25 Şubat 2011 Cuma

KABRİSTAN

Ölülerin toprağa verildiği ve "mezarlık" da denen saha.

İslâm dini, hayatında olduğu gibi ölümünde de insana gereken değeri vermiş ve saygıyı göstermiş, öldüğü andan itibaren ona yapılacak muameleyi de belirlemiştir.

Toprağa defnedilen insanın en uzun süre bulunacağı yer kabristandır. Bu sebeple İslâm dini, kabristanın düzenli ve tertipli yapılmasını, temiz tutulmasını ve yeşillendirilmesini, hayatta bulunan insanların ölülere karşı bir vefa borcu olarak görür. Buna rağmen dinimiz öncelikle ölünün cesedine değil hatırasına değer verir. Bu konuda Hz. Peygamber "Ölülerinizi hayırla yâd ediniz" (Tirmizi, Cenâiz, 34) buyurur.

Müslümanlara ait kabristan son derece sade, tabiî ve mütevâzi olmalı; mezar yapımında da basit ve ucuz malzeme kullanılmalıdır. Camide Allah'ın huzurunda-kariyer ve sosyal durumları ne olursa olsun-aynı safi paylaşan müslümanların mezarlarının da görünüş itibariyle birbirine yakın olması İslâm'ın ruhuna daha uygundur.

Kabristana cenaze ile birlikte veya daha sonra ölüyü yâdetmek için çelenk getirerek kabrin üzerine konulması, bid'at olup, gayri müslimlere benzemek amacıyla yapıldığı takdirde ilgilileri manevî sorumlulukla karşı karşıya getireceği açıktır.

HER HANGİ BİR LİDERİN BİR YERE GELİŞİ MÜNASEBETİ İLE ŞEREFI İÇİN VEYA SALİH KİMSELERİN KABRİ İÇİN ADAK OLARAK KESİLEN HAYVANIN ETİ HELAL MIDIR?

Her hangi bir liderin bir yere gelişi münasebeti ile şerefi için veya veli ve salih kimsenin kabri için nezr edilmiş bir hayvan kesilirse eti haramdır, yenilmez.Çünkü hayvan Allah namına kesilmemiştir.O gelen zat veya veliye tazım için kesilmiştir.(İbn Abidin)

KABİRLERİN HAZIRLANIŞI

Kabır hazırlanırken şu hususlara dikkat edilmelidir Kabır, bir adam boyu veya göğüs hizasına kadar kazılır. Ölüyü daha iyi koruyacağı düşüncesiyle kabır daha derin açılabilir. Toprak sert ise kabrin kıble tarafına bir lahd (oyuk) açılır. Eğer lahd açılmakla toprak göçecek kadar yumuşak olursa o zaman kabrin ortasında ölünün sığacağı kadar bir yer açılır ve oraya defnedilir.

İslâm müctehidleri ve fakihleri, kabırlerin kireç ve benzeri ile yapılmasının, kendi toprağına ilâve edilerek yükseltilmeşinin, üzerine kubbeli bina yapılmasının, taşına övücü veya kadere sitem edici kelimeler yazılmasının caiz olmadığı konusunda görüşbirliği içindedir. Buna karşılık kabrin, yerden bir-iki karış yükselmesi, şeklinin deve hörgücü gibi olması, kerpiçle yapılması, kabrin baş tarafına bir taş konulması ne ölünün isminin yazılmasında bir sakınca görülmemiştir. Ancak kabrin üstüne mescit gibi bina inşa edilerek buranın mabed edinilmesi hadisle yasaklanmıştır.

KABİRLERDEN KALKIŞ

Kur'an, kıyametin kopmasından sonra Sûr'a ikinci defa üfürülme ile bütün canlı yaratıkların hesap için tekrar diriltileceklerini ifade eder. O kadar ki, öldükten sonra dirilmenin anlatılmadığı çok az sûre bulunabilir. Pek çok surede bu konuyu açıklayan örnekler getirilerek, akıllara gelebilecek tereddütleri ortadan kaldırır.

Kabirlerden kalkış dediğimiz tekrar dirilme inancı, kişilerin ve toplumun ıslahında çok önemli bir ilke olduğu için Kur'an-ı Kerim bu konuya önemle eğilir. Gerçekten de öldükten sonra tekrar dirilmenin gerçekleşeceğini bilen insan, hayır ve iyilik yapmaya, işlediği kötülükleri en aza indirmeye çalışır. Fakat yeniden dirilişe inanmayan kimse topluma ve kendisine her zaman zarar verebilir.

KABİR ZİYARETİNİN FAYDALARI

a) Insana ölümü ve ahireti hatırlatır ve ahireti için ibret almayı sağlar (Müslim, Cenâiz, 108; Tirmizî, Cenâiz, 59; Ibn Mâce, Cenâiz, 47-48; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 145).

b) Insanı zühd ve takvaya yöneltir. Aşırı dünya hırsını ve haram işlemeyi engeller. Kişiyi iyilik yapmaya yöneltir (Ibn Mâce, Cenâiz, 47).

c) Salih kişilerin kabirlerini, özellikle Hz. Peygamber'in kabrini ziyaret, ruhlara ferahlık sağlar ve yüce duyguların oluşmasına yardım eder. Hz. Peygamber'in ve Allah'ın veli kullarının kabirlerini ziyaret için yolculuğa çıkmak menduptur. Bir hadis-i şerifte; "Kim, beni öldükten sonra ziyaret ederse, sanki hayatımda iken ziyaret etmiş gibi olur" buyurulmuştur. (Mansur Ali Nasif, et- Tâc, el-Câmiu'l-Usûl, II, 190).

d) Ziyaret; insanın geçmişi, dinî kültürü ve tarihi ile bağlarının güçlenmesine yardımcı olur.

Ziyaretin Ölüye Faydası

KABİR ZİYARETİNİN MEKRUHLARI NELERDİR?

Kabir ziyaretinin mekruhları şunlardır:

1- Yukarda zikredilen sünnetleri terk etmek,

2- Yüksek sesle ağlayıp gürültü yapmak,

3- Peygamber (sav)'in kabri şerifi de olsa onun taş ve demirlerini öpmek, onlara yapışıp asılmak ve elleri oraya koymaktır. Bunları yapmak çirkin bir bid'attır.

4- Erkek ve kadın cemaatı, karışık olarak ziyaret etmek,

5- Kabrin yanında mum yakmak, çaput bağlamak, bütün bunların İslam'da yeri yoktur.

KABİR ZİYARETİNİN ADABI NEDİR?

Kabır ziyaretinin asabı şöyledir:

1- Abdestli olmak,

2- Muvakkaten de olsa dünya meşgalesini içinden atıpı ahireti düşünmek ve dünyanın fani olduğunu, kısa bir zaman sonra şu kara toprağın altına gireceğini tasavvur etmek.

3- Kabir sahibi hayatta olsaydı ona ne kadar yaklaşması uygun ise o kadar kabrine yaklaşmak,

4- Yanına vardığında Peygamber (sav)'in ta'lim buyurduğu gibi selam vermek: "bu yurtta bulunan mü'min ve müslümanlara selam olsun. İnşallah biz de size yetişiriz. Bizler ve sizler için Allah'tan afiyet dilerim”.

5- Kabrin yanında Kur'an-ı Kerim tilavet edip duada bulunmak.

KABİR ZİYARETİ

Genel olarak kabirleri ziyaret etmek erkekler için müstehab olup, kadınlar için caizdir. Salih kimselerin, anne, baba ve yakın akrabanın kabirlerini ziyaret etmek mendup sayılmıştır. Kadınların kabirleri ziyaret etmesi, bağırıp çağırma, saçını başını yolma ve kabirlere aşırı saygı gibi bir fıtne korkusu olmadığı zaman mümkün ve caizdir. Çünkü Hz. Peygamber, çocuğunun kabri başında ağlamakta olan bir kadına sabır tavsiye etmiş, onu ziyaretten alıkoymamıştır (Buhârî, Cenâiz, 7, Ahkâm, ll; Müslim, Cenâiz, 15). Diğer yandan Hz. Âîşe'nin de kardeşi Abdurrahman b. Ebi Bekr'in kabrini ziyaret ettiği nakledilir (Tirmizi, Cenâiz, 61).

Hz. Peygamber, henüz kader inancının kökleşmediği ve cahiliye alışkanlıklarının devam ettiği dönemde kabir ziyaretini bir ara yasaklamış, ancak bunu daha sonra serbest bırakmıştır. Hadiste şöyle buyrulur:

"Size kabir ziyaretini yasaklamıştım. Artık kabirleri ziyaret edebilirsiniz" (Müslim, Cenâiz, - 106, Edâhi, 37; Ebû Dâvud, Cenâiz 77, Eşribe, 7; Tirmizi, Cenâiz, 7;Nesaî, Cenâiz, 100; İbn Mâce, Cenâiz, 47; Ahmed b. Hanbel, I, 147, 452, III, 38, 63, 237, 250, V, 35, 355, 357). Hz. Peygamber'in kabirleri çok ziyaret eden kadınlara lânet ettiğini bildiren hadisler (Tirmizi, Salât, 21; Cenâiz, 61; Nesaî, Cenâiz, 104; İbn Mâce, Cenâiz, 49), ziyaret yasağı olan döneme aittir. Tirmizi bunu açıkça ifade etmiştir (Tirmizi, Cenâiz, 60). Hz. Âîşe ve İbn Abdilberr bu görüştedir.

Hanefilerin sağlam görüşüne göre, saç baş yolma, ağlamayı tazeleme gibi aşırılıklar olmamak şartıyla kadının kabir ziyareti caiz görülmüştür. Çünkü Hadislerde yer alan ruhsat, kadınları da kapsamına almaktadır (Tirmizi, Cenâiz 60, 61; İbn Abidin, Reddü'l-Muhtâr, İstanbul 1984, II, 242).

Kabir ziyaretinin, tarihi akış içinde, ölülerden yardım istemek, hatta tapılmak için de yapıldığı görülmektedir.

İslâm'ın başlangıcında Hz. Peygamberin kabir ziyaretlerini yasaklamasının sebebi bu idi. Yahudi ve Hristiyanlar, aziz saydıkları kimselerin kabirlerini ibadet yeri edinmişlerdi. Cahiliyye devrinde kabirlere secde ediliyor, putlara tapılıyordu. Putperestlik, büyük tanınan kimselerin heykellerine saygı ve ta'zim ile başlamış, neticede bu saygı putlara ibadete dönüşmüştü. İslâm Dininin gayesi tevhid akidesini (Allah'ı yegane hâlık ve müessir tanıyıp yalnızca ona ibadet etmeyi) kalblere yerleştirmekti. Önceleri Hz. Peygamber (s.a.s) bu sebeple tehlikeli gördüğü kabir ziyaretini yasaklamıştı. Fakat tevhid inancı gönüllere iyice yerleşip müslümanlar tarafından gayet iyi anlaşıldıktan sonra, kabir ziyaretine izin verilmiştir.

Çünkü kabir ziyaretinde, hem hayattakiler, hem de ölüler için faydalar vardır. Resulullah (s.a.s) Mekke seferi sırasında annesi Amine'nin kabrini ziyaret ederek ağlamış, etrafındakileri de ağlatmış ve müslümanların kabirleri ziyaretine de izin verilmişti (İbn Mâce, Cenâiz 48; Nesâf, Cenâiz; 101;Müslim, Cenâiz, 36; Ebû Dâvud, Cenâiz, 77). Bu izin hatta ziyareti teşvik konusu meşhur rivayetlerle sabittir (İbn Mâce, Cenâiz, 47; Tirmizî, Cenâiz, 60).

Kabir Ziyaretinin Faydaları

a) İnsana ölümü ve ahireti hatırlatır ve ahireti için ibret almayı sağlar (Müslim, Cenâiz, 108; Tirmizî, Cenâiz, 59; İbn Mâce, Cenâiz, 47-48; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 145).

b) İnsanı zühd ve takvaya yöneltir. Aşırı dünya hırsını ve haram işlemeyi engeller. Kişiyi iyilik yapmaya yöneltir (İbn Mâce, Cenâiz, 47).

c) Salih kişilerin kabirlerini, özellikle Hz. Peygamber'in kabrini ziyaret, ruhlara ferahlık sağlar ve yüce duyguların oluşmasına yardım eder. Hz. Peygamber'in ve Allah'ın veli kullarının kabirlerini ziyaret için yolculuğa çıkmak menduptur. Bir hadis-i şerifte; "Kim, beni öldükten sonra ziyaret ederse, sanki hayatımda iken ziyaret etmiş gibi olur" buyurulmuştur. (Mansur Ali Nasif, et- Tâc, el-Câmiu'l-Usûl, II, 190).

d) Ziyaret; insanın geçmişi, dinî kültürü ve tarihi ile bağlarının güçlenmesine yardımcı olur.

KABİR NAMAZI

Bazı tarikat mensupları yatmadan önce "kabir namazı" diye oturarak iki rekât namaz kılıyorlar. Türkçe ilmihal kitaplarında sünnet ya da müstehap namazları arasında böyle bir namaz bulamadık. Öyleyse bunun aslı yoktur diyebilir miyiz?

Hadis kitaplarımıza ve Rasûlüllah Efendimiz (sav)'in yaşayış tarzını anlatan kitaplara baktığımızda, yer yer değişik kelimeler içermekle birlikte şöyle bir hadis-i şerifin olduğunu görürüz: "Allah Rasûlü vitirden sonra oturarak iki rekat namaz kılardı" Bazı rivayetler bunu "bağdaş kurarak" diye de verir (Müslim). Beyhakî de: "Gece de onüç rekât namaz kılardı. Dokuz rekâti ayakta kılar ve onlarda vitir yapardı. Iki rekât da oturarak kılar, secde yapmak istediğinde ayağa kalkıp rukû yapar ve secdeye giderdi. Bunu vitirden sonra yapardı". Diğer bir rivayette: "O iki rekâtta oturarak kıraat ederdi", bir diğerinde: "Bu iki rekâtta (kul yâ-eyyühelkâfirûn ve izâ zülzilet-il ardu) sûrelerini okurdu" ilaveleri de vardır. Hatta bazı haberlerde: "Yatağına yatmak istediği zaman oraya emekleyerek gider ve uyumadan önce yatağının üzerinde iki rekât namaz kılardı, bu rekâtlarda (Izâ zülziletilardu ve Tekâsür) sûrelerini okurdu" denir (Beyhakî, es-Sünenül-kübrâ, NI/32; Gazâli, Ihyâ, I/196). Az farkla bu hadisleri Ahmed bin Hanbel (Müsned, V/260; VI/299), Ibn Mâce (Ibn Mâce, ikâme,125), Tirmizî (Tirmizî, vitir,13), Darimî (Darimî, salat, 215) ve Dârekutnî de (Derekutnî, N/6251) rivayet etmişlerdir. Ibnü'l Kayyim ise bunları değerlendirirken şunları söylemiştir: "Rasulüllah gece namazını üç türlü kılardı:1- Ayakta. En çok yaptığı da budur. 2- Kıraati oturarak, rükü'u da oturarak. 3- Kıraati oturarak ve kıraattân az bir miktar kalınca kalkıp rükü'u ayakta iken. Bu üç türlü kıldığıda doğrudur" (Ibn Kayyim, Zâd, I/110).

Ancak Imam Mâlik bu iki rekât namazı münker görür (kabul etmez); Imam Ahmed de: "Ben kılmam ama, kılana da mani olmam, der. Çünkü Gece son kıldığınız namaz vitir olsun" diye bir hadis-i şerif vardır. Onlar bu namazı bu hadise uymuyor sayarlar. Bir grup alim de Rasulüllah'ın bu iki rekâti sırf, vitirden sonra da namaz kılmanın caiz olduğunu göstermek için kılmıştır görüşündedir. Doğrusu ise (Ibn Kayyim'e göre) şu olmalıdır:

Bu iki rekât, sünnet gibi değerlendirilmeli ve vitrin (son namaz vitir olmakla beraber) tamamlayıcısı görülmelidir. Çünkü vitir, -özellikle de vacip sayanlara göre- müstakil bir ibadettir. Binaenaleyh, bu iki rekât tıpkı akşamın sünneti gibi olmuş olur. Zira o da gündüzün vitri (tekli namazı)'dir. Ve sondaki sünneti onun tamamlayıcısıdır. (Yani sonunda sünnet kılmış olduğu halde kişi, son kıldığım namaz akşam namazıdır diyebilir). Bu iki rekât da gecenin vitrinin tamamlayıcısı olmuş olur (ve son kılınan namaz yine vitirdir denebilir) Allah'u a'lem.

Sonuç olarak böyle bir namaz kılanlara biz, bid'at işliyorlar diyemeyiz. Olsa olsa, Ahmed b. Hanbel gibi "kılmıyorum ama kılana da bir şey diyemem" deriz. Hatta Rasûlüllah'ın böyle bir namaz kıldığı sahih rivayetlerle sabit olmuş olunca, kılanlar kılmayanlardan daha iyi yapıyorlar da diyebiliriz. Ancak bu namaza "Kabir Namazı" dendiğine dair bir bilgiye, bakabıldiğimiz kaynaklarda rastlayamadık. Yoksa o daha başka bir namaz mıdır, bilgilendirirseniz memnun oluruz.

Bu namazın ilmihallerde, -hatta fıkıh kitaplarında- geçmediğine gelince; onların bunu bilmediklerinden değil, sadece en önemli olup, Rasûlüllah'ın hemen hemen devamlı kıldığı ve tavsiye ettiği sünnet ve müstehap namazları kitaplarına almış olmalarındandır. Yoksa Rasûlüllah'ın kıldığı daha başka namazlar da vardır. Durum bu olunca şöyle diyebiliriz: Farz namazlar İslam'ın asgari şartıdır ve kulluğun ilk barajıdır. Farzların sünnetleri (revâtip sünnetler) farzların koruyucusu ve mükemmelleştiricisidir. Teheccüd, Duhâ (kuşluk), Işrak, Tahiyyetül mescid gibi müstehap namazlar Allah'a yaklaştırmada etkili nafile namazlardır. Sizin sözünü ettiğiniz namaz ve benzerleri de farz, sünnet ve nafilelere tam alışmış, ehli takva insanların fırsat bulabilenlerinin yaptıkları amellerin üzerine bir de kaymak sürme kabilinden bir şeydir. Ancak hiç namaz kılmayanlara, ara sıra kılanlara, namaz borcu olanlara böyle namazları tavsiye etme yerine, kulluğun; asgari şartını yerine getirmelerini telkin etme daha isabetli olsa gerektir.

KABİR MERMER VE YONTULMUŞ TAŞLARLA İNŞA EDİLİP SÜSLENİYOR. İSLAM'DA BUNUN YERİ VAR MIDIR?

Tanınsın ve basılsın diye kabri bir karış kadar yükseltmekte beis yoktur. Fazlasını yapmak caiz değildir. Hz. Ali (ra)'den rivayet edilmiştir ki, Peygamber (sav) bir cenaze merasiminde iken şöyle buyurdu: Sizden kırmayacağı put, düzeltmeyeceği kabir, bozmayacağı suret bırakmamak üzere Medine'ye kim gider? Adamın biri ben giderim ey Allah'ın Resulü dedi ve gitti. Fakat Medine halkından korktuğundan geriye döndü. Bunun üzerine Hz. Ali (ra): "Ey Allah'ın Resulü ben giderim” dedi. Gitti, sonra dönüp dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü kırmadığım put, düzeltmediğim kabir, bozmadığım suret bırakmadım” dedi, sonra Peygamber (sav), "Böyle bir şeyi tekrar yapan kimse Muhammed'e (sav) indirilmiş olana inanmamış olur” buyurdu.

İmam Şafii (ra) şöyle buyuruyor: "Kabri bina etmek mekruhtur.” İslam aleminde, ba husus Türkiye'de fakr ve zaruret içerisinde kıvranan yüz binlerce insan var iken böyle lüzumsuz şekilde büyük servetleri toprağa verip heder etmek hangi insafa sığar.

KABİR HAYATI

Dünya hayatından sonra, ahiret hayatından da önce fakat ahiret hayatı içinde ele alınması gereken bir başka hayat daha vardır ki o da kabir hayatı veya "Âlem-i Berzah"denilen hayattır. Berzah, asıl manasında iki şey arasında bulunan engel, ayırıcı sınır demektir. Bu kelime Kur'an'ın "el-Mü'minûn, 23/100; er-Rahmân, 55/20; el-Furkan, 25/53" ayetlerinde "iki şey arasındaki engel" manasında kullanılmıştır.

Râgıp, el-Müfredât adlı eserinde şöyle der: "Berzah; ahirette insan ile yüksek menzillere ulaşması arasındaki engeldir. Bu kelime, el-Beled, 90/11 ayetindeki "el-Akabe" kelimesine işarettir. Ayetin meâli şöyledir: "Fakat o, (hedefe varmak, yapılan iyiliklere teşekkür etmek için) sarp yokuşu geçemedi." Ayette bildirilen engeli ise ancak sâlihler aşabilir. Berzah'ın ölüm ile kıyâmet arasındaki engel olduğu da söylenir.

İnsan için üç hayat vardır:

KABİR AZABI.

Her insan ister ölerek toprağa gömülsün, ister boğularak denizin dibinde kalsın veya yırtıcı bir hayvan karnında bulunsun veya yanarak külü havaya karışsın, mutlaka kabir hayatı geçirecektir. İnsan öldükten sonra kabre konulunca, Münker ve Nekir adında iki melek, kendisine gelerek; "Rabbin kimdir? Peygamberin kimdir: Dinin nedir?" diye sorarlar. İman ve güzel amel sahipleri bu gibi sorulara doğru cevap verirler. Bu gibi ölülere cennet kapıları açılır ve Cennet kendilerine gösterilir. Kâfir veya münafık olanlar ise bu sorulara doğru cevap veremezler. Onlara da Cehennem kapıları açılır, oradaki azap kendilerine gösterilir. Müminler nimet içerisinde, sıkıntısız ve huzurlu yaşarken, kâfir ve münâfıklar ise kabirde azap göreceklerdir (bk. ez-Zebîdî, Tecrîdi Sarih, terc. Kamil Miras, Ankara 1985, IV 496 vd.).

KABİR

Mezar, ölen kimsenin toprağa gömüldüğü yer. Çoğulu "kubûr" dur.

İnsan, ruh ve bedenden meydana gelen bir canlıdır. Ruhun yaratılışı bedenden öncedir. Buna göre insan hayatının devreleri dörde ayrılabilir. Birincisi, yaratıldığı zamandan bedene ruh üfleninceye kadar ruh devresi.

Kur'an-ı Kerîm'de ruhların topluca yaratılmasından sonra Cenâb-ı Hakk'ın ilk uyarı ve tebliği şöyle ifade edilir: "Hani Rabbin, Âdemoğullarından, onların sulhlerinden zürriyetlerini çıkarıp kendilerini nefislerine şahit tutmuş; ben sizin Rabbiniz değil miyim? demişti. Onlar da; evet rabbimizsin, şahit olduk, demişlerdi. İşte bu şahitlendirme, kıyamet günü; bizim bundan haberimiz yoktu dememeniz içindi" (el-A'raf, 7/172). İkinci safha, dünya hayatıdır. Doğumla başlar, ölümle sona erer. Dünya hayatının amacı, kimin nasıl fiil ve hareketlerde bulunacağını denemek, sonuçları tesbit etmektir (bk. el-Mülk, 67/2, el-Bakara, 2/155). Üçüncü safha, kabir hayatı olup, ölümle başlar, kıyamet gününe kadar devam eder. Dördüncü safha ise, kıyametin kopmasıyla sonsuza kadar sürecek olan ahiret hayatıdır.

Kabir hayatı, bir bakıma ahiretin giriş kapısı ve başlangıcı sayılır. Ölen kimse, ister kabre defnedilsin, yırtıcı hayvanlarca parçalansın; ister ateşte yanıp külleri savrulsun ya da denizde kaybolsun, onun için kabir hayatı başlamış olur. Münker ve Nekir melekleri kabir sorgulamasını yapar. Rabbini, peygamberini ve dini sorar. Bu sorgudan sadece peygamberler ve çocuklar muaftır.

Ehl-i Sünnet inancına göre, kâfirlere ve bazı günahkâr müminlere kabir azabı vardır. Kabir, iman ve salih amel sahipleri için Cennet bahçelerinden bir bahçe; kâfirler için de Cehennem çukurlarından bir çukurdur. Kabir hayatının, azap şeklinin mahiyeti hakkında, âlimler ayrı görüşler ileri sürmüşlerdir. Azabın ruha, bedene veya her ikisine birlikte yapılması, sonucu değiştirmez. Çünkü salih amel sahibi insanlar kabirde güzel bir hayat yaşarken, kâfirler, büyük bir sıkıntı ve ızdırap içinde bulunacaklardır (Pezdevi, Ehl-i Sünnet Akaidi, terc Şerafeddin Gölcük, İstanbul 1980, s. 235, 237: es-Sâbûnî, Mâtürîdî Akaidi, terc. Bekir Topaloğlu, Ankara 1979, s. 185; Taftazânî, Şerhu'l-Akaid, s. 251; Tirmizi, Kıyâme, 26; Müslim, İman, 34; Ebû Dâvud, Tahâret, 26; Münâvî, Feyzu'l-Kadîr, Beyrut 1972, III, 29).

Kabirdeki ölü cennetlik (said) bir kimse ise, onun ruhu Cennet'e gider, eğer günahkâr ve cehennemlik (şâkî) ise, Cehennem'in yanına gider. Bir kısım ruhlar da berzah'ta bulunurlar ki, burası ne Cennet ne de Cehennem'dir.

Bazı âlimlere göre, saidlerin rûhu Cennette olmakla birlikte kabirleriyle olan bağlantıları kesilmez. Bu irtibat özellikle cum'a gecesi ve gündüzü ile cumartesi gecesi güneş doğuncaya kadar, pek canlı bir şekilde devam eder. Saidlerin ruhları dünya haberlerini izleme imkânı bulabilirler Vefat edip yeni gelenlere dünyadan haber sorarlar. Kendilerini ziyarete gelenlerin selâmını duyarlar, hatta izin verilirse, selâma karşılık vermeleri de mümkündür (ez-Zebîdî, Tecrîd-i Sarih, Terc. Kâmil Miras, Ankara 1985, IV, 504, 505)

K

H

23 Şubat 2011 Çarşamba

İZÂR (ÖRTÜ)

İzar daha çok hadis ve fıkıh kitaplarında geçer. Eskiden takım elbise "izar" ve "rida"dan ibaretti. Belden aşağı bağlanana izar; ihram gibi omuza atılana da rida denirdi. Rida yeteri büyüklükte olunca, sağ ucunu sol omzundan geçirip ve sol ucunu sağ kolunun altından çıkarıp iki ucunu ya göğüs tarafından, ya da arkadan bağlayarak örtü yapmak suretiyle namaz kılmak mümkün ve caizdir. Ashab-ı Kirâm'dan Amr b. Seleme, Hz. Peygamber'in böyle bir rida ile namaz kıldığını nakleder (Buhârî, .Salât, 4; Müslim, Salât, 279, MiŞâfirîn, 83, 196; İbn Mâce, Tahâre, 83; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 239, 257, 281, 351).

Tek parça halindeki kumaşın iki ucunun bağlanması, rükû sırasında bunun düşmemesi ve namaz kılanın kendi avret yerine gözünün takılmaması içindir (Ahmed Naim, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, Ankara 1983, II, 28).

Günümüzde hacca gidenlerin ihram niyetiyle belden aşağıya bağladıkları büyücek havlu izar, omuza alman üst havlu ise rida yerindedir. Bu giysiler erkekle ilgilidir.

Kadının ise namaz kılarken ve yabancı erkeklerin yanında, ya da ev dışına çıktığında yüz, el ve ayaklar dışında tüm bedeninin örtülmesi gerekir. Kur'an-ı Kerîm'de kadının tesettürü için iki parça giysiden söz edilir. Birincisi yanlara serbest salıverilen başörtüsü (hımâr, çoğulu humur), diğeri bedeni aşağıya kadar örten dış elbise (cilbâp, çoğulu celâbîb)'dir (bk. en-Nûr, 24/31; el-Ahzâb, 33/59).

Kadınların hac'ta normal tesettürleri ihram yerine geçer. Onlar için ayrıca ihram giysisi söz konusu değildir.

İZİN İSTEME (İSTİ'ZÂN) MESELESI

Islâm, sosyal ilişkilerdeki usulleri (âdâb-i muâşeret) insan onuruna en yakışır biçimde, dünyasına da âhiretine de en yararlı tarzda açıklamış ve düzene koymuştur.

Kur'ân-ı Kerim, izin isteme konusunu iki ayrı yerde detaylıca anlatır:

"Ey inananlar, evlerinizden başka evlere izin almadan, seslenip sahiplerine selâm vermeden girmeyin. Eğer düşünürseniz bu sizin için daha iyidir." Eğer evde kimseyi bulamazsanız, yine de size izin verilmedikçe içeriye girmeyin. Size, dönün denirse dönün. Bu, sizi daha çok temize çıkarır. Allah yaptıklarınızı bilir. Içinde menfaatiniz bulunan boş evlere girmenizde bir sorumluluk yoktur. Allah açıga vurduğunuzuda gizlediğinizi de bilir". (Nûr (24) 27, 28184. Nûr (24) 58-59)

İZÂLE-İ ŞÜYÛ (ORTAKLIĞI SONA ERDİRME )

Birden çok gerçek veya tüzel kişiler arasında ortak olan bir şeydeki ortaklığı giderme anlamında bir İslâm hukuku terimi.

Bir mal üzerindeki ortaklık, bu malı ya ortaklar arasında taksim ederek veya taksim mümkün olmazsa satışı yoluna gidilerek sona erdirilebilir.

Hanefîlere göre taksim cebrî ve rızâî olmak üzere ikiye ayrılır. Cebrî taksim; ortaklardan birisinin isteği üzerine hâkimin kur'a çekerek veya başka bir yolla ortak malı taksim etmesidir. Rızâî taksim; ortakların karşılıklı rıza ile yaptıkları taksimdir. Bu, diğer akitler gibi bir akit sayılır ve "taksim akdi" adını alır. Cebrî taksime "kazaen taksim" de denir. Bunlardan her biri ikiye ayrılır:

İYİLİK VE GÜZEL ŞEYLER İŞLEMEK

İyilik, hayırda genişlik, güzel davranış. Birr, müslümanların gerek kendi aralarında gerekse İslâm devletinin gayr-i müslim vatandaşlarına karşı güzellik ve adaletle davranmaları anlamında kullanıldığı gibi, Müslüman'ın Allah'a karşı olan görevlerini ifa ederken işlediği sâlih amellerin bütünü anlamına da gelmektedir. Birr takvanın kendisidir. Allah'ın emrine uyup, ilâhî mürakâbeyi yakînen kavramaktır. Tasavvuru, şuuru, ameli ve Allah'a yönelişi birleştirmek demektir. Ferdin ve toplumun vicdanına hükmeden tasavvur ile ferdin ve toplumun hayatını düzenleyen amel, Allah'ın istediği ölçüler dahilinde birleşirse işte o zaman birr gerçekleşir. Çünkü Kur'an genel olarak toplum hayatında hakkaniyet ve sevgiyi özellikle vurgulamaktadır. Yani başkalarına karşı hakkı gözetmek ve sevgi göstermek, Kur'an'ın insanlar için emridir. İşte bu, birr ile açıklanabilen geniş, bol ve sürekli olan bir hayırdır.

İVAZ( KARŞILIK OLARAK VERİLEN ŞEY)

Bedel, karşılık, yerine geçen, satım veya mali konudaki başka bir akitte, taraflardan birisinin taahhüdüne karşılık, diğer tarafın vermek veya yapmak yükümlülüğünde olduğu şeyleri ifade eden bir İslâm hukuku terimi. Çoğulu "a'vaz" dır. Bir akit iki tarafa borç yüklüyorsa, buna "ivazlı akit" denir. Satım, kira ve sulh akdi gibi. Taraflardan birisine borç yüklüyor, diğer taraf borç yükü altına girmiyorsa, buna da "ivazsız (bilâ ivaz) akit" denir. Hibe, vasiyet, âriyet gibi.

Bir satım akdinde satıcı malı vermeyi borçlanırken, alıcı da, bu malın bedeli olan parayı ödemeyi üstlenmektedir. Burada mal ve bunun bedeli olan para karşılıklı ivaz'lardır. Hibe akdinde ise bir taraf, meselâ bir gayrimenkulünü karşı tarafa bağışlarken bir bedel talep etmediği için, akit ivaz'sız olarak yapılmaktadır.

İTLÂF (BAŞKASININ HAKKINA TECAVÜZ VE ÖDEME DURUMU)

Yok etme, helâk etme. Bozmak ve tüketmek yakın anlamlı kelimelerdir. Bir şeyi örfe göre kendisinden yararlanılır olmaktan çıkarmak anlamında bir İslâm hukuku terimi. Meşhur İslâm hukukçusu el-Kâsânî (ö. 5 87/ 1191) , suçları , insanlara veya hayvanlara ve eşyaya karşı işlenenler olmak üzere ikiye ayrılır. Hayvan ve eşyaya karşı işlenenleri de gasb ve itlâf olmak üzere iki kısımda mütalaa eder (el-Kâsânı, Bedâyîu's-Sanâyi', VII, 164, 233).

İtlâf, tazmini gerekli kılan bir sebeptir. Çünkü başkasının hakkına tecavüz ve ona zarar vermektir. Ayette; "Kim sizin hakkınıza tecavüz ederse, siz de size yaptığı tecavüzün aynısıyla mukabele edin" (el-Bakara, 2/194) buyurulur. Hz. Peygamber de; "İslâm'da zarar ve zarara karşı zarar yoktur" buyurmuştur. Gaspta bile tazmin gerekince, malı telefte öncelikle gerekir. Çünkü bu, sırf hakka tecavüz ve zarar vermedir. Hatta başkasının malına zarar vermenin kasten ve hata yoluyla olması, telef edenin büluğ çağına ulaşıp ulaşmaması, temyiz kudretine sahip olup olmaması arasında bir fark yoktur. Bütün bu durumlarda tazmin gerektiği konusunda dört mezhebin görüş birliği vardır. Hatta uyuyan veya akıl hastası olan da mala verdiği zarardan sorumludur (ibn Nüceym, el-Esbâh, ve'n-Nezâir, I, 77; İbn Rüşd Bidâyetü'l Müctehid, II, 404 vd.; ibn Âbidîn, Reddu'l-Muhtâr, V, 378, 415).

Mal telefine dolaylı yoldan sebep olma İslâm hukukçuları arasında görüş ayrılığına neden olmuştur.

Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf'a göre, kapı, pencere ve benzeri yerleri açık bırakarak malın çalınmasına sebep olan, bir hırsıza veya zalime yol göstererek veya hayvanın bağını çözerek mal telefine sebep olan kimse malı tazmin etmez. Çünkü mücerred olarak kapıyı açık bırakma, hayvanı serbest bırakma vb. fiiller her zaman doğrudan telefe sebep olmadığı için bunlara bir hüküm gerekmez. Mâlikî ve Hanbelilerde ise, bu kimseye tazmin gerekir. Bir kabın ağzını açık bırakmanın yol açtığı telefte de aynı hüküm uygulanır (el-Kâsânî, a.g.e, VII, 166; İbn Kudâme, el-Muğnî, V, 280; eş-Şîrâzî el-Mühezzeb, I, 374, 375; ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletuh, V, 741, 743).

Acı bir haber vermekten veya hâkimin gebe bir kadını davet etmesi yüzünden can telefi meydana gelse tazmin gerekmez. Çünkü sebep sonuç arasında bağlantı yoktur. Mal sahibinin malının başından uzaklaştırılması telefe yol açmışsa, eğer mal menkulse tazmin gerekir; gayrimenkulse gerekmez. İmam Muhammed'e göre ise, gayrimenkullerde de gasp ve telef hükümleri uygulanır (İbn Kudâme, el-Muğnî, V, 223, VII, 834; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, II, 192).

İtlâfta tazminin gerekmesi için şu şartların bulunması aranır:

l) Telef edilen şey mal olması gerekir. Bu yüzden ölü hayvanın, deri ve kanın, âdı toprağın tahrip edilmesi tazmini gerektirmez. Çünkü bunlar şer'an ve örfen mal değildir.

2) Malın, sahibine göre mütekavvim sayılması icab eder. Mütekavvim mal; darda kalmaksızın kendisinden yararlanmanın şer'an mübah olduğu maldır. Bu sebeple, müslümana ait şarap veya domuzun telefi hâlinde tazmin gerekmez. Telef edenin müslüman veya zimmî olması sonucu etkilemez. Çünkü bunlar müslüman hakkında mütekavvim malı değildir. Gayri müslime ait şarap veya domuza gelince; bunları telef eden müslüman olsun, başkası olsun tazmin eder.

3) Telefin devamlı bir zarar oluşturması gerekir. Mal eski hâline getirilebilirse tazmin gerekmez.

4) Telef edenin tazminin vücûbuna ehil olması gerekir. Meselâ, bir kimse kendi malını telef etse bir şey gerekmez.

5) Tazminden bir yarar olmalıdır. Harbînin malını telefte müslümana ve dâru'l-harpte müslümanın malını telefte harbı üzerine tazmin gerekmez. Çünkü bir belde hâkiminin, hükümlerini başka bir belde halkı üzerinde infaz etme yetki ve velayeti yoktur. Harbînin malı İslâm nazarında mübahtır. Bunu alan kimse gaspçı sayılmaz. Âdil, bâğinin (âsî); bâği, adilin malını tahrip etse tazmin gerekmez. Çünkü bunların birbiri üzerinde velâyet ve hükmetme yetkileri yoktur.

Başkasının malını dolaylı yoldan (tesebbüben) telefte tazminatın gerekmesi için telefin; hakka tecavüz yoluyla veya kasıtla olması gerekir. Meselâ, umumî yolda idarecilerden izinsiz bir çukur kazan ve çevresinde gerekli tedbirleri almayan kimse, bu kuyuya düşüp ölen bir hayvanı tazmin eder. Komşu arazının suyunu kesen ve mahsulün kurumasına sebep olan kimse de bunu öder. Ayrıca sebebin, sonucu, âdetlere göre araya başka bir sebep girmeksizin meydana getirmesi gerekir. Meselâ, izinsiz umumî yol üzerinde kazılan bir kuyuya bir hayranı üçüncü bir şahıs itse ve ölümüne sebep olsa, hayvanı, kuyuyu kazanın değil, onu o kuyuya itenin tazmin etmesi gerekir. Bir malın zaruret halinde tahribi veya tüketilmesi tazmine engel teşkil etmez. Telefte tazmin gaspta tazmin gibidir. Yani mal mislî ise misliyle; kıymeti ise kıymetiyle tazmin edilir (es-Serahsî, a.g.e., II, 53; el-Kâsânî, a.g.e., VII, 155, 157, 167 vd.; eş-Sevkânî, Neylü'l-Evtâr, V, 329 vd.; ez-Zühayli, el-Fıkhu'l-İslâm; ve Edilletüh, V, 745, 750).

İTİKÂFTAKİ KADININ YEMEK PİŞİRMESİ

Kadın itikafta iken kocası için yemek pişirebilir mi?

Konunun anlaşılabilmesi için şu bilgileri hatırlamamız gerekir.

1- Itikâfin mescidde yapılması şarttır. Buna göre, eğer kadın evinin bir köşesini mescid edinmemişse onun itikâfi da sahih olmaz.

2- Kadının itikâfı ancak kocanın izni ile sahih olur. Kocası kendisine itikâf için izin verdikten sonra artık ona engel olamaz. Çünkü zevceye verilen izin, onun menfaatlerini kendi mülküne vermek (temlik) demektir. Kadının da mülk edinme ehliyeti bulunduğu için bundan dönülemez.

3- Kadının itikâf adâması (böylece itikâfı kendisine vacip kılması) sahih ise de, bu adağını yerine getirmesi kocamın iznine bağlı bulunduğundan, izinsiz olarak itikâf adayan kadın kocası bundan engelleyebilir.

4- Bir ay itikâfa izin veren kocanınzevcesi aralıksız itikâf yapmak istediğinde kocası ona parça parça itikâf yapmasını emredebilir.

5- Itikâfa girenin yemesi, içmesi, uyuması, kendisi ya da çoluk çocuğu için muhtaç olduğu şeyi satın alması mescidde olur. Bunlar için çıkarsa itikafı bozulur.

6- Yukardaki biIgiler vacip olan.(yani adanmış, nezredilmiş bulunan) itikâflar içindir. Nafile itikâflarda hareket serbestisi biraz daha fazladır. Buna göre kocası kendisine "yemesini pişirme" şartı ile, izin veren, ya da nafile itikâfa girerken bu niyetle giren.kadın, çıkıp evinin yemeğini pişirebilir.

7- Yalnız gündüzleri itikefa niyet etmek de sahih olduğu için, böyle niyet eden bir kadın da geceleri (oruç tutulmayan saatler) çıkıp ev işlerini yapabilir. (Allah'u alem)

İTİKÂFIN ŞARTLARI

1- Niyet; Niyetsiz itikâf olmaz. Nezredilen itikâfda niyetin ayrıca dil ile ifade edilmesi gerekir.

2- Mescid: Erkeğin, itikafı cemaatle beş vakit namaz kılman mescidde olmalıdır. İtikâfın en faziletlisi Mescid-i Haram'da, sonra Mescid-i Nebevî'de ve sonra da Mescid-i Aksa'da olandır. Diğer mescidlerdeki fazilet cemaatin çokluğuna göre değişir.

3- Oruç: Daha önce de belirttiğimiz gibi vacip olan itikâf için oruç şarttır. Sünnet itikâf Ramazan ayında olduğu için zaten oruçlu bulunma şart vardır.

4- Temizlik: Kadınların hayız ve nifastan temiz olmaları gerekir. Cünüplük oruca mani olmadığı gibi, itikafı da bozmaz. itikâfa giren cami içinde iken ihtilâm olursa, dışarı çıkarak gusül abdesti alır ve yeniden itikâfa devam eder.

tikâfta erginlik çağına gelmiş olmak şart değildir. Bu nedenle mümeyyiz bir çocuğun itikâfı da geçerlidir.

Kadının itikâfa girebilmesi için kocasının iznini alması şarttır.

İtikâf sırasında kötü ve çirkin söz söylememek, Ramazanın son on gününü ve cemaatı kalabalık olan mescidi tercih etmek, itikâf günlerinde Kur'an, hadis, Allah'ı zikir ve ibadetle meşgul olmak ve temiz elbise giyip güzel kokular sürünmek itikâfın adabındandır.

İTİKÂFI BOZAN ŞEYLER

a- Cinsi ilişkide bulunmak. Kur'an-ı Kerimde; "Mescidlerde itikafa çekildiğinizde kadınlarınıza yaklaşmayın " (el-Bakara, 2/187) buyurulur. Öpmek ve kucaklamak gibi şeylerden dolayı inzal vaki olursa yine itikâf bozulur.

b- Herhangi bir ihtiyaç yokken mescidden dışarı çıkmak.

c- Bayılmak.

İtikâfa giren kimse mescidden ancak şer'î, zaruri ve tabiî ihtiyaçları için çıkabılir.

İtikâfa giren kimsenin bulunduğu mescidde cuma namazı kılınmıyorsa, cuma namazını kılmak üzere başka bir mescide gitmesi, küçük ve büyük abdest bozmak için mescidden dışarı çıkması tabiî bir ihtiyaçtır.

İçerisinde bulunduğu mescidden zorla çıkarılması ya da şahsı ve eşyası hakkında korkusu sebebiyle başka bir mescide taşınmak için çıkması ise zarûrî ihtiyaç sebebiyle çıkıştır.

Bunların dışında mescidden çıkmak itikâfı bozar. İtikâfda olan kimsenin yemesi, içmesi, uyuması ve ihtiyacı olan şeyleri satın alması mescidde olur (bk. İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, İstanbul 1984, II, 440 vd.; ez-Zebîdî, a.g.e., VI, 323 vd.; Mehmed Zihnî, Ni'met-i İslâm, İstanbul 1328, s. 98 vd.).

İTIKAF ÜÇE AYRILIR

a. Vacip olan itikâf: Adak olan itikâf vaciptir. Bu, en az bir gün olur ve gündüz oruçla geçirilir. Hz. Ömer, Resulullah (s.a.s)'den, "Cahiliyye devrinde Mescid-i Haram'da bir gece itikâfta bulunmayı adamıştım; ne yapayım" diye sormuş Resulullah (s.a.s); "Adağını yerine getir" buyurmuştur (Buhârı, i'tikâf, 16; Ahmed b. Hanbel, ll, 10).

b- Sünnet olan itikâf: Ramazan'ın son on gününde itikâfa girmek sünnettir. Hz. Âîşe'nin rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.s) orucun farz kılınmasından ömrünün sonuna kadar Ramazan aylarının son on gününde itikâfa girmiştir (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 67, 129). Bir yerleşim merkezinde bulunan müslümanlardan birisi bu sünneti yerine getirirse, diğerleri üzerinden bu görev düşer. Bu duruma göre, her yerleşim birimi için itikâf sünnet-i kifâye hükmündedir. Bir kişinin bunu yapması o beldedeki diğer müslümanları sorumluluktan kurtardığı gibi Cenâb-ı Hakk'ın, itikâf yapanın ecrini diğer belde müslümanlarına da vereceği umulur.

c- Müstehab (mendub) olan itikâf: Vacip ve sünnet olan itikâfların dışında itikâfa girmek müstehabdır. Bunun belirli bir vakti yoktur. Hatta mescide giren kimse çıkıncaya kadar itikâfa niyet ederse orada kaldığı sürece itikâfta sayılır. Bu itikâfda oruç şart değildir. Bazı müctehidlerin, itikâf süresinin bir saat bile olabileceği görüsünde bulunduklarını yukarıda zikretmiştik.

İTİKÂF

Bir yerde bekleme, durma ve kendini orada hapsetme. Akıl bâliğ veya temyiz kudretine sahip bir müslümanın beş vakit namaz kılınan bir mescitte ibadet niyetiyle bir süre durması anlamında bir fıkıh terimi.

İtikâf, Kur'an ve sünnetle sabittir. Kur'an'da Ramazan ayının gecelerinden söz edilirken; "... Camilerde itikâfta iken de hanımlarınıza yaklaşmayın..." (el-Bakara, 2/ 187) buyurulur. Başka bir ayette itikâf ibadetinin daha önceki ümmetlerde de yapıldığına işaret edilir (bk. el-Bakara, 2/125). Hz. Peygamber'in özellikle Ramazan içinde ve Ramazanın son on gününde itikâf yaptığını bildiren çeşitli hadis-i şerifler vardır. Hz. Âîşe'nin şöyle dediği nakledilmiştir: "Resulullah (s.a.s) Ramazan'ın son on gününde itikâf yaparlardı. Bu durum vefat zamanına kadar bu şekilde devam etmiştir. Daha sonra Hz. Peygamber'in zevceleri itikâfı sürdürmüşlerdir" (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 67, 129; bk. Buhârî, İ'tikâf, 1-18; Ezân, 12, 135; Hayz 10; Müslim, İ'tikâf, 1-6; Ebû Dâvud, Ramazân, 3; Savm, 77).

Ebu Hanife'ye göre içinde beş vakit namaz kılman her mescidde itikâfta bulunmak caizdir. Ebu Hanife ve İmam Mâlik'e göre itikâfın nâfile olarak en azı bir gündür. Ebû Yusuf en az süreyi, bir günün yarıdan çoğu olarak belirlerken İmam Muhammed itikâf için bir saati de yeterli bulur.

Mesciddeki itikâf erkeklere mahsustur. Kadınlar evde mescit edindikleri bir yerde itikâfta bulunabilir (ez-Zebîdî, Tecrîd-i«Sarîh, Terc. Kamil Miras, Ankara 1984, VI, 323-326).

İŞVEREN

Bir işin sahipliği ve sermaye gücünü elinde tutan kimse. Emeğini ortaya koyarak çalışan işçi kesimini idare eden ve onların çalışacağı iş düzenini belirleyen.

Işveren ve işçi ayırımının ortaya çıkışı, iktisadî faaliyetin büyük hacimde yapılmaya başladığı dönemlere has bir durumdur. Özellikle de Batı'ya has bir terimdir. Bilhassa Kapitalist felsefenin ortaya çıkışı sayıları XIX. asır da, işçi belirli kişilere bağımlı olarak çalışan ve sadece ücret alan kişidir. Işçinin varlığı, işi yapabilecek durumda olduğu ve işverenle anlaşması halinde mümkündür. Yani işveren, işçi karşısında son derece yetkili ve üstün bir mevkidedir. Hükümetlerin bile müdahale edemeyeceği bir mevkide olan kapıtalist müteşebbis, bu üstün mevkişi dolayısıyla işçiler için haksız bir çalışma ortamını hazırlamakla büyük toplumsal hadiselerin ortaya çıkmasına yol açmıştır.

İSTİŞARE

Herhangi bir konuda doğruya ulaşmak veya yaklaşmak için bir başkasının görüşüne başvurma.

Müşâvere, şivâr, meşvure, meşvere, meşûre, istişâre, danışıp işaret ve görüş almak anlamına geldiği gibi, müşâvere ve işaret; arı kovanından bal almak, rey vermek manalarına da kullanılır. Toplanıp meşveret eden cemâate de şûrâ denir (Ibn Manzûr, Lisanü'l-Arab, IV, 434-437; Zebîdî, Tâcu'l-Arûs, III, 318-320; Elmalılı, Hak Dini, Istanbul 1979, II, 1213). Istişârenin lügat manası ile ıstılah manası arasında yakın bir bağ vardır. Çeşitli görüşlere başvurmak suretiyle doğruyu elde etmek veya ona yaklaşmalarının çeşitli çiçeklerden gerekli malzemeyi alıp işledikten sonra ortaya çıkardığı balı kovandan alması gibidir. Bu bakımdan Kur'an-ı Kerîm olayın ehemmiyetini şu şekilde ortaya koymuştur: "Iş hususunda onlarla müşâvere et" (Alu Imrân, 3/159); "Onların işleri aralarında istişâre iledir" (Şûrâ, 42/38).

İSTİMNA (MASTURBASYON)

"Istimnâ" Arapça'da, "istihâ bi'l-yed" ve "hadhada" olarak da bilinen masturbasyon, genellikle fıtrata, yani genel olarak insanın yaratılışına, özel olarak da organlarının yaratılış gaye ve görevlerine ters görülmüş ve Islâm bir "fıtrat" dini olduğu, bu da fıtrata uymadığı için zaruret (zorunluluk hali) olmadıkça haram, ya da en, azından mekruh görülmüştür. Fıtratı daha iyi anlamak için şöyle bir örnek verebiliriz: Çivi, tahtaları birbirine tutturmak için yapılmıştır. Öyleyse onunla şiş kebabı yapılmaya kalkılırsa insanın eli yanar, kebap da iyi olmaz. Bu, işin fıtrat tarafıdır. Diğer yönden bir âyet-i kerîmede, irzlarını koruyanlar övüldükten sonra: "...eşleri ve câriyeleri müstesna. Onlarla olacak ilişkiden dolayı kınanmazlar. Işte bunun ötesine geçenler, haddi aşanlardır..." (K.K. el-Mü'minûn 23/5-7) buyurulur. Çoğu müfessirler, "bunun ötesine geçenler"e, eliyle istimna yâpanlar da girer, öyleyse onlar da haddi aşmış (haram işlemiş) olur, demişlerdir. (Örnek olarak bk. Kurtubî XII/105-106; Ibn Kesîr V/458; AIûsî XVNI/10-11) Ancak Alûsî, Cumhura (çoğunluğa) göre istimna âdet haline getirilmişse (cinsel sapma halini almışsa) bu âyetin kapsamına gireceğini, aksi halde girmeyeceğini söyler. (Alûsî, agk.)

Bir hadîste: "elini nikâhlayan met'undur" (Mahlüf, Fetâvâ I/117: (Ancak mûracaat edebildiğim sahîh hadîs kitaplarında bu hadisi bulamadım. Bu hadisî AIûsî, "meşâyihin rivayeti" diye nakleder. bk. 16\11) Saîd b. Cübeyr'in rivayet ettiği bir hadiste: "Zekerleriyle oynayan bir ümmete Allah azab etmiştir" Atâ'nin bir rivayetinde: "Elleri hamile olarak hasredilecek bir kavim duydum. Bunların elleriyle istimna yapanlar olduğunu sanıyorum" demiştir.

Ayrıca Allah (c.c.), evlenme imkânı bulamayanların, imkân buluncaya kadar iffetlerini korumalarını emretmiş (K.K. en-Nûr 24/33) böyle bir yöntem uygulasınlar dememiştir. Rasûlüllah Efendimiz de: "Gençler! Imkân bulanlarınız evlensin, çünkü bu, gözü ve iffeti daha iyi korur. Bunu yapamayan oruç tutsun çünkü orucûn bunu sağlayacak bir kamçısı vardır." (Buharî, savm 10, nikah 2,3; Müslim, nikâh 1,3) buyurmuş ve bekârlara çare olarak orucu göstermiştir. Eğer istimna mübah olsaydı, çare olârak o gösterilirdi. Çünkü o daha kolay bir yoldur, denmiştir. (Mahlûf, age I/117)

Ancak gerek sözkonusu âyetlerin istimnayı açıkça zikretmedikleri, gerekse bu konudaki hadislerin bir kısmının zayıf oluşu sebebiyle, çoğunluğun haram görmesine karşılık, istimnayı mahzursuz gören âlimler de vardır. Meselâ Ahmed b. Hanbel bunu, tıpkı kan aldırmaya benzetmiş ve ihtiyaç duyulduğunda, vücuttaki fazlalıkları dışarı atmaktan ibaret olduğu için câiz olduğunu söylemiştir. (AIûsî XVNI/10: Burada AIûsî, Ahmed b. Hanbel'i o bu görüşünü, Cumhurun haram olduğu kanaatini verdikten sonra verir. Ama mahlûf HanbeIî fıkıh kitaplarında buna rastlayamadığını söyler, bk. Fet8v8 I/118: ibnü'I-Hümâm da "haramdır, çünkü genellikle şehvet için yapılır, ancak umarım ki, cezası yoktur" der. bk. AIûsî agk.) Hanefîlerce genel olarak haram görülmüş, ancak; kişi bekârsa, ya da hanımından uzakta ise ve de şehvet kafasını aşırı meşgul ediyorsa, ya da zinaya düşme endişesi varsa ve bunu kendini teskin için yaparsa günah olmayacağı umulur. Ama zevklenmek ve şehvetlenmek için yaparsa günâhkardır, denmiştir. (ibn Âbidîn N/160: Mezühib-i erba'a'da: "Bazı Hanefi ve Hanbelîlerin, zinaya düşme korkusuyla caiz görmeleri zayıf bir görüştür" denir. bk. V/152; Mâlikiler de cevazı için iki şartı öngörürler: 1. Zinaya düşme korkusu, 2. Evlenmeye güç yetirememe. bk. Kardüvî, el-Helâl ve'I-harâm 165) Imam-i Şâfî önceki görüşünde (kadîm) câiz olduğunu söylerken, sonraki görüşünde (cedîd) haram olduğu kanaatına varmıştır. (Bu konuda geniş bilgi için bk. Zuhaylît VI/25) Mesele Rasûlullah'ın amcaoğlu Ibn Abbas'a sorulduğunda: "Zina yapmaktansa bu iyidir" (Sa'rânî, Kesf) cevabını vermiştir. Bütün bunlara göre; istimna genellikle hoş görülmemiş, fıtrata (normal yaratılışın gereğine) zıt bir eylem kabul edilmiş, cinsel sapma halini alması, psikolojik hastalık oluşturması gibi olumsuz yönleri hesaba katılarak, haram, ya da mekruhtur denmiştir. Ancak daha büyük zararlara düsme endişesi olduğu yerde; "iki zarardan başka alternatif yoksa, küçük olan zarar tercih edilir", "zaruretler haram şeyleri mubah kılar" kurallarınca yapılması câiz görülmüş, hattâ zina endişesi kesin ise, vacip bile olur denmiştir. Alışkanlık oluşturması ve zevk için yapılması ise ittifakla haramdır. Hanımının eli vs. azaları ile yapılması ise her halûkârda câizdir, helâldir.

22 Şubat 2011 Salı

İSTİMLÂK

Mülk satın almak, mülk sahibi olmak, kamulaştırmak. Icraî karar alma yetkisine sahip bulunan bir âmme tüzel kişisi (devlet, belediye, vakıf gibi) tarafından bir malın, toplumun yararlanması için karşılığı verilip alınarak umûmun yararlanmasına arzedilmesi anlamında bir Islâm hukuku terimi. Mülkiyet hakkını sınırlayan bir tasarruf.

Islâm hukukçularının çoğunluğuna göre, toplumun menfaati ve ihtiyacı gerektirdiği durumlarda devletin şahıslara ait menkul veya gayrımenkul mallara müdahale ederek, bunları zorla satın alıp, toplum hizmetine sunması mümkün ve caizdir. Delil, sünnet ve sahabe uygulamasıdır. Hz. Peygamber Medine'de Naki' denilen ve otlak olmaya elverişli bulunan bir yeri, müslümanların atları otlasın diye, Devlet korusu hâline getirmiştir. Hz. Ömer de, halîfeliği zamanında, Rabeze denilen bir bölgeyi Devlet korusu statüsüne sokmuştur. O yöre halkının: "Ey müminlerin emiri, buraları bizim yurdumuzdur. Cahiliyye devrinde oraların uğruna savaştık. Islâm gelince de, üzerinde müslüman olduk, hangi hakla buralarını koru yapıyorsun?" diye itiraz etmeleri üzerine şu cevabı vermiştir: "Mal Allah'ındır, insanlar da Allah'ın kullarıdır. Eğer Allah yolunda kullanılan hayvanlar olmasaydı, bir karış toprağı bile koru yapmazdım" (Ebû Ubeyd, el-Emvâl, Mısır, 1968, s. 414 vd.).

Gerek Hz. Ömer ve gerekse Hz. Osman Kâbe mescidini genişletmek için, çevreden bitişik ev ve arsaları bedeli karşılığında ve sahiplerinin rızası olmaksızın ellerinden almış ve Kâbe haremine katmıştır (Ibn Âbidîn, Reddü'l-Muhtar, Istanbul 1306, III, 418, 419; Belazurî, Fütuh, s. 58; Zeydân, Islâm Hukukuna Giriş, Terc. Ali Şafak, Istanbul 1976, s. 370). Istimlâkin esası; "zaruretler, sakıncalı olan şeyleri mübah kılar", "zararı âmmı def' için zarar-ı hâs tercih olunur" kurallarına dayanır. Nitekim mülkiyetin devir ve temliki, mal sahibinin rızasına bağlı olduğu halde, bir istisna olmak üzere kamulaştırmada rıza aranmamaktadır. Mecelle'nin konu ile ilgili maddesi şöyledir: "Ihtiyaç olduğunda, Devlet başkanının emri ile bir kimsenin mülkü, kıymeti ödenmek sûretiyle satın alınarak yola katılabilir. Fakat satış bedeli ödenmedikçe, mal sahibinin elinden alınamaz" (Mecelle, mad., 1216; Ibn Âbidin, a.g.e., III, 418, 419; Ibnü'l Humâm, Fethu'l-Kadîr, Mısır, 1389/1970, VI, 234; Molla Hüsrev, Dürer, Istanbul 1318, II, 136).

Bir kimse malını dilediği gibi kullanma hakkına sahip olmakla birlikte, bu kullanım sırasında başkasına "fahiş zarar" verirse, devlet veya devlet veya yetkili kıldığı makamlar, mülke müdahale edebilirler.

Ashab-ı Kirâmdan Semüre b. Cündüb'ün, bir komşusunu bahçesinde hurma ağaçları vardı. Bunlara gelip giderken komşusunu rahatsız ediyordu. Bahçe sahibinin şikayeti üzerine Hz. Peygamber; Ya ağaçları satmasını veya sökmesini yahut da bahçe sahibine bağışlamasını teklif etti. Semüre, bunları kabul etmeyince, bahçe sahibine; "Git ve hurma ağaçlarını sök " (Ebû Dâvud, Akdiye, 31) buyurdu. Başka bir uygulama örneği de sulama işiyle ilgilidir. Dahhâk (r.a) arazısini sulayabilmek için, Muhammed b. Mesleme'nin arazısinden kanal geçirmesi gerekiyordu. Muhammed b. Mesleme buna razı olmayınca, Dahhâk, Müminlerin Emiri Hz. Ömer (r.a)'e başvurdu. Hz. Ömer, durumu inceledi ve razı olmasa da Muhammed b. Mesleme'nin arazısinden geçirilmesini emir buyurdu (Zeydan, a.g.e., s. 370)

Sonuç olarak bütün bunlar. toplum menfaat ve maslahatını gerçekleştirmek, topluma gelebilecek zararlar önlemek için başka bir çözüm yolu bulunamadığı zaman, sahibinden malının zorla alınmasının caiz olduğunu göstermektir. Ancak bunun için, mülkü kamulaştırılacak kimseye, malının gerçek değerinin de ödenmesi gereklidır. Yol, nehir, okul, mescid, hastahane alanlarını genişletmek üzere kamulaştırma yapılması, bu konuya örnek olarak verilebilir. Olağanüstü ve savaş zamanlarında halkın elindeki bazı menkul mallara yararlanmak amacıyla, bir tazminat karşılığında el konulması, istimvâl (rekızasyon) adını alır. Bu el koyma, tüketilmeden kullanılabilen mallarda geçici olduğu için istimvâlde "tazminata bağlanmış ariyet" özelliği vardır (bk. "Istimvâl" mad.).

İSTİHÂRE'NİN ŞEKLİ

Bazen istihâreye yatıp hiçbir şey görmediğimiz oluyor. Bu durumda ne yapmalıyız?

"Istihâre"de aslolan "rüyaya yatmak" değildir. Gerçi "Istihâre", yani Allah'tan "hayırlı olanı isteme" güzel ve güçlü bir sünnettir. Rasûlullah Efendimiz'in ashabına hemen her tereddütlü konuda "istihâre" tavsiye ettiği bilinmektedir. Ancak "Istihâre", kılma şekli ilmihal kitaplarında anlatılan iki rekât namazdan ve duasından ibarettir. Dua yaptıktan sonra, doğrulugu kalbine damlayan yönde hareket eder. Bir defa kılmasıyla kalbi bir yöne doğru ağırlık kazanmamışsa, bu namazı üç, beş, yedi defa tekrarlar, yine de kalbi seçim yapamıyorsa istisare de yapamıyorsa âklına uygun geleni yapar. Bu yedi defa iki rekâtı, aynı anda da kılabilir. Sünnette öğretilen "istihâre" budur. Gerçi bazı rüyalar, bazı gerçeklere işaret ederler, ancak isabetli tâbir de ayrı bir ilimdir: Kişinin kendine göre hayra dalâlet eden bir rüya, aslında şerri gösteriyor olabilir. Bu yüzden istihâreyi sünnette olduğu gibi yapmak gerekir. Fakat, istihâreden daha önemli olanın,"istişâre" yani, salih ve temiz bilirkişilere danışma olduğu da bilinmelidir. Rasûlullah efendimiz: "Istihâre yapan zarar etmez, istişâre edende pişman olmaz" (65 el-Hîndî VN/813 (H. 21532)) buyurmuşlardır.

İSTİHARE NE DEMEKTİR?

İstihare, herhangi bir şey yapmak isteyen kimse, yapılmasının iyi olup olmayacağını hissetmek maksadıyla iki rekat namaz kılmak, iyi ve hayrın görünmesi için Allah'a yalvarıp dua etmektir. Bu namaza istihare namazı, duaya da istihare duası denilir. Uyumak veya rüya görmek istihare için esas değildir. Hatta vakit dar olup uyuyacak zaman bulunmazsa herhangi bir hayırlı mesele için yine istihare namazını kılmak sünnettir. Ancak Şerh Şir'atü'l-İslam kitabında şöyle denilir: Namaz ve dua yaptıktan sonra abdestli olarak kıbleye doğru yatar. Rüyada beyaz veya yeşil görürse o işde hayır vardır, siyah veya kırmızı görürse hayır yoktur. Ondan sakınmak daha iyidir.

İSTİĞFAR

Allah'tan günah ve hatalarının bağışlanmasını isteme, mağfiret dileme.

Istiğfar lafzını veya manasını içeren her duaya istiğfar denir. Gerek Kur'an-ı Kerîm'de ve gerekse hadis-i şeriflerde istiğfar teşvik edilmiştir. Kur'an-ı Kerîm'de; "Rabbinizden bağışlanma dileyin. doğrusu o, çok bağışlayandır " (Nuh, 71/ 10) "(Ey Muhammed) Sabret! Allah'ın verdiği söz şüphesiz gerçektir. Suçunun bağışlanmasını dile; Rabbini akşam, sabah överek tesbih et" (el-Mümin, 40/55) buyurulur.

Peygamber efendimiz kendileri istiğfara devam etmiş, ümmetini de teşvik etmiştir (Buhârî, Deavât, 3; Tirmizî, Tefsîru Sûre, 47/1; Ibn Mâce, Edeb, 57).

Ebu Hureyre (r.a)'den rivayet edildiğine göre Peygamberimiz: "Vallahi ben Allah'a günde yetmiş defadan çok istiğfar ediyorum" buyurmuştur. Başka bazı Hadislerde Hz. Peygamberin günde yüz defa istiğfar ettiği belirtilir (bk. Müslim., Zikr, 41; Ebû Dâvud, Vitr, 26; Tirmizî, Sûre, 47/1). Bu nedenle Ebû Hüreyre: "Peygamberden daha çok istiğfar edeni görmedim" (el-Kurtubî, el-Câmi'li Ahkâmi'l-Kur'ân, l V, 210) demiştir. Bir günah işlendiği zaman, bunda ısrar etmemek, hemen tövbe istiğfar etmek vaciptir. Peygamberimizin ifadesiyle, "Istiğfâr eden kimse günde yetmiş defa da günah işlemiş olsa bunda srar etmiş sayılmaz" (Tirmizî, Deavât, 107).

Istiğfarın Allah nezdindeki değeri bir hadiste şöyle ifade edilir: "Kim yatağına girince üç defa; "estağfirullâhe'l-Azîm ellezî Lâ Ilâhe Illâ hüve'l Hayyu'l-Kayyûm (Kendisinden başka hiç bir ilâh olmayan, diri ve her an yaratıklarını gözetip duran yüce Allah'tan bağışlanmamı dilerim)" derse, Allah günahlarını deniz suyunun damlaları kadar çok olsa da bağışlar" (Tirmizî, Deavât, 17) buyurulmuştur. Sadece dili ile istiğfarda bulunmak yeterli değildir. Niyeti ve amelleri de dilini doğrulamalıdır. Tövbenin en makbul olanı, günahtan kesin dönüş yapılarak, Allah'tan bağışlanma istenmesidir. Buna "nasûh tövbe" denir.

Ayet-i Kerîme'de şöyle buyurulur: "Ey iman edenler! Allah'a samimiyetle (nasûh tövbe) edin. Belki Rabbiniz kötülüklerinizi siler. Peygamberi ve beraberindeki müminleri utandırmayacağı günde, sizi altından ırmaklar akan cennetlere koyar. O gün onların nûru önlerinde ve sağl taraflarında yürürken: "Rabbimiz nurumuzu tamamla, bizi bağışla, şüphesiz Sen, herşeye Kadirsin derler" (et-Tahrim, 66/8).

Bir mümin kendisi için tövbe edeceği gibi, ölmüş olan veya hayatta bulunan ana-baba, hısımları ve diğeri müminler için de istiğfar edebilir. Bu dua sebebiyle Cenâb-ı Hakk'ın onları bağışlaması umulur. Kur'an-ı Kerîm'de bu konuda çeşitli dua örnekleri bulunur: "Ey Rabbimiz... bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et" (el-Bakara, 2/286); "Musa şöyle yalvardı: Rabbim, beni ve kardeşimi affet. Bizi merhametine garket" (el-A'raf, 7/151); "Babamı da bağışlayıp hidâyete erdir. Çünkü o, sapıklardandır" (es-Şuarâ', 26/86);"Ey Rabbimiz! Herkesin hesaba çekileceği günde, beni, annemi, babamı ve biitün mü'minleri affet" (Ibrâhîm, 14/41).

İSTİDRAC

Allah'a isyanda çok ileri giden insanların, Allah'ın kendilerine verdiği mal, başarı ve sıhhat gibi nimetlerle isyanların daha da artırmaları ve sonuçta helâk olmaları.

Allah'a tam olarak itaat eden veya en azından iradelerini itaat yolunda azamî derecede kullanan kullar olduğu gibi; Allah'a isyanda, Islâm'a, dolayısıyla hakka, adalete, insanıyete, kısaca Allah'a kul olmaya karşı çıkışta ölçü tanımayan kişiler de vardır. Bu iki gruptan birinciler Allah'ın velilerini oluştururken, ikinci grubu ise, ins ve cin şeytanlarının kendilerine sürekli olarak Islâm'a ve müslümanlara karşı çıkmayı ‚vahyettiği', gizli gizli fısıldadığı Şeytan'ın velileri oluşturmaktadır. Allah, velîlerine zaman zaman ikramlarda bulunur; Kâinatın işleyişinde kudretine perde yaptığı sebepleri onlar için bir derece ortadan kaldırıp, normal sıradan insanlara olağanüstü gelen bazl fiilleri veli kullarının elinde yaratır; bu tür ikramlara Islâmî terminolojide' kerâmet' denmektedir ki, en büyük kerâmet de Sırat-ı Müstakım üzerinde sapmadan gidebilmektir.

Yukarda belirtildiği gibi, Allah'ın velîlerinin karşısında, Şeytan'ın velileri de vardı. Bunlar, sürekli olarak Allah'ın dinine ve bu din'in bağlılarına karşı çıkıp, savaş açarlar. Bu yetmiyormuş gibi, kendileri de bazen açıktan, bazen münafıkça bir tavırla -"biz ıslahçıyız" diyerek- yeryüzünde fesat ve fitne çıkarırlar. Bunlar, her şeyden önce ‚fasık', yani her türlü günahı rahat rahat ve içlerinde en ufak bir burkuntu duymadan işleyen kimselerdir. Eğer bir memlekette bu tür kişilerin yaptıklarına ses çıkarılmaz, her türlü fıskları ve yaktıkları fitne-fesat ateşi söndürülmeğe çalışılmaz, daha açık deyişle, ‚ma'ruf' emredilip, ‚münker' yasaklanmaz; tam tersine ‚münker'ler emredilir, ‚ma'ruf' yasaklanırsa o memleket bir bakıma ‚helâki hak etmiş demektir. Bu şekilde helâki hak etmiş olan memleketlerde Allah, fasık, fitneci ve müfsit kişilerin sayılarını daha da artırır; çünkü, toplum iradesiyle artık bunu arzuluyor demektir ve bu yöne yönelmiştir.

"Biz bir memleketi helâk etmek dilediğimizde, orada mütreflere (hayatı gaye edinenlere, bohem hayatı yaşayanlara, acımasız -sömürücü- mal düşkünü kapıtalistlere) emrederiz (onların sayılarını çoğaltırız) da, orada fısk ederler "(el-Isrâ, 16/ 17);

"Allah, zaten fasıklardan ve zalimlerden başkasını helâk etmez" (el-en'âm, 6/47; el-Ahkâf, 6/35). Ama bu helâk etme işi birden olmaz. Fitne ve fesadın kol gezdiği. İslam'ın unutulup horlandığı bir yere Allah önce uyarıcılar gönderir (es-Şarâ, 26/208; el-Kasas, 28/59). Fakat toplumda fitne ve fesadı körükleyen fâsıklar, zâlimler, tâğutlar, mütrefler uyarıcılara ve Allah'a dini'ne karşı cephe aldıkları gibi; çoğunluğu oluşturan yığınlar da genellikle sessiz kalırlar. Bu durum, sözgelimi, Hz. Nuh'un kavminde olduğu gibi, gerektiğinde 950 yıl, yani uzun bir süre devam eder. bu süre içinde Allah tâğutlara, fâsıklara, zâlimlere, hak yola gelmeleri ve aynı zamanda da yaptıklarının helâki hak edecek seviyeye gelmesi izin mühlet verir. Onlar ise bu mühlet verişi anlamazlar, helâk olmayacaklarını, yap tıklarından hesaba çekilmeyeceklerini sanırlar. Ayrıca, belki hayatlarında bir kez olsun başları ağrımadığı gibi, dünya işleri oldukça yolunda gider; en güzel evler onlarındır; en yüksek makamlarda onlar oturur; en iyi yiyip en iyi giyen ve en güzel kadınlara sahip olanlar onlardır: "Eğer insanlar (hep küfre sapan) bir ümmet haline gelmeyecek olsalardı, biz o Rahman'ı inkâr eden (ler) in evlerine gümüşten tavanlar, üzerlerine çıkacakları merdivenler; ve evlerine (odalarına) kapılar ve üzerlerine yaslanacakları kolluklar ve altın zinetler yapardık" (ez-Zuhrûf, 43/33-35).

Allah'ın kendilerine verdiği büyük nimetleri, sıhhat, kabıliyet, başarı, makam ve mevkileri; dünya hayatında çıkardıkları her türlü fısk, fitne ve fesatlarına, isyan ve fücurlarına rağmen başlarına ilahî felâketlerin gelmemesini, daha doğru deyişle gecikmesini haklarında hayır sanan Şeytan'ın velileri azgınlıklarında daha da ileri giderler ve sonunda helâktan kurtulamazlar. Fakat, helâklerine kadar içinde bulundukları durum, Allah'ın onları aslında derece derece helâke götürmesinden başka bir şey değildir; yani sadece ‚istidrac'tır. "Ayetlerimizi yalanlayanlar (a gelince); biz onlar bilmedikleri yönden istidraca tabi tutarız (derece derece helâke götürürüz) (el-A'râf, 7/ 192).

Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Allahu Teâlâ'nın bir kula günah işlemesine rağmen dünyada sevdiği şeyleri ihsanda bulunduğunu görürseniz bilin ki o istidracdır." Hz. Peygamber sonra şu ayet-i kerimeyi ok udu: "Kendilerine hatırlatılanları unuttuklarında onlara her şeyin kapısını açtık. Nihayet kendilerine verilen nimetlere sevinip zevke dalınca onları azabımızla ansızın yakalayıverdik. Hemen ümitsizliğe kapılıp şaşkına döndüler. " (el-Enâm, 6/44) (Ahmed b. Hanbel, IV, 145).

Ayrıca mümin olmayanların, kâinattaki kanunlara aykırı olarak gösterdikleri hârikulâde hallere de istidrac denilmiştir. Meselâ; Hind fakirlerinin uzun süre aç durmaları, ateşte yürümeleri ve su içinde uzun süre havasız durabilmeleri ve vücutlarına şiş batırmaları gibi.

İŞRAK NAMAZI

İşrak, güneşin doğuşundan ufukta bir veya iki mızrak boyu yükselinceye kadar geçen zamandır. Güneşin ufukta görünüşte bir mızrak yükselmesi astronomicilere göre beş derece yükselmesi demektir. Ebû Hanîfe'ye göre bu süre içinde namaz kılmak mekruhtur.

İşrak namazı, sabah namazından sonra güneş doğup, kerahet vakti çıktıktan sonra iki veya dört rekat olarak kılman nafile bir namazdır.

Diğer nafile namazlar gibi işrak namazı kılanlar, bu namazı kuşluk namazından ayrı olarak ve ondan önce kılarlar. Aslında işrak namazı kılındığı sırada kuşluk namazının vakti de girmiş bulunmaktadır.

Hz. Peygamber'in güneş doğup, kerâhet vakti çıktıktan sonra "Duhâ namazı", sıcak şiddetlenince de "Evvâbîn namazı" kıldığına dair çeşitli hadisler vardır (bk. Duhâ namazı ve Evvâbîn namazı mad.). Ancak Hz. Peygamber, devrinde öğleden önce bu namazların dışında "işrâk namazı" adı ile bir namaz kılındığına dair bir bilgiye rastlanmamıştır.

İSLAMİYETİN UYGULANMADIĞI YERDE CUMA NAMAZININ FARZ OLUP OLMADIĞI HAKKINDA ÇELİŞKİLİ SÖZLER SÖYLENMEKTEDİR. BUNUN MAHİYETİ NEDİR? CUMA NAMAZI NE ZAMAN FARZ OLMUŞTUR ?

Cuma namazı hicretten önce farz kılınmıştı. Ancak müslümanların durumu çok nazik olduğundan Mekke'den önce Medine'ye yakın Naki' al-Hadimat isimli bir köyde kılındı. Ve ilk cuma namazını kıldıran Es'ad bin Zürare olmuştur. Peygamber (sav) ilk cuma namazını Mekke'den Medine'ye hicret esnasında Kuba ile Medine arasında beni Salim bin Avf'a ait bir vadide kıldırdı. Kılınan her iki cuma namazı da henüz İslam devleti meydana gelmeden evvel olmuştu ve tabi'i olarak İslam şeriatı da hakim değildi. Cuma namazı diğer namazlar gibi bir namazdır. İslam devletinin oluşu ve şeri'atın uygulanması ile hiç bir ilgisi yoktur. Hiç bir ayet ve hadis veya mezheb cuma namazının bir yerde kılınabilmesi için İslam devletinin hakim olmasını veya İslam şeri'atının tatbik edilmesini şart koşmamıştı. Hanefi mezhebinde üç kişi, Şafii mezhebinde de kırk kişi bi-ittifak küfr diyarı sayılan "mesela: Birleşik Amerika'da” bulunsa yine cuma namazını kılacaktır. Ancak Hanefi mezhebinde cuma namazı kılınan yerde müslümanların emiri veya temsilcisi varsa düzeni korumak için onun emriyle olacaktır. Emir yoksa, müslümanların uygun gördükleri bir kimse onlara cuma namazını kıldıracaktır.

Müslümanların emiri bulunduğu halde cuma namazını kılmak için cema'at kendi kendine bir imam ta'yin edemez, etse de nazar-ı itibare alınmaz. Ve kılınan cuma namazı sahih değildir. (Şafii mezhebinde cuma namazında emir'in tayini şart değildir). Amma emir olmazsa halk cuma namazını kıldırmak için bir imam tayin edip cuma namazını kılacaklardır.

Hatta müslümanların başındaki emir cuma namazını kıldırtmayıp yasaklasa müslümanlar, imkanı varsa onun sözüne bakmadan ve iznini almadan da cuma namazını kılacaklardır.

Ayrıca bir gayr-i müslim, İslam diyarını istila edip müslümanların başına geçerek müslüman bir kimseyi Vali (veya Kadı veya müftü) olarak ta'yin ederse bu zat müslümanlara cuma ve bayram namazını kıldıracaktır.

Binaenaleyh şu veya bu memlekette cuma namazı kılınmaz deyip halkın inancını bozup sarsmak, kutsal cuma namazından halkı soğutmak doğru değildir. Düşmanın bize yapmak istediği şey de budur. Şu veya bu memleket darü'l-harb de olsa cuma namazını kılmak mecburiyetindeyiz.

Peygamber(sav) buyurdu ki: Ehemmiyet vermiyerek üç cuma namazını terk eden kimsenin kalbini Allah (c.c.) mühürler (Kütüb-ı Sitte, Hakim).

"Cuma namazlarını bırakmaktan vazgeçsinler. Yoksa Allah kalbleri üzerine mühür basar, sonra gafillerden olurlar" (Müslim, Nesai, Ahmed).

İSLAM'IN KABUL ETMEDİĞİ DAVRANIŞLARDA BULUNAN BİRİSİYLE ORTAK OLMAK CAİZ MİDİR?

İslam'ın kabul etmediği davranışlarda bulunan birisiyle ortak olmak caiz değildir. Çünkü servetinin tamamı veya bir kısmı meşru olmayan birisiyle yapılan ortaklık, haram ve helal olan malların birbirine karışmasına ve ortaklığın habis bir mal üzerine teessüs etmesine yol açmaktadır.

21 Şubat 2011 Pazartesi

İSLÂMÎ YILBAŞI

Müslümanların gerçek yılbaşısı ne zamandır?

Müslümanların itibar ettiği yılın başlangıcı, Rasûlullah'ın ashabı ile birlikte Mekke'den Medine'ye hicret ettikleri kamerî Muharrem aymn birinci günüdür. Muharrem de yılın birinci ayı olmuş olur. Kameri yıl, milâdî yıldan yaklaşık on gün kısa olduğu için, Islâmî yıl başlangıcı milâdi yıla göre her sene on gün önce gelir ve yine yaklaşık otuz altı yılda, milâdi yıla nazaran bir yıl farkeder. Mükellefiyetlerle ilgili yaşlarda ve hükümlerde kamerî yıla itibar edileceği için, meselâ zekât her yıl aynı mevsimde verilmez. Meselâ, Resûlullah Efendimiz altmışüç yaşında vefat etti deniyorsa, bu milâdî yılla yaklaşık altmışbir yaş demektir. Ya da günümüzdeki anlayışla otuzbeş yaşında olduğunu söyleyen birisi gerçekte otuzaltı yaşındadır.

İSLAMİ BİR ELBİSE ŞEKLİ TEKLİF EDİLEBİLİR Mİ?

Islami bir elbise şekli teklif edilemez. Çünkü Resulüllah (sav) belli bir elbise modeli üzerinde durmamıştır. Peygamberimiz ve Hulefa-i raşidin devrinde İslam ülkesinin sınırları genişlemiş ve yeni İslama giren toplumlar olmuştur. Fakat bunlardan kıyafetlerini değiştirmeleri ve özel bir kıyafete bürünmeleri istenmemiştir. Elbisenin kumaşı ve modeli önemli değildir. Ancak bazı elbiselerin giyilmesi o elbisedeki özellikler dolayısıyla Peygamberimiz (sav) tarafından yasaklanmıştır. Bu özellikler:

1- Kafirlerin özel elbiseler: Müslim ve Nesai'nin, İbn Amrt'dan rivayet ettiğine göre: Bir gün peygamber İbn Amr'ın üzerinde usfur ile boyalı iki elbise görmüş ve bu elbisenin küffar elbisesi olduğunu bildirerek giyilmemesini, hatta yakılmasını emretmiştir. Buradaki nehyin tahrim için olduğunu söyleyenler olduğu gibi kerahet içindir diyenler de olmuştur (Gayetü'l-Me'mul).

2- Kibir için giyilen elbise:

Peygamberimiz (sav) kibir elbisesinin giyilmesini de yasaklamıştır (Ebu Davud, Kitabü'l-Libas Bab).

3- Erkek için ipek elbise: Bir çok hadisde ipek elbisenin erkekler için haram olduğu ifade edilmiştir (.

4- Erkeklerin kadın elbisesi, kadınların da erkek elbisesi giymesi caiz değildir.

Hülasa; İslami kıyafet diye belli bir kıyafet teklif edilemez. Ancak İslami açıdan yasak olan kıyafetler vardır. Bunlar da şöyle sıralanabilir:

a) Kibir ve şöhret elbisesi,

b) İpek elbise (erkekler için),

c) Erkeklerin kadın, kadınların erkek elbisesi giymesi,

d) Küffar için şiar olan elbise,

İSLAMÎ BİR ELBİSE ŞEKLİ TEKLİF EDİLEBİLİR Mİ?

Islamî bir elbise şekli teklif edilebilir mi? Ya da bunun için alternatifler ne olabilir? "Belli yerlerini şu vasıf ve şekilde örtersen tesettür hasıl olmuştur. Ne ile örttüğün, kaç parça ile kapattığın önemli değildir." denebilir mi?

Elbise modeli konusunda bir nas olmadığı gibi, fukahanın çizdiği bir şekilde mevcut değildir. Bilakis Allah Resulü, izar, ridâ, kamîs, cübbe vb.'lerden elbise adına bulduğunu giyerdi denilmektedir. (Muhammed ez-Zebîdî,Ithâfü's-sa'âde, VN/129. (Resûlullah'ın giyiniş biçimi ile ilgili olarak Ibnü'l-Kayyim'den tercüme ettiğimiz bir özeti bu soru ve cevapların sonuna ekleyecegiz.))

İSLAM'DA MÜRTEDİN ÖLDÜRÜLMESİNİN HİKMETİ

Islâm, insan için, bütün eksikliklerden arındırılmış bir hayat programıdır. O, dindir, devlettir, ibadettir, önderliktir, kitap ve kılıçtır, ruh ve maddedir, hem dünya hem de ahirettir. O, akıl ve mantık üzerine bina edilmiş ve kesin bilgi ve deliller üzerinde yükseltilmiştir. Onun inanç sisteminde ve şeriatında insan fıtratıyla çatışan, ona ters düşen hiç bir şey yoktur ve o, insanın önünde diğer beşerî düşünceler gibi, onun edebî ve maddî olgunluğa erişmesi için bir engel değil; ona ulaştıran emin bir yoldur. Kim Islâm'a girer, onun hakikatini kavrar, onun ruhî zevkini tadar ve sonra da ondan dönüp irtidad ederse apaçık delilleri inkar ederek, hak ve mantık ölçülerinin dışına çıkmış olur.

Insan bu duruma geldiği zaman, çöküş derecelerinin en aşağılarına düşmüştür. Böyle bir insanın hayatının korunmasının hiç bir geçerli sebebi yoktur. Çünkü onun hayatında ulaşılması gereken ne yüce bir gaye, ne de şerefli bir maksat kalmıştır.

ISLÂM'DA İŞÇİ KAPSAMI, BEŞERÎ HUKUKTAKİNDEN DAHA GENİŞTİR.

Ücret karşılığı işçi çalıştırmanın meşrûluğu kitap, Sünnet ve icmâ delillerine dayanır. Islâm'dan önceki semavî dinlerde de ücretle işçi çalıştırma uygulaması vardır. Bunlardan birisi Hz. Musa ile ilgilidir. Hz. Musa, peygamber olmadan önce Mısır'dan ayrılarak, şuayb peygamberin bulunduğu Medyen yöresine gider. Kasabanın kenarında, koyunlarını sulamaya çalışan Şuayb (a.s) iki kızına yardımcı olur. Olayın devamı Kur'an'da şöyle anlatılır:

"Derken o iki kadından biri utana utana yürüyerek Musa'nın yanına geldi ve şöyle dedi; Babam (koyunlarımızı) sulama ücretini vermek üzere seni çağırıyor"

"O iki kızdan biri dedi: Babacığım onu ücretle çoban tut. Şüphesiz çalıştırdığın işçilerin en hayırlısı bu güçlü ve güvenilir adamdır" (el-Kasas, 28/25, 26).

"Şuayb (a.s) dedi: Bu iki kızımdan birini -sen bana sekizyıl işçilik yapmak üzere- sana nikâhlamak istiyorum" (el-Kasas, 28/27). Islâm'dan önceki ümmetlere ait hükümler, neshedildiği sabit olmadıkça geçerliliğini korur. Özellikle bunlar tenkit ve kötüleme için zikredilmemişse, yararlanılması amaçlanmış olur (Ali Haydar, a.g.e., I, 673).

İSLAMDA EVLENMENİN HÜKMÜ NEDİR?

İslamda evlenmenin hükmü üç kısımdır: Vacip, sünnet ve mübahtır.

1- Bir kimsenin şehveti galebe çalıp günaha girmekten endişe ederse evlenmesi vaciptir.

2- Bir kimse şehvet hissine sahip olur, fakat iradesi kuvvetli olduğundan günaha girmesi söz konusu olmazsa maddi durumu müsaid olduğu takdirde evlenmesi sünnettir. Peygamber (sav) şöyle buyuruyor: "Ey gençler cemaatı! Sizden evlenmeye gücü yeten evlensin. Çünkü evlenmek gözü haramdan en çok çevirici ve ırzı en ziyade koruyucudur. Evlenmeye gücü yetmeyen oruç tutsun. Çünkü oruç onun için şehvet kırıcıdır" (Buhari, Müslim). İmam-ı Şafii (ra) şöyle diyor: "İradesi kuvvetli olduğundan harama girmekten endişesi olmayan kimsenin evlenmeyip ibadetle meşgul olması daha iyidir. Çünkü Cenab-ı Allah Kur'an-ı Kerim'de Hz. Yahya'yı "Hasun" –kadınlara karışmayan- kelimesiyle meth ve sena ediyor."

3- Bir kimse yaşlı veya cinsi iktidarı zayıf olursa evlenmesi mübah ise de, evlenmemesi daha iyidir. Çünkü evlenme gereği olmadığı halde ağır bir yük altına girmiş olur (al-Müğni li ibn Kudame).

İSLÂMDA "KEFÂET" (DENKLİK)

"Kefâet"in sözlük anlamı denklik ve eşitlik demektir. Kur'ân-ı Kerîm'de Allah için "hiç kimse 0'nun dengi değildir" denir. (Ihlâs Suresi)

Islâm hukukûnda ise, "kefâet", aşağılanmalara meydan vermemek için bazı konularda karı-koca arasında aranan denklik ve uyum demektir. Meselâ Hanefi mezhebine göre kocanın karıya; nesepte, dindarlık ve takvâda, meslekte, hürriyette ve malda denk olması, yani ondan aşağı olmaması gerekir.

Buna göre 1. Temiz ve dindar bir adamın kızı fâsık bir erkekle evlenirse denklik bulunmamış ve nikâh, kadının velilerinin onayına bağlı olmuş olur. Ama fâsıklığın sınırını belirlemek zordur. Imam Muhammed, insanların, hattâ çocukların maskarası haline gelecek sarhoşlar ancak böyle bir kadına denk olamazlar der. Ebû Yusuf ise, erkeğin, fâsık, şahsiyet ve onurunu koruyan birisi olursa denk olmaktan çıkmayacağı görüşündedir.

2. Haram olmayan hiçbir iş insanı aslında küçültücü olmamakla beraber, bazı yerlerde bazı işler itibârı olarak aşağı görülüyorsa, kadının böyle bir iş sahibine varması yine kadının velilerinin iznine bağlıdır. Bir üniversite hocasının kızının bir ayakkabı boyacısıyla evlenmesi gibi. Ancak Imâm-ı Az'am bu konuda denkliğe itibar etmemiş, Ebû Yusuf da çok fâhiş bir farklılık olursa itib

İSLAMDA AHİR ZAMAN

Islâm'da âhir zaman denince dünya hayatının son dilimi ve son dönemi hatıra gelmektedir. Zira akidemize göre başlangıcı olan bu âlemin mutlak sonu da vardır. Fakat bu sonun kesin olarak zamanı bildirilmemiştir. Bu bilgi yalnız Allah'a mahsustur. Ancak Islâm akidesini bozmak isteyen bazı batıl inanç sahipleri bu konuda tarihler vererek belirlenmemiş ve belirlenmediği nasslarla sabit olan bir hususta (el-A'raf, 7/187; Lokman, 81/34; Cibril Hadisi)* doğru olmayan ve tahminlerden öteye gitmeyen rakamlar vermektedirler. Ancak, Hz. Peygamber'in gelişi ile kıyamete yakın olan son dilimin başladığı hususunda Islâm bilginleri de görüş belirtmişlerdir. Âhir zamana İslam'ın M.VII. yüzyılın başlarında yani 610 yılında vahyin başlamasıyla girildiği hususunda bazı Hadislerde işaretler vardır (Müslim, Fiten, 132 vd.) Başlangıcı hakkında işaretler verilmişse de sonu ile ilgili bilgi yalnız yaratana has kılınmıştır. Bunu kimsenin bilmesine imkân yoktur.

İSLÂMA HAS BİR ÂİLE TİPİ VAR MIDIR? İSLÂMÎ ÂİLENİN ÖZELLİKLERİ NELERDİR?

Biri diğerinin sonucu olması bakımından aynı şeyleri anlatmış olacakları, ya da birinin cevabı içerisinde diğerininki de bulunacağı için, bu iki soruyu birlikte cevaplamayı uygun görüyoruz.

Bilindiği gibi sosyoloji; tarihi gelişmeler, sosyal ve ekonomik etkiler sebebiyle oluştuğunu ve geliştiğini varsaydığı çeşitli âile tiplerinden söz eder: Klan Aile, Zadruga Ailesi, Pedersahi Aile, Modern Aile ve Modern Aile ya da Çekirdek Aile gibi.

Sosyoloji ile uğraşanlar, Klan Aile tipini en ilkel ve en geniş âile olarak değerlendirir. Bugün için modern âile dedikleri Çekirdek Aile ise, en gelişmiş âile tipi olarak kabul edilir. "Bu gün için " diyorum; çünkü ölçü insan aklı olunca, yarının moderni ve en güzeli elbette daha değişik olacaktır. Zaten Klan Aile tipinden hareketle modernleşme yolunda durmadan küçülen âile,1917 Bolşevik Ihtilâli ile iyice küçültülmüs ve çocuklar da âileden koparılarak âile sadece karı-kocadan oluşur hale indirgenmiş, onların da karşılıklı sorumlulukları azaltılmış ve bağlılıkları âdetâ pamuk ipliği gücüne indirilmiştir. Yani Klan Aile tipi aşırılığının bir ucunu oluşturursa, bu tür bir Çekirdek Aile de diğer ucunu oluşturur denebilir.

İSLAM'A GÖRE KARABORSANIN HÜKMÜ NEDİR?

İslam hukukuna göre piyasayı serbest bırakıp ona müdahale etmemek gerekir. O, arz ve talebe göre kendi kendini ayarlayacaktır. Bunun için Peygamber (sav)'in zamanında piyasa oynayıp fiyatlar anormal bir şekilde yükselince, Peygamber (sav)'in duruma müdahale etmesi istendi ise de müdahaleyi uygun görmeyerek şöyle buyurdu: "Fiyatları tesbit eden, darlığğı ve bolluğu veren ve rızıklandıran Allah'dır" (et-Termizi). Ancak suni pahalılık yaparak fiyatlarla oynayan olduğu ve amme maslahatı işe müdahale etmeyi gerektirirse, o zaman müdahale etmek narh koymak caizdir. Buna muhalefet etmek de caiz değildir (el-Hidaye). Bunun ilçin karaborsa muameleleri ammeye zarar verdiğinden tasvip edilemez.

16 Şubat 2011 Çarşamba

İSLAM'A HİZMET ETMEK GAYESİYLE OKUDUĞUNU SÖYLEYEN BİR BAYAN BAŞÖRTÜSÜNÜ ÇIKARTARAK OKUYA BİLİR Mİ?

Bilindiği gibi Nur suresi'nin 31. Ve ahzab suresi'nin 33, 53 ve 59'uncu ayetlerinde kadınların örtünmeleri, vücutlarının zinet yerlerini yabancılara göstermemeleri emredilmektedir. Bu konuda birço hadis vardır. Ama bu hadisleri burada nakletmeye lüzum görmüyoruz.

Kadının bütün vücudunun avret olup olmadığı husus da mezhepler arasında ihtilaflıdır. Şafii ve Hanbeli mezheplerine göre kadının istisnasız tüm vücudu avret kabul edildiği halde Hanefi ve Malıki mezheplerinde eller ve yüzün fitne korkusu olmadığı takdirde avret olmadığı belirtilmiştir (Kitabu'l-Fıkh ala mezabili'l Erbaa, Sabuni, Tefsiru Ayat'il-Ahkam).

Tedavi gibi bazı zaruret hallerinde yabancı birisi bir kadının avret kabul edilen bir uzvuna zaruret miktarınca ve tedavinin gerektirdiği mahalli geçmemek şartıyla bakabılir (el-Merginanı, el-Hidaye). Allah Kur'an-ı Kerim'de kadınların vücutlarını örtmelerini emredip başkalarına gösdermelerini yasakladığına göre onların avret mahallerini yabancıların görebileceği şekilde açmaları haramdır. Zaruret olmadıkça avret sayılan bir uzvun tamamını ya da bir kısmını açamazlar.

Zaruret, yasak bir şeyi yapmadığı takdirde helakı veya helake yaklaşmayı gerekli kılan şeydir (Suyuti, el-Eşbah ven-Nezair). Ali Haydar Mecelle Şerhi'nde zarureti aynen şu şekilde tarif etmiştir: "Zaruret; memnu tenavül etmediği takdirde helakı müstelzim olan haldir" (Ali Haydar, Dürerü'l-hakkam şerhu Mecelletü'l-Ahkam).

Buna göre İslam'a hizmet etmek gayesiyle de olsa İslam'a taban tabana zıt düşen, kadının namahrem yerlerini ve avretini açmaya zorlayan okullarda okumanın zaruret kabul edilmesi mümkün değildir. Ayrıca kadınların mutlaka bilmesi gereken şeyleri avretlerini açmayı gerektirmeyen okul ve kurslardan öğrenmeleri pekala mümkündür. İslam hizmeti böyle bir yol ile ifa edilmez. Ayrıca İslam tarihi hiçbir resmi tahsili olmadığı halde kendisini özel olarak yetiştirip İslam'a ve ilme hizmet eden kadınlarla doludur. Şüphesiz kadınların avret açma ve ihtilat gibi İslam'ın yasakladığı şeyler olmazsa okutulmaları gerekli ve okumaları zaruridir, bunda büyük faydalar da vardır. Ama bu haramı işlemeyi tecviz edemez. Bilindiği gibi "Zararları gidermek maslahatları celb etmekten evladır." Diye meşhur bir fıkıh kaidesi vardır. İslam'ın yasaklara gösterdiği itina emirlere gösterdiği itinadan daha büyüktür. Hz. Peygamber bir hadisinde:

"Ben size bir şey emrettiğim zaman ondan gücünüzün yettiği kadarı yapınız. Bir şeyden nehyettiğim zaman da ondan kaçınız" buyurur.

Bundan dolayı meşakkatıdefetmek için vacibi terk etmek caizdir, ama günahları, özellikle büyük günahları işlemekte müsamaha yoktur. Bezzazı'nin ifadesine göre avret yerini örtecek bir şey bulamayan kimse nehir kenarında da olsa istincayı terk eder. Çünkü yasak emre tercih edilir. Kadına gusül gerekse ve erkeklerden gizlenecek bir yer bulamazsa guslü terkeder (İbnu Nüceym el_eşbah ve'n-Nezair).

Demek oluyor ki bir haramı işlememek için farz bile terkedilir. O halde sadece umulan bir maslahat için nassların haram kıldığı bir şeyin işlenmesi tecviz edilemez. Bize göre bu her okul için aynıdır. Müslümanların kadınların başlarını açabilmeleri için İslam'ın hükümlerini zorlayacakları yerde, kadınların İslami kıyafetler içerisinde okuyabilmelerinin çarelerini araştırıp bu yolda gayret sarfetmeleri gerkir.

İSLAM VE AVRUPA TOPLULUĞU

Avrupa Topluluğu dış görünüşü itibariyle dinî esaslara dayanmayan (seküler) bazı devletlerin, iktisadî, hukukî, ileriye doğru askeri ve beşeri sahalarda güç birliği ve organizasyonu olarak görülüyor. Din, kültür, örf ve âdet unsurları, en azından resmî düzeyde ve şimdilik öne çıkarılmıyor. Ancak fertlerin lâik olamayacakları hesaba katılır ve bu organizasyonun aynı zamanda fertler arası ilişki oluşturacağı düşünülürse, Sâfi akademik bir değerlendirme ile bunun müslümanlar için kabul ve cevaz düzeyi ne olabilir? Işte biz; ayetler, hadisler ve onlara dayalı yorumlar ışığında bunu ortaya koymayı deneyecegiz.

Fertlerde dini duyguların tamamen silinemeyeceğine göre, bu devletlerde yaşayan halkların birbirleriyle olan ilişkilerin dinüstü (seküler) bir açıdan değerlendireceklerini sanmak, insanın tabiatina zittir. Idari mekanizmalardaki insanlar, farz-ı muhal, böyle bir iyi niyete kapılsalar dahi, tarihin hiç bir döneminde gerçekleşmeyen bu ideal bu gün de gerçekleşecek görülmüyor. Çünkü·ne Müslümanlık ne de Yahudilik ve Hiristiyanlık karşı dine bu kadar taviz verebilir. Öyleyse devlet düzeyinde olmasa dahi alt organizasyonlar ve fertler düzeyinde ideolojik çatısmanın olacağı ve bir tarafın hakimiyeti ve diğerini asimile çabaları, ya da parçalanma mukadder gibi görülüyor.

İş biraz da kelle sayısına bağlı olunca Yahudi ve Hiristiyan kültürü açısından avantajli bir durum bulunduğu için, onlar kesin bir galibiyet beklentisi içerisinde buna göz yumuyor görülebilseler de, mes'elenin müslümanlar açısından hiç de öyle olduğu söylenemez. Nitekim geçtiğimiz hafta bu söylediklerimizin en açık kanıtını en yetkili ağızlardan duymuş olduk. Ve bu düşüncede olanların yanılmadıkları anlaşılmış oldu. AT Komisyon Başkanı Jacques Delors (Jak Delör) Avrupa Konseyi Parlementerler Meclisinde (26.9.1989 Salı) günü yaptığı ve topluluğun "Hiristiyan Birliği olduğunu" belirterek, genişlemeyi ve yeni üye alımını düşünmediklerini söylediği konuşmasına şunları ekledi:

"Kanaatime göre Roma anlaşması bir, "Avrupa Toplum Modeli" ortaya koymaktadır. Bu, bildiğimiz gibi "müşterek değerler" ile ekonomik ve sosyal ilişkilerle ilgili geniş ölçülü bir kavramdır. Bu kavram, insan ile toplum arasında bir denge sağlayan filozofinin eski temeline dayanmaktadır. Tarihçi Ferdinand Braudel bu Avrupa'nin, "Hiristiyan dini ile akilci düşüncenin" birleşmesinden doğacağını söyler. Böyle bir Avrupa'nın doğması, kıtada aynı kaderin paylaşılması, toplumsal devrim ve sosyal eşitlik anlayışına bağlıdır" (Günaydın, 26.9.89).

Ertesi gün bir başyazarımız bu konuşmayı yorumlayan yazısında: "Müslüman! Türkiye, hiristiyanlaşıp Avrupa'nın ortak değerlerini kabul etmedikçe AT'a giremezsin" cümlesi bu güne dek bu kadar açık ifade edilmemişti" diye yazdı (Fehmi KORU, Zaman, 27.9.89). Belki de bundan daha önemlisi, aynı yetkili tarafından "Bulgaristan'daki etnik ve müslüman azınlığın durumu" başlıklı rapor bu konuda açıkça Türkiye'yi suçluyor ve Bulgaristan'ın adeta masum olduğunu, içerisindeki etnik azınlıkların Türkiye tarafından kışkırtılması ile karşı karşıya bulunduğu iddiasını içeriyordu. Ve parlamentodan, oy çokluğuyla kabul gördü. Bunu da, kanaatimize göre Bulgar halkının temelde Hiristiyan olmasından, yani Haçlı zihniyetinden başka bir şeyle izah etmek mümkün gibi görülmüyor.

Müslüman için Kur'ân, Allah (cc)'ın Kitabıdır ve doğruluğunda şüphe yoktur. Kur'ân'ın daha ilk suresinde yer alan ve müslümanın günde on yedi ile kırk defa tekrarlaması istenen su ayet bile, onun müslüman olarak diğerleriyle bir arada bulunmasının mümkün olmadığını anlatmaya yeter: "Ya Rab, bizi gazap ettiklerinin (Yahudilerin) ve sapıkların (Hiristiyanların) yoluna sokma" (K. Fâtiha (1) 7). Bu denli tekrarlanan bu cümlenin, hele anlamını bilerek söyleyen "Müslüman Adam"in ruh derinliklerinde imanın ötesinde oluşturacağı şartlı refleks bile buna mani olmaya yeter. Allah (cc)'ın müslümandan bu ahitleşmeyi (misaki) her gün bu sayıda alması ile onun. AT gibi bir organizasyona girmeyi kabullenmesi arasında açık ve net bir çeliski vardır.

AT'na dahil digr bütün ülkelerin Hiristiyan ülkeler olmasına karşılık, yine bu ülkelerde çok etkili düzeyde ekonomik ve kültürel Yahudi gücünün mevcut olması, bizim onları Yahudi ve Hiristiyan diye nitelememize sebep teskil ediyor. Hatta belli bir irka has görüldüğü için diğer milletlere "teblig" (misyonerlik) özelliği bulunmayan Yahudiliğin, "Allah tüm milletleri Yahudilere hizmet edecek merkepler olarak yaratmıştır" inancından hareketle, dini tebliğ yerine Siyonizm ülküsü için Masonluğu kullandığı ve bu yolla Hiristiyan devletlere dahi damgasını vurduğu inkâr edilemez... Imdi, kendi kitabında; "iman edenlere en şiddetli düşman olanların, Yahudiler ve müşrikler olduğunu görürsün..."(K. Maide 5/82) beyanını okuyan "Müslüman Adam", buna inanacağına göre, onlarla beraber olması için ya onlann kendi dinlerini ve inançlarını terketmeleri, ya da kendisinin terketmesi gerekeceğini, birincinin hiç mümkün görünmediğine göre ki, bunun en güzel örneği beşyüz yıldan beri içimizde yaşayan azınlık Yahudilerdir- ikinci durumda da onların inancı gereği"onlara hizmet edecek merkep" durumuna düşeceğini bilir. Ya da şu hadis-i şerifin sözünü ettiği günün geldiğini anlar: "Sizler, sizden önceki milletlerin yollarına adım adım, karış karış gireceksiniz. Hatta onlar gidip bir keler deligine girseler siz de gireceksiniz. "Yahudi ve Hiristiyanları mı demek istiyorsunuz?" diye sordular, ya kimi olacak? diye buyuruldu." (Buhari, Enbiyâ 50; Müslim, ilim 6)

İSLAMA HÜCUM EDEN BAZI GAZETELER KUPONLA KİTAP VB. ŞEYLER VERİYORLAR. BUNLARI ALMAMIZDA BİR MAHZUR VAR MIDIR?

Meselenîn iki yönü vardır.

1: Gazete kuponuyla herhangi bir şeye sahip olmak. Filân şahıs gazetesini şu kadar gün para verip satın alanlara ayrıca falan eşyayı da vereceğini söyler ve bunu kuponla teşvik ederse, buna kimse bir şey demez, alınacak şey de helal olur. Bunu verenin müslim, ya da gayr-i müslim olması da bir şey değiştirmez. Hattâ o filân şahıs bunu her kupon getirene değil de getirenler arasında çekilecek kurrada çıkanlara vereceğini söylese de bunda bir mahzur olmaz. Çünkü herkes verdiği para karşılığında gazetesini almıştır. Kurradan çıkan tamamen karşılıksız çıkmıştır.

2. Meselenin diğer yönü çok ince düşünmek (takvâ ya da verâ derecesinde)ve "kötülük ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın"(K. Mâide (5) 2) âyetine uyarak bu tepkiyi dahi ibâdete çevirmektir. Çünkü onlar kazandıkları her kuruşu Islâmı, yoketmek için kullanıyorlar. Herhalde onlara karşı alınması gereken ilk tavır, gazetelerini almamak suretiyle, onların güçlerine güç katmamaktır. Varsın aynı kitabı biraz daha pahalıya almış olsun.

İSLAM HUKUKUNDA RÜŞVET'İN DURUMU (İBN NÜCEYM)

Bir müddet geçtikten sonra bile olsa HAK'kı zafere erdiren, doğruluğu gâlip getiren, yalancıları rezil eden, hakta adaleti yayan ve bâtıla götürenleri engelleyen Allah'a hamdolsun. Peygamberlerin en şereflisine, onun ehl-i beytine, ashabına, hepsine salât ve selâm olsun.Imdi bu; rüşvet ve kısımları, bu meyanda kadı'nın (hâkimin) alması câiz olan ve olmayan, helâl olan ve haram olan rüşvet hakkında, rüşvetle hediye arasındaki fark ve rüşvet olarak alınan bir şeye sahip olunup olunamayacağı, ceza olarak uygulanan ta'zirin teşhir edilip edilemeyeceği hususlarında kısa bir risâledir.Günümüzde bununla ilgili bir fetvâ hadisesi olup ta Hanefilerden birisi kadıya (Hâkime) verilen rüşvetin de emir'e (hükümet yöneticisine) verilen rüşvet gibi olduğunu zannederek, nakledilegelen nasların hilafına cevap vermesi üzerine, bizi sevenlerden bazılarının teşviki, beni bunu yazmaya sevketti. Allah'tan, rızasına muvafık kılmasını dilerim.Rüşvet'in lugat ve istilahî olmak üzere iki mânâsı vardır. Lugattaki manası, "cu'l", yani yerine savaşan gaziye, ya da işçiye verilen şey demektir. Kâmus'ta: Rüşvet (sin ile) cu'l demektir. Çoğulu "Rusan" ve "Risen" gelir. "RASA" (Fiil olarak) cu'lu onaverdi. "IRTESA" onu aldı ve "ISTERSA" istedi demektir, deniyor. El-Misbâh'ta ise: "Rişvet" (kesre ile): Kendi lehine hükmetmesi, ya da istediğine ulaştırması için kişinin hâkime, ya da başkasına verdiği şeydir. Çoğulu "Rişan" gelir. Tıpkı "Sidratün"ün çoğulu "Sider" olduğu gibi. Dammeli olarak "Rüşvet" şekli de kullanılır. O takdirde çoğulu "Ruşan" gelir. (KA-TE-LE) babından olarak, "Rasevtühü-Rasven", ona rüşvet verdim, demek olur. "'Irtesâ" rüşvet aldı demektir. Aslı "Rasâ-el-Ferhu" ifadesindendir ki, kuş annesinin kendisini yedirmesi için kafasını uzattı manasınadır, deniyor. E1-Mu'rib'te de: "Rişve" ve "rüşvet", Cemileri er-Rusa; "Rasâhu" Yani ona rüşvet verdi. "Irtesâ" ondan aldı, fiilindendir, denmekle iktifa ediliyor.Istilahta ise, el-Misbâh'taki gibi tarif edilir.Sünnet'te ise rüşvetin haramlığı hükmüne delâlet eden bir çok hadîs-i şerif vardır. Bu meyanda:(Allah'ın lâneti rüşvet verenin ve alanın üzerine olsun:) (Hükümde rüşvet verene ve alana Allah lânet eylesin.) (Rüşvet verene de, alana da, aralarında rüşvet için aracılık yapana da Allah lânet eylesin.) hadîs-i şeriflerini zikredebiliriz.Rüşvetin kısımlarına, haram olanına ve haram olmayanına gelince : Kâdî Hân, fetvâlarının el-Kâdâ bahsinde der ki :"Rüşvet dört türlüdür. Bir çesidi vardır ki, her iki taraf içinde haramdır. Kadıyı (yani hâkimligi) rüşvet ile olsa, bu adam hâkim olamaz. Bu durumda rüşvet, alana da, kadıya da haram olur. Bu bir ikincisi, kendi lehine hüküm vermesi için hâkime rüşvet verse, bu rüşvet de her iki taraf için haramdır. Hüküm ister bi-hakkın verilmiş olsun, ister olmasın, değişmez.Diğer bir şekli: Malının ya da canının.telef olacağı korkusuyla rüşvet verse, bu rüşvet alana haramdır ama, verenin vermesi haram değildir. Yine malında gözü olana, malının bir kısmını rüşvet olarak verip; kalanını kurtaranın durumu da böyledir.Bir diğer şekli: Devlet idarecilerinin nezdinde işini takip etmesi için rüşvet verse, veren için vermesi helâldir ama, alan için alması haramdır. Bu durumda verdiği rüşvetin alana da helâl olabilmesi için; veren, alanı, rüşvet vermek istediği miktarla, bir gün geceye kadar ücretle tutar. Çünkü bu nevi icâre sahîhtir. Sonra müste'cir (ücretle tutan) dilerse onu yaptıracağı bu işte, dilerse başka işte çalıştırır. Bu, devlet idarecisi nezdinde işini takip etmesi için rüşveti önceden verirse böyledir. Hiç rüşvet adı etmeden işini takip etmesini istese ve işi olduktan sonra rüşvet verse durum ne olur? Bunda ihtilâf vardır. Alanın alması helâl olmaz diyenler varsa da, sahîh olan, helâl olur diyenlerin görüşüdür. Zira, bu, bir nevi iyilik, mükâfaat ve ihsandır. Aynen imâma ya da müezzine, şart koşmadan bir şey vermek gibidir. Hâkimin rüşvet alması helâl olmadığı gibi, hâkim olmazdan önce kendisine hediye vermek âdeti olmayan yabancıdan hediye alması da câiz değildir. Borç ve iare de hediye gibidir.Fıkıh kitaplarının vasiyyetler bölümünde fukaha; kişinin canını ve malını zûlümden kurtarmak için, kendi hakkında verdiğin rüşvet olmayacağını, başkasında olan malını çıkarabilmek için sarfettiğinin ise rüşvet olacağını söylerler. elHulâsa adlı kitapta denir ki : Hâkim rüşvet alıp hüküm verse, ya da hüküm verdikten sonra rüşvet istese ve hâkimin oğlu veya onun için şehadeti kabul edilmeyecek birisi alsa, hüküm nâfiz olmaz. Ancak tevbe eder ve aldığını geri verirse, verdiği hüküm sahîh olur.el-Akdiye'de de şunlar vardır: Hediyeler üç türlüdür: Verene de alana da helâl olan: Mücerred sevgiden dolayı verilen hediyeler gibi. Ikincisi, her iki tarafa da haram olan: Yaptığı zulümde, kendisine yardım için verilen hediye gibi. Üçüncüsü, verene vermesi helâl olan : Zalime, zûlmünü def etrnek için verilen hediye gibi. Bu alana haramdır.Bu hususta çıkış yolu şöyle dir : Işini gördüreceği adamı iki üç gün gibi bir zaman ücretle tutar. Sonra -eğer yaptıracağı iş, meselâ bir mesaj götürmek gibi, ücret vermenin câiz olduğu bir iş ise- onu bu işte çalıştırır. Ama çalıştıracağı süreyi tayin etmezlerse,bu câiz değil dir.Bütün bunlar şartlı olursa böyledir. Ama hediye şartsız olarak verilse ve fakat alan, kendisine; devlet dairelerinde ona yardım etmesi için hediye verdiğini kesinlikle bilse, ulemâmız bunda bir beis olmadığı görüşündedirler.Her hangi bir ön şart olursa böyledir. Ama hediye şartsız olarak verilse ve fakat alan, kendisine devlet dairelerinde ona yardım etmesi için hediye verdiği kesinlikle bilse, ulemâmiz bunda bir beis olmadığı görüşündedirler.Herhangi bir ön şart ve bekleyiş olmaksızın ihtiyacını giderse ve ondan sonra hediye verse, bunu kabul etmekte bir beis yoktur. Bu hususta almanın hoş olmayacağına dair Ibn Mes'ûd'dan rivayet edilen haber, takvânın ileri derecesini bildirir. Bu husus Bezzâziye'de de aynıdır.Hâkim bir tutanak yazsa veya bir taksim işini üzerine alsa ve bunları yaptığı için ecr-i misil istese hâkkıdır Ama küçük bir kızın nikâhına veli olsa, herhangi bir şey alması helâl değildir. Zira kendisine vacip olan bir şeyi yapmıştır. Vâcip olan bir şeyi yapma karşılığında ücret almak ise câiz değildir. Yok eğer üzerine vacip olmayan bir şeyi yapsa ücret alması câiz olur .

Fetevây-ı Kâdîhân'da el-Bakkâlî'den naklen şöyle bir şey vardır: Birisi. bir bekâr kızın nikâhını (velisi olarak) akdettiğimde bir dinar alırım. Dul ise yarım dinar alırım dediğinde, kızın başka velisi yoksa. onun bunu alması helâl olmaz. Ama bir başka velîsi varsa biraz önce zikrettiğimiz hükme binaen aldığı helâl olur.Yetimin malını satsa da bir şey alamaz. Eğer alsa ve bey de de mezun olsa, alış verişi nâfiz değildir. Fethu'1-Kadîr'deki ifadeye göre, rüşvet dört kısımdır. Alana da verene de haram olanı vardır. Kazâ ve imâret makamlarını elde etmek için verilen rüşvet bu kabildendir. Bu şekilde iş başına gelen kadı olamaz. Ikincisi, kadının hüküm vermek için rüşvet alması durumudur. Bu da her iki taraf için haramdır. Rüşvet alarak hüküm verdiği hâdisede hükmü nâfiz (geçerli) değildir. Ister bi-hakkın, isterse bâtıl bir hüküm vermiş olsun, değişmez. Eğer haklı bir hüküm vermişse o, zaten ona vâcipti. Binaenaleyh, buna karşılık bir mal alması câiz olamaz. Bâtıl bir hüküm verdiği takdirde ise, durum daha da açıktır. Önceden rüşvet alıp hüküm vermesiyle, önce hüküm verip sonra rüşvet alması arasında da bir fark yoktur.Üçüncüsü, bir zararı def etmek, ya da bir menfaati celbetmek maksadıyla, devlet dairesinde bir işi halletmek için rüşvet almak halidir. Bu, alana haramdır ama, verene haram değildir.El-Akdiye'de hediye kısımlara ayrılırken bu, hediyenin kısımlarından olarak gösterilmiştir.Dördüncüsü, malına ve canına karşı korkusu olduğu kimseye, bu korkusundan kurtulmak için verdiği şeydir. Bu, veren için helâldir ama alan için haramdır. Zira müslümandan zararı def etmek vâciptir. Vâcibi yerine getirmek için mal almaksa câiz degîldir. E1 Kunye'de mahzurlu olan şeyler babında şöyle denir :Zalimler, halkın ormanlardan odun yapmasına, kendilerine bir şeyler verilmeksizin müsaade etmiyorlarsa, o şeyi vermek de,almak da haramdır. Zira verilen bu şey rüşvettir.Aynı yerde, âşıkların rüşvet olarak verdiklerinin de mülk edinilemeyeceği yazılıdır. Bu sağlam nakillerle anlaşılmış oldu ki, kadı'ya (hâkime) verilen rüşvet, her iki taraf için de haramdır. Ister hükümden önce olsun, ister sonra olsun, ister haklı bir hüküm vermesi istensin, ister bâtıl ile hükmetmesi istensin, hepsi eşittir. Yine anlaşılmış oldu ki, hakime verilen hediye de rüşvet gibidir; dolayısıyla her iki taraf için de haramdır. Meselâ bir adam, hâkime gelip bir miktar mal vererek, kendi lehine hükmettiği için verse, veren bir haram irtikâp etmiş olur. Binaenaleyh, hâkim bunu kabul etmese ve onu tâzir ile cezalandırmak istese bu, şu fıkhî kaideden dolayı onun hakkıdır: "Belli bir had cezası olmayan bir masiyeti işleyene ta'zir vâcip olur." El-Bedâye'de kaydedildiğine göre, ta'zirin vâcip olmasının sebebi, şeriatte tayin edilmiş bir haddi bulunmayan bir cinayeti irtikâp etmesidir. Bu cinayet ister Allah'ın hukukuna, isterse kul hukukuna karşı yapılmış olsun. Vücûbunun şartı ise, sadece akıldır. Binaenaleyh, belirli bir had cezası olmayan bir cinayeti irtikâp eden her akıllıya ta'zir uygulama salâhiyeti var mıdır? denirse, Câmi'ul-Fusûleyn ve daha başka yerlerdeki ifadeye dayanarak, evet vardır, deriz. Aleyhine hüküm veren kadı'ya, "Rüşvet aldın!" derse, kadı'nın ona ta'zir uygulama yetkisi vardır.Ta'zir cezasıni teşhir ederek uygulamak da câizdir. Çünkü bu da bir nevi ta'zirdir. Imâm Eba Hanife'nin, yalancı şahidlik yapan için, "Sokaklarda, toplulukların huzurunda teşhir edilerek ta'zir edilir. Başka cezası yoktur." sözü bunu gösterir. Imâmeyn ise acıtacak şekilde dövülüp hapsedileceğini söylerler. Fethu'l-Kadîr'de: "Imâm Azam'ın (Tâzir uygulamam) sözü, (Dövmem) manasında olmuş oluyor. Neticede ta'zirinde ittifak vardır. Şu kadar var ki, Imam ta'zir edilenin bu durumunu, sokaklarda teşhir ettirmekle iktifa etmiştir. Bu da bazan gizlice dövülmesinden daha ağır bir ceza olur. Imâmeyn ise, buna dövmeyi de ilâve etmişlerdir:" deniyor: Mesele, el-Inâye de ve başka kitaplarda da böylece izah edilmiştir. Teşhirin bir nevi ta'zir olduğunu ifade etmişlerdir. Binaenaleyh, kadı (hâkim), yalancı şahidi cezalandırmakta başkası için bir maslahat murad etse, bozguncuları men için ona ta'zir uygulama yetkisi vardı;. Çünkü ta'zir, kadı'nın görüşüne bırakılmıştır.Şöyle bir soru akla gelse: Acaba kadı'nın, ta'zirde yüzü karartma, ya da sakalının bir tarafını traş etme yetkisi var mıdır ? Çünkü bunlar "Müsle" (Uzvu keserek cezalandırma) kabilindendir. Bu ise yasaklanan bir şeydir. Evet yapabilir deriz. Zira bunlar müsle cinsinden değildir. Bunun ne olduğuna verilecek cevap, Hz. Ömer'in şu fiiline verilecek cevabın tâ kendisidir: Ibnu Ebî Şeybe'nin kendi senediyle rivayet ettiğine göre, Hz. Ömer (radıyallâhü anh) Şam diyarındaki valilerine, yalancı şahide kırk sopa vurulmasını, yüzünün karartılmasını, sarığının boynuna atılmasını, kafasının traş edilmesini ve hapsinin uzun tutulmasını yazmıştır. Abdurrezzak da Musannefinde: Hz. Ömer (radıyallâhü anh) yalancı şahidin yüzünün karartılmasını, sarığının boynuna atılmasını ve kabîleler arasında dolaştırılmasını emretti, diye rivayet eder. Fethül-Kadîr'de bunun "müsle" olup olmadığı görüşü cevaplandırılırken deniliyor ki: "Müsle" ancak uzuvları, ya da bedendeki uzuv gibi şeyleri kesmekle olur ve devam eder. Yıkamakla kaybolacak arazî şeyler "müsle" değildir. Ulemadan bazıları da Hz. Ömer'in bu yaptığı bir siyaset idi. Binaenaleyh, hâkim bir maslahat görürse, bunu yapma yetkisine sahiptir, diye cevap vermişlerdir. Fethul-Kadîr'de ise, buna karşı, "Hz. Ömerin Şam diyarındaki valilerine yazması, bu görüşü reddeder." den-miştir. Vurulacak sopanın kırka vardırılması, bunun siyaset olduğunun delilidir. Zira ta'zir, hadler derecesine vardırılamaz, denmesinin de bir manası yoktur. Zira bu, ihtilaflı bir meseledir. Alimlerden bunu câiz görenler vardır. Buna göre Hz.Ömer'in görüşünün de böyle olması câizdir. Buradan anlaşılıyor ki, siyaset, şer'î bir nas vârid olmaksızın hâkimin, umumun maslahati için yaptığı şeydir. Binaenaleyh, şayet hâkim, rüşvetin bu zamanda yaygın olduğunu göz önünde bulundurarak, bunu azaltmak maksadıyla, başın bu şekilde teşhir edilmesini umumun maslahatına uygun görürse, bunun için sevabı gerektiren bir iş yapmış olur. Isterse şer'î bir nas bulunmasın. Kaldı ki, yalan yere şahidlik yapanın durumu, buna asıl teskil eder. Her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah en iyisini bilir.

ISLÂM HUKUKUNDA BORÇLULAR ÜÇ KISIMA AYRILIR

Mâlî durumu iyi olup, borcunu ödemek istemeyenler; darda olup, ellerinde hiçbir malı olmayanlar; malı borcuna denk veya borcu daha fazla olanlar. Bu somuncunun vadesi gelen borçları ödenemiyor ve mevcut mal varlığı da borcu karşılayamıyorsa iflâs problemi ortaya çıkar.

Ebû Hanîfe'ye göre, borçlar mal varlığını aşsa bile, bir kimse borçları yüzünden hacr (kısıtlılık) altına alınamaz. Çünkü aklı yerinde olduğu için tam ehliyetlidir ve başarılı bir işletme ile mal varlığını çoğaltması mümkündür. Böylece onun tasarruf ve insanlık hürriyeti korunmuş olur. Ancak bu durumda kendisine borçlarını, ödemesi emredilir. Bunu yapmazsa, malını bizzat satıp borçlarını ödemesi için hapsedilir. Hâkim, borçlunun malını satamaz. Ancak, varsa paralarını ve borçların cinsinden olan mallarını alacaklılarına istihsân yoluyla verebilir. Borçluyu hapsetmenin sebebi, borcun vadesinde ödenmemesi yüzünden alacaklıların zarara sokulması ve onlara haksızlık edilmesidir (el-Meydânî, el-Lübâb, II, 20; ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l Islâmî ve Edilletüh, lV, 132).

Ebû Yûsuf, Imam Muhammed, Şâfiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'e göre, vadesi gelen borcu, mal varlığını aşan borçlular, alacaklıların isteğiyle hâkim tarafından hacredilir. Bu kimse iflâs etmiş sayılır. Mâlikîler bu durumda hacr için mahkeme kararını da gerekli görmezler. Hacirle, alacaklıların haklarına zarar verebilecek tasarruflar önlenmiş olur. Alacaklılar icâzet vermedikçe vakıf, hibe, sadaka, velâyet ve başkasına yeni bir borç ikrarı gibi tasarruflar muteber olmaz. Herhangi bir malı rayiç bedeliyle satmış olurlarsa, bedeli alacaklılara ait olur. Bu satış rayiç bedelin altında bir fiyatla olmuşsa alacaklıların icazetine bağlıdır. Alıcı da muhayyer olup, isterse bedeli tamamlar, dilerse akdi bozar (Ibn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, V, 101; AbdülKadir Şener, "Islâm Hukukunda Hacr", A.Ü.I.F. Dergisi, c. XXII, s. 339). Bu gibi tasarruflarda borçlunun ehliyeti, mümeyyiz küçük gibi olur. Alacaklılarına zarar verecek mâlî tasarrufları, onların icazetine bağlıdır. Bu tasarruflar hibe, vakıf gibi teberru kabilinden olsun veya kıymetinden daha az bir bedelle satmak yahut kıymetinden çok bir fiyatla satın almak gibi, satış bedelinde müsamahayı kapsayan ıvazlı akitlerden olsun müsavidir.

Hâkim, borcunu ödemeyen borçlunun mallarını satıp, bedelini alacaklılara bölüştürür. Satışa, önce bozulacak mallardan başlanır. Sonra telef olacaklar, daha sonra da gayri menkuller satılır. Ancak borçlunun ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin yiyecek, giyecek, mesken ve benzeri zaruri ihtiyacına ait şeyleri satamaz (Ibn Âbidîn, a.g.e, V, 103; Damad, Mecmau'l-Enhur, II, 443).

Ebû Hanîfe'ye göre, hâkim borçluyu 2-3 ay hapsettikten sonra, malı olduğuna dair belirti bulunmaz veya gerçekten yoksul olduğu ortaya çıkarsa, "Eğer borçlu darlık içinde bulunuyorsa ona, genişleyene kadar mühlet verin" (el-Bakara, 2/280) ayeti uyarınca serbest bırakır. Fakat alacaklılar, onu takip eder. Yeniden ödeme gücüne kavuşursa, bunu aralarında paylaşırlar. Ebû Yûsuf ve Imam Muhammed'e göre ise, yoksul borçlular yeni mal kazandığı sâbit olana kadar takip edilmezler. Çünkü yukarıdaki ayet onlara çalışıp kazanmak için bir mühlet vermeyi öngörmektedir (el-Meydânî, a.g.e, 21-23).

Ebû Hanîfe'nin borçlulara tanıdığı bu geniş hürriyet zamanla kötüye kullanılmış, borçlular mallarını alacaklılardan kaçırmak için muvazaalı olarak satış göstermiş, bir hayra veya çocuklarına vakfetmiş veya hibede bulunmuştur. Işte bu durum karşısında müteahhirûn (sonraki) fakihler borcu servetini aşmış kimselerin hacr altında olmasalar bile, alacaklılar razı olmadıkça vakıf ve hibe gibi tasarruflarının nâfiz (yürürlükte) olmayacağına fetvâ vermişlerdir. Kanunî ve II. Selim devirlerinde şeyhülislamlık yapan Ebussuud Efendi, sultana arzettiği maruzatında bu hususu açıkça belirtmiştir (Hamdi Döndüren, Delilleriyle Islâm Hukuku, Istanbul 1983, s. 144).

İSLAM HUKUKUNA GÖRE VAKIF OLAN ŞEYİ HERHANGİ BİR SURETLE SATMAK VEYA SATIN ALMAK CAİZ MİDİR?

İslam hukukuna göre herhangi bir yöne vakfedilmiş olan bir şeyi satmak ve satın almak caiz değildir. Sünnet bunu yasakladığı gibi icma'-ı ümmet de bunu yasaklamıştır. Bu hususta ihtilaf yoktur. İbn Ümer (ra) şöyle diyor: Ömer (ra) (Ravinin babası) Hayber arazisinden kendisine bir tarla isabet etti. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber'e (sav) gidip tarla için kendisiyle istişarede bulunup dedi ki: Ey Allah'ın Resulü, Hayber arazisinden bana bir tarla düştü. Şimdiye kadar ondan daha değerli bir şey elime geçmemiştir. Hakkında ne buyurursunuz? Hz. Peygamber (sav) buyurduki istersen onu haps –vakıf- edip tasadduk edersin. Bunun üzerine hz. Ömer (ra) satılmaması, hibe edilmemesi ve miras olarak kalmaması üzerine tasadduk etti. Fakirlere, hürriyete kavuşmak maksadıyla efendileriyle mükatebe akdini yapmış kölelere, mücahidlere, yolda kalmış olan kimselere, misafirlere verilmek üzere vakıf etti. Ona bakan kimsenin normal olarak ondan yemesinde beis yoktur. Yalnız ondan mülk edinmez (Tirmizi).

Vakıf edilen malın satılması ve satın alınmasının caiz olmadığında ittifak vardır. Ancak vakıf edilen maldan istifade edilemeyecek bir duruma gelirse –bir tarlanın şehrin ortasında kalması gibi- Hanefi ile Hanbeli mezheblerine göre daha iyisiyle değiştirilmesi caizdir. Çünkü vakfın gayesi vakıf edilen yöne yardım sağlamaktır. Faydası olmadığı halde onu tutup haps etmenin manası yoktur (İbn Abidin).

Hülasa Hanefi ile Hanbeli mezheplerinin ileriye sürdükleri mesele hariç İslam hukukuna göre vakıf edilen mal ne satılır, ne alınır. Şayet herhangi bir sebebden dolayı birisinin elinde vakıf malı bulunsa mümkün ise onu esas sahibine iade etsin. Mümkün değilse kirası ne kadar tutarsa vakıf edilmiş yöne versin veya harcasın.

İSLAM HUKUKUNA GÖRE PARANIN DEĞİŞMESİ VE BUNUNLA İLGİLİ HÜKÜMLER

1- Çağımızdaki ekonomik problemlerin en başta gelenlerinden ve dünya devletlerinin çoğunda bireyi de toplumu da etkileyenlerinden birisi de, şüphesiz "enflasyon' meselesi ve beraberinde getirdiği, paranın satınalma gücüne büyük ve tehlikeli düzeydeki etkisidir. Şöyle ki; enflasyon yüzünden satınalma gücü zayıflar, azalır ve sonuçta da bu; satım eşyası (mal), menfaatler ve hizmetler karşısında paranın değer kaybına yol açar. Nitekim çoğu ülkenin ekonomik politikasi, o ülkeyi, parasının değerini, diğer ülkelerin parasına veya altına oranla düşürmek zorunda bırakır ve uygun oranda düşürür. Bazan da bunun aksine, parasının değerini yükseltmek zorunda kalırve gerekli nispette yükseltir.Günümüzde bazı ülkeler, belirli bir ekonomik politika gereği, sınırları dışında parasının geçerliliğini yasaklamıştır. Netice olarak da başka herhangi bir ülkeye götürülmesine engel olmakta, eğer herhangi bir yolla çıkarılacak olursa, bu sefer de girmesini yasaklamaktadır. Bazı ülkeler de, kendi sınırları dahilinde altınla, ya da kendi parasından başka bir parayla muameleyi yasaklamıştır. Bu uygulama, aksine davranmak caiz olmayan ve aksi yönde yapılan her türlü ittifakın geçersiz sayılacağı, genel bir rejim olarak görülür. Bazı devletler de zaman zaman geçerli paralarını iptal eder ve terim olarak "para" kabul ettiği bir başka parayla değiştirir vs.Iktisadı politikalar açısından durum budur. Bireylerin muameleleri açısından ise; çoğu zaman kişi, acıdığı ve yardım etmek istediği için, belli bir meblağı, belirli bir zamana kadar bir başkasına verir. Gaye, onun ihtiyacını gidermek ve sıkıntısını bertaraf etmektir.Ödeme günü geldiğinde, borç veren görür ki, kendisine dönen meblağ, satınalma gücüne veya altına ve gümüşe, ya dâ, diğer paralara göre; ona karz olarak verdiğin, verdiği gündeki değerinden az, ya da çok fazladır, ya da çok azdır. Isterse rakamda ve nicelikte ona eşit olmuş olsun.Yine çoğu zaman bir tüccar, bir eşyayı, üzerinde anlaştıkları ileri bir zamanda. vadeli olarak ödemek üzere, belli bir para ile satın alır. Zaman gelip ödeme yaklaşınca, taraflardan herbiri, üzerinde anlaştıkları meblağın, satınalma gücü bakımından, ya da diğer paralara oranla kıymeti bakımından durumunun, akdi yaptıkları ve zimmete geçtiği andaki durumuyla değişiklik arzettiğine şahit olur.Ya da çoğu Islâm ülkelerinde âdet olduğu üzere koca, zevcesinin mehrinin bir kısmını, ya da tamamını zimmetinde borç olarak tutar ve ödeme günü ancak, ölüm, ya da ayrılma vakalarıyla gelmiş olur ki, buna "müeccel mehir" tabir edilir. Ama bu müeccel mehir pozisyonlarının hemen hemen hepsinde, işin gerçeği şudur : Mehir olarak kabul edilen ve kocanın zimmetinde borç olarak kalan bu nakdin, verilmesi gerektiği gündeki değerinde, zimmette sabit olduğu gündeki değerine oranla fahiş farklılıklar ortaya çıkmıştır.Bunlar üzerinde duracağımız meselenin sadece bazı şekilleridir. Bunun yanında sorunun sayılamayacak kadar kompleks yan meseleleri, tehlikeli sonuçları ve pek çok boyutları vardır ve değişik sahalarda bireyi, toplumu ve devleti ilgilendirmektedir. Ancak konunun bizi burada ilgilendiren yönü sebebi ve kaynağı ne olursa olsun - para durumlarının değişmesi halinde, malî muamelelerle ilgili olan tarafı ve bunun zimmetlerdeki borçlara etkisidir.Bu yön, gerçekte ve haddi zatında -özellikle bu asırda- çok fazla önem kazanmış ve son derece tehlikeli bir hal almış ise de, ana ilkeleri ve temel prensipleri itibariyle müslümanların muamelelerinde ve fıkıhlarında, geçen bin yıldan daha fazla zamandan beri bilinmekte olan bir şeydir.