğru olmaz! Ancak meydana gelen hâdisenin açık hakîkatine bakarak hükmetmek gerekir.”
Nitekim Yûsuf’un kardeşleri yalandan döktükleri gözyaşlarına ilâveten:
وَجَآؤُوا عَلَى قَمِيصِهِ بِدَمٍ كَذِبٍ قَالَ بَلْ سَوَّلَتْ لَكُمْ أَنفُسُكُمْ أَمْرًا فَصَبْرٌ جَمِيلٌ وَاللّهُ الْمُسْتَعَانُ عَلَى مَا تَصِفُونَ
 “Yûsuf’un gömleğine sahte kan bulaştırarak getirmişlerdi. Babaları Ya’kûb: «Hayır! Nefisleriniz sizi aldatıp bu işe sevk etmiş. Artık (bana düşen, ümitvâr olarak) güzelce sabretmektir. Sizin bu anlattıklarınız karşısında, Allâh’tan başka yardım edebilecek hiç kimse olamaz!» dedi.” (Yûsuf, 18)
Rivâyete göre, Yûsuf’un kana bulanmış olan gömleği Ya’kûb -aleyhisselâm-’a getirilince, onu yüzüne sürüp ağlamaya başladı ve:
“–Bugüne kadar böyle yumuşak huylu bir kurt görmedim! Oğlumu yemiş de sırtındaki gömleği yırtmamış!” dedi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder