1 Ekim 2010 Cuma

HUTBE TÜRKÇE OLARAK OKUNMAKTADIR. ARAPÇADAN BAŞKA BİR DİL İLE HUTBE OKUMAK CAİZ MİDİR?

Hanefi mezhebine göre Hutbenin bir tek rüknü vardır. O da Allah'ı zikretmektir. Zikrullah olduğu zaman hutbe sahih sayılır. Buna göre Hanefi mezhebinde hutbenin Arapça ile okunması şart değildir. Şafii mezhebine göre ise hutbenin beş rüknü var:

1- Her iki hutbede Allah'a hamd etmek,

2- Her iki hutbede Peygamber'e salavat-ı şerife getirmek,

3- Her iki hutbede takvayı tavsiye temek,

4- İki hutbenin birisinde ayet okumak,

5- Son hutbede seslice Müminlere dua etmek.

Bu beş rüknün Arapça olarak okunması ve kırk kişinin işitmesi lazımdır. Bu beş rüknün dışında, aradaki öğüt ve nasihatın herhangi bir lisan ile yapılmasında beis yoktur.

HUTBE

Konuşma, cemaate konuşma yapmak, Allah'a hamd, Rasûlüne salat ve selam getirmek ve müminlere duadan ibaret olan bir zikirdir. Hutbe farzdır ve Cuma ve bayram namazlarının yerine getirilme şartlarından birisidir.

Cuma ile ilgili, "Ey iman edenler, cuma günü namaz için çağırıldığınız zaman hemen Allah'ı zikretmeye koşun ve alış-verişi bırakın" (Cuma, 62/9). Âyette sözü edilen zikr bilginlere göre hutbedir veya hutbe ile birlikte namazdır. Buna göre hutbe de Cuma namazı gibi farzdır ve hutbe okunmayan Cuma namazı eda edilmiş sayılmaz (Molla Hüsrev, Dürerü'l Hukkâm, İstanbul 1307, 1, 138). Ayrıca ümmetin bu konuda icma'ı da bulunmaktadır. Çünkü Hz. Peygamberden günümüze kadar, cuma namazları hutbeli olarak kılma gelmiştir.

Hutbe'nin Cuma günü ve namazı için son derece ayrıcalıklı ve önemli bir yeri vardır. Hatta Hazreti Âîşe'den Cuma namazının sırf hutbeden dolayı iki rekat olduğu rivayet edilmiştir. Hutbe'nin bir takım şartları ve edebleri bulunmaktadır. Bunlar sünnete göre belirlendiği için önce Hz. Peygamber (s.a.s)'in hutbede izlediği yolu ve bazı hutbelerini bilmekte yarar vardır.

İlgili rivayetlere göre Hz. Peygamber hutbeye çıktığında çok defa heyecanlanır gözleri kızarır, sesi yükselir ve bir orduyu uyarırmışçasına sert bir edâ ile kıyametin yakınlığından ve mutlaka kopacağından söz ederdi."Emmâ ba'dü" dedikten sonra "sözün en hayırlısı Allah'ın kitabıdır, yolun en hayırlısı Muhammed'in yolu dur, işlerin en fenası uydurulup dine katılanlardır ve her bid'at sapıklıktır" derdi. Yine, "Ben her mü'mine kendisinden daha yakınımdır. Kim vefat eder de geride borç ve bakıma muhtaç çoluk çocuk bırakırsa bu bana aittir, benim borcumdur" buyururdu.

HÜRMET-İ MUSÂHARE (EVLENME YASAĞI OLANLAR)

Evlenme sonucu meydana gelen akrabalarla evlenme yasağı. Sıhriyete dayanan haramlık. Sıhriyet, eşlerden birini diğerine bağlayan hukuk; bir râbıtadır. Sonradan boşanma veya ölüm sebebiyle evlilik sona erse bile sıhfi akrabalık devam ettiği için, bu, mutlak bir evlenme engeli teşkil eder.

Kur'ân-ı Kerîm'de evlenme engeli doğuran sıhrî hısımlar dört gruba ayrılır. Üvey kızlar; Bir erkeğin evlendiği kadının, başka kocadan olma kızları, oğlunun kızları yahut kızının kızları bulunursa, üvey baba bunlarla ebedî olarak evlenemez."... Kendileriyle zifafa girdiğiniz karılarınızdan olup himayelerinizde bulunan üvey kızlarınızla evlenmeniz size haram kılındı" (en-Nisâ, 4/23). Bu engelin doğması için üvey baba ile, kızın annesinin cinsi temasta bulunması veya sahîh halvetin olması gerekir.

Kayın vâlideler: Bir erkek evlendiği kadının anası ve nineleri ile ebedî olarak evlenemez. Kendi evliliği boşanma veya ölümle sona erse bile engel devam eder. "...Eşlerinizin anneleri.. . ile evlenmeniz size haram kılındı" (en-Nisâ, 4/23).

HÜRMET-I MUSÂHARE

Evlenme sonucu meydana gelen akrabalarla evlenme yasağı. Sıhriyete dayanan haramlık. Sıhriyet, eşlerden birini diğerine bağlayan hukuk; bir râbıtadır. Sonradan boşanma veya ölüm sebebiyle evlilik sona erse bile sıhfi akrabalık devam ettiği için, bu, mutlak bir evlenme engeli teşkil eder.

Kur'ân-ı Kerîm'de evlenme engeli doğuran sıhrî hısımlar dört gruba ayrılır. Üvey kızlar; Bir erkeğin evlendiği kadının, başka kocadan olma kızları, oğlunun kızları yahut kızının kızları bulunursa, üvey baba bunlarla ebedî olarak evlenemez."... Kendileriyle zifafa girdığınız karılarınızdan olup himayelerinizde bulunan üvey kızlarınızla evlenmeniz size haram kılındı" (en-Nisâ, 4/23). Bu engelin doğması için üvey baba ile, kızın annesinin cinsi temasta bulunması veya sahîh halvetin olması gerekir.

Kayın vâlideler:

Bir erkek evlendiği kadının anası ve nineleri ile ebedî olarak evlenemez. Kendi evliliği boşanma veya ölümle sona erse bile engel devam eder. "...Eşlerinizin anneleri.. . ile evlenmeniz size haram kılındı" (en-Nisâ, 4/23).

Baba ve dedenin kızları:

HURMET-İ MUSÂHARA(KAYIN PEDERİN ELİNİN ŞPÜLMESİ)

Kayınpederin eli öpülürken insanın aklına birşey gelirse kocasından boş olur diyorlar, doğru mudur?

Sözü edilen konu, Islâm Hukukunda "Hurmet-i musâhara" yani "Hısımlıktan Doğan Haramlık" terimiyle anlatılan şeydir ki, Hanefi mezhebine göre açıklaması şöyle dir: Birbirleriyle cinsel ilişkide bulunan, tenleri çıplak olarak ya da vücut sıcaklığını geçirecek kadar ince bir örtüyle birbirine değip şehvet duyan veya kadın erkeğin uzvuna, erkek de kadının uzvunun içine (iç fercine) bakıp yine şehvet duyan bir kadınla bir erkek sanki birbiriyle karı-koca imişler gibi aralarında "Hısımlıktan Doğan Haramlık" oluşur. Buna göre karı koca oldukları varsayımında hangi yakınlarının nikâhı kendilerine haramsa,onlar bu davranışla da haram olur, bu haram olanlardan birisi nikâhlısı ise boş olur. Meselâ, yanlışlıkla da olsa, bir baba, kızını, teni tenine değecek şekilde şehvetle tutsa, aralarında "hurmeti musâhara" oluşur ve kızı, faraza kendi karısı olsaydı, onun annesini nikâhlaması haram olacağı için, bu hareketiyle kızın annesi, yani kendi karısı kendisinden derhal ve ebediyyen boş olur. Yine aynı sebeple, meselâ kayınpeder gelinine dokunduğunda şehvet duysa, nasıl gelini kendi karısı farzedildiğinde, oğlu onunla evlenemez ise, bu olayla da gelini oğlundan kesinkes boş olur. Ancak bu sonucu doğuran şey, çıplak olarak değinildiginde, ya da söylediğimiz gibi uzuvlara bakıldığında şehvet duymuş olmaktır. Şehvet duymak ise, aklından kötü bir şey geçmiş olmak demek değil, erkek için, uzvunun dirilmesi, diri ise diriliğinin artması,kadın ya da ihtiyar erkek için ise kalbinin heyecanla çarpmasıdır. Bunlar olmadan söz konusu haramlık doğmuş olmaz. Şimdi buradan sorunun öbür bölümüne geçelim. "Avret" meselesine: "Bakılması helâl olan yerin tutulması da helâldir" diye bir kural vardır. Bundan sadece yabancı kadınlar istisna edilir. Buna göre; Damat-kayınvalide ve gelin-kayınpeder birbirlerinin eline, koluna, saçına... bakabileceklerine göre, birbirlerinin buralarına dokunmaları dolayısıyla ile ellerini öpmeleri ve tokalaşmaları da helâldir. Ancak çok az ihtimalle de olsa, sözünü ettiğimiz sonuca sebep olunabileceği ve bu yolla aileler yıkılabileceği için, damadın kayınvalidesinin, gelinin de kayın pederinin elini öpmesi; en azından Hanefi mezhebinde hoş olmayan bir davranış ve edep tarzı olarak görülmüştür. Sözkonusu haramlığın oluşmâsı için ergin olmak şartı da yoktur. Şehvet duyulabilecek yaşta olmak (müstehât) yeterlidir. Şâfiîlerde ise "Hurmet-i musâhara" bu sebeplerle oluşmaz; ancak helâl olan ilişkilerle oluşur. Yani Sâfîilre göre bir erkek bir kadına dokunma değil, onunla zina da etse; onunla arasında "hısımlık haramlığı" oluşmaz, bu onların biri yakınlarıyla evlenmelerine engel olamaz. Çünkü helâl, haram yollarla ortadan kalkmaz.

HÜRMET-İ MÜEBBEDE(EVLENMELERİ EBEDİ YASAK OLANLAR)

Hürmet; Evlenmeleri yasak olanların arasındaki haramlık; yasaklanmış olmak, mümkün olmamak. Müebbede; ebedî olarak, sonsuza kadar. Hürmet-i müebbede; "ebedî haramlık; sonsuza kadar mümkün olmamak". Bir İslâm hukuku terimi olarak; bir kimsenin kendileriyle evlenmesi ebedî olarak haram kılman bazı hısımları ifade eder. Buna, mutlak evlenme engelleri de denir. Bu engellerin menşei; dinî, ahlâkî, sosyal, tıbbî ve fizyolojik düşüncelere dayanır. Eski ilkel toplumların çoğunda bugünkü anlamda evlenme engelleri yoktur.

Çeşitli hukuk sistemlerinde, evlenme engelleri arasında esaslı yakınlıklar olduğu görülür. Meselâ; kilise hukuku ile, İslâm hukukunun evlenme engeli saydığı haller arasında esaslı bir benzerlik vardır. Bunların bazıları geçici engel teşkil eder, şartlar değişince engel de ortadan kalkar. Din ayrılığı veya başkası ile evli bulunmak gibi... Bir kısmı ise hiçbir şekilde ortadan kalkmayan sürekli engeller olup hürmet-i müebbede meydana getirirler (el-Kâsânî, Bedâyîu's-Sanâyi', II, 256 vd.; İbnü'l-Hümâm, Fethu'lKadîr, II, 357 vd.; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, II, 28-42; el-Fetâvâ'l-Hindiyye, 1, 273 vd.; M. Zihnî, MünâkehâtşşşMüfarakât, s. 29-45).

HURAFE, HURAFECİLİK

Uydurulmuş hikâye ve rivayet. Bu hikâye ve rivayetleri aktarına ve benimseme tutumu. Bunlar genellikle dinin bir parçası veya gereği olarak aktarıla geldiği gibi, benimseyenlerce de dindenmiş gibi benimsenmiş olan, gerçekteyse dinle ilgisi bulunmayan, sonradan katılmış hikâye ve rivayetlerdir .

Hurafenin bu durumuna açıklık getirebilmek için, dine sonradan katılan diğer unsurları anlatan kelimelere, kavramlara da kısaca değinmek gerekecektir. Bunları şöylece sıralayabiliriz:

a. Bid'atler: Kur'ân-ı Kerim ve Sünnet'te bulunmayan ve Ashabca da bilinmeyen, özellikle din esaslarına ilişkin sonradan çıkma kimi ibadet ve davranış biçimleri ve inanca yönelik yorumlar. Mevlit okutmak, Kur'ân-ı Kerîm'in "mahlûk" olup olmadığını tartışmak gibi...

HUNSA

Erkeklik ve dişiliği tam olarak belli olmayan çifte cinsiyetli insan, er-dişi.

İnsanlar, ya erkek veya dişi olmak üzere iki sınıftır. Kur'an-ı Kerimde bu gerçek şöyle ifade buyrulur: "Adem ve Havva'dan bir çok erkek/er ve kadınlar üreten Rabbinizden korkun..." (en-Nisa, 4/'1).

"Ey insanlar! şüphesiz ki sizi, bir erkekle bir dişiden yarattık. Birbirinizle tanışasınız diye sizi milletlere ve Kabilelere ayırdık. Elbette ki Allah nezdinde en şerefli olanınız ondan en çok korkanınızdır" (el-Hucurât, 49/13).

Cenab-ı Hak, hayvanlar ve bitkiler alemini de çift çift yarattığını haber verir: "Düşünüp ibret alasınız diye, biz her şeyi çift çift yarattık" (ez-Zâriât, 51/49)."Yerin bitirdiklerinden ve bilmedikleri daha nice şeylerden bütün çiftleri yaratan Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir" (Yâsin, 36/36)."Gökleri ve yeri yoktan var eden O'dur. O, sizin için kendi cinsinizden, hayvanlar için de kendi cinslerinden eşler yarattı. Allah sizi bu şekilde çoğalttı" (eş-Şûrâ, 42/11).

HUMUS (BEYTÜL MAL'E KONULAN BEŞTE BİRLİK HİSSE)

Bir şeyin beşte biri. İslâm ordusu ile kâfirler arasında meydana gelen cihad harekatı esnasında elde edilen ganimet mallardan veya yerin altından çıkarılan define ve madenlerden alınıp hak sahiplerine verilmek üzere beytu'l-mâle konan beşte bir miktar anlamında bir İslâm hukuku terimi.

İslâm dini toplumda yoksulluk problemini kökünden çözecek gerekli tedbirleri almıştır. Mü'minler arasında hibe, karz ve tasadduk gibi gönüllü yardımlaşmalar teşvik edilirken zekât, öşür ve humus gibi devlet eliyle belirli kaynaklardan alınıp hak sahiplerine verilecek ekonomik potansiyeller de oluşturulmuştur. İslâm'ın zengin ve yoksul kesimi arasındaki tabii dengeyi kurabilecek güçteki bu sosyal yardımlaşma kurumları uygulandıkları devirlerde olumlu fonksiyon ifa etmişlerdir.

HULLE-HULLECİ

Bir İslâm hukuku terimi olarak; üç talakla boşanmış olan bir kadının, eski kocasına yeniden dönebilmesi için, üçüncü bir erkekle usûlüne göre evlenip, ölüm veya boşanma ile bu ikinci evliliğin sona ermesi ve kadının eski kocasına helâl hâle gelmesi işlemi demektir.

İslâm hukuku kocaya mutlak boşama yetkisi vermiştir. Kadın da tefvîz (bk. Tefvîz-i talak) yoluyla boşama yetkisine sahip kılmabilir. Prensip olarak, karısını boşayan onunla yeniden birleşebilir. Ric'î (cayılabilir) talakla boşama hâlinde iddet süresi içinde, yeniden nikâh akdine gerek olmaksızın evlilik devam edebilir. Üç defa boşanmışsa artık kadının bir üçüncü erkekle muteber bir şekilde evlenmesi ve bu ikinci evliliğin talak, fesih veya ölümle ortadan kalkmış olması şarttır. İşte koca ile eski karısı arasındaki, bu geçici yasağı ortadan kaldırmaya yönelik muâmelelere tahlîl; "helâl kılma", "helâlleştirme" veya "hulle" adı verilir.

Hulle'nin dayanağı âyet ve hadistir.

HULLE

Islâm'da nikâhla kurulan âile kurumu ciddî ve mukaddes bir kurumdur. Nikâh, karının üç bağla kocaya bağlanmasını sağlamıştır. Eğer erkek karısını bir defa boşar ve bu bağlardan birini koparırsa, ayrılığın acısını tadınca tekrar dönebilir ve iki bağ ile daha dikkatli bir tutumla arkadaşlıkları sürer. Erkek bu ciddî kurumu tekrar hafife alır ve bir kez daha boşarsa, dönme isteği halinde kendisine bir hak daha tanınır ve tek bağla beraberliklerini sürdürürler. Erkeğin bundan sonraki boşaması böyle bir ciddî kurumu hafife alması ve kadının onuruyla oynaması sayılır ve artık o kadına dönme isteği kabul edilmez: Kur'ân-ı Kerîm bunu: "... ve üçüncü kez de boşarsa, artık onu bir başkası nikâhlayıncaya kadar ona dönemez" diye hükme bağlar. (Bakarâ (2) 230.) Yani üçüncü talakla ondan boşandıktan sonra, iddetini bitirecek, normal şartlarla bir başkası ile evlenecek, karı-koca ilişkileri yaşayacaklar ve günün birinde onunla da anlaşamaz ve ayrılırlarsa ve tekrar iddet beklerse, o zaman birinci kocasının ona talip olması ciddî bulunur ve onunla evlenebilir. Çünkü karısının sonradan bir başkası ile evlenmesi gibi son derece onur kırıcı bir işi sineye çekmiş ve buna katlanmış olması, artık epeyce ders almış olduğunu gösterir.

Ancak insanlar, her işe hile buldukları gibi, buna da bulmuşlar ve karısını üç talakla boşayan adamın ona tekrar dönme isteği halinde, üçüncü bir kişiyle anlaşıp, hemen boşaması şartıyla kadını ona nikâhlama gibi çirkin bir yol seçmişlerdir. İşte bu olaya "hulle" ya da "tahlîl", bu şartla kadınla evlenen ikinci kocaya da "muhallil" denir. Bu kelimeler "helâl" kökünden türetilmiş kelimelerdir. "Hulle" helâl olma, "tahlîl" helâl kılma, yani helâl yapma, "muhallil" de helâl kılan, yani yapan anlamındadır.

HULF (VERİLEN SÖZDE,YAPILAN ANLAŞMADA VE EDİLEN VAADDE DURMAMAK)

Verilen sözde, yapılan anlaşmada ve edilen vaadde durmamak.

'Hulf' kelimesi 'HLF' kökünden gelir. 'Half', arka, geri demektir. "Önlerinde olanı ve arkalarında olanı bilir" (el-Bakara, 2/155)."Bugün bedenini kurtaracağız, senden sonrakilere âyet olsun diye" (Yunuş 10/92). Halef selefin zıddı olup, öncekileri izleyen, sonradan gelen nesil(ler) anlamındadır. "Onlardan sonra bir 'half' (arka nesil) halef oldu" (el-A'raf, 7/ 169). 'Ha Le Fe' fiilinde, derece olarak geride kalma anlamı da mevcuddur. Araplar, durup durup da yersiz söz eden biri hakkında "bin sustu,'half' konuştu" derler. 'Tehallüf' kalma manâsına olup, 'Halafe' "düşüklük, adîlik, ahmaklık" demektir. Aynı fiil kökünden gelen 'hılfe', masdarı ise 'peşisıralık' ifade eder: "Gece ile gündüzü birbirine izler yaptı"(el-Furkan, 25/62). 'Hilâf', karşı çıkma ve ayrıca karşılık (çaprazlama) manâsınadır. (el- Maide: 5/33, et-Tevbe: 81). 'Hilâfe', asılın yokluğunda veya ölümünde ona niyabet etmek demektir. Bu niyabet (vekillik) asılın acizliğinden veya vekilin şerefinden de olabilir. Allah'ın velîlerinin yeryüzünün halifeleri olması, sahip oldukları şeref nedeniyledir. Bu anlamda halife'nin çoğulu 'halâif' gelirken, 'halff'in çoğulu ise 'hulefa' gelir. 'İhtilâf', bir topluluk içinde gruplaşma, herkesin bir başkasının tersine yol izlemesi anlamındadır. Şu kadar ki, ihtilaf zıddiyet anlamına gelmez; her zıt muhtelif olsa da, her muhtelif birbirine zıt değildir (Râgıb el-İsfahânî, Müfredât, 155-6).

HUL' NE DEMEKTİR?

Hul' kocaya verilmek üzere bedel mukabilinde koca ile karı arasındaki evlilik hayatına son vermektir. Hanefi mezhebinde hul' bedel mukabilinde kişinin karısını boşamaktır. Şafii mezhebinde hul' bedel mukabilinde kişinin karısını boşamaktır. Şafii mezhebinde ise konu ihtilaflıdır. Bu bir boşamadır diyen olduğu gibi, boşama değil, nikahı fesh edip bozmaktır diyen de vardır. Fesh olduğu takdirde talak'ın sayısına tesir etmez. Buna göre hul' edilen kadın ile ikinci defa evlenmek caizdir, hatta kaç defa tekrar ederse yine evlenmeye engel olmaz. Bir kimse üç talakını bir şeye ta'lik eder, mesela: babanın evine gidersen üç talak ile benden boşsun dese, hul' fasihdir diyen bazı Şafii ulemasının kavline göre zevcesini bir şey mukabilinde hul' eder, sonra kadın bu esnada babasının evine gider ve akabinde iddet beklemeden yeni bir nikah ile onunla evlenirse ta'likden kurtulmuş olur. Çünkü eski nikah bozulmuş gitmiştir.

HUL'(BEDEL KARŞILIĞI KADININ KOCASINI BOŞAMAK İSTEMESİ)

Çıkarmak, gidermek, soymak ve soyunmak. Kadının ödemeyi kabul ettiği bedel karşılığında evlilik akdine son vermek, başka bir deyimle; eşlerin karşılıklı anlaşma yoluyla evliliğe son vermesi. Hul' yerine aynı anlamda muhâlea tabiri de kullanılır. İslâm hukukunda muhâlea, evliliği sona erdiren sebeplerden birisidir. Bazı durumlarda evliliğin bu yolla sona erdirilmesine ihtiyaç duyulabilir. Meselâ; eşler birbirini sevmez, biri diğerine saygı duymaz, anlasamaz ve birlikte yaşamak çekilmez hâle gelmiş olursa kocanın elinde boşama imkân ve yetkisi vardır. Fakat koca buna rağmen karısını boşamazsa ne yapılabilir? Kadın bu şiddetli geçimsizliğe ve çekilmez hayata katlanmaya devam mı edecektir? İşte bu gibi hallerde kadının bir bedel karşılığında kocasından ayrılması mümkündür. Bu fesih veya talak (boşama)dan ayrı bir boşama şeklidir (es-Serahsî, el-Mebsût, VI, 171-196; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadr, III, 199-224; İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtar ale'd-Dürri'l Muhtar, II, 556-5731)

HÜKÜMETE VERİLEN VERGİ ZEKAT SAYILIR MI?

Zekat malı bir ibadettir. İslami esaslara dayanan İslam devleti, nisaba malık olan müslümanlardan mu'ayyen bir nisbette mallarının bir kısmını zekat niyetiyle alıp muhtaç kkimselere verir. İslam devleti olmadığı takdirde mükellef bizzat onu, verilmesi gereken yerlere verir. İslami esaslara dayanmayan bir devletin, mükelleflerden aldığı şey zekat olarak kabul edilmez. Ayrıca devlet, zekat adıyla değil, vergi olarak almakda ve aldığı vergiyi de zekatın verilmesi gereken ve Kur'an-ı Kerim'de belirtilen sekizsınıfa vermektedir.

Hülasa: Devlete verilen vergiyi zekat olarak kabul etmek yanlıştır. Devletin, ihityaca binaen adılane bir şekilde zenginlerden aldığı şey yine zekat sayılmaz. Çünkü zekat niyetiyle almıyor.

HUKÛKULLAH

Allah'ın hakları, Allah'a ait olan haklar.

Hukuk, hak kelimesinin çoğulu olup "haklar" demektir. Hukukullah tabiri "Allah'a ait haklar" anlamına gelip, buna toplum veya âmme hukuku da denir.

İslâm hukukunda, haklar bir tasnife göre Allah hakkı ve kul hakkı (hukuku'l-ibâd) olmak üzere ikiye ayrılır. Kul hakkı; kendisiyle, şahsa ait maslahatların (yarar) korunması kastedilen haklardır. Bunlar; sağlığın, çocukların ve malın korunması gibi genel veya mâlikin mülkü, satıcının semen, alıcının mebî (satılan mal) üzerindeki hakkını korumak gibi özel nitelikli haklar olabilir. Bunlarda, indirim, af, sulh, ibra veya mübah kılma gibi tasarruflar mümkündür. Miras cereyan eder, her bir suçta ceza tekrar eder.

Allah hakları (hukukullah) ise; kendisiyle Allah'a yaklaşmak, O'nu ta'zîm etmek ve dininin sembollerini (şeâir) ayakta tutmak veya toplum yararını gerçekleştirmek kasdolunan haklardır. Bunlar, terkeden için tehlikeşinin büyüklüğü ve sağladığı yararın kapsamlı olması yüzünden Allah'a nisbet edilmiştir. Allah'a yaklaşmakla ilgili olan haklar şunlardır: Namaz, oruç, hac, zekât, cihâd, emr-i bi'l-ma'rûf ve nehyi ani'l-münker, nezir, yemin, gerek hayvan kesimi ve gerekse meşru herhangi bir ise başlarken besmele çekmek gibi.

HUKÛKU'L-İBÂD ( KUL HAKLARI)

Kul hakları. Hukuk, hakk'ın çoğulu; ibâd ise abd'ın (kul) çoğuludur. Böylece Hukuku'l-ibâd, kul hakları, insan hakları demektir.

Haklar genel anlamda dört kısma ayrılır.

1- Sırf Allah'a ait olan ve içinde kul payı olmayan haklar. Bunlar toplumun yararı gözetilen haklardır. Zina, içki cezaları, iman, namaz, zekât, vergi, harç ve benzeri haklar gibi. Bu haklardan vazgeçme veya bunları affetme yetkisi bulunmaz.

2- Sırf kula ait haklar. Bunlar kişisel maslahata yönelik haklardır. Kişinin alacakları, diyet (kan bedeli), telef edilen mal bedelleri gibi. Bu tür haklar kişiye ait olduğu için isterse onlardan vazgeçebilir. Çünkü insan kendine ait haklarda istediği şekilde tasarruf etme yetkisine sahiptir.

3- Allah hakkı ile kul hakkının bir araya geldiği ve Allah hakkının gâlib olduğu haklar. Meselâ kazf, yani bir kişiye zina iftirasında bulunma cezası gibi. Kazf, bir yandan kişilerin namus ve şahsiyetleriyle ilgili olduğu ve toplum içerisinde fuhuş ve fesadın yayılmasına neden olduğu için, Allah hakkıdır; diğer yandan kişilerin iffet ve şerefini ilgilendirdiği için kul hakkı grubuna girmektedir. Ancak burada Allah hakkı kul hakkına daha galib geldiğinden kulun bu cezayı af etme yetkisi yoktur.

HUKUK FAKÜLTESİNDE TAHSİL YAPIP AVUKAT VEYA HAKİMLİK YAPMAK CAİZ MİDİR? BU DÜZENE GÖRE KARARLAR VERMEK İNSANI KÜFRE DÜŞÜRÜR MÜ?

Öncelikle Allah'a ve O'nun indirdiklerine icmalen de olsa, inanan, bunu kalbi ile tasdik dili ile iksar eden mü'mindir. Bu hal üzere devam ettikçe mümin olmaya da devam eder ve Ehli sünnet inancına göre gûnahlar insanı kâfir yapmazlar. Her günahta küfre açılan bir kapının olması ise ayrı bir konudur. Birinci olarak bu meselenin iyi kavranılması gerekir.

Ikinci olarak herhangi bir ilmin mücelled öğrenilmesi de insanı kâfir yapmaz. Bu konuda herhalde en tehlikeli ilim sihirdir, onunda insanı küfre götürmesi, sırf öğrenilmesi sebebiyle değildir. Bunu da böyle belirledikten sonra :

Ileriye dönük, fayda ve zararlarını bir tarafa bırakarak günümüzde Hukuk Fakülteleri gibi okullarda okumak, fıkhın yorumsuz hükmüyle caizdir. Ondan sonrası gayeye göre değişir. Mutlak adaleti tamamen ya da kısmen uygulamak, zulmü alabildiğince azaltmak, haksızlığa ugrayanları savunmak, korumak, kollamak... gayesiyle okunması bir görev ve bir ibadet olur. Aksi olan iki ihtimale göre fisk da olabilir, küfür de olabilir.

HUBUBAT VE MEYVE GİBİ TOPRAK MAHSULLERİNİN ÖŞRÜNÜ –ZEKATINI- VERMEDEN ONDAN YEMEK CAİZ MİDİR?

Hububat ve meyve gibi toprak mahsullerinin öşrünü –zekatını- vermeden önce, Hanefi ve Şafii mezheblerine göre ondan yemek caiz değildir. Ondan yiyen kimse günahkar olur.

Yalnız Şafii mezhebine göre, iki bilirkişi tarafından –mesela- bir bağın mahsulünün ne kadar olduğu tahmin ettirildikten sonra ve mal sahibi o miktarı zimmetinde kabul ederse, öşrünü –zekatını- çıkarmadan ondan yiyyebilir. Filvaki bugün bağ sahipleri zekatlarını çıkarmadan ve mahsulün ne kadar olacağını bilirkişilere tahmin ettirmeden yedikleri için, İbn Hacer'in beyan ettiği gibi bu hususta Hanbeli mezhebini taklid etmek biricik çaredir.

HRİSTİYANLIK

Hz. İsa'nın tebliğ ettiği fakat daha sonraları tahrif edilen din.

Günümüzde dünyanın her tarafından mensubu bulunan ve dünya nüfusunun l/5'inin dini olan Hrıstiyanlık, Filistin bölgesinde doğmuş evrensel bir dindir. Bir milyar civarında mensubu vardır. Menşei itibariyle vahye dayanan ve kutsal kitabı olan, özde tek tanrılı olmakla beraber, sonradan teslis inancına dönüştürülmüş bir dindir. Bu dinde ayrıca peygamber, melek, âhiret kader gibi dini kavramlar bulunsa da, bu kavramları anlayış ve açıklayış şekli İslâm'dakinden farklıdır. Hristiyanlıkta Hz. İsa merkezi bir öneme sahiptir. Bugünkü Hristiyanlık, Yahudilikteki inanç ve ibadet gelenekleriyle, Yunan-Roma (Greko-Romen) âleminin kültürlerini birleştiren bir kurtarıcı tanrı dinidir. Nâsıralı İsa'yı merkeze alan bir Yahudi Mesihi hareketidir. İsa, İsrâil'i, gelecek tanrı'nın krallığı'na hazırlamak istemiştir. Ancak bugünkü Hristiyanlık, İsa'nın havârîlerinin arasına sonradan giren Pavlus'un yorumları ile değişik bir hüviyet kazanmıştır (Annemarie Schimmel, Dinler Tarihine Giriş, Ankara 1955, s. 117 VD. A. Abdullah Masdûsi, Yaşayan Dünya Dinleri (trc. Mesud Sadak), İstanbul 1981, s. 170-201; Ekrim Sarıkcıoğlu, Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi, İstanbul 1983, s. 200 vd.; Günay Tümer-Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, Ankara 1988, s. 136 vd.)

HOROZLARI, YA DA DİĞER HAYVANLARI DÖVÜŞTÜRME CAİZ MİDİR?

Allah (cc)'ın her şeyi insanlar için yarattığı doğrudur. (K. Bakara (2). 29) Ancak her şeyden, yaratılmış olduğu gaye doğrultusunda ve insanın sağlam fıtratının ihtiyaçlarına göre yararlanmak gerekir. Bozulmuş fıtratların, vahşileşmis, sadıstleşmiş, merhamet, haya, adalet duygularını yitirmiş insanların istek ve arzuları bu konuda ölçü olamaz. Kur'ân-ı Kerim bazı hayvanlardan söz ederken, onların yaratılış gayelerine de işaret ettiği olur. Binme, etinden, sütünden ve zinet oluşundan yararlanma, öğretilip âvda kullanma...(bk. K. Nahl (16) 8; Yaşın (36) 71; Maide (5) 4) gibi. Bunların her birerleri fıtratı sağlam insanın ihtiyaçlarıdır. Köpeğin etinden yararlanılamayacağı gibi, koç da boyunduruga vurulmaz, kirpi ile top oynanmaz...

HORMONLU GIDA

Insan organızması çok sayıda birimlerden kurulmuştur. Bu birimlerin uyum içinde çalışmaları birimler arasındaki iletisime bağlıdır. Vücudumuzda başlıca iki iletisim sistemi vardır. Bunlardan ilki ve en hızlı olanı "sinir sistemi" ikincisi ve daha yavaş olanı da "hormonlar sistemi" dir. Hormonlar "iç salgı bezi" denilen özel organlardan salgılanırlar. Her iç salgı bezi belli, kendisine özgü, bir yada birkaç hormon salgılar, meselâ; pankreas, insülin ve glukagon adlı iki hormon salgılarken, troit bezi de "tiroksin" ve "tirokalsitonin" denilen hormonları salgılar.

Iç salgı bezlerinde salgılanan hormonlar, salgılandıkları organda bulunan kan damarları yoluyla kan dolaşımına ve ordan da tüm vücuda yayılırlar. Ancak her hormonun etki edeceği doku yada hücreler farklıdır. Her hormonun vücûdun o anki ihtiyacı karşılayacak seviyede salgılanması gerekir.

HORMON NAKLİ

Hormon, insan bedeninde "iç salgı bezi" denilen özel organlardan salgılanan salgılardır. Pankreas, hipofiz ve troit bezi gibi iç salgı bezlerinin vücûdun o anki ihtiyacı kadar hormon salgılaması gerekir. İşte bu bezlerin yeterince salgı yapmaması veya yeterinden fazla salgı ifraz etmesi hâlinde insan vücudunda normal olmayan gelişme ve rahatsızlıklar başgösterir.

Kur'ân-ı Kerimde; "Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız" (el-Bakara, 2/195) âyeti ve Hz. Peygamber'in "Ey Allâh'ın kulları tedavi olunuz" (Tirmizi, Tıbb, 2, Ebû Dâvud, Tıbb, I, 11; İbn Mâce Tıbb, 1) hadisi, müslümanlara hasta olduklarında tedavi olmalarını bildirmektedir. İslâm'da zarûretler haram olan şeyleri mübah kılar. Hastalık hâli de zarûretin başında gelir. Bu yüzden tedavi olurken, sağlıklı zamanda meşru olmayan usuller ve ilaçlar hastalık sebebiyle meşru olur. Âyette şöyle buyurulur: "De ki; bana vahyolunanlar arasında yiyen bir kimsenin yiyeceği içinde, haram kılınmış bir şey bulamıyorum. Yalnız murdar ölmüş hayvan eti veya akmış kan, yahut domuz eti ki bu bir murdardır; veya Allah'tan başkası adına kesilmiş bozgunculuk alâmeti hayvan eti müstesnadır. Bununla birlikte kim darda kalırsa, tecavüz etmemek ve haddi asmamak üzere zarûret miktarınca yiyebilir. Çünkü Rabbin çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir" (el-En'âm, 6/145; bk. el-Bakara, 2/173; el-Mâide, 5/3 en-Nahl, 16/115; el-En'âm, 6/119).

HOPARLÖRLE EZAN OKUMAK, CAİZ Mİ DEĞİL Mİ? BU HUSUSTA İSLAM'IN GÖRÜŞÜ NEDİR?

Hoparlörle okunan ezan şayet İslam'ın emrettiği şekilde okunursa yani müezzinin şartlarına haiz bir kimse tarafından okunursa caizdir. Böyle bir kimse tarafından okunursa hakkında bir şey dememek lazımdır. Hoparlör, müezzini müezzinlikten azledip, ezanını ifsad etmez. Sadece müezzinin sesini daha fazla yükseltip uzaklara götürür. Bu da ezan okumanın gayelerinden biridir. Ancak müezzin minarede veya yüksek bir yerde değil de aşağıda ezan okursa doğru birşey değildir. Çünkü ezanı yüksek bir yerde okumak sünnet olduğu gibi elektrik de ani olarak kesilebilir. O takdirde ezan yarıda kalmış olur. Ben bizzat bu durumu müşahade ettim.

Müezzin: Eşhedü en la ilahe illa, dediğinde ceryan kesildi, müezzin de aşağıda olduğu için ses işitilmez oldu. Ve nefy geldiği hale isbat tarafının sesi işitilmedi. Yani illa Allah denilmedi. Artık durumu siz takdir ediniz. Müezzin yüksek bir yerde ve hoparlör vasıtasıyla ezan okursa bunda bir sakınca yoktur. Dedikodu yapmak da anlamsızdır. Mekke, Medine, Şam ve Mısır gibi İslam'ı' mühim merkezlerine bakınız, bütün buralarda da ezan hoparlörde okunur. Yalnız plak ile ezan okumak caiz değildir, çünkü ortada insan yoktur. Aksiseda kabilindendir.

HIYÂRU'Ş-ŞART(MUHAYYERLİĞİ ŞART KOŞMA)

Muhayyerliği şart koşma - satış akdinde falan zamana kadar bu alışverişi kabul etme ve etmeme hakkına sahib olmayı şart olarak belirleme. Akdî yapan taraflardan birisinin, akdi devam ettirmekle, feshedip devam ettirmemek arasında seçme hakkına sahip olması.

Taraflardan birisi için herhangi bir muhayyerlik bulunmazsa bu akde lâzım akit denir. Bu akdin askıda kalmasını gerektiren bir durum olmadığı için akit kesinleşir ve derhal uygulanır.

Hanefilere göre on yedi çeşit muhayyerlik tesbit edilmiştir. Bunlar; vasıf, nakit, ta'yîn, gabin, miktarı belirsiz bir ölçekle satış, mürabaha ve tevliyede hıyânet, akdin parçalanması, fuzulî (yetkisiz temsilci)nin akdine icâzet, satılan malla başkasının ilgili olması, satıcı için sayı, tüketim, şart, ayıb, görme, fiilî tağrîr muhayyerlikleridir.

Şart muhayyerliği, şart için belli bir süre belirlenip belirlenmemesine göre ikiye ayrılır. Birincisi: Satım akdini bozan muhayyerlik adını alır. Bu, tarafların muhayyerliği ebedî veya mutlak olarak tesbit etmeleri halinde' söz konusu olur. Bu malı "Ebed"ı muhayyer olmak üzere sattım veya satın aldım, yahut muhayyerlikle veya istediğim zamana kadar muhayyer olmak üzere sattım" demek gibi. Bazân da şart, Ali'nin gelişi, rüzgarın çıkışı, yağmurun yağışı gibi belirsiz bir vakit belirleme şeklinde olursa akit fasit olur. Üç gün geçmeden önce şart düşürülür veya muhayyerlik süresi belirli hale getirilirse, bilinmezliğin yok olması sebebiyle satım akdi sahih hâle gelir (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi, V,174; İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, IV, 49). İkincisi; meşrû muhayyerlik adını alır. Bu, belirli bir sûre konulmasıyla olan şart muhayyerliği olup, burada söz konusu edilen husustur.

HIYÂRU'R-RU'YE( MALDA MUHAYYER OLMA)

Bir kimsenin görmediği mal üzerine akit yaparak, malı görünce muhayyer olması. Malı gördükten sonra dilerse akdi fesheder, dilerse satış bedelinin tamamı ile akdi geçerli kılar.

Görme muhayyerliğinin dayandığı delil sünnettir. Ebû Hureyre ve İbn Abbas (r. anhümâ)'dan rivâyete göre Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Görmediği malı alan kimse malı görünce muhayyerdir" (ez-Zeylai, Nasbû'r-Râye, IV, 9). Görme muhayyerliği sadece akitte alıcı veya kiracı gibi kimselerden mal henüz tasarrufu altına girmeyenlerin hakkıdır. Satıcı veya kiraya verenin bu hakkı yoktur. Zira sahabenin uygulaması böyle olmuştur. "Hz. Osman, Kûfe'deki görmediği bir arazisini Talha b. Ubeydillah'a sattı. Çevreden, Hz. Osman'a, "Aldandın" denildi. Hz. Osman, cevap olarak; "Ben muhayyerim. Çünkü görmediğim bir malı sattım" dedi. Talha'ya da: "Aldandın" denilince, Talha şöyle cevap verdi: "Ben de görmediğim bir malı satın aldığım için muhayyerim. Bunun üzerine Cübeyr b. Mut'im'i hakem tayin ettiler. Cübeyr de Talha'ya muhayyerlik hakkı verdi. Bu olay sahabenin huzurunda oldu ve onlardan kimsenin itirazı olmadı" (ez-Zeylaî, Nasbü'r-Râye, IV, 9).

HIYÂRU'L-AYB(KUSUR MUHAYYERLİĞİ)

Kusur muhayyerliği. Malın kusurunun anlaşılmasından dolayı oluşan tercih hakkı. Hıyâr; seçme, tercih etme ve muhayyerlik. Ayb (ayıb); kusurlu ve ayıplı olmak, kusurlu ve eksik kılmak anlamına gelir. Çoğulu uyûb'tur. Bir terim olarak ayıb; alışverişte satış bedelini olumsuz yönde etkileyen ve alıcının akit sırasında bilseydi malı almaktan vazgeçeceği ölçüde kusur teşkil eden eksikliktir.

Satılan bir malda ayıp bulunursa alıcı dilerse malı iâde ederek akdi fesheder, dilerse geçerli kılar. Buna ayıp muhayyerliği denir. Bilirkişi tarafından, kusur sayılan ve o mala rağbeti azaltan herşey "ayıp"tır ve muhayyerlik hakkı verir (en-Nevevî, el-Minhâc, II, 50; el-Mevsılî, el-İhtiyâr, II, 18).

Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Müslüman müslümanın kardeşidir. Bir müslümanın kardeşine ayıbını açıklamadıkça ayıplı bir malı satması helal olmaz" (Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, V, 211). "Bir kimse için herhangi bir şeyi, ondaki şeyleri (eksikliği) açıklamaksızın satması helal olmaz. Yine bir kimse için bildiği şeyleri açıklamaması helal olmaz" (Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, V, 212

HIYAR (MUHAYYER) OLMAK

Hiyar, üç kısma ayrılmaktadır:

a- Hiyar El-Meclis:

Alıcı ile satıcının akid yaptıktan sonra bir arada kaldıkları müddetçe yaptıkları alış verişi bozmak hususunda serbesttirler. Bu Şafii mezhebine göredir. Hanefi mezhebine göre Hiyar El-Meclis yoktur. Ancak akidde şart koşulursa, yani akid yapılırken: "Bu mecliste kaldığımız sürece, akdi bozmağa yetkimiz vardır" şeklinde bir şart koşulursa Hiyar El-Meclis vardır.

b- Hiyar El-Şart:

Yani riba ile selem hariç diğer alışverişlerde İmam Şafii ve İmam A'zam'a göre üç günden fazla olmamak şartıyla muayyen bir süre içinde alıcı ile satıcıdan birisi veya her ikisi için yapılan akdi feshetme yetkisini şart koşmaktır. İmameyn'e göre muayyen olmak şartıyla üç günden fazla, mesela bir ay, iki ay gibi bir süre şart koşulursa caizdir.

c- Hiyar El-Ayb:

HİSSE SENETLERİ

Birden çok kişiler arasında ortak olan bir mal üzerinde, her bir ortağın hakkı ve payı. Hisse; pay, nasip, belli bir zaman anlamındadır. Çoğulu "hises"tir. Senet ise; maddî ve mânevi dayanak, bir mal üzerindeki hakkı belirleyen belge, vesîka anlamına gelir. Hisse senedi; birden çok kişilerin belli sermayeler koyarak kuracakları bir şirkette, onların hisse miktarlarını ve haklarını gösteren belgeleri ifade eder.

Hisse, ortaklık içinde söz konusu olacağı için, kısaca İslam'da ortaklık anlayışını belirlemeye çalışacağız. Şirket, sözlükte; iki maldan birisini diğeriyle, birbirinden ayrılmayacak şekilde karıştırmak, demektir. Bir terim olarak ise; iki ve daha çok kimsenin ortak iş veya ticaret yaparak, elde edecekleri kârı paylaşmaları ve ortaya çıkacak zarara da katlanmaları şartıyle kurdukları ortaklık, anlamına gelir (İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, V, 2; İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, III, 364; İbn Kudâme, el-Muğnî, V, 1).

Geleceğe ait borçlanmaların yazıyla tesbit edilmesi, tarafların inkâr etmesi hâlinde bir isbat vasıtası olması için belge düzenlenmesi, İslâm'ın öngördüğü hususlardandır. Âyette "Ey iman edenler, belli bir vadeye kadar borçlandığınız zaman, bunu yazınız" (el-Bakara, 2/280) buyurulur. Şirket sözleşmeleri ve hisse senetleri genellikle geleceğe ait hak ve menfaatleri belgelediği için, bu yazım kapsamına girer.

HİSSE SENEDİ ALIM-SATIMI

Son zamanlarda bir hayli revaç bulan hisse senedi alım-satımı dinen mahzurlu mudur? Değilse bizler de bu kârlı piyasadan istifade edebilir miyiz?

Önce, hisse senetleri gibi ortaya yeni çıkmış ve Islâm Hukukun'da benzer bir akid bulunmayan konularda nihai hükmü vermenin çabucak mümkün olamayacağına işaret ederek başlayalım. Dolayısıyla çeşitli kaynaklardan halka intikal ettirilen fetvâ ya da görüşlerin, çok aceleye getirilmiş ve meselenin sadece bir yönüne bakan sığ açıklamalar olduğunu ilgilenenler hemen anlamışlardır.

Bu girişe şunu da ilâve edelim: Istanbul'da bulunan ve kariyer olarak fıkhı seçmiş zevat, El-Baraka'nın girişimi ile meseleyi birkaç oturumda görüşmüş ve çeşitli yönlerini ele alarak tartışmıştır. Hasbelkader biz de bu zevat-ı kirâmın beraberinde bulunduğumuzdan, meseleyi her yönüyle aynı görmemekle beraber, vardığımız sonuçta onların da payı vardır. Bu itibarla kendilerine hem teşekkür borcumuzu bildirir hem de özür beyan ederiz.

Imdi: Hisse senetleri temel esprisi itibari ile faize alternatıf bir uygulamadır. Zirâ çeşitli teşebbüsler ve yatırımlar projelerini gerçekleştirmek için kredi kullanmak ya da sermaye artırımına gitmek suretiyle, ihtiyaçları olan meblağı hisse senetleriyle toplamak zorundadırlar. Bunun dışında bir kaynağın bulunması istisnai bir durumdur. Öyleyse hisse senetleri üzerinde durulmalı ve zulüm ve haksız kazanç kendisine yasak edilen "müslüman adam" için bile bir alternatif olabileceği hesaba katılmalıdır. Ancak bizim görebildiğimiz kadarıyla şu andaki işleyiş şeklinin şer'an mahzurlu yönleri vardır, biz onlara işaret etmekle yetinecek, hem fetvâyı hem de inananlar açısından işin pratik hallini ehline bırakacağız:

Fıkhı mezhepler ya da "icma-i mürekkep" açısından:

Hisse senetlerinin isleyiş biçimine baktığımızda ve görüşleri bize "zahir" olarak ulaşan dört mezhebe başvurduğumuzda her birinin bir yönüyle buna "faizsiz" ya da "bâtıl" diyeceğini görürüz. 0 takdirde ictihadı ihtilaflar açısından bunun caiz olamayacağında âdeta icmâ olmuş olur. Bundan sonra zikredeceğimiz maddeler, mezheplerin söz konusu nokta-i nazarları cümlesindendir.

Naslar açısından:

BİR KİMSENİN HERHANGİ BİR FABRİKADA BİR VEYA BİRKAÇ HİSSE SENEDİ BULUNSA ZEKATINI VERECEKMİ, VERMEYECEK Mİ, VERECEKSE NASIL HESAB EDECEK?

Bir kimsenin bir fabrikada bir veya birkaç hisse senedi bulunduğunda (nisaba malikse) zekatını verecektir. Bunun hesabı şu şekilde yapılır.

Önce hisse senedinin o günkü değeri tesbit edilecek, sonra bütün hisse senetlerinin yekün değeri hesaplanacak. Daha sonra, fabrika binası, makina, alet ve bütün demirbaş eşyanın kıymeti hisse senetlerinin yekün değerinden çıkarıldıktan sonra kalan ticaret eşyası, hammadde ve elde mevcut olan para hisse senetlerine bölünecektir. Çıkan meblağ kırka bölünerek zekatı bulunmuş olur. Başka bir ifade ile, fabrika binası, makinalar ve demirbaş eşya hariç ne varsa hesaplanacak ve hisse senedine düşen pay bir milyon ise, her hisse senedinin zekatı yirmi beşbin liradır.

Ticaret şirketlerinin hisse senetleri alış-verişte bugün değeri ne ise hesaplanacak ve zekatı verilecektir.

HISIMLARIN NAFAKASINDA ZAMAN AŞIMI

Hanefî, Şâfiî ve Hanbelîlere göre, çocuklara, ana-babaya ve diğer hısımlara verilecek nafaka zamanın geçmesiyle düşebilir. Hanefilere göre, hâkim hısımlar lehine nafakaya hüküm verdikten sonra, nafaka alacaklısı hısım nafakayı kabzetmeden veya nafaka yükümlüsü aleyhine borçlanmadan bir ay ve daha fazla bir süre geçse nafaka düşer. Çünkü eş dışındaki hısımların nafakası ihtiyaçlarını giderme esasına dayanır. Bu yüzden zengin olan hısıma nafaka vermek gerekmez. Hısımın, lehine hükmedilen nafakayı bir süre almaması, ihtiyaç sahibi olmadığını gösterir. Eşin nafakası ise, hâkimin belirlemesinden sonra, zamanın geçmesi ile düşmez. Çünkü onun nafakası eve bağlanma (ihtibas) karşılığı olup, ihtiyaç nedenine dayanmaz. Bu yüzden karı, zengin de olsa nafaka almaya hak kazanır. Hâkimin nafakayı borç olarak alma izni vermesi halinde de düşmez. Çünkü bu takdirde zimmet borcu olmuş bulunur. Diğer yandan ez-Zeylaî küçüklerin nafakasını eşin nafakasına benzetmiş ve bu ikisini aynı hükümlere tabi kabul etmiştir (el-Kâsânî, a.g.e., IV, 38; Ibnü'l-Hümâm, a.g.e., III, 354; el-Meydânî, el-Lübâb, Istanbul t.y., III, 109; Ibn Âbidîn, a.g.e.,II, 925, 942 vd.; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, II,167).

HIRSIZLIK CEZASI (HADD-I ŞIRKAT)

"Akıllı ve ergin (baliğ) bir kimsenin nisab miktarı bir malı bulunduğu yerden çalması"na hırsızlık denir. Cezası Kur'ân-ı Kerîm'de bildirilmiştir: "Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık Allah'tan bir ceza olarak ellerini kesin! Allah daima üstündür, hikmet sahibidir" (el-Mâide, 5/38).

El kesme cezasının tatbik edilebilmesi için iki âdil şahidin şahitlik yapması ve hakimin de sorgulaması (muhakemesi) neticesinde suçun sabit olduğuna kanaat getirmesi gerekir. Hakim şahitlere sırasıyla:

Hırsızlığın mahiyetini, çalınan malın cinsini, kıymetini, nasıl çalındığını, hırsızlık yerini, hırsızlığın ne zaman yapıldığını, malı çalan şahsın kim olduğunu sorar.

HÎLE-İ ŞER'İYYE

Hîle, çözüm, çare, beceriklilik demektir. Çıkış yolu anlamına gelen mahrec ve çoğulu mehâric de hîlenin eş anlamlısı olarak kullanılır. Hîle-i şer'iyye; amel ve tasarrufları şekil ve dış görünüş bakımından fıkha uygun düşürmek, İslâm'da yasak olan hususları görünüşte meşrû olarak yapabilmek için bulunan yollar, çâreler, çıkış noktaları demektir. Karşılaşılan güçlüğü çözmeye çalışırken başvurulan muâmeleye "muâmele-i şer'iyye", bu işlem sonucu kazanç elde edilmişse, buna da "ribh-i şer'î" denir. Meşrû kâr demektir.

Hîle prensibi ilk Hanefî müctehidlerince İslâm hukukunu yürüyen hayatla uyumlu hâle getirmek, zarûret yoluyla haramların mübah sayılmasını azaltmak, insanların apaçık şer'î kaideleri çiğnemesini önlemek gibi güzel amaçlar için kullanılmış ve daha çok yemin, talâk (boşanma) gibi konularda uygulanmıştır. Ancak bu kaide zamanla çığırından çıkmış "kanuna karşı hile yapmak" şekline dönüşmüştür.

İmam Muhammed, muâmele-i şer'iyyeye "iyne" adım vermiştir. Bu yüzden iyne satışını açıklığa kavuşturmak hîle-i şer'iyyeyi anlamaya yardımcı olur. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Însanlar dinar ve dirhemlerin peşine düşer, iyne satışı yapar, hayvancılık yapar ve Allah yolunda cihadı terkederlerse, Allah onlara bir belâ indirir ve bu belâyı yeniden dinlerine dönünceye kadar da kaldırmaz" (Ebû Dâvud, Büyû', 54; Melâhim,10; Ahmed b. Hanbel, II, 42).

HÎLE

Aldatacak tarz ve tedbir. Sahtekarlık, düzenbazlık.

Başkasını kurnazca hareket ve fiilleriyle aldatmak. Alış-verişlerde hîleden maksat, bir kimseyi söz, fiil ve davranışlarıyla etkileyerek, satım akdinin onun yararına olduğunu telkin etmek ve onu piyasa fiyatının dışında bir satış bedeli ödemeye razı etmektir. Hîle, ayet ve hadislerle yasaklanmıştır.

Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "Ey iman edenler, Allah'a ve Peygambere hâinlik etmeyin. Kendiniz bilip dururken emânetlerinize de hâinlik etmeyiniz" (el-Enfâl, 8/27). Ebû Hureyre (ö. 57/676)'den rivâyete göre, Hz. Peygamber bir gün pazar yerinden geçerken elini bir hububât yığınının içine sokmuş, altının ıslak olduğunu görünce satıcıya sebebini sormuştur. Satıcı yağan yağmurun ıslattığını bildirince, Allah'ın elçisi şöyle buyurmuştur: "Bu ıslaklığı herkesin görmesi için hububatın üzerine çıkarman gerekmez miydi? Hîle yapan, bizi aldatan benden değildir" (Müslim, Iman, 164; Ebû Davud, Büyû', 50; Tirmizî, Büyû', 72).

HİLÂFETİN MÜDDETİ

Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurur: "Hilâfet, ümmetim arasında otuz yıl devam edecektir. Bundan sonra melikliğe denilecektir." Bu da şöyle yorumlanmıştır: "Ebubekir'in halifeliği iki yıl, Ömer'in on, Osman'ın on iki, Ali'nin altı yıllık halifelik sürelerinin toplamı, otuz yıl etmektedir" (Ebu Davud, Sünne, 8: Tirmizî, Fiten, 49)

et-Taftâzânî aynı hadise dayanarak Muaviye'nin ve ondan sonra gelenlerin halife sayılamayacaklarını, bunların emir veya hükümdar (kral) olabileceklerini söylemekle birlikte, bunun mutlak bir ölçü olamayacağını da belirtir.

Çünkü Ömer b. Abdülazız gibi bazı kimselerin Raşid halifelerin yolunu izledikleri açıktır. Dolayısıyla hadisle anlatılmak istenen şey, kâmil bir halifeliğin bazen olacağı, bazan da bulunmayacağı hususudur. (et-Taftâzânî, Şerhu'l-Akâid, s. 180).

HİLÂFET TÜRLERİ

Kur'ân-ı Kerîm'de konu ile ilgili ayetlerden anladığımıza göre Allah Teâlâ, genel anlamda bütün insanları yeryüzünün halifeleri olarak yaratmıştır. Yani bütün insanlar ilk planda Allah'a iman etmekle ve bu imanın sonucu olarak unun hâkimiyetini kabul etmekle yükümlü tutulmuşlardır. Insanın halifeliği, onun Allah adına uygulamalarda bulunması demektir. Bu uygulamada Allah'ın kanunları mutlak ölçüdür. Insan, halifeliğini ifa ederken bu ölçünün dışına çıkamaz, bu hükümlere aykırı hareket edemez. Çünkü Allah Teâlâ yeryüzünde kendi adına uygulamalarda bulunmak üzere "halife" olarak görevlendirdiği insana mutlak bir serbestlik vermiş değildir. Insan için birtakım sınırlar çizilmiş, bunları aşmaması istenmiştir.

El-Bakara suresinin hemen ilk ayetlerinde (Ayet 30 vd.), Allah'ın yeryüzünde halife yaratmak istediğini meleklere bildirdiği anlatılıyor. Yeryüzünde halife kılınan, Hz. Adem (a.s)'dir; dolayısıyla da onun suyundan gelecek bütün insanlardır. Halife kılınan bu ilk insan ve eşi için bile birtakım sınırlamalar söz konusudur (el-Bakara, 2/35). Bu sınırlamalara uymak, insanın bu yüce makamda kalabilmesinin temel şartıdır (el-Bakara, 2/38). Bu ölçülerin dışına taşanlar ise ateş azabına düşmekle tehdit edilir. Diğer bir deyişle; insanlardan istenen, halifelik makamının gereklerini yerine getirmeleridir. Bu ise, Allah'ın belirlemiş olduğu sınırlar içerisinde kalmakla mümkün olur.

HİLAFET NE DEMEKTİR?

Allah'ın emirlerini uygulayıp, yasaklarından menetmek, zulm ve anarşinin doğuşuna meydan vermemek hak ve adaleti ayakta tutmak için bir lider lazımdır. İslam dininde buna Halife veya imam denilir. Hilafet de onun vasfıdır. İslam dininde hilafetin büyük bir yeri vardır. Bunun için Peygamber (sav) vefat ettiğinde defn edilmeden evvel ashab-ı kiram bir halife tayin etmek için çalışmaya başladılar. Ancak Hz. Ebubekir'i halife seçtikten sonra defn işine döndüler. Halife olmanın şartları şunlardır:

1- Müslüman olmak. Yahudi, hıristiyan, putperest ve mürted gibi kimseler halife olmaz.

2- Mükellef olmak Akil ve baliğ olmayan kimse halife olamaz. Saltanat ve krallık ile idare edilen memleketlerde Sultan veya kral vefat ederse veliyyülahd çocuk da olsa yerine geçer. İslam dini böyle bir şeye yer vermemiştir.

3- Erkek olmak. Kadın, zayıf olup, hamilelik, doğum, hayz ve nifas gibi hallere maruz kaldığından vazifesinin gereğini yapmayacağından Halife olarak tayin edilemez. Peygamber (sav) şöyle buyuruyor: "Başına bir kadın getiren bir toplum felah bulamaz."

4- Müctehid olmak. Çünkü Peygamberin (sav) irtihalinden sonra vahiy gelmeyeceğine göre müçtehid olmazsa Kur'an ve sünnette yer almayan yeni olayların cevabını bulamaz.

HİLAFET İLE SALTANAT ARASINDAKI FARK

Hilafet şûra esasına dayanır. Yani halife müslümanların istişâresi ve seçimi (bey'at) sonucunda işbaşına gelir. Saltanatta ise buna yer yoktur. Saltanat babadan oğula geçen bir hak olarak kabul edilir.

Ibn Hazm; hilâfetin verâsete dayanmayacağını söyler ve İslam'ın soya dayanan saltanatı tanımadığını şöyle belirtir: "Müslümanlar arasındaki imamette verasetin câiz olmadığını Râfızîler dışında kabul etmeyen yoktur. Onlar hem erginlik yaşına gelmemiş kimsenin Imam olabileceğini kabul ederler, hem de bu konuda veraseti câiz görürler" (Ibn Hazm, el-Fisal, IV, 166'dan nakleden M. Ebu Zehra, Islâm'da Fıkhî Mezhebler Tarihi, IV, 73).

HİLÂFET

Allah'ın hâkimiyet hakkının bir tecellisi olarak Islâm hükümlerini uygulamaya koymaktan sorumlu makamının adı.

Islam yönetiminin hem teorik hem de pratik açıdan kendine özgü olan bu makam genellikle "halifelik" veya "hilâfet" diye adlandırılmaktadır. Bu makama gelebilmek için belirli özelliklere sahip olmanın yanında, belirli yoldan o makama gelmiş olmak da gerekir.

Hilâfet, kelime anlamıyla, başkası nın yerine onun adına görev yapmak veya tasarruflarda bulunmak demektir (Ibn Teymiyye Mecmuu'l-Fetava, XXXV, 43; el-Kettânî, et-Terâtibu'l-Idâriyye, I, 2). Halife ise, başkası tarafından kendi adına iş görmek üzere görevlendirilen kişiye denir (Ibn Hazm, el-Fisal, IV, 107). Başkasının adına görev yapmanın veya tasarruflarda bulunmanın ise birkaç nedeni vardır. Ya yerine görev yapılan kimsenin acız olması sözkonusudur. veya halife olarak tayın edilen kimsenin değerini yükseltme amacı güdülmüştür (Rağıb el-Isfahânî, el-Müfredât fi Garîbi'l-Kur'an, s. 156). Yerine görev yapılan kimsenin hazır olmaması ya da ölümü durumunda hilafet, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in risalet dışında kalan görevlerini yüklenmek demektir.

HİÇ ÖLMEYECEKMİŞ GİBİ ÇALIŞMAK

Hemen her hutbede ve her vaazda duyduğumuz bir hadise, hocaefendinin biri "uydurmadır" demiş: Böyle meşhur bir hadisin uydurma olması mümkün müdür? Sözkonusu hadis Şöyle: "Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyan için, yarın ölecekmiş gibi de ahiretin için çalış."

"Meşhur" olan bir hadis elbette uydurma olamaz. Ama hadîs dilinde "meşhur" deyince Rasulülah (sav)'tan itibaren her devirde en az üç ravinin rivayet etmiş olduğu hadis anlaşılır.(bk. Abdullah AYDINLI, Hadis Istilahları Sözügü 97) Sizin meşhur dediğiniz, halk arasında yaygın anlamındadır. Aslında uydurma olan bir söz, sonradan halk arasında yaygın, yani meşhur hale gelebilir: Bu onun "sahih" olduğunu göstermez.Önce bu "söz" altı değil, meşhur dokuz hadis kitabında da yoktur. Gerçi Beyhakî ve Ibn Kuteybe zayıf senetlerle rivayet etmişlerdir, ama Elbanî -biraz tereddütle karşılamak gerekse de- "Bu hadisin Rasulüllah (sav)'a varan bir aslı bilinmemektedir" der.(bk. Silsiletü'1-ehadîsid-Dâife, I/20 (H. 8) Ali IRFAN'in yazdığı Mufassal Ahlak-i Medenî (Ist.1329) adlı kitabın baş tarafında Hz: A1i'nin sözü olarak verilmiş, kaynak gösterilmemiş) Yani hâdis rivayet yönünden çok şaibelidir. Dirayet yönüne gelince: Önce hadisin arapçası fasîh değil, yapma bir Arapçayı andırır. Ikinci ve daha önemli olarak, ma'nâsi en az iki Kur'ân ayetiyle zıtlık arzeder:1. Geçmiş milletlerin hatalı tutumları kınanırken onlara "hiç ölmeyecekmiş gibi yüksek köşkler, kaleler mi ediniyorsunuz?"(K. Su'arâ (26) 129) denir. Demek ki, hiç ölmeyecekmiş gibi çalışmak yerilen bir vasıf tır. 2. Kârun kıssası münasebetiyle: "Allah (cc)'ın sana verdiği (varlıkta) Ahiret yurdunu ara. Dünyadan da nasibini unutma" buyurulur.(K. Kasas (28) 77) Demek ki, esas olan ahiret yurdunu aramaktır. Dünya Ahirete nispetle ne ise önem derecesi de o olacaktır. Binaenaleyh, sözü edilen hadis, en azından çok zayıf olmuş olur (uydurma olmaya daha yakındır) ve buna hiç bir hüküm bina edilemez (Allah'u a'lem).

HİBEYİ KABUL EHLİYETİ

Hibe tasarrufu kabul ile tamam olur. Bunun için, lehine hibe yapılanın, hibe sırasında hayatta bulunması, akıl, bâliğ, mümeyyiz küçük veya mümeyyiz bunak durumunda olması gerekir. Bu durumda olanlar, hibeyi bizzat kabul ve kabz edebilirler. Gayrı mümeyyiz küçük, akıl hastası veya bu hükümde olan bunak adına hibeyi velî veya vasileri kabul ve kabz ederler. Cenin için yapılacak vasiyet geçerli olduğu halde, hibe batıldır. Çünkü vasiyet mirasa benzer, ceninin sağ doğduğu takdirde mirasçı olacağında şüphe yoktur. Hibe ise hayatta olanlar arasında yapılan bir temliktir (Mecelle, mad. 851-853).

HIBENİN ŞARTLARI

1. Bağışlananın, bağışlama sırasında mevcut olması. Hanefi, Şâfiî, Ahmed b. Hanbel ve Zâhirîlere göre, hibe konusu olan şeyin, bağışlama sırasında, bağışlayanın mülkünde mevcut olması şarttır. Buna göre, bir hayvanın doğacak yavrusunu, bağın meydana gelecek üzümünü hibe etmek geçerli değildir. Ma'dûmun satışı caiz olmadığı gibi, hibesi de geçerli olmaz (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', Mısır 1327-1328, VI,119; Ibn Âbidîn, a.g.e, IV, 782; Ibn Hazm, el-Muhallâ, Mısır 1347-1352, IX,116; M. Kadri Paşa, el-Ahkâmü'ş-Şeriyye, mad. 508; Mecelle, mad. 856).

2. Bağışlanan malın, bağışlayanın kendi mülkün olması gereklidır. Buna göre, kiracı, kiraladığı malı, âriyet alan, elindeki emânet şeyleri hibe edemez. Ayrıca hibe edilecek şeyin mütekavvim mal olması da şarttır (el-Cezîrî, a.g.e., III, 403; Mecelle, mad. 857).

3. Bağışlanacak malın belirlenmiş olması gereklidir. Taraflar arasında bir anlaşmazlığa yol açmaması için hibe edilenin, muayyen ve bilinir olması şarttır (Ibn Hazm, a.g.e., IX,116; Mecelle, mad. 858).

4. Bağışlayanın âkıl ve bâliğ olması. Bağışlayanın teberru ehliyetine sahip olması gereklidir. Bu, Mecelle'nin 859. maddesinde şöyle ifade edilir:

HİBEDEN RUCÛ (VAZGEÇME)

Hibenin karşılıksız ve bir daha geri alınmamak üzere yapılması asıldır. Ancak karşılıksız yapılan hibede mal henüz bağışlananın elinde duruyorsa, yabancıya yapılmış olsa bile dönmek mümkündür. Fakat bu mekruh sayılmıştır. Hanefilerin benimsediği bu görüş, ashab-ı kiramdan Hz. Ömer, Hz. Ali, Abdullah b. Ömer, Ebû Hureyre ve Fudâle b. Ubeyd (r. anhüm)'a dayanır.

Hz. Peygamber, hibeden dönmeyi çirkin görmüş ve yukarıda (Müslim, Hibat 5) kaydettiğimiz hadisi buyurmuştur. Yukarıda isimleri zikredilen sahabeye göre, hadisteki benzetme, şer'an değil, mürüvvet ve ahlâk yönünden yapılan bir benzetmedir. Çünkü köpek, helal ve harama muhatap değildir. Burada davranışın çirkinliği belirtilmek istenmiştir (Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, A. Davudoğlu, VIII,147,148). Diğer yandan hibeden vazgeçmeye cevaz veren bazı hadisler de nakledilmiştir. Bir hadiste şöyle buyurulur: "Hibede bulunan, bir ivaz (bedel) almamışsa, hibesinden rucu edebilir" (Ibn Mâce, Hibât, 6; es-Serahsî, a.g.e., XII, 48).

HİBE

Karşılıksız vermek, bağışlamak, karşılıksız bağış, bağışlanmış şey.

Ivaz (bedel) şart koşulmaksızın bir malın derhal temlik edilmesi: Arapçada genel olarak atıyye, nihle, sadaka ve hediyye sözcükleri de bû anlamda kullanılmaktadır. Mecelle 833. maddesindeki tarif şöyledir: "Hibe, bilâ ivaz bir malı temlik etmektir". 855. maddede, ivaz şartına bağlı hibe, her ne kadar başlangıçitibariyle hibe ise de, sonuçlan bakımından satıştan ibarettir.

Ibnü'l-Hümâm (ö. 861/1457), hibenin tarifinde bilâ ivaz (bedelsiz) kaydından maksadın: "bilâ iktisab-ı ivaz", yani bir bedel kazanmamak şartıyla bir malı başkasına temlik olduğunu belirtir (Ibnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadl, Mısır 1315-17, VII,113; Ali Haydar, Düreru'l-Hukkâm şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, II,614).

Hibe ile teberru sözcükleri arasındaki ilişki şöyle ifade edilebilir. Gerçek veya tüzel bir kişinin, başka bir şahsın mal varlığı lehine, kendi mal varlığında meydana getirdiği eksilmeye "teberru" denir. Teberru sözcüğü, ivazsız hukukî tasarrufların hepsini kapsayan geniş bir kavram olup, hibeyi de içine alır: Buna göre "heber hibe bir teberrudur, fakat her teberru bir hibe değildir."

30 Eylül 2010 Perşembe

HEYKELİN YASAKLANMA NEDENİ

Yukarıda zikredilen hadisler incelendiğinde heykelin yasaklanma nedenini de ifade ettikleri görülür. Islam bilginlerinin ortaklaşa belirttiklerine göre heykelin yasaklanma nedeni, onları yapanların Allah'ın yarattıklarına benzetmeye çalışmaları kendilerini yaratıcı yerine koymuş olmalarıdır. Yasağın hikmeti ise, insanları putperestlikten uzaklaştırmak, saf tevhid inancını şirk ve putperestlikten korumaktır. Çünkü bütün kavimlere putperestlik heykel yoluyla girmiştir.

Âyette Nuh Peygamberin kavmi ile ilgili olarak şöyle buyrulur: "Sakın ilahlarınızı bırakmayın "ved ", "suvâ", "Yeğâus", "Nesr" gibi putlarınızdan vazgeçmeyin, dediler. Böylece bir çok insanı sapıttılar. Sen bu zalimlerin sadece sapıklıklarını arttır" (Nuh, 71 /23-24). Bunlar Nûh kavminin Allah'tan başka kendilerine taptıkları putlarının adlarıdır. Abdullah bin Abbas ve Muhammed bin Kays'tan şöyle dediği nakledilmiştir: Ayette adı geçen put isimleri Nuh kavminin bazı salih kimselerinin adlarıydı. Bu kimseler öldükten sonra, şeytan onların birer heykelinin dikilmesini öğütleyerek: "siz onların yaptıklarını bu heykeller aracılığıyla hatırlar ve yaparsınız." der. Şeytanın bu yanıltmasına kanan insanlar o salih kimselerin heykellerini yaparak dikerler. Önceleri güzel amelleri hatırlamada birer araç olan heykeller, bir kaç nesil geçtikten sonra nitelik değiştirir ve kendilerine tapınılan birer put halini alırlar. Işte Islam'dan önceki arap toplumunda bu putları yeni ilavelerle devir almış ve onlara tapınırken Islam güneşi doğmuştur (Ibn Kesir, Muhtaşaru Tefsiri Ibn Kesir, 7. baskı, Beyrut 1402/1981, III, 554).

HEYKEL

Taş, tunç, mermer ve pişmiş toprak gibi dayanıklı maddelerden yapılmış insan ya da hayvan görüntüsü, simgesi. Heykel, Islâm terminolojisinde "suret" kavramı içerisinde değerlendirilmiş resim anlamındaki suretten bunu ayırmak için "gölgeli suret" deyimi kullanılmıştır. Heykel, şekil olarak müşriklerin tapındığı putlarla aynı olmakla birlikte kendisine tapınılan anlamda put olmadığı için suret kavramı içerisinde ele alınmış ve onunla birlikte hükme bağlanmıştır.

Kur'an, heykelden put anlamı dışında bir yerde söz etmekte, hakkında herhangi bir hüküm vermemektedir. Sebe' sûresinde cinlerin bir kısmının Hz. Süleyman'ın emrinde çalıştığı bildirildikten sonra "Ona dilediği gibi kaleler, heykeller, havuzlar kadar (geniş) leğenler, sabit kazanlar yaparlardı"(Sebe 34/13) buyurulmaktadır. Bu âyet bilginlere göre Hz. Süleyman devrinde heykel yapmanın mübah olduğunu ifade etmektedir. Ama yine bilginler Hz. Süleyman devrine ait olan Rasulullah (s.a.s.) den gelen haberlerle ortadan kaldırıldığını, Islam dini tarafından neshedildiğini söylemektedirler.

Kur'an, Hz. ibrahim (a.s.)'ın putları, heykelleri kırdığını anlatmaktadır. Rasul (s.a.s.)'da Mekke'nin fethinde Kâbenin içinde, çevresinde ve Safa ile Merve tepeleri üzerinde bulunan putları (heykelleri) kırıp temizletmiştir.

Rasulullah (s.a.s.)'dan gelen hadisler heykel (suret) yapmayı yasaklamaktadır. Bu konuda gelen haberler tevâtür derecesine ulaşacak kadar çoktur. (Resim için bk. Resim mad.)

Hz. Âişe (R. anha) dan Nebi (s.a.s.)'in şöyle dediği nakledilmiştir: "Kıyamet günü en şiddetli azaba uğrayacak olanlar, yaratma hususunda kendisine Allah'ın yerine koyup, kendini ona benzetenlerdir" (Buhari, libas, 39; Nesai, Zinet, 112-114).

HELAL VE HARAM OLAN HAYVANLARIN BAZILARINI AÇIKLAR MISINIZ?

Haram olan hayvanları üç kısma ayırmak mümkündür.

1- Başkasına saldırıp azı dişleriyle parçalayarak kendisini müdafaa eden domuz, kaplan, aslan,ayı, kurt, fil, pars, kedi, maymun ve köpek gibi dört ayaklı hayvanlar.

2- Tırnaklarıyla kendini müdafaa edip zayıf olan olan hayvanları avlayan kartal, akbaba, atmaca, karga ve şahin gibi hayvanlarla leş yiyen kuşlar.

3- Tiksindirip nefret veren ve kötü olarak bilinen yılan, akrep, böcek, fare gibi yer haşreleridir. Bunlardan başka hayvanlar mübah sayılırlar. Ancak bazılarının hakkında ihtilaf vardır. Mesela Hanefi mezhebine göre, sırtlan, keler, tilki, at, kirpi gibi hayvanlar haram ise de, Şafii mezhebine göre helaldır. Kırlangıç., tavus, hüdhüd, papağan ve baykuş gibi hayvanlar da Şafii'ye göre haram. Hanefi'ye göre helaldır (Fıkh, Essünne).

HAZRETI ALİ'NİN KABRİ NEREDEDİR? BU HUSUSTA ÇEŞİTLİ SÖZLER SÖYLENMEKTEDİR. ACABA BU HUSUSTA AYDINLATICI BİLGİ VERİR MİSİNİZ?

Bilindiği gibi Hz. Ali (kav) Haricilerden Abdurrahman bin Mülcem tarafından şehid edilmiştir. Kesin olarak nerede medfun olduğu belli değildir. Kimi Küfe'nin emirlik binasında, kimi Rahbetü'l-Küfe denilen yerde, kimi Necef'tedir dediler. Bazılarına göre onu Medine'ye götürülmek üzere bir sandık içine koyarak deveye yüklediler. Tay kabilesinin toprağına varınca kabile mensupları deveyi gasp edip kestiler. Hz. Ali'yi de orada defn ettiler. Kabrini gizli tutmaktan gaye onu Harici'lerden korumak idi. Çünkü belli bir yerde defn etseydiler Hariciler kabrini kazıp cesedini çıkaracaklardı.

Şii'lere göre Hz. Ali (kv) Necef şehrinde medfundur. Kabir orada ziyaret edilmektedir. Bazı muhakkiklere göre de Necef şehrindeki kabir al-Mugire bin Şu'be'nin kabridir. Hz. Ali'nin değildir. Bu kabrin Hz. Ali'ye nisbeti hicretten üçyüz sene sonra olmuştur.

HAYVANLARDA SUNİ TOHUMLAMA

Bu konu hakkında, bilebildiğimiz kadarıyla, klasik fıkıh kitaplarımızda bir hüküm yoktur. "Eşyada aslolan ibahadır", yani Allah her şeyi insanlar için yaratmış olduğuna göre (bk. Bakara(2) 29) haram kılınmış olmayan şeylerin helâl olmakta devam ediyor olması gerekir. Sözü edilen suni tohumlamanın da direkt olarak haram olduğuna dair bir nas bulunmadığına göre bunun da helâl olması gerekir, diye düşünülebilir. Ancak mesele o kadar da basit değildir. Yine Kur'ân-ı Kerim'de "Allah (cc)'ın yaratışını (fıtratı)" bozanlar şeytanın dostu olup hüsrana ugrayanlar olarak nitelendnilirler.(K. Nisâ (4) 119) Bu da acaba fıtrata müdahale değil midir? Hayvanların normal çiftleşmesine engel olunması halinde, erkeklerinin hakkına ve tabiî ihtiyacına tecavüzden sözedilebilir. Ama bunun için denebilir ki, onlar da insanlar için yaratıldığına göre spermalarının bu yolla alınması daha yararlı ise bu yolla alınır, fazla gelenleri de kesilerek değerlendirilir ve artık onların ihtiyaçları da söz konusu olmaz. Sonra hayvanların erkeklerinin semirmesi ve bu yolla daha faydalı olmaları söz konusu ise birçok alim burulmalarının caiz olduğunu ve bunun fıtratı değiştirme sayılmayacağını söylemişlerdir.(Burmanın caiz olmadığını söyleyenler de vardır. bk. Kurtubî, V/390-91)

Ama yine de ilerleyen zooloji ve özellikle de genetik ilminin verileri kesin sonuçlara varmadan nihâi sözü söylemek imkânsızdır. Kiloda biraz daha ağır, süt veriminde biraz daha fazla bir hayvan türü geliştirelim derken, insana da, çevreye de ve hatta o türe de zararlı bir sonuç ortaya çıkabilir. Günümüzde çokça sözü edilen hormon skandalı bunun bir başka açıdan tezahürü sayılmalıdır.

Diğer yönden meselenin, bir ölçüde ağaçların aşılanması olayına benzerliği de yok değildir. Bilindiği gibi Rasulülah Efendimiz (sav) Medine'ye geldiklerinde halkın hurma çiçeklerini aşıladıklarını görmüş ve: "Bunun faydalı olacağını sanmıyorum", ya da, "bunu yapmasanız belki de daha iyi olur" buyurmuş, onlar da aşılamayı terketmişlerdi. Sonunda verimin düşük olduğu kendilerine hatırlatıldığında da "faydalı işi yapsınlar. Ben sadece zanla konuştum. Zandan dolayı beni muahaze etmeyin. Ama size Allah (cc)'tan gelen bir şeyden sözedersem onu hemen alın... Siz dünya işinizi iyi bilirsiniz"(bk. Müslim, Fedâil,139,141; Ibn Mâce, Ruhun 15; Müsned, V/16, 298, VI/128) buyurmuştu. Hayvanların suni yolla tohumlanması da bir bakıma buna benzer. Ancak benzemediği yönler de vardır. Meselâ hurmanın aşılanmasında yapılan şey tabiî olanı kolaylaştırmak ve çabuklaştırmaktır. Erkek hurma ve onun hakkına tecavüz söz konusu değildir. Çiftleşme ve ondan doğacak tabiî etkileşimden söz edilemez. Kimbilir, belki de hayvanların tabî çiftleşmelerinde bilinen sperm alışverişinin dışında başka psikolojik ve genetik etkileşimler vardır ve bu etkileşimler neslin sıhhatli devamında bir takım fonksiyonlara sahiptirler. İşte bunlar özellikle genetik ilminin ve müstakbel fıkıh heyetlerinin ileride halledecekleri meselelerdendir. Şimdilik mahzurlu olduğunu gösteren bir delil yoktur (Allah'u a'lem).

"Hayvanların spermlerinin (melakîh) ve ceninlerinin (medâmîn) satışı yasak edildi" (Muvattâ, Buyû 63) diye bir hadis vardır, ama bununla anlatılan sun'i dölleme değil, sağlam doğumla sonuçlanıp sonuçlanmayacağı bilinmeyen sperm ve ceninin satılmasıdır.

HAYVAN YEMLERİNİN TEMİZLİĞİ

Tavuk yemi üretiyorum. Yeme belli oranlarda balık unu ya da kan katıyoruz. Bunların katılmaması halinde tavuklarda vitamin eksikligi yüzünden bir hastalık oluyor ve birbirlerini yiyorlar. Aslında bu ihtiyaç balık unuyla karşılanıyor, ama onu bulmak her zaman mümkün olmadığından kanı tercih ediyoruz. Ama kan kullanmanın da mahzurlu olduğunu öğrendik?

Sorunuzu ya da sorununuzu sizi ve bütün müslümanları ilgilendiren iki farklı yönüyle ele almayı deneyecegiz:

1. Genel esaslar ve mes'elenin tahlili.

2. Olayın, halihazırdaki durumun vehametinden haber veriyor olması.

Kur'ân-ı Kerim'de murdar ölü eti (meyte), kan, domuz eti ve Allah (cc)'ın adıyla kesilmeyen etler aynı kategoride olmak üzere birden çok yerde yasaklanır ve haram oldukları bildirilir: "De ki, bana vahyolunanlar içinde bir yiyenin yemesi için ölü eti (meyte), akıtılan kan, domuz eti-ki, bu gerçekten murdardır- Ya da Allah (cc)'tan başkası adına kesilmiş iş bir fısk dışında haram kılınan bir şey bulamıyorum..."(K. En'am (6) 145; Yakın anlamlar için bk. Bakara (2) 173; Mâide (4) 3; Nahl (16) 115)

Buradan hareketle alimler; hayvan boğazlandığında akıtılan kanın murdar olduğu, yenmeyeceği ve ondan (herhangi bir yolla) yararlanılamayacağı konusunda ittifak etmişlerdir. (Ibnü'1-Arabî, Ahkâmül-Kur'ân, I/53) Bu ittifakın icma halinde olduğu ifade edilmiştir.(bk. Sabûnî, Ahkâmü'I-Kurari, I/160,163) O kadar ki, meşhur Hanefi fıkıhçısı Cessâs, bu maddelerin haram kılınışının her türlü yararlanmaya şamil olduğunu, binanaleyh ölmüş hayvan etinden hiç bir suretle yararlanılamayacağını, hatta köpeklere ve diğer et yiyenlere dahi yedirilemeyeceğini, çünkü bunun da bir nev'i yararlanma olduğunu söyler.(Sabunî, age, I/160)

HAYIZLI VE CÜNÜP IKEN BEBEGE BAKMAK

Hayızlı, nifaslı ya da cünüp iken, yeni doğmuş bebege bakılmaz deniyor. Bu ne derece doğrudur.

Cünübün, âdetlinın ve lohusanın yapamayacağı şeyler fıkıh kitaplarında etraflıca anlatılmıştır. Yani bakması haram değildir. Bu, olsa olsa maddeten ve mânen temiz olmaya karşı duyulan titizlikten ve bu konudaki hassaslıktan doğmuş bir söylenti ve bir yönüyle de güzel bir kabulleniş biçimidir. Çünkü bunda temizlikte acele etmeye teşvik vardır. Ancak insanın bir helâla; haram deme yetkisine sahip olmadığı ve Kur'ân-ı Kerim'de geleneklere göre yaşayanların kınandığı da bilinmelidir.

HAYIZLI KADININ KABİR ZİYARETİ

Hayız, ya da lohusalık halinde kadının kabır ziyaret etmesinde "beis yoktur."(Hindiyye I/38 (Sirâciyye'den) Ancak fıkıhta "beis yoktur" demek, olur ama olmasa daha iyi olur, demektir.Hattâ kadının temiz olduğu zamanlarda bile kabir ziyaretinde bulunmaması daha evlâdır. Çünkü bundan hâsıl olan zararlar, elde edilebilecek kârlardan çok daha fazla oluyor. Bu yüzden bu konuyu bir önceki başlık altında etraflıca yazmayı denedik.

HAYIZLI KADININ KABİR ZİYARETİ

Hayız, ya da lohusalık halinde kadının kabır ziyaret etmesinde "beis yoktur."(Hindiyye I/38 (Sirâciyye'den) Ancak fıkıhta "beis yoktur" demek, olur ama olmasa daha iyi olur, demektir.Hattâ kadının temiz olduğu zamanlarda bile kabir ziyaretinde bulunmaması daha evlâdır. Çünkü bundan hâsıl olan zararlar, elde edilebilecek kârlardan çok daha fazla oluyor. Bu yüzden bu konuyu bir önceki başlık altında etraflıca yazmayı denedik.

HAYIZLI IKEN TRAŞ

Hayızlı iken vücuttan tüy koparılmaz, tırnak kesilmez gibi söylentiler var. Bunun doğruluk derecesi nedir? Lohusa da aynı durumda mıdır? Ayrıca devamlı olan renksiz, kokusuz akıntı özür sayılır mi? Namaza mâni midir?

Fıkıh Kitaplarının:

Âdetli, lohusa ve cünübün yapması haram olan şeyler bölümlerine bakıldığında, vücutlarından tüy yolmaları, traş etmeleri, ya da tırnak kesmeleri gibi temizliklerin sayılmadığını görürüz. Bu da bu davranışların, bu halde iken hâram olmadığını gösterir. Ancak helâl olduğunu da söyleyenler de yoktur. Hattâ Gazâlî, öbür dünya'daki dirilme bedenen olacâğından (haşr-ı cismânî) ve bu dünyada iken insandan kopan her parça; orada koptugu yere yeniden takılacağından, bu hallerde iken tüy yolmaları mekruh olduğunu söyler. ( Hindîyye V/358) Bazı fetvâ kitaplarında da: "Cünüpken vücudundan tüy koparılmayacağın da bilmek gerekir." ( Nemenkânî, N/206) denir. Ancak koltuk altı; kasık ve tırnak temizliğinin kırk gün geciktirilmeşinin tahrimen (harama yakın) mekruh olduğunu düşünürsek diyebiliriz ki, temizlik süresi kırk günü aşmayacaksa, âdetli; lohusa ve cünübün vücudundan bir şey koparmaması gerekir. Aşacaksa "zararların hafif olanını" seçer ve bu tür temizliklerini yapabilir.

Renksiz ve kokusuz akıntı; pamuk kullanılmak suretiyle önlenebileceği için, özür değildir. Pamuk kullanılır ve akıntının dışarı çıkması önlenirse, aldığı abdestle istediği kadar namaz kılabilir. Bunu daha önce abdest bahsinde görmüştük.

HAYIZLI İKEN TIRNAK KESMEK

Hanımlar adetli günlerinde saç ve tırnak kesebilirler mi? Bu artıkları yakmakta ya da çöpe atmakta dinimizce bir mahzur var mıdır? Vücuttan cünüpken tırnak v.s. kesilirse, sonra yıkanıldığında gusül tamam olmuş olur mu?

Bu konuda âdetli de cünüp hükmündedir. Vücudtan tırnak ya da tüy kesmesi mekruhtur. Bir zaruret yoksa temizlenmeyi beklemelidir. Bu tür artıkları imkân varsa biriktirip sakin bir bucağa gömmek gerekir. Şehirlerde olup gömecek yer bulamazsa, çöpe atmaktansa yakmak daha iyidir. (Allah'u a'lem) Bunun gusülle alâkası yoktur. Gusül tamamdır.

HAYIZLI İKEN KINA YAKMAK

Adetli bir hanım kına yakabilir mi? Sol ele kına yakılabilir mi?

Cünüpken kına yakılabilir. Cünüpken yapılabilen şey âdetli iken daha rahat yapılabilir. Erkeğin cünüpken yaktığı kına ile kadının kınalanmasında da mahzur yoktur. Ancak onun yıkanabilen çamur ve tortusunu yıkamadan namaz kılamaz. Kadın her iki eline de kına yakabilir. Bu bir zevk ve örf meselesidir. ( Hindiyye V/359; Kâdihân Ill/412 ) Cünüpken koyduğu kınayı yıkayarak namaz kılabilir. ( Kâdihân NI/431)

HAYIZLI İKEN CENAZE YIKAMAK

Hayızlı bir kadın cenaze yıkayabilir mi?

Bilindiği gibi, kadın cenazeyi kadın, erkeği de erkek yıkar. Yıkayanın cünüp, hayızlı, nifaslı, ve gayrı müslim olması mekruhtur. (Yani hoş olmamakla beraber, bunların yıkadığı da olur.) Ama bunlardan başka yıkayabilecek kimse yoksa, bunların da yıkamalarında bir mahzur yoktur. (81 Bilmen 248 (md. 533))

HAYIZLI IKEN ÂYETÜL-KÜRSÎ OKUNUR MU?

Âdetli, cünüp ve lohusanın Kur'ân-ı Kerim okumaları haramdır. Dua anlamındaki âyetleri, dua maksadıyla okumalarında bir mahzur yoktur diyenler vardır ama, dua olmayan bir âyeti dua niyyetiyle okumak, onu dua yapmış olmayacağından, böyle bir âyeti hangi niyetle okursa okusun, câiz olmaz. Âyetül-Kürsî de dua değildir; bu sebeple onu da okuyamazlar.

HAYIZ VE HÂFIZLIK

Hâfizlık yapan kız talebelerin ve hanım hocaların hayız durumlarında ne yapmaları gerekir?

Hayız halindeki kadının Kur'ân-ı Kerim okuyamayacağını önce söylemiştik. Hâfizlık yapanların ve hoca olanların durumu da aynıdır. Hâfizlık yapanlar bu dönemlerinde hâfizlığa ara vermelidirler. Öğretici olanlar ise, her iki kelimeden birini atlamak sûretiyle kesik kesik okur ve öğretir. Arada bir tek kelimenin okunuşunu, meddini, harflerinin mahrecini talim edebilir. Bazılarına göre de âyetin yarısını öğretir ve böylece devam eder. Ama ihtiyata uygun olan birincisidir, bunda bir mahzur yoktur ve mekruh da değildir. (80 Ebû saî'd el-Hudrî'den: Rasûlullah'a soruldu ki, hayız bezleri, köpek leşleri ve kokulu artıkların karıştığı Budâ'a çukurundan abdest alabilir miyiz? O da: "Su temizdir, onu bir şey pisleyemez" buyurdular. (Ebû Dâvûd, taharet 34)

HAYIZ HALİNDE AVRET

Bakma konusunda kadının kocasına göre avreti, hayızlı iken de temiz olduğu zaman gibidir. Tutma ve yararlanma konusunda ise farklıdır. Kocanın hayızlı karısı ile cinsî ilişkide bulunması, ayetle belirlendigi için (bak. el-Bakara 2/22) ittifakla haramdır; helâl sayan küfre girer. Birleşmenin dışındaki cinsel oynaşma, tutma ve karısının eli v.s. ile tatmin olma, kadının göbekle diz kapağı arası örtülü olmak üzere, herkese göre caizdir. Örtü varken, göbekle dizkapağı arasından da, örtünün üzerinden olmak üzere her türlü yarlanabilir. Imam Muhammed'e göre ise, hayızlı iken yasaklanan, sadece kadının cima organını kullanarak yapılacak cinsel ilişkidir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de bu yasağa gösterilen illet "eziyet"tir. Bu ise ancak cima organını kullanmakta bulunur. Binaaneleyh, koca karısının cima organı dışında her yerinden örtü olmaksızın da yararlanabilir. (Fetâvâ-yi Kâdîhân, (yazma) 611/b,; Serahsi, Mebsût, X/159.)

HAYIZ BEZLERİ

Hanımların kullandıkları hayız bezi ve pamuğu atılabilir mi? Normal günlerde kullanılan pamuk da aynı durumda mıdır?

Özellikle bu konuyu anlatan bir nas ya da hüküm bilemiyoruz. Bu da bunun çok fazla önemi olan bir şey olmadığı gösterse gerek. Ancak Ebû Dâvûd'da rivayet edilen bir hadis-i şeriften, asr-ı saâdette de kadınların hayız bezlerini kenar çöplüklere attıkları anlaşılıyor. Buna göre bu bezleri, ya da sair günlerde kullanılan pamukları atmakta bir mahsur olmadığı söylenebilir. Fakat hayızlı kadının, yanındakileri ve özellikle kocasının tiksindirmemek için; hayız bezine ağır kokuları giderici kokular sürmesi sünnetten olduğuna göre, bu konuda da dikkatli olup çirkin manzaralara sebep olmaması, bu şeylerden habersiz düşünceleri ifsad etmemesi, sünnetin yani Islâm terbiyesinin gereği olmuş olur. Kanalizasyona karışamayacak olanların sakince yakılmalarında da bir mahzur olmasa gerektir. (Allah'u a'lem)

HAYAT SİGORTASI

Günümüzde yaygınlık kazanan "Hayat sigortası" (Halk sigorta ve Anadolu sigorta gibi) caiz midir?

Sözü edilen iki sigorta kurumunun mahiyetini ve çalışma biçimini bilmiyoruz. Ancak genel olarak "hayat sigortası" için şunları söyleyebiliriz:

Sigorta bir takım risk (tehlike)lerin zararlarından korunma müessesesidir ve Türkiye için "Sosyal Sigortalar" ve "Özel sigortalar" diye ikiye ayrılır. Sosyal Sigortalar Emekli sandığı, Isçi Sigortası ve Bağkur olmak üzere üç birimden oluşur ve resmi bir kurumdur. Kâr düşüncesi yoktur, ideal şekliyle yardımlaşma (sosyal dayanışma) ve sosyal risklerin zararlarını daha çok kişiye dağıtarak azaltmayı hedefler. Kapitalizmin doğurduğu haksızlıklar ve sosyal riskler sonucunda zorunlu olarak ortaya çıkmıştır. Islâm'da böyle bir müesseseye hiç ihtiyaç yoktur, ancak yardımlaşma esprisi taşıdığı için Islâm'la idare edilmeyen ülkelerdeki müslümanlar adına tartışılmış ve birçok çagdaş Islâm alimince caiz görülmüştür.Soruda sözü edilen özel hayat, yangın, araba vb. sigortalar ise bünyelerinde taşıdıkları birçok haram unsurdan dolayı gayr-i Islâmîdir, caiz değildir. Çünkü bu sigortalar "garar" (taraflardan biri için aldanma ve zarar) içerir. Kumar, faiz, başkasının malınıbedelsiz alma, lûzumlu olmayanı lûzumlu kılma, borcu borca karşılık satma, müşterek bahis ve Allah (cc)'in gücüne karşı koyma... gibi ma'nâlar ihtiva eder ki, bunların hepsi haramdır. Çok büyük suistimallere, yakmalara ve tahriplere sebep olur ki, bunlar da hem haram hem de ekonomik açıdan gayri makuldür.(Geniş bilgi için bk. Dr. Muhammed Biltacî, ‚Ukûdût-Te'min min Vicheti'1-Fıkhı'1-Isâmî, 150 )

HAVÂİC-İ ASLİYYE

Hâcet, çoğulu Havâlic; ihtiyaç. Aslî; temel, esas. Hâcet-i aslıyye; temel ihtiyaç demektir. Bir zekât terim olarak; zekâttan muaf tutulan ve bir kimsenin kendisi ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin temel ihtiyaç maddelerini teşkil eden şeylerdir. Zekât yükümlüsü hür, müslüman, âkıl-bâliğ ve nisap miktarı mala sahip olan kişidir. Nisap miktarı, aslî ihtiyaçların dışında hesaplanır. Ayrıca zekât yükümlüsü olacak kimsenin mala tam mâlik olması, malda alış-veriş veya doğurmakla nemâ (gelişme-çoğalma) kabıliyetinin bulunması, malın temel ihtiyaç maddelerinden fazla olması ve nisap miktarına ulaşması dâ gereklidır (Yusuf el-Kardâvî, Islâm Hukuku'nda Zekât, Terc. Ibrahim Sarmış Istanbul 1984, c. I, s. 134-168).

Kişiyi zekât yükümlüsü hâline getiren nisap miktarı malın üzerinden bir yıl geçmesi lâzımdır. Hadîste: "Kim servet elde ederse, zekât bir yılın geçmeşiyle farz olur" (Tirmizî, Mişkât, 6).

Temel ihtiyaç ve yıllık zorunlu harcamalar zekâttan muaftır. Buna geçim indirimi de denilebilir. Bu geçim indirimi için, para yerine belli ihtiyaç maddeleri geçtiğinden mal sahiplerinin mağduriyeti sözkonusu olmaz. Çünkü bir kimse önce temel ihtiyaç maddeleri ve borçları düşürdükten sonra geri kalan altın, gümüş, ticaret eşyası veya nakit para nisap miktarını aşar ve üzerinden de bir yıl geçmiş olursa zekât farz olur.

HAVAİC-İ ASLİYE NE DEMEKTİR?

Havaic-i asliye normal olarak maddi ve manevi hayatı idame ettirmek için insanın muhtaç olduğu şeylerdir. Mesken ve onun için lüzumlu olan eşya, elbise, silah, kitap, san'at aletleri, binek hayvanı ve hizmetçi gibi şeylerdir.

Havaic-i asliyye, zaman ve mekanın değişmesiyle değişti gibi, şahsa göre de değişir. Mesela: Asr-ı sa'adette kitap yoktu. Yazma ve alma ihtiyacı doğdu, bilim sahasında ilerlemek için kitap bulundurmak icab etti. Böylece ehl-i ilim için kitap, havaic-i asliyeden sayıldı. Radyo ve teyp gibi araçlar da, kötüye kullanmamak şartıyla havaic-i asliyedendir. Çünkü bu zamanda insanın ufkunu açan bir çok kitaplardan daha fazla bilgi vermektedirler. Ama kötü kullanılırsa, havaic-i asliyeden olması şöyle dursun, bulundurulmaları bile haramdır. Çamaşır makinesi ve buzdolabı ise kesinlikle havaic-i asliyedendir. Çünkü yukarıda belirttiğimiz gibi hizmetçi havaic-i asliyedendir. Bunlar bir cihetten hizmetçiden daha ucuz, masrafı daha az ve daha faydalıdırlar. Onun için havaic-i asliyeden sayılırlar. Yalnız burada bilinmesi gereken bir husus vardır. Şöyle ki; namı olmayan havaic-i asliye dışındaki eşya; ticaret eşyası olmadığı takdirde nisaba baliğ olunca zekat almamaya, kurban kesmeye ve fitre vermeye sebebtir. Ama zekata tabi değildir.

HAVA PARASINI, İCAD VE TE'LİF GİBİ ŞEYLERİN ÜCRETİNİ ALMAK CAİZ MİDİR?

Zaman değişti, büyük İslam hukukçularının kaleme almadıkları ve hükmünü beyan etmedikleri birçok şeyler hayat sahnesinde ortaya çıktı. Onların bazıları da soruda adı geçen şeylerdir. Yalnız Kur'an'da ve sünnette ve bu büyük hukukçuların meydana getirdikleri güzel eserlerde bunları ve benzerlerini kapsayacak kaideler vardır. Ortaya çıkan her şeyin hükmünü anlayabilmek için bu kaidelere baş vurmak kafidir. Bu soruda sorulan şeylerin hükmünü anlayabilmek için bey'in –alış verişin- şartlarını gözden geçirip ne olduğunu bilmemiz lazımdır. Bey'in şartı beştir:

1- Satılan şeyin satış zamanında mevcut ve ele geçmesi mümkün olması.

2- Nehir ve deniz suyu gibi herkes için mübah olan şey olmaması.

3- Satıcının mülkü olması.

4- Dinen değer sahibi olması.

5- Teslim alınması mümkün olması, yani denizdeki balık, havadaki kuş gibi, satıcının elinde olmayan bir şey kabilinden olmaması.

Binaenaleyh hava –kiralık bina veya dükkan devretme- icat ve te'lif gibi şeylerin hakkını satmak cümhür-i ulemaya göre caiz demücerrede kabilindendirler. Yalnız Maliki mezhebinin büyük ulemasından olan Nasır al-Din al-Lakanı ve Abd al-Rahman al-İmadı gibi bazı ulema örfe veya zarurete dayanarak hukük-ı mücerrede satılabilir diye iddi'a etmişlerdir (İbn Abidin).

HAVA PARASI

Bir dükkan veya işyerini kira ile tutacak kimseden, kira bedeli dışında karşılıksız olarak alınan bedel.

İslâm hukukuna göre kira akdinin geçerli olması için şu şartların bulunması gerekir:

1- Tarafların rızası. Satım akdinde olduğu gibi, kira akdinde de tarafların rızası gerekir (en-Nisâ, 4/29). Malı malla mübâdele niteliği yüzünden kira akdi de ticârî bir muamele sayılır.

2- Akdin konusu olan "yararlanma"nın, anlaşmazlığa yol açmayacak şekilde belirli olması. Bu şart; kiralanan malın, kira süresinin ve iş akdinde, yapılacak işin belirlenmesini gerektirir. Çoğunluk bilginlere göre, kira süresi kısa olsun, uzun olsun akit geçerlidir. Hatta kiralanan malın var olabileceği süreye kadar akit yapılabilir. Çünkü süre belli olunca yararlanma miktarı da belirlenmiş olur. Ancak Hanefîlere göre, vakıf ve yetim mallarında kiracının mülk iddiasında bulunmaması için, bunlara ait gayr-i menkullerde en uzun kira süresi üç yıl, menkullerde ise bir yıl olarak sınırlandırılmıştır (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', IV, 179, 180; es-Serahsî, el-Mebsût, XVI, 43; İbnü'l-Hümâm, Tekmiletü Feti'l-Kadîr, VII, 150; el-Meydânî, el-Lübâb, II, 88).

Diğer yandan kiralanan kiracıya tesliminin mümkün olması ve yararlanma şeklinin meşrû bulunması da gereklidir.

HATİME ÜCRET

Hatim okuyan birisi, "Ben Kur'an için değil, harcadığım emek ve zaman için ücret alıyorum" diyerek fiyat tayin etse caiz midir?

Kazançların en çirkinlerinden biri, Kur'ân-ı Kerîmin âlet edildiği kazançtır. Allah (c.c.) "Âyetlerimi, az bir değer olan dünya karşılığında yemeyin" buyurur. Allah Resûlü Efendimiz: "Kur'ân-ı okuyun, onu yemeyin" buyurur. Fıkıhçılar bu ve benzeri delillere bakarak, Kur'ân okuma karşılığında ücret almanın haram olduğunu söylemişlerdir. Alana aldığı haramdır, veren de buna sebep olduğu için haram işlemiştir, demişlerdir. Okuyanın bunu bir emek karşılığı ve hediye olarak kabul etmeside mümkün değildir. Çünkü ücreti hak eden emek, faydası belli olan emektir. Okuyanın okuyuşuna sevap yazıldığı ise belli değildir. Ayrıca fıkıhta: "Herkesin yapmakla mükellef olduğu birşeye ücret vermek câiz değildir" kuralı okumakla her müslüman mükelleftir. Bunun hediye kabul edilmesi de mümkün değildir. Çünkü okuyan, hediye vermeyene ikinci defa okumaz.Bu yüzden Imam Birgivî: "Bu herifler leş yeseler de Kur'ân'ı Kerîm okumaya ücret alıp yemeseler daha iyi olurdu" der. Ücret alınmasa Kur'ân zayi olur, diye söyleyenler, cahilce, ya da şeytanca bir aldatmaca yapmaktadırlar. Çünkü Kur'ân ücretle okunmamaktan değil, okumayı öğrenmemekten zayi olur. Bu yüzden Kur'ân-ı Kerîm okumayı öğretmeye karşılık ücret almakta, zaruretten ötürü mahzûr yoktur denmiş; bu Kur'ân simsarları ise, okumayı da buna katı vermişlerdir.

"Lânet ola bir mala ki, anın,

Tahsiline ırzı, namusu, din ola âlet"

HATÎM VE MEVLİT

Insanlarda yüce bir güce inanma duygusu doğuştan vardır. Nasıl her insan doğuştan, maddî ihtiyaçlarını kimseden öğrenmeksizin arayacak ve isteyecek duygularla yaratılmışsa, görünmeyen, yani manevi bir güce inanma duygusunu da beraberinde getirir. Sonra annesi Babası ve çevresi bu duyguyu köreltirlerse, ya da bozarlarsa, insanın ruh dünyası alabildiğine gıdasız kalırve her fırsatta önüne gelen inanış biçimlerine, doğrusuna yanlışına bakmadan salıverir. Tıpkı boğulmakta olanın yılana sarılması gibi. İşte mevlit ve hatîm okutma da, bu tür görünümlerden örneklerdir.

Aslında Kur'ân-ı Kerîm'in okunması da başlıbaşına bir ibadettir ve her harfine on sevap verileceği bildirilmiştir. Bu sevapların ölmüş olan birisinin ruhuna bağışlanması da uygundur ve yararlıdır. Ancak böyle bir ibadet karşılığında para almak, ya da vermek, câiz değilir. Fıkıhçılar, Kur'ân okuma karşılığında para alınması halinde. alınan ücretin alana haram olacağını ve ölünün bundan hiçbir fayda görmeyeceğini bildirmişlerdir. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'i okuyabilmek her müslümana farzdır. Böyle herkese farz olan birşeyin, başkasına ücretle yaptırılması câiz değildir. Sonra böyle bir uygulama, iş sözleşmesine benzer. Verilen ücretin karşılığının da belli olmasını gerektirir. Oysa bundan sevap elde edileceği kesin değildir. Böyle kesin olmayan bir menfaat karşılığında ücret ödenmez.

HATİM MESELELERİ

Apartmanımızdaki kadınlar toplanıp mukabele okuyoruz. Bazı meselelerimiz oluyor:

I - En güzel hatim nasıl olmalıdır?

2-Kadın adetli iken Kur'an'i dinleyebilir ve yüzünden takip edebilir mi?

3-"Ha'mim" ler tek seferde okunacak deniyor doğru mudur?

4-Hatim duası nasıl olmalıdır?

5-Kur'an'i dinleyen ya da her satırı yerine bir ihlas okuyan hatmetmiş olur mu?

HATİM DUASI

Evde, yalnız başına hatim bitiren birisi, hatim duası bilmiyorsa ne yapmalıdır?

Hanefi âlimlerine göre Kur'ân-ı Kerimi hatmettikten sonra, camide ya da başka bir yerde topluca dua etmek Rasûllulah Efendimizin ve ashabının uygulamadığı bir bid'attır. (166 Bezzâziye VI/380; Hindiyye V/380; Hindiyye V/318) Ancak hatim yapanın kendi çoluk çocuğunu toplayıp, evinde onlarla beraber dua yapması müstehaptır, denmiştir. (167 Hindiyye V/317) Çünkü Enes b. Mâlik'in böyle yaptığı rivayeti vardır. (168 Dârimi N/469; Ibn Kudâme, el-Mugnî I/803;) Ayrıca "Kur'an-ı Kerîm hatmedildiğinde yapılan dua kabul olunur" (169 Dârimî N/470) rivayeti de olduğuna göre, bid'at olanın, dua etmek değil, topluca ve sesle dua etmek olduğu anlaşılır. Hele hatim okuyanların adlarını okuyarak yapılan dualar, bid'at üstüne bid'at demek olur.

HASTALIK KANIYLA İLGİLİ HÜKÜMLER

Kadınlar özel hastalık kanının, hüküm bakımından, burundan akan kandan farkı yoktur. Eğer sürekli akarlarsa böyle bir özrü bulunan kimseye; "özürlü","özür sahibi" ya da "mazur" denir.

Kısaca; üreme organından âdet ve lohusalık dışında kan gelen kadın (istihazali), sürekli burnu kanayan, kanı giden, idrarını kaçıran, yel kaçıran, akıntısi dinmeyen, yarası bulunan, hastalık sebebiyle gözü yaşaran kadın ve erkek özürlü sayılır ve aşağıda sayacağımız hükümler hepsi için geçerlidir.

Kadından gelen hastalık kanı ve yukarıda saydığımız diğer özürlerin özür sayılmaları, sürekli olmalarıyla olur. Sürekliliğin ölçüsü ise, bir namaz vakti boyunca devam etmesi. öyle ki, bir abdest alıp o vaktin namazını kılabilecek zaman kadar bir süre kesilmemesi, yani bir vakti hükmen ya da hakikaten kaplamasıdır. Hükmen kaplaması, abdeste ve namaza yetmeyecek kadar kısa bir süre kesilmesi ile olur. Ama özrün bundan sonraki vakitleri kaplaması şart değildir. Her vakitte en az bir defa görülmesi özrün devam ettiğini göstermek için yeterlidir. Kısaca: Özrün özür sayılması için hükmen de olsa bir vakti kuşatması şarttır. Devam ettiği için her vakitte en az bir defa görülmesi şarttır. Özrün kalkması için bir vaktin tamamında kesilmiş olması şarttır.

Hastalık kanı namaza, oruca engel olmadığı gibi cinsel ilişkiye de engel değildir. Cinsel ilişki, ancak adil bir doktorun sağlıga zararlı olacağını bildirmesiyle sakıncalı (mekruh) olabilir.

HASTALIK KANI (İSTİHAZA)

Dinî terminolojide "istihaza" denen ve kadının fercinden âdet ve lohusalık sebebiyle değil de bir hastalıktan dolayı gelen kandır ki, biz ona "hastalık kanı" tâbirini kullanacağız.

"Hastalık Kanı" diyeceğimiz "Istihaza"da kadının fercinden, yani üreme organından geldiğine göre bunu âdet ya da lohusalık kanından ayırabilmek, öncelikle âdet ve lohusalık kanlarının ve özellikle de âdet kanının iyi tanınmasına bağlıdır. Bu yapıldıktan sonra, âdet ve lohusalık kanı olmayan kanlar hastalık, yani istihaza kanıdır, denebilir. Bu yüzden âdet kanından sözederken; "Temizlik ve çeşitleri" ile "Kan ve Çeşitleri" başlıkları altında söylenenleri burada da var kabul edip tekrar okumak gerekir. Böylece normal (sahih) kanın âdet ya da lohusalık kanı, anormal (fasit) kanın da hastalık yani, istihaza kanı olduğunu görecegiz. Oradaki bilgilere dayanarak hastalık kanının (anormal yani fasit kanın) çeşitlerinin aşağıdakiler olduğunu görürüz.

Çeşitleri

1. Dokuz yaşınıdoldurmamış kızdan gelen kan,

2. Ümitsizlik yaşına ulaşan kadından siyah ve kırmızı dışında gelen kan,

3. Hamilenin doğum olmaksızın gördüğü kan,

4. Âdetin ve lohusalığın en çok sınırını geçen kan,

5. Âdet süresince üç günden az gelen kan,

HASTA OLAN KİMSE SECDE İÇİN BAŞINI YERE KOYAMAZSA NASIL NAMAZINI KILACAKTIR?

Hasta olan kimse secde için başını yere koyamazsa İmam-ı Harameyn ve Gazali'ye göre yastık ve masa gibi yüksekce bir şeyin üzerine başını koyup secde eder. Rafi'i gibi başka ulemaya göre ise imkan nisbetinde başını eğerek secdesini eda eder. Otobüs gibi vasıtalarda vasıtanın durakta durmaması sebebiyle namaz kılma mecburiyeti hasıl olursa aynı ihtilaf mevcuttur.

HASTA NAMAZI

Sıhhatini kaybeden bir müslümanın namazın tüm şartlarını yerine getirme imkânı olmadığı durumlarda yüce Allah bazı kolaylıklar göstermiş ve namazı "imkânı elverdiği" şekilde kılmasına izin vermiştir. Hasta müslümanın tüm rükünlerini yerine getirmeyerek kıldığı bu namaza hasta namazı adı verilir.

İslâm'daki ibâdetlerin amacı insanı zora koşmak olmadığı için ibâdetler katı şekilci kurallarla çevrili değildir. En önemli ibâdet olan namaz, günde beş defa müslümanlara farz kılınmıştır; ancak namazın amacı Allah'ı sürekli olarak hatırlamak, günde beş kez O'nun huzuruna çıkıp iki namaz arasında yaptıklarının muhâsebesini yapma fırsatını ona vermektir. Bu şekilde günde beş kez Allah'ın huzuruna çıkan bir müslüman kötülük duygusunu kalbinden atıp onun yerine Allah korkusu ve sevgisini yerleştirir. Namazın amacı bu olunca, yani insanları kendi rızalarıyla Allah'ın gözetimine sokmak olunca sıhhatli ya da sıhhatsiz olması bunu yapmaya, yani Allah'ın huzurunda boyun eğmeye engel değildir. O halde hasta olan bir müslüman bu görevini gücünün yettiği şekilde yerine getirir. Bunun bazı kuralları vardır: Namazda; farzlar, sünnetler, müstehablar vardır.

"Sıhhatli müslüman tüm bunları dosdoğru yerine getirerek namaz kılar. Allah, "namazı dosdoğru kılın" emrini şekil açısından, sadece sıhhatli olanlara farz kılmıştır. Hasta olanlar ise görünen şekil yönünün dışında kalben, ruhen ve tüm düşüncesiyle "dosdoğru kılmak" zorundadır. Ona gösterilen kolaylık yapacağı hareketler yönündendir.

HASTA BİR KADININ ERKEK DOKTOR VEYA HASTA ERKEĞİN KADIN DOKTORA MUAYENE OLMASI CAİZ MİDİR?

Hasta bir kadın, muayene, tedavi ve ameliyat gibi şeylere muhtaç olabilir. Ancak kadın, hasta olduğunda ehliyetli bir kadın doktor varsa ona yaptırır. Aksi takdirde erkeğe gitmesi günah ve vebaldir. Kezalık bir erkek hasta olursa, ehliyetli erkek bir dokor varsa ona gitmeye mecburdur. Yoksa bir kadın doktora gidebilir (Beda'i al-Senai).

HAŞR SURESİNİN SON AYETLERİNİ OKUMAK

Sabah ve akşam namazlarından sonra çeşitli "Eûzü"lerle "Lev-enzelnâ" okunuyor. Her yerde de ayrı uygulanıyor. Bunun aslı var mıdır, doğrusu nasıldır?

Bu konuda kitaplarımızda bulunan çeşitli rivayetlere baktığımızda şu hadis-i şerife benzer çeşitli hadislerin olduğunu görürüz. "Malik b. Yesâr'dan rivayet edildiğine göre Rasûlüllah (sav) şöyle buyurmuştur: Kim sabahleyin üç defa "euzubillahis-Semî'il-Alîmi mines-şeytanirracım" der, sonra Haşr suresi'nin sonundaki üç ayeti okursa Allah kendisine yetmiş bin melek vekil kılar, bunlar akşama kadar o kişiye dua ve istigfar ederler. Eğer o gün vefat ederse şehid olarak ölür. Bunu akşamleyin okuyan da aynı derecededir" (Tirmizî, Fedâilü'l-Kur'ân, 22; Müsned, V/26; Ayrıca Darimî, Beyhakî ve Taberani'de rivayet etmişlerdir. bk. Ibn Kesîr, IV/537; Tuhfetü'1-Ahvezi, VNI/240; Fethu'1-Beyân, IX/363).

HÂRİCÎLİK (HÂRİCİYE, HAVÂRİC)

Hz. Ali döneminde ortaya çıkan siyasî ve itikadî mezhep. Mezhebe Hâricı"lik adının verilmesi konusunda çok çeşitli yorumlar yapılır. Mezhepler tarihçilerince en çok kabul gören yoruma göre, mezhep üyeleri, ümmetin başındaki hak imam olan Hz. Ali'ye karşı çıkarak itâattan ayrıldıkları için Havâric (Hâriciler) olarak anılmış, mezheblerine de Hâricilik adı verilmiştir. Kendi ifadelerine göre ise, Allah yolunda huruc etmelerinden dolayı hâricîler adını almışlardır.

Hâricîler başka adlar ve lâkablarla da anılmış, tanınmışlardır. Sözgelimi Hz. Ali'nin ordusundan ayrıldıklarında ilk toplandıkları yer olan Harûra'nın adına izafetle Harûrîler (Harûrîye); Allah'tan başka kimsenin hüküm verme yetkisine sahip olmadığı gerekçesiyle hakem olayına karşı çıktıkları için el-Muhakkime adıyla anılmışlardır. Kendilerinin ençok hoşlanarak kullandıkları isim ise Şürât'tır. Satın alıcı anlamındaki Şârî'nin çoğulu olan Şürât'ı kendini Allah'a verenler, satanlar anlamında kullanıyorlardı. Hâricîler iman sorununa yanlış bir usulle yaklaşarak bu konuda kimlerin kâfir olduğunu tartıştılar. Hakem olayında hakemlik yapanları ve taraflarını kafir ilan ettiler. Cemel Vak'ası'na karışanları ve taraftarlarını lânetlediler. Adâletsiz hükümdara karşı isyanı bütün mü'minlere farı kabul ettiler. Büyük günâhlar işleyen (mürtekîbü'l-kebâir) herkesi kâfir ilân ettiler (el-Bağdâdî, el-Fark beyne'l-Firâk, s. 55).

28 Eylül 2010 Salı

HAREMLİK VE SELÂMLIK'IN MENŞEİ

Önce konumuzla çok yakından ilgili bir âyet-i kerime ve bazı hadisleri ele alacak, sonra da "Haremlik-Selâmlık" ın tarihi seyrine kısaca temas etmeye çalışacağız.

Söz konusu âyet-i kerîme Rasûlüllah'ın Zeynep'le evlendiklerinde verdikleri ziyafet sırasında bazı sahâbîlerin oturma ve sohbeti sıkıntı verecek biçimde uzatmaları üzerine; onları ikaz için gelmiş bir âyet-i Kerimedir: "Ey mü'minler, size yemek için izin verilmeden ve vaktine de bakmaksızın Peygamberin hücrelerine girmeyin, ancak çağırılırsanız girin, yemeği yiyince de dağılıverin. Söz ve sohbet için de girmeyin. Gerçekte bu, peygambere eziyet vermekte ve o da sizden sıkılmaktadır; oysa Allah hak'tan sıkılmaz. Onlardan (peygamberin eşlerinden) bir şey isteyeceğiniz zaman, perde (hicap) arkasından isteyin. Bu sizin kalpleriniz için de, onların kalpleri için de dâha temizdir..."(K. Ahzab (33) 53)

Buhâri'nin naklettiği habere göre, Ömer b. Hattâb'in : "Ey Allah'ın Rasulü, senin yanına iyiler de giriyor kötüler de Mü'minlerin annelerine "hicâb" emretseniz nasıl olur?" demesi üzerine bu âyet-i kerime indirildi.(Buhari, tefsir (Ahzâb) Enes b. Mâlik'in anlattığına göre: "Düğün yemeğine gelenler dağıldıktan sonra geldim ve "Ey Allah'ın Rasulü, gittiler." dedim. Hemen kalkıp odasına girdi. Ben de girmek üzere kalktım ama, önüme perde (hicap) çekiverdi de bu âyet indirildi."(Buhari, agy; Ibn Kesir VI/441) Kurtubi'nin ifadesine göre, söz konusu âyetin "nüzul sebebi" ile ilgili en sağlam rivâyetler bu ikisidir.(bk, Kurtubi, XIV/224) Âyette geçen "hicâb" kelimesi konumuz açısından anahtar kelimedir ve "Haremlik ve Selâmlık"ın anlaşılabilmesi için se mantık yönünden bu kavram üzerinde durmak gerekir:

HAREMLİK SELÂMLIK HAKKINDA İLMÎ BİR ARAŞTIRMA

Kavramın Tarif ve Şumûlü

"Harem" kelimesi Arapça bir kelime olup, "kişinin özenle koruduğu ve ugrunda savaştığı şey"( el-Mu'cemül-vasît, (ha-ra-me) md.) demektir. "Harâm", "hürmet", "muhterem" ve "ihtiram" kelimeleriyle aynı köktendir. Bu türevlerinden de anlaşılacağı gibi kelimemizde "saygınlık", "saygın" "korunmaya ve savun maya değer" gibi anlamlar saklıdır. Bir hadîs-i şerîfte "Malı ugrunda öldürülen şehittir, canı ugrunda öldürülen şehittir, dini ugrunda öldürülen şehittir, ırzı ugrunda öldürülen de şehittir. "(Buhari, mezalım 33; Müslim, imhan 226; Tirmizi, diyyât 21) buyurulmuştur ki, bu hadîs bir bakıma Islâmda "özenle korunması gereken" değerleri saymaktadır. Kişinin "ırzı"da bu korunması gereken değerlerin önemlilerinden olmakla."harem" telakki edilmiş ve "kötü ellere", "kem gözlere" karşı titizlikle korunmuştur. "Hurmet" kelimesi de, saygınlığı çiğnenemeyecek zimmet, hak ve sohbet vb. manalara geldiği gibi, yine bu manayı taşıması itibari ile "kadın" anlamına da gelir.( el Mu'cemu'1-vasît agy.) "Harîm" kelimesi de aynı kökten olup yaklaşık manalar taşır.Bütün bu anlamlar göz önünde bulundurularak "harem", herkesin girmesine müsaade edilmeyen, saygıdeğer ve kutsal yer,( bk. Devellioğlu (harem) md.) diye tanımlanmıştır. Mukaddes Mekke ve Medine şehirlerini çevreleyen ve sınırları Hz. Peygamber tarafından çizilip "mü'min" olmayanların girmelerine müsaade edilmeyen bölgelerin her birine de "harem" adı verilir ve "Harem-i Mekke" (Mekke'nin kutsal bölgesi) ile "Harem-i Medîne"nin ikisine birden, iki kutsal bölge, anlamında "Haremeyn" tâbir edilir."Harem-i şerif", şerefli harem, anlamında olarak, hem Kâbe ile Hz. Peygamber Mescidi ve civar larına, hem de Devellioğlu'na göre, büyük islâm konaklarında bulunan kadınlar dairesine denir.(agy.) Ancak "Büyük Islâm Konakları" ifadesi pek yerinde görülmediğinden, onun yerine "Islâm öğretisine göre inşa edilmiş evler" denmesi daha isâbetli olduğu kanaatindeyiz.

HAREMLİK - SELÂMLIK

Arapça bir kelime olan "Harem", girilmesi yasak olan yer, mukaddes ve muhterem olan şey demektir. Eskiden saray, konak ve evlerin kadınlara ait kısmına "Harem", erkeklere ait kısmına ise "Selâmlik" derlerdi. Kadınlar ayrı, erkekler ayrı yerlerde otururlardı. Bu uygulama örften ve âdetten değil, dinî ernirlerden kaynaklanırdi. Çünkü "Avret ve Örtü" bölümünde de gördüğümüz gibi, erkeklerin mahremi olmayan kadınlara, kadınların da mahremi olmayan erkeklere belli ölçüler dışında bakmaları câiz değildir. Buna göre aralarında birbirinin mahremi olmayan kadınlar ve erkekler bulunan insanlar, birbirlerini görmeyecek şekilde ayrı ayrı yerlerde oturacaklardır. Bu nefislere zor gelir ama, kalplerin ve duyguların selâmeti için daha elverişlıdır.

Aslında haram olan, bir kadınla bir erkek başbaşa kalmadıktan sonra bir arada oturmak değil, birbirlerinin avret yerlerine bakmaktir. Buna göre; elleri ve yüzünden başka bir yeri açık olmayan kadınların, kendi erkekleri de yanlarında varken, erkeklerin bulunduğu mecliste oturmalarının ne zararı vardır? denebilir. Zararlarını saymadan önce biz aynı soruyu tersine çevirerek soralım: Ne yarari vardır? Buna verilecek cevap, bir "hiç!"ten ibarettir. Öyleyse şimdi de zararlarını söyleyelim:

HAREM-İ ŞERİF

Kâbe-i Muazzama'yı çepeçevre kuşatan, etrafı kubbeli, ortası açık büyük câmi. Ortasındaki küçük meydan (tavaf yeri, metaf) üzerinde bulunan Kâbe, Zemzem ve Makam-ı İbrahim (a.s), bu câminin birer parçasını teşkil eder. Dilimizde daha çok Haremi Şerif olarak bilinen bu mescide, Mescid-i Haram veya Mescid-i Şerif de denilir. Kur'ân-ı Kerîm'de onaltı ayette "el-Mescidü'l-Harâm" geçmektedir. Bu ayetlerden iki taneşinin anlamı şöyledir: "Ey iman edenler, müşrikler murdarın murdarıdırlar bu yıldan sonra artık Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. Yoksulluktan korkarsanız bilin ki, Allah dilerse, yakında sizi büyük lütuf ve ihsanı ile zenginliğe kavuşturacaktır. Şüphesiz Allah bilendir, hikmet sahibidir" (et-Tevbe, 9/28). "Muhakkak ki, o inkar edenler, Allah'ın yolundan ve bir de kendisinde yerli ve yabancının eşit hakka sahip olduğu ve bütün insanlar için meydana getirdiğimiz Mescid-i Haram'dan alıkoymaya çalışanlar, bilmelidirler ki, kim zor kullanarak orada bir dinsizlik ve zulme yeltenirse, ona acı azabı tattıracağız" (el-Hacc, 22/25). Bu ayetlerden de anlaşıldığı gibi, "haram" olarak isimlendirilmesi, hürmet duyulan yer olduğundandır. Harem dahilinde kan dökmek, ağaç kesmek ve avlanmak haram kılınmıştır.

Harem-i Şerif'in sadece tanıttığımız cami'den ibaret olduğu, ya da tüm haram beldeyi içine aldığı hususunda ihtilaf vardır. Ancak genellikle söz konusu büyük cami olarak zikredilmiştir (Geniş bilgi için bkz. el-Ezrakî, Ahbâru Mekke, neşr. Rüşdi Salih Melhas, Beyrut 1979, II, 62,130 vd. Eyüp Sabri, Mir'at-ı Mekke, İstanbul h. 1301,127; el-Fâsî, Takiyyüddin Muhammed b. Ahmed, el-Ikdu's-semîn, Beyrut 1986, I, 44).

HARB SIRASINDA DÜŞMAN GÖZETLEYEN VARSA DÜŞMANI VURMAK İÇİN SİPER ARKASINDA SAKLANAN KİMSE NASIL NAMAZ KILACAK?

Savaş sahasında düşmanı gözetleyen veya düşmanı vurmak için siper arkasında gizlenen kimse ayakta namaz kıldığı takdirde düşman onu görecek, dolayısıyle de kendisi ve İslam ordusu zarar görecektir. Böyle bir durum karşısında bu kimse oturarak namazı kılacaktır.

HARAM VE TEMİZ OLMAYAN BİR İLACI TEDAVİDE KULLANMAK CAİZ MİDİR?

İslam dini sağlığa büyük ihtimam gösterip hasta olmamak için tedbir almamızı emrettiği gibi, hastalık olduktan sonra tedaviyi de emretmiştir. Ancak varsa tahir bir ilaç kullanmak gerekir. Necis veya müteneccisi kullanmak caiz değildir. Remli ve Şirazı: Temiz bir ilaç bulunmadığı takdirde müslüman bir doktorun tavsiyesine binaen necis veya mütenecis bir ilacı tedavide kullanmakta beis yoktur, diyorlar. Bir hastalık için, "İçkiden başka ilaç bulunmazsa içilmesi caizdir” diyen olduğu gibi "caiz değildir” diyen de olmuştur. Yalnız Şafi'i mezhebine göre, ilaca maslahata binaen müteneccis bir şey katmakta beis yoktur. Binaenaleyh çeşitli hastalıklara yarayan ve içinde alkol bulunan şurubu ( başka bir ilacın bulunmaması şartıyla) içmek caizdir.

HARAM PARA İLE TAHSİL

Diploma belli bir ilmi ya da meslegi öğrenmiş olmanın belgesidir. Ehil olma açısından hakederek alınmış olduktan sonra, haramla beslenerek alınmış olsa bile onu kullanmamak, bildiklerini unutmakla eş anlamlıdır. Bu olmayacağına göre, söz konusu diplomadan yararlanmamak da olmaz. Ama ne var ki, haram yapacağı tahribatı yapar. Içe doğru olan duyuların, alıcıların (letaif) paslanıp körelmesine vereceği zarardan da geri durmaz. Bunun için de ondan sakınarak çok tevbe edip bağışlanma dilemek gerekir. Işi daha sağlama bağlamak isteyenler için, (Allah'u a'lem) bir de yediği paraya karışan faiz (haram) miktarını hesap ederek eline para geçtikçe, ne olduğunu söylemeden halka yönelik meşru hizmetlere (çünkü faiz bütün bir milletten sömürülmektedir) vermek iyi olur. bu konuda fıkıhçılarımız şöyle açıklamalarda bulunmuşlardır: "Birisine bir hediye ya da ziyafet verenin, malının çoğu haramdan ise alanın kabul etmemesi ve yememesi gekerir. Ama ona verdiği kısmı, miras ve karz gibi helâl yoldan edindiği bir malından ise onu almasında ya da yemesinde mahzur yoktur. Malının çoğu helâl olan ise almasında ve yemesinde zaten mahzur yoktur. Yeter ki bizzat verdiği kısmın haramdan olduğunu biliyor olmasın. O takdirde onu da alamaz ve yiyemez. Böyle olmadıkça yer çünkü az da olsa malına haram bulaşmayan insan (özellikle de günümüzde) yoktur."(Hâniyye (Hindiyye kenarında), NI/400; Hindiyye; V/343)"Böyle bir durumda hediyesi ya da ziyafeti kabul edilmeyecek olan kişi kırılacaksa, hediye ya da ziyafet verilen yiyeceğinin tutarı (Bezzâziye, VI/360) kadar bir hediyeyi ona götürür ve adeta kendi malından yemiş olur."