6 Ağustos 2010 Cuma

Dâsitânî Bir Af

قَالُواْ أَإِنَّكَ لَأَنتَ يُوسُفُ قَالَ أَنَاْ يُوسُفُ وَهَـذَا أَخِي قَدْ مَنَّ اللّهُ عَلَيْنَا إِنَّهُ مَن يَتَّقِ وَيِصْبِرْ فَإِنَّ اللّهَ لاَ يُضِيعُ أَجْرَ الْمُحْسِنِينَ
(90)
قَالُواْ تَاللّهِ لَقَدْ آثَرَكَ اللّهُ عَلَيْنَا وَإِن كُنَّا لَخَاطِئِينَ
(91)
قَالَ لاَ تَثْرَيبَ عَلَيْكُمُ الْيَوْمَ يَغْفِرُ اللّهُ لَكُمْ وَهُوَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ
(92)
(Kardeşleri):
«–Yoksa Sen, gerçekten Yûsuf musun?» dediler.
O da:
«–(Evet) ben Yûsuf’um, bu da kardeşim!
Allâh bize lutuflarda bulundu. Çünkü kim Allâh’tan korkar ve (belâlara katlanıp) sabrederse, şüphesiz Allâh güzel davrananların mükâfâtını zâyî etmez!» dedi.
(Kardeşleri) dediler ki:
«Allâh’a and olsun ki, hakîkaten Allâh Sen’i bize üstün kılmıştır. Gerçekten biz ise (size yaptıklarımızda) hatâ etmişiz.»
(Yûsuf) dedi ki:
«–Bugün size hiç başa kakma ve ayıplama yok; Allâh sizi affetsin! O, merhametlilerin en merhametlisidir.»” (Yûsuf, 90-92)
Bu âyet-i kerîmeler, aynı zamanda terbiye metodlarının en güzellerinden birine işâret etmektedir ki, o da, kötülüğe karşı iyilikle mukâbele etmektir. Zîrâ böylesine bir âlicenaplık karşısında ekseriyetle düşman olanın düşmanlığı son bulur; ne dost ne de düşman olan ortadaki kimse dostluğa meyleder; dost olanın ise muhabbeti artıp daha da yakın bir hâle gelir.

Âyet-i kerîmede ne güzel buyrulur:
وَلَا تَسْتَوِي الْحَسَنَةُ وَلَا السَّيِّئَةُ ادْفَعْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ فَإِذَا الَّذِي بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَأَنَّهُ وَلِيٌّ حَمِيمٌ
“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde (iyilikle) önle! O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, bir de bakarsın ki, candan (samîmî) bir dost oluvermiş!” (Fussilet, 34)
Bu hususta Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den ibretli bir misâl arz edelim:
Ebû Süfyân, nübüvvetten evvel Peygamberimiz’in dostu idi. Nübüvvetten sonra ise, düşman kesilerek O’na hicviyeler yazdı. Peygamber şâiri Hassan bin Sâbit -radıyallâhu anh- da, bu hicviyelere cevap verirdi. Sonradan Ebû Süfyân, bu yaptıklarına pişmân oldu. Medîne-i Münevvere’ye doğru yola çıktı. Yolda Allâh Rasûlü’ne rast geldi. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ebû Süfyân’ın yüzüne bakmadı. Ebû Süfyân, çok müteessir oldu. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın öğrettiği şekilde: “Allâh’a and olsun ki, hakîkaten Allâh Sen’i bize üstün kılmıştır. Gerçekten biz ise (size yaptıklarımızda) hatâya düşmüşüz.” âyeti ile özür diledi.
Merhamet ve şefkat ummânı olan Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de Yûsuf Sûresi’nden:
“Bugün size karşı hiçbir başa kakma ve ayıplama yoktur. Allâh sizi bağışlasın! O merhametlilerin en merhametlisidir.” meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuyarak, onun ve diğerlerinin eski kusurlarını affetti.
Ebû Süfyân, Müslüman olduktan sonra utancından başını kaldırıp Fahr-i Kâinât Efendimiz’in yüzüne bakamazdı. (Vâkıdî, Meğâzî, II, 810-811; İbn-i Hişâm, Sîret, IV, 20-24; İbn-i Abdilber, el-İstiâb, IV, 1674)
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Rasûl-i Ekrem Efendimiz, Mekke’yi fethedip Kâbe’ye girince o sırada Kureyşliler Mescid-i Harâm’a dolmuşlar, Kâbe’nin çevresinde oturmuşlardı. Efendimiz’in ne yapacağını merakla bekliyorlardı.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Ey Kureyş cemaati! Ey Mekkeliler! Ne dersiniz? Şimdi, hakkınızda benim ne yapacağımı sanırsınız?” diye sordu.
Kureyşliler:
“–Biz, Sen’in hayır ve iyilik yapacağını düşünür ve; «Sen hayır yapacaksın!» deriz. Sen, kerem ve iyilik sâhibi bir kardeş; kerem ve iyilik sâhibi bir kardeşoğlusun! Güç ve kudrete kavuştun, bizlere iyi davran!” dediler.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:
“–Benim hâlimle sizin hâliniz, Yûsuf -aleyhisselâm- ile kardeşlerinin durumu gibi olacaktır. Yûsuf’un kardeşlerine dediği gibi, ben de: «Bugün size hiçbir başa kakma ve ayıplama yoktur! Allâh sizi bağışlasın! Çünkü O merhamet edenlerin en merhametlisidir!»
(Yûsuf, 92) diyorum. Gidiniz, sizler, âzâd ve serbestsiniz!” buyurdu.
Yüce Allâh, Kureyş müşriklerini Rasûlü’nün eline düşürmüş, kendisine boyun eğdirmiş, yıllarca mü’minlere çektirdikleri eziyetlerin intikâmını alabilecek kudret bahşetmiş iken O Rahmet Peygamberi onları bu şekilde affetmiş ve serbest bırakmıştır. Bunun içindir ki Mekkelilere «Tulekâ: Âzâd edilmişler» ismi verilmiştir. (İbn-i Hişâm, Sîret, IV, 32; Vâkıdî, Megâzî, II, 835; İbn-i Sa’d, Tabakât, II, 142-143)
Bu hâl, aynı zamanda Cenâb-ı Hakk’ın settâru’l-uyûb, yâni ayıpları örtücülük ve kusurları affedicilik sıfatının kulundaki kâmil bir tecellîsidir.
Şâir Ziyâ Paşa, Yûsuf -aleyhisselâm- ile kardeşleri arasındaki bu hâdiseyi şu şekilde mısrâlara dökmüştür:
Zâlimlere birgün dedirir kudret-i Mevlâ:
Tallâhi lekad âserakellâhu aleynâ16

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder