Kur'an-ı Kerim'in yirmi yedinci suresi. Doksan üç ayet, bin yüz dokuz kelime ve dört bin altı yüz doksan dokuz harften ibarettir. Ayetlerinin sayısı, Basra ve Şamlılara göre doksan dört, Hicazlılara göre ise doksan beştir. Mekkî surelerden olup, Şuara suresinden sonra nazil olmuştur. Fasılası "mim" ve "nun" harfleridir. On sekizinci ayetinde Hz. Süleyman'ın ordusuna yol veren karıncalardan bahsedildiği için sureye, karınca anlamında "Neml" adı verilmiştir.
Diğer Mekkî surelerde olduğu gibi bu sure de, insanları çarpık inançlardan kurtarıp, onlara tevhidin gerçeğini kavratmayı hedef almaktadır: Allah'a İman, yalnız O'na ibadet, ahirete inanmak, vahye iman etmek, gaybın bütünüyle Allah'a ait olduğunu ve O'ndan başka kimsenin gayba muttali olamayacağını kabul etmek; Allah'ın hem yaratıcı, hem rızık verici olduğuna, nimetleri O'nun ihsan ettiğine inanmak; herşeyi yürütüp değiştirme gücünün Allah'a has olduğuna, buna Allah'tan başkasının gücü yetmeyeceğine iman etmek gibi.
Surede, eski peygamberlerin kıssalarına yer verilmekte, bununla da yalancıların başlarına gelen kötü durumları göstererek müminlerin her zaman kazançlı olan taraf olacaklarını müjdelemektedir.
Mukattaa harfleriyle başlayan surenin ilk ayetinde, Kur'an'ın bildirdiği talimat ve emirleri apaçık ortaya koyan, hak ile batılı açıkça ayıran ve onun ilâhi bir kitap oluşunda hiç bir şüphe olmayan bir kitap olduğu beyan ediliyor: "Tâ, sin. Bunlar, Kur'an'ın ve apaçık olan kitabın ayetleridir" (1).
Kur'an ayetleri, inanan insanlar için ebedi kurtuluşa vesile olan birer hidayet ve müjdedirler: "Müminler kendilerine, Kur'an ayetlerini rehber edinerek dünya ve ahirette kurtuluşa ererler: Müminlere, doğruluk rehberi ve müjdedir" (2).
Kur'an'ın, kendilerine bir rehber ve müjde olduğu haber verilen müminlerin, bir takım ayırdedici özellikleri vardır: "Onlar, Namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve onlar, ahirete kesin bilgiyle iman edenlerdir" (3).
Bunun hemen peşinden gelen ayette, kâfirlerin yaptıkları isyanlarına, kötülüklerine ve uslanmaz akıldışı, inatçı tavırlarına karşı Allah Teâlâ, işlemiş oldukları batıl amellerini onlara çekici kılmış ve onları sapıklığın derinliklerine doğru sürüklemiştir. Bu dünyada çeşitli şekillerde cezalandırılacakları gibi, ahirette de korkunç Cehennem azabı ile cezalandırılacaklardır: Ahirete inanmayanların amellerini kendilerine güzel göstermişizdir. Bu yüzden şaşırıp kalmışlardır. Bunlar öyle kimselerdir ki, kötü azap onlaradır ve onlar ahirette de en büyük hüsrana uğrayanlardır" (4-5).
Kur'an, doğrudan doğruya, Allah tarafından mükemmel olarak kulu Muhammed (s.a.s)'e indirilmiştir. Onu indiren Allah Teâlâ öyle bir zattır ki, her şeyi hikmetine göre yapmakta ve her şeyi sonsuz ilmine göre gerçekleştirmektedir: Muhakkak ki sen, Kur'an'ı Alîm ve Hakîm olan Allah katından almaktasın" (6).
Bu şekilde bir giriş yapıldıktan sonra, sûrenin ilk bölümünü oluşturan, peygamberlerden bir kısmının tevhid mücadelesinin anlatıldığı kıssalar yer alıyor.
İlk önce, Hz. Musa (a.s)'nın ilk vahyi alışı, ona verilen mucizeler ve Firavun kavminin ona karşı aldığı tavır; Allah'ın yüceliği, tevhidin gerçekliği ve peygamberlere iman edip tabi olmanın öneminin anlaşılması için örnek olarak gösteriliyor.
Allah'ın ayetleri hangi kavme geldiyse, o kavmin anlayacağı dille, içinde hiç bir şüpheye yer kalmayan açıklıkla gelmişti. Yani bu, akıl sahibi insanların şüphe etmesinin düşünülemeyeceği bir netlikti. Ama inkarcılar, peygamberlere karşı her zaman takındıkları tavrın aynını takınarak, Mûsâ (a.s)'ı yalanlamışlardı: Ayetlerimiz, böyle parlak olarak onlara gelince: "Bu apaçık bir büyüdür" dediler" (13).
Bunun peşinden, ilim ve hikmetin kaynağının Allah Teâlâ olduğu ve gerçek üstünlüğün O'nun belirlemesi ile olduğunu bildiren Davud (a.s) ile oğlu Süleyman (a.s)'ın kıssası anlatılıyor: "Andolsun, Biz Davud'a ve Süleyman'a bir ilim verdik. Bizi inanmış kullarından bir çoğuna üstün kılan Allah'a hamdolsun dediler" (15). Süleyman (a.s)'a, yeryüzünde hiç kimseye verilmeyen bir saltanat verilmiş ve yine sadece ona has kılınan diğer bir takım mucizelerle donatılmıştı. O, kuşlarla konuşabiliyor, cinlerden, insanlardan ve kuşlardan oluşan çok büyük ve karmaşık ordular toplayabiliyor ve istediği gibi sevkedebiliyordu: "Süleyman'ın cinlerden, insanlardan ve kuşlardan orduları toplandı. Bunların hepsi bölükler halinde dağıtıldı" (17).
Allah Teâlâ'nın yüce hikmeti, insanların dışında cinleri ve hayvanları da onun emrine amade kılmıştı. Bunların hepsi, onun emirlerine boyun eğmek zorunda bırakılmıştı. Süleyman (a.s), güneşe tapan bir topluluk olan, Sebe' melikesinin idare ettiği kavmin üzerine giderken, karınca vadisinde, karıncalar onun ordusuyla gelişinden ürkerek ezilmemek için yuvalarına girmişlerdi: "Nihayet, karınca vadisine geldiklerinde, bir dişi karınca dedi ki: "Ey karınca topluluğu, yuvalarınıza girin, Süleyman ve orduları, farkında olmadan sizi ezip geçmesin" (18). Daha sonra gelen ayetle birlikte mütalaa edildiğinde Süleyman (a.s) ile hayvanlar arasında mükemmel bir iletişimin varlığı açıkça anlaşılır.
Daha sonra, kıssanın Sebe' melikesi ile olan kısmı anlatılarak, Allah Teâlâ'nın dilediği kimseyi mucizelerle nasıl donattığı gözler önüne seriliyor. Farklı bir yapısı olan Hüdhüd adındaki bir kuş, ona uzak diyarlardan bilgi getiriyor ve gördüğü topluluğun bu günde geçerli olan nedenlerden dolayı sapıklığa düştüğünü ona haber veriyordu: "Ora halkına hükmeden ve her şeyden bolca verilmiş olan büyük bir tahta sahip bir kadın buldum. Onun ve kavminin Allah'ı bırakıp güneşe secde eder olduklarını gördüm. Şeytan onların yaptıklarını güzel göstermiş ve onları doğru yoldan alıkoymuştur. Bu yüzden onlar, doğru yolu bulamazlar" (24).
Süleyman (a.s), Hüdhüd'ün söylediklerini tahkik etmek ve o kavme ilâhi tevhid akidesinin tebliği için bir elçi gönderdi ve ona; "Şu yazımı götür kendilerine bırak. Sonra bir yana çekil bak neye döneceklerdir" (28) dedi.
Tebliğ mektubu eline geçen Sebe' melikesi, onun bir Allah resulü olan Süleyman'dan geldiğini anladı ve ne yapılması gerektiğini, her zaman krallarını ve halklarını sapıtan ve resullere baş kaldırtarak onların risaletini yok etmeye çalışan mele' (ileri gelenler) sine danıştı. Çünkü Süleyman (a.s) onları müslüman olarak kendisine tabi olmaya çağırıyordu; Dedi ki; ey önde gelenler (Mele' ) bu işimde bana görüş belirtin, sizinle istişare etmedikçe ben hiçbir işte kesin karar vermek istemem" (32).
Mele' bu duruma karşı, Sebe' melikesine yetki vererek, onun vereceği kararlan uygulayacaklarını bildirdiler. Sebe' melikesi, Süleyman (a.s)'ın bir peygamber olduğunu ve bir peygamberin savaştan maksadının İslam'ı tebliğ etmek olduğunu bilmediğinden, ona hediyeler göndererek ülkesini korumak istemişti: "Ben onlara bir hediye göndereyim de; bir bakayım elçiler neyle dönerler" (35).
Süleyman (a.s), gerçek anlamda değer verilmesi gereken şeyin mal ve dünya ziyneti olmadığını, bir müslümanın dünya dolusu kıymetli şeyleri olsa bile, Allah'ın verdiği ve vereceğini vadettiğini tercih etmesi gerektiğinin örneğini vererek, İslâmın hakikatını, karşı tarafa tebliğ etmeye çalışmıştı: "Elçiler, Süleyman'a geldiği zaman: "Sizler bana mal ile yardımda mı bulunmak istiyorsunuz? Allah'ın bana vermekte olduğu, size verdiğinden daha fazladır. Belki siz hediyenizle sevinip övünebilirsiniz" (36).
Süleyman (a.s)'ın kıssası, Sebe' melikesinin tahtının mucizevî bir şekilde, Süleyman (a.s)'a takdim edilişi ve Sebe' melikesinin gelip ona boyun eğişiyle son bulmaktadır. Bu kıssa, toplumları idare eden zümrelerin idare ettikleri insanları yönlendirmedeki önemini açığa çıkarmaktadır. Tağutlar ve mele'leri imandan kaçınınca, toplumları da onların peşlerinden giderek helak oluyorlardı. Ancak Sebe' melikesi istisnaî denecek bir tavır sergilemiş, batıl dinlerini terkederek İslam'a tabi olmuşlardı.
Daha sonra, Hz. Salih'in gönderildiği Semud kavminin, peygamberlerine karşı düşmanca tutumu konu ediliyor ve her toplumda olduğu gibi, toplumun önde gelen kişilerinin statükoyu korumak için nasıl işbirliğine girip, komplolar ve hileler kurdukları izah edildikten sonra; "İşte zulmetmelerinden dolayı enkaza dönüşmüş ıpıssız evleri. Şüphesiz, bilmekte olan bir kavim için bunda bir ayet vardır. İman edenleri ve korkup sakınanları da kurtardık" (52-53) buyuruluyor.
Semud kavminin akıbetinden sonra, Lût kavminin başına gelenleri açıklayan daha sonraki ayetlerde;
"Siz, gerçekten, kadınları bırakıp şehvetle erkeklere mi yaklaşıyorsunuz. Hayır, siz bilmeyen bir kavimsiniz" (55) uyarısında bulunan Hz. Lût'a düşman kesilip; "Lût ailesini kendi şehrinizden çıkarın. Temiz kalmak isteyen insanlarmış" (56) diye meydan okuyan bu sapkın kavim, yerle bir edilerek cezalandırılırken Lût ve inananların kurtuldukları haber veriliyor.
Surenin bundan sonraki ayetlerinde, müşriklerin hakka teslim olmalarına engel olan yanlış inançlarının üzerine gidiliyor; sahte ilahlarla, herşeye hakim olan Allah karşılaştırılarak, onların tapmakta oldukları ilâhların hiçbir güce sahip olmadıkları delillerle ortaya konuluyor. Allah soruyor:
"(Onlar mı), yoksa, gökleri ve yeri yaratan ve size gökten su indiren mi? Ki onunla gönül alıcı bahçeler bitiriverdik, sizin içinse onun bir ağacını bitirmek (bile) mümkün değildir. Allah ile beraber başka bir ilâh mı? Hayır, onlar sapıklıkta devam etmekte olan bir kavimdir" (60). Devam eden ayetlerde ırmaklar, dağlar, denizler, kara ve deniz yolları, yağmur getiren rüzgarlar hatırlatılarak, sıkıntı ve ihtiyaç anında yalnızca kendisine dua edilen Allah'ın yanında sahte ilahlara tapmanın ne kadar saçma olduğu gözler önüne seriliyor. Ahiret hayatım mümkün görmeyenlerin; "Andolsun, bu (azab ve diriltme tehdidi), bize ve daha önce atalarımıza vadolunmuştur. Bu, olsa olsa geçmişlerin uydurma masallarından başkası değildir" (68) şeklindeki yalanlamalarına karşın, yeryüzünde kalıntıları halâ görülebilen eski toplulukların cezalandırılışları hatırlatılarak, aynı akıbetin kendi başlarına da gelebileceği bildiriliyor. Onların bu inatlarından üzüntü duyan Hz. Muhammed ise, teselli ediliyor:
"Şüphesiz senin Rabbin, onların aralarında kendi hükmünü verecektir. O, güçlü ve üstün olandır, bilendir. Sen artık Allah'a tevekkül et; çünkü sen apaçık olan hak üzerindesin. Çünkü sen, ölülere (söz dinletemezsin ve arkasını dönüp kaçmakta olan sağırlara da çağrıyı işittiremezsin. Ve sen, körleri düştükleri sapıklıktan çekip hidayete erdirici değilsin. Sen ancak, ayetlerimize iman edenlere (söz) dinletebilirsin. İşte müslümanlar bunlardır" (78-81).
Surenin başından beri güçlü delillerle hakka çağrılan müşrikler, buradan itibaren ahiretteki şiddetli azabla korkutuluyorlar. Kıyamet yaklaştığında yerden, "Dabbetül-arz" adında bir canlının çıkarılacağı da surede haber verilen bir gerçektir. "Nihayet (bize) geldikleri zaman (Allah) der ki: "Siz benim ayetlerimi, bilgi bakımından kavramadığınız halde yalanladınız ha..." (84) sorusu karşısında susup kalacakları gün gelmeden önce akıllarını kullanmaya çağrılan müşriklere yol da gösteriliyor. "Görmediler mi, biz geceyi onda sükûn bulmaları için, gündüzü de aydınlık olarak yarattık. Hiç şüphe yok, iman etmekte olan bir kavim için bunda ayetler vardır" (86), "Dağları görürsün de, onları donmuş sanırsın, oysa onlar bulutların sürüklenmesi gibi sürüklenirler. Herşeyi sapasağlam ve yerinde yapan Allah'ın sanatıdır (bu). Hiç şüphe yok O, işlemekte olduklarınızdan haberdar olandır" (88).
Bu kadar uyarıdan sonra herkesin iman edip etmemekte hür olduğu, ama ahirette yapılanların hesabının mutlaka sorulacağı, şu cümlelerle haber verilerek sure sona eriyor: "...Artık kim hidayete gelirse, kendi nefsi için hidayete gelmiştir; kim de saparsa, sen de de ki: "Ben yalnızca uyarıcı korkutuculardanım. " Ve de ki:
"Allaha hamdolsun, o size ayetlerini gösterecektir; siz de onları bilip tanıyacaksınız?" Senin Rabbin, yapmakta olduklarınızdan gafil değildir" (92-93).
Ömer TELLİOĞLU
Fedakar KIZMAZ
Mecmeu'l Bahreyn Abidesi - Hz.Mevlânâ ile Şems-i Tebrîzî'nin Buluştuğu Yer,
Karatay, Konya
-
*Mecmeu'l Bahreyn Abidesi - Hz.Mevlânâ ile Şems-i Tebrîzî'nin Buluştuğu Yer*
Hz.Mevlânâ ile Şems-i Tebrîzî'nin buluştuğu yer, yani Mecmau'l Bahreyn
Abide...
13 saat önce
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder