6 Ağustos 2010 Cuma

Mûsâ -aleyhisselâm- ile Hızır -aleyhisselâm-

Firavun Kızıldeniz’de boğulduktan sonra Hazret-i Mûsâ      -aleyhisselâm-, kavmine çok fasîh, belîğ ve heyecanlı vaazlar vermeye başladı. Kavmi, Hazret-i Mûsâ’nın ilim ve mârifetteki derinliğine hayran kaldı; mest oldu. İçlerinden biri:
“–Ey Allâh’ın Peygamberi! Şu yeryüzünde Sen’den daha âlim bir kimse var mı?” dedi.
Hazret-i Mûsâ:
“–Böyle bir kimse bilmiyorum!” dedi.
O esnâda kendisine vahiy gelerek:
“İki denizin birleştiği yerde bir kulum var ki, ona has bir ilim (ledünnî ilim) vermişimdir. Ümmetinin seçkinlerinden biri ile ona git!” diye buyruldu.
Kendisine işâret edilen zât, Hızır -aleyhisselâm-’dı.
Hazret-i Mûsâ:
“–O zâtı nasıl bulabilirim yâ Rabbî?” diye niyâz etti.
Allâh -celle celâlühû-, zenbiline tuzlanmış ölü bir balık koymasını, bu balığın canlanıp denize atladığı, iki denizin birleştiği yerde Hızır’ı bulacağını bildirdi.
Mûsâ -aleyhisselâm-, rivâyete göre kız kardeşinin oğlu olan Yûşâ bin Nûn ile Hızır’ı bulmak için derhal sefere çıktı.
Âyet-i kerîmede bu hâdise şöyle bildirilir:

وَإِذْ قَالَ مُوسَى لِفَتَاهُ لَا أَبْرَحُ حَتَّى أَبْلُغَ مَجْمَعَ الْبَحْرَيْنِ أَوْ أَمْضِيَ حُقُبًا
“Bir vakit Mûsâ, genç adamına demişti ki:
«–Durup dinlenmeyeceğim; tâ iki denizin birleştiği yere kadar varacağım, yahut senelerce yürüyeceğim.»” (el-Kehf, 60)
Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, bu hâdiseyi ibret ve hikmet dolu noktalarıyla şu şekilde tasvîr eder:
“Ey kerîm olan kimse! Bu mânevî iştiyâkı, «Kelîmullâh» olan Hazret-i Mûsâ’da gör! Bak kelîm olan Mûsâ -aleyhisselâm- ne diyor:
«–Bunca makâma sâhip olduğum hâlde kendimde varlık hissetmiyorum. Daha öteler için rûhuma ışık tutacak Hızır’ı arıyorum.»
Mûsâ -aleyhisselâm-’ın Hızır’ı aramaya karar vermesi üzerine kavmi O’na dedi ki:
«–Ey Mûsâ, Sen kavmini bırakmışsın, Sen’den daha aşağı mertebede olan bir zâtın peşine düşmüşsün!
Hâlbuki Sen, «havf» ve «recâ»dan kurtulmuş bir peygambersin. Daha ne dolaşacak, ne kadar ve ne zamana kadar arayacaksın?
Aradığın Sen’de… Bunu Sen de bilirsin. Ey semâ kadar yüksek peygamber! Zemînde daha ne kadar dolaşacaksın?»
Mûsâ -aleyhisselâm- kavmine:
«–Ne olur, Güneş ile Ay’ın yolunu kesmeyiniz! Ben peygamberlik hilâliyim, Hızır ise velîlik güneşidir. Yâni benden üstün peygamberler var. Hızır ise, velîlerin en üst makâmındadır.» dedi.
Hazret-i Mûsâ devâmla:
«–Ben zamânın sultânı bir velî ile sohbet için iki denizin birleştiği yere gidiyorum.
Hakîkat ve mârifete ulaşmak için Hızır’ı vesîle kılacağım. Bunun için de uzun müddet sefer edeceğim. Tâ ki; O’na kavuşayım.
Himmet ve azîmet kanatları ile yıllarca uçacağım. Yıllar da ne demek, binlerce yıl gitsem, yine O’nu arayıp bulacağım. Bu yolculuk, o cevheri bulmağa değmez mi?» dedi.”
Mûsâ -aleyhisselâm- ve Yûşâ bin Nûn;
فَلَمَّا بَلَغَا مَجْمَعَ بَيْنِهِمَا نَسِيَا حُوتَهُمَا فَاتَّخَذَ سَبِيلَهُ فِي الْبَحْرِ سَرَبًا
“İki denizin birleştiği yere varınca, balıklarını unuttular. Balık, denizde bir yol tutup gitmişti.” (el-Kehf, 61)
Bir rivâyete göre, Yûşâ bin Nûn, beraberce mola verip Mûsâ -aleyhisselâm-’ın uyuduğu bir sırada balığın birden canlanarak denize atladığını görmüştü. Fakat bunu Hazret-i Mûsâ’ya söylemeyi unutmuştu. Mûsâ -aleyhisselâm- uyanınca da:
“–Haydi, yolumuza devâm edelim; belki daha çok yolumuz var!..” demişti.
Beraberce yola devâm ettiler. Uzun bir müddet gittikten sonra nihâyet bir ağaç altında oturdular.
فَلَمَّا جَاوَزَا قَالَ لِفَتَاهُ آتِنَا غَدَاءنَا لَقَدْ لَقِينَا مِن سَفَرِنَا هَذَا نَصَبًا
(Buluşma yerlerini) geçip gittiklerinde Mûsâ genç adamına:
«–Azığımızı getir! Hakîkaten şu yolculuğumuz esnâsında (epeyce) yorulduk.» dedi.” (el-Kehf, 62)
Yûşâ bin Nûn, birden hatırladı:
“–Ben onları balığın denize atladığı yerde unuttum!” dedi.
قَالَ أَرَأَيْتَ إِذْ أَوَيْنَا إِلَى الصَّخْرَةِ فَإِنِّي نَسِيتُ الْحُوتَ وَمَا أَنسَانِيهُ إِلَّا الشَّيْطَانُ أَنْ أَذْكُرَهُ وَاتَّخَذَ سَبِيلَهُ فِي الْبَحْرِ عَجَبًا
(63)
قَالَ ذَلِكَ مَا كُنَّا نَبْغِ فَارْتَدَّا عَلَى آثَارِهِمَا قَصَصًا
(64)
فَوَجَدَا عَبْدًا مِّنْ عِبَادِنَا آتَيْنَاهُ رَحْمَةً مِنْ عِندِنَا وَعَلَّمْنَاهُ مِن لَّدُنَّا عِلْمًا
(65)
(Genç adam:)
«–Gördün mü! Kayaya sığındığımız sırada balığı unuttum. Onu hatırlamamı, bana şeytandan başkası unutturmadı. O, şaşılacak bir şekilde denizde yolunu tutup gitmişti.» dedi.
Mûsâ:
«İşte aradığımız yer orası idi.» dedi.
Hemen izlerinin üzerine geri döndüler. Derken, kullarımızdan bir kul buldular ki, O’na katımızdan bir rahmet vermiş, yine O’na tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.” (el-Kehf, 63-65)
Tasavvuftaki “Ledün İlmi” ismini bu âyetten almıştır. Tasavvuf bilgisi, bir kısım ehil zevâta mahsustur ve onun özü zühddür; ihsân duygusuna vâsıl olabilmektir. Yâni bu ilim, kalbî hayatla ilgilidir. Bununla birlikte kişinin bu hususta, istîdâd ve kâbiliyeti kadar mes’ûliyeti vardır. Kul, kendi selâmeti için bu istîdâdı inkişâf ettirmeye mecburdur. Bu da nefsin tezkiyesi ve tasfiyesi ile mümkündür. Ledünnî ilim ise, tasavvuf içinde mânevî eğitim sonucu ulaşılan Hak vergisi (vehbî) bir ilimdir. Zâhirî bilgi ile elde edilemez. Nitekim Hızır -aleyhisselâm- için, Cenâb-ı Hak:
وَعَلَّمْنَاهُ مِن لَّدُنَّا عِلْمًا
“…Biz O’na kendimizden bir ilim öğrettik!” (el-Kehf, 65) buyurmaktadır.
Yine Bakara Sûresi’nde Allâh Teâlâ:
وَاتَّقُواْ اللّهَ وَيُعَلِّمُكُمُ الل
“…Allâh’tan ittikâ edin, Allâh size (ihtiyâcınız olan şeyleri) öğretir…” (el-Bakara, 282) buyurmuştur.
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’dan şöyle bir rivâyet vardır:
“İlm-i bâtın, Allâh -celle celâlühû- esrârından bir sır ve hikmetlerinden birtakım hikmetlerdir ki, o ilmi, kullarından dilediklerinin kalbine verir.” (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, II, 52)
Mûsâ -aleyhisselâm-, kendisine vahiy ile işâret edilen zâtı, bir kayanın üstünde hırkasına bürünmüş olarak buldu ve selâm verdi:
“–Ben Mûsâ’yım!” dedi.
Hızır -aleyhisselâm- da cevâben:
“–Demek Benî İsrâîl peygamberi olan Mûsâ sensin!” dedi.
Mûsâ -aleyhisselâm-:
“–Bana Allâh tarafından bildirilen, insanların en âlimi sen misin?” diye sordu.
Hızır -aleyhisselâm- cevâben:
“–Yâ Mûsâ! Allâh bana bir ilim vermiştir, o sende yoktur. Sana da bir ilim vermiştir, o da bende yoktur.” dedi.34
Mûsâ -aleyhisselâm-, Hızır -aleyhisselâm-’dan bu ilmi telâkkî etme arzusunu bildirdi. Zâhiren akılla anlaşılması mümkün olmayan, kendisine acâib ve garâibden görünen bazı hakîkatlerin hikmetini Hızır’dan öğrenecekti.
قَالَ لَهُ مُوسَى هَلْ أَتَّبِعُكَ عَلَى أَن تُعَلِّمَنِ مِمَّا عُلِّمْتَ رُشْدًا
“Mûsâ O’na:
«–Allâh’ın sana öğrettiği ilim ve hikmetten bana doğruyu bulmama yardım edecek bir bilgi öğretmen için sana tâbî olabilir miyim?» dedi.” (el-Kehf, 66)
Hızır -aleyhisselâm-:
قَالَ إِنَّكَ لَن تَسْتَطِيعَ مَعِيَ صَبْرًا
(67)
وَكَيْفَ تَصْبِرُ عَلَى مَا لَمْ تُحِطْ بِهِ خُبْرًا
(68)
“Dedi ki:
«–Doğrusu sen, benimle beraberliğe sabredemezsin. (İç yüzünü) kavrayamadığın bir bilgiye nasıl sabredersin?»” (el-Kehf, 67-68)
Bu sözlerle Hızır -aleyhisselâm-, Hazret-i Mûsâ’nın psikolojik durumu hakkında ilk keşfi yapmış, O’na bir bakıma kendini anlatmış oluyordu ki, bu tespit, sonunda gerçekleşecekti. Hazret-i Mûsâ’nın alacağı hisse, kendi yerini bilmek ve bir sabır dersi almaktı. Yâni Hazret-i Mûsâ’ya hâl lisânı ile:
“–Benimle beraberliğe sabretmek, senin elinden gelmez. Sen bu hususta mâzursun. Çünkü bu ilmin kemâli, henüz sana verilmemiştir.” demekteydi.
Mûsâ -aleyhisselâm-:
قَالَ سَتَجِدُنِي إِن شَاء اللَّهُ صَابِرًا وَلَا أَعْصِي لَكَ أَمْرًا
“«–İnşâallâh, beni sabredenlerden bulacaksın. Senin emrine de karşı gelmem!» dedi.” (el-Kehf, 69)
Hızır -aleyhisselâm-:
“–Eğer bana uyacaksan, ben sana sırrımı açmadıkça, hiç bir şey hakkında bana suâl sorma! Yâni tartışma şöyle dursun; sorup anlamak için bile sorma!” dedi.
قَالَ فَإِنِ اتَّبَعْتَنِي فَلَا تَسْأَلْنِي عَن شَيْءٍ حَتَّى أُحْدِثَ لَكَ مِنْهُ ذِكْرًا
(Doğrusu O sâlih kul):
«–Eğer bana tâbî olursan, sana o konuda bilgi verinceye kadar hiçbir şey hakkında bana suâl sorma!» dedi.” (el-Kehf, 70)
Ve o meşhûr yolculuğa çıktılar. Kur’ân-ı Kerîm âyetlerinde bu hikmet ve ibret dolu yolculuk şu şekilde anlatılır:
فَانطَلَقَا حَتَّى إِذَا رَكِبَا فِي السَّفِينَةِ خَرَقَهَا قَالَ أَخَرَقْتَهَا لِتُغْرِقَ أَهْلَهَا لَقَدْ جِئْتَ شَيْئًا إِمْرًا
(71)
قَالَ أَلَمْ أَقُلْ إِنَّكَ لَن تَسْتَطِيعَ مَعِيَ صَبْرًا
(72)
قَالَ لَا تُؤَاخِذْنِي بِمَا نَسِيتُ وَلَا تُرْهِقْنِي مِنْ أَمْرِي عُسْرًا
(73)
“Bunun üzerine yürüdüler. Nihâyet gemiye bindikleri zaman O (Hızır), gemiyi deldi.
Mûsâ:
«–Halkını boğmak için mi onu deldin? Gerçekten Sen (ziyânı) büyük bir iş yaptın!» dedi.
(Hızır:)
«–Ben sana, benimle beraberliğe sabredemezsin, demedim mi?» dedi.
(Mûsâ:)
«–Unuttuğum şeyden dolayı beni muâheze etme; işimde bana güçlük çıkarma!» dedi.” (el-Kehf, 71-73)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdular ki:
“Böylece Hazret-i Mûsâ’dan ilk unutma vâkî oldu. Bu sırada bir serçe gelip geminin kenarına kondu ve ardından su içmek üzere gagasını denize daldırdı. Bunun üzerine Hızır -aleyhisselâm- Hazret-i Mûsâ’ya:
«–Allâh’ın ilmi yanında senin, benim ve bütün mahlûkâtın ilmi, şu kuşun denizden gagasıyla aldığı su kadardır.» dedi.” (Buhârî, Tefsîr, 18/2-4)
فَانطَلَقَا حَتَّى إِذَا لَقِيَا غُلَامًا فَقَتَلَهُ قَالَ أَقَتَلْتَ نَفْسًا زَكِيَّةً بِغَيْرِ نَفْسٍ لَّقَدْ جِئْتَ شَيْئًا نُّكْرًا
(74)
قَالَ أَلَمْ أَقُل لَّكَ إِنَّكَ لَن تَسْتَطِيعَ مَعِي صَبْرًا
(75)
قَالَ إِن سَأَلْتُكَ عَن شَيْءٍ بَعْدَهَا فَلَا تُصَاحِبْنِي قَدْ بَلَغْتَ مِن لَّدُنِّي عُذْرًا
(76)
“Yine yürüdüler. Nihâyet bir erkek çocuğa rastladıklarında (Hızır) hemen onu öldürdü. Mûsâ dedi ki:
«–Bir cana karşılık olmaksızın mâsum bir cana nasıl kıyarsın?! Gerçekten sen fenâ bir şey yaptın!»
(Hızır):
«–Ben sana, benimle beraber (olacaklara) sabredemezsin, demedim mi?» dedi.
(Mûsâ:)
«–Eğer, bundan sonra sana bir şey sorarsam, artık bana arkadaşlık etme! Hakîkaten benim tarafımdan (ileri sürülebilecek) mâzeretlerin sonuna ulaştın!» dedi.” (el-Kehf, 74-76)
Bu sözü ile Hazret-i Mûsâ, artık özür dileyecek hâli kalmadığını anlatmak istemişti.
فَانطَلَقَا حَتَّى إِذَا أَتَيَا أَهْلَ قَرْيَةٍ اسْتَطْعَمَا أَهْلَهَا فَأَبَوْا أَن يُضَيِّفُوهُمَا فَوَجَدَا فِيهَا جِدَارًا يُرِيدُ أَنْ يَنقَضَّ فَأَقَامَهُ قَالَ لَوْ شِئْتَ لَاتَّخَذْتَ عَلَيْهِ أَجْرًا
(77)
قَالَ هَذَا فِرَاقُ بَيْنِي وَبَيْنِكَ سَأُنَبِّئُكَ بِتَأْوِيلِ مَا لَمْ تَسْتَطِع عَّلَيْهِ صَبْرًا
(78)
“Yine yürüdüler. Nihâyet bir köy halkına varıp onlardan yiyecek istediler. Ancak köy halkı onları misâfir etmekten kaçındı. Derken orada yıkılmak üzere bulunan bir duvarla karşılaştılar. (Hızır) hemen onu doğrulttu. Mûsâ:
«–Dileseydin, elbette buna karşı bir ücret alabilirdin!» dedi.
(Hızır) şöyle dedi:
«–İşte bu, benimle senin aramızın ayrılmasıdır. Şimdi sana, sabredemediğin şeylerin iç yüzünü haber vereceğim!»” (el-Kehf, 77-78)
أَمَّا السَّفِينَةُ فَكَانَتْ لِمَسَاكِينَ يَعْمَلُونَ فِي الْبَحْرِ فَأَرَدتُّ أَنْ أَعِيبَهَا وَكَانَ وَرَاءهُم مَّلِكٌ يَأْخُذُ كُلَّ سَفِينَةٍ غَصْبًا
(79)
وَأَمَّا الْغُلَامُ فَكَانَ أَبَوَاهُ مُؤْمِنَيْنِ فَخَشِينَا أَن يُرْهِقَهُمَا طُغْيَانًا وَكُفْرًا
(80)
فَأَرَدْنَا أَن يُبْدِلَهُمَا رَبُّهُمَا خَيْرًا مِّنْهُ زَكَاةً وَأَقْرَبَ رُحْمًا
(81)
“Gemi var ya, o, denizde çalışan yoksul kimselerindi. Onu kusurlu hâle getirmek istedim. (Çünkü) onların arkasında, her (sağlam) gemiyi gasbetmekte olan bir kral vardı. Erkek çocuğa gelince, onun ebeveyni mü’min kimselerdi. Bunun için (çocuğun) onları azgınlık ve nankörlüğe boğmasından korktuk. Böylece istedik ki, Rableri onun yerine kendilerine, ondan daha temiz ve daha merhametlisini versin!” (el-Kehf, 79-81)
وَأَمَّا الْجِدَارُ فَكَانَ لِغُلَامَيْنِ يَتِيمَيْنِ فِي الْمَدِينَةِ وَكَانَ تَحْتَهُ كَنزٌ لَّهُمَا وَكَانَ أَبُوهُمَا صَالِحًا فَأَرَادَ رَبُّكَ أَنْ يَبْلُغَا أَشُدَّهُمَا وَيَسْتَخْرِجَا كَنزَهُمَا رَحْمَةً مِّن رَّبِّكَ وَمَا فَعَلْتُهُ عَنْ أَمْرِي ذَلِكَ تَأْوِيلُ مَا لَمْ تَسْطِع عَّلَيْهِ صَبْرًا
“Duvara gelince, şehirde iki yetim çocuğun idi; altında da onlara âit bir hazîne vardı; babaları ise, sâlih bir kimse idi. Rabbin istedi ki,35
o iki çocuk güçlü çağlarına erişsinler ve Rabbinden bir rahmet olarak hazînelerini çıkarsınlar. Ben bunu da kendiliğimden yapmadım. İşte, hakkında sabredemediğin şeylerin iç yüzü budur!” (el-Kehf, 82)
Ebû Zer -radıyallâhu anh-’dan rivâyete göre duvar altındaki hazîneyle alâkalı olarak Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Allâh Teâlâ’nın kitâbında zikrettiği «kenz: hazîne» altından yapılmış düz, pürüzsüz bir levhadır ve orada şunlar yazılıdır:
«Kadere inandığı hâlde üzüntü ve bitkinlik içinde olana şaşarım. Cehennemi hatırladığı hâlde gülen kişiye de niçin güldü diye şaşarım. Ölümü andığı hâlde gaflette olana da şaşarım. Lâ ilâhe illâllâh, Muhammedün Rasûlullâh.»” (İbn-i Kesîr, Kısasu’l-Enbiyâ, s. 424)
Demek ki, başka ilimlerde öğrenmenin yarısını oluşturan suâl, bu ledün ilminde yasaktır. Burada talebenin nefsi, faâliyetten çok kâbiliyette hazırlanacaktır.
Meselâ, Mîmar Sinan’ın ilmî kudret ve kâbiliyeti, Süleymâniye Câmii inşâsında çalışan bütün sanatkârlardan üstündür. Bununla birlikte Sinan’ın, o câmîdeki bir mermerci ustası kadar mermer işleme sanatını bilmemesi, onun için bir kusur olamaz. Çünkü o sanatkârlar da Sinan’ın tâlimâtı altındadır. Mermer sanatını işleme inceliklerini ondan öğreneceklerdir.
Gerçekten, ülü’l-azm bir peygamber olan Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’ın, Hızır -aleyhisselâm-’a ledünnî ilmi tahsîl için gönderilmesi, çok câlib-i dikkattir. Mûsâ -aleyhisselâm- için, ledünnî ilmi bilen bir kişiden bu ilmi tahsîl etmek bir nakîse değildir. Bununla, Hazret-i Mûsâ’nın her şeyi bilen bir peygamber olmadığı, Allâh’ın ilminden kendisine verilmeyen daha nice ilimlerin bulunduğu anlatılmış olmaktadır. Ayrıca bu ilmin, kendisinden daha aşağı mertebedeki Hızır vâsıtası ile verilmesi de, peygamberlerin dahî ilâhî ilim karşısında acz içinde bulunduklarını bildirmektedir. Diğer bir hikmet de şudur ki, Hazret-i Mûsâ’nın ve Hızır’ın sâhip oldukları müşterek ilim, gelecek olan “Zü’l-Cenâhayn”in, yâni dünyâ ve âhiret ilmine sâhip olan Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kadrinin yüceliğini ve makâmının en mükemmel makâm olduğunu telkîn etmektedir.
Hızır -aleyhisselâm- kıssası, aklın, hâdiseleri ve vukûâtı, ancak sebeplerle düşünüp kavrayabildiği gerçeğini de çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Sebepler ve bahâneler kaldırılınca, akıl, acz içinde kalır ve hikmeti kavrayamaz.
Öte yandan, Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- şerîat sâhibi bir peygamberdir ve onu tatbîk ile mükelleftir. Hızır -aleyhisselâm- da, Allâh’ın kendisine vermiş olduğu ledünnî bir ilimle hareket etmektedir.
Mûsâ -aleyhisselâm-’ın Hızır -aleyhisselâm-’a îtirâzı, şer’î hudutları gözetme hassâsiyetinden kaynaklanmaktaydı. Zîrâ zâhirle mükellef olan Mûsâ -aleyhisselâm-, hâlin, yâni içinde bulunduğu zamanın ilmine vâkıftı ve hâdiseleri bu ilme göre muhâkeme ediyordu.
Ledünnî ilme sâhip olan Hızır -aleyhisselâm- ise, istikbâle vâkıf olduğu için Mûsâ -aleyhisselâm-’a kader tecellîlerini seyrettiriyordu. Dolayısıyla Hızır -aleyhisselâm-’ın davranışlarıyla, ona îtirâz eden Mûsâ -aleyhisselâm-’ın davranışları, ilm-i ilâhîde herhangi bir tenâkuz arz etmemektedir. Hızır -aleyhisselâm-, sâdece aklın muhâkeme şartlarını aşan bir ilmin îcaplarına göre hakeret ediyordu.
Demek ki, kâinâtta aklın hudutları dâhilinde kavranamayacak hakîkatler de bulunmaktadır. O hâlde hakîkat arayışında sırf akla istinâd etmek doğru değildir. Gözün bir mesâfeye kadar görebilmesi, kulağın da yine belli bir mesâfeye kadar işitebilmesi gibi, aklın da hâdiseleri ve hakîkatleri kavrayabilme hudûdu vardır. Aklın hudûdu aşılınca, idrâk mutlak bir acze düşer. Bu durumda gönlün Hakk’a teslîm edilmesi îcâb eder.
Nitekim İmâm-ı Gazâlî Hazretleri de, akılla ilâhî sırlara lâyıkıyla vâsıl olunamayacağı kanâatine vararak, aklın ötesine kalbî hayatla geçmenin zarûretini görmüş, ancak bu şekilde mutlak hakîkate vâsıl olunabileceğini ifâde buyurmuştur.
Gazâlî Hazretleri, “Tehâfütü’l-Felâsife” adlı eserinde, feylesofların felsefelerini çürüterek aklın âcizliğini ortaya koymuştur. Kendi mânevî hâlini de şu şekilde ifâde etmiştir:
“Aklımı gerdim; yırtılacak dereceye geldi ve onun bir noktadan sonra mutlak âcizliği ile karşılaştım. İdrâk ettim ki, ilâhî sırları kavramak için, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in rûhânî füyûzâtına nâil olmaktan başka çâre yoktur!
Hak Teâlâ’ya duâ ve ilticâlarda bulundum. Tefekkür, riyâzât ve zikir gibi mânevî terbiye netîcesinde rûhâniyet-i Rasûlullâh’a kavuştum ve kurtuldum.”
Nitekim Hızır kıssasındaki hâdiseler, akılla tahlîl edilirse;
Geminin delinmesi, zâhiren sâhiplerine karşı haksızlık ve zulümdür. Hakîkatte ise fukarânın geçim vâsıtası olan geminin zâlimler tarafından gasbına mânî olmaktır.
Yine zâhiren, gencin öldürülmesi, bir cinâyettir; hakîkatte ise, sâlih ve sâliha olan ebeveynin ve hattâ öldürülen gencin âhiret hayatlarının korunmasıdır.
Yine, kovuldukları bir köydeki yıkılmak üzere olan duvarın tâmir edilmesi, zâhiren mantığa terstir; hakîkatte ise, iki mazlum yetîme âit emânetin muhâfazasıdır.
Bu hâllerin sırları, ancak ledünnî (kalbî) bir ilimle ortaya çıkmaktadır. Bu sebeple kaderin sırrı, sırf akılla idrâk edilemez. Çünkü kaderi tam olarak kavramak, beşer idrâkinin üzerinde bir keyfiyettir.
Buhârî’de bu kıssa ile alâkalı olarak şu meâlde bir hadîs-i şerîf bulunmaktadır:
“Allâh İmrân oğlu Mûsâ’ya rahmet etsin! Eğer sabredebilseydi, daha nice acâib ve garâib hâdiseleri Hızır, O’na öğretecekti.” (Buhârî, Enbiyâ, 27; Ahmed bin Hanbel, V, 118)
Mevlânâ -kuddise sirruh-, ledünnî ilmin bir nasîb işi olduğunu ve buna nâiliyyetin ancak kalbî istîdâd ile murâd-ı ilâhiye bağlı bulunduğunu şu misâl ile ne güzel ifâde eder:
“Ya’kûb’un, Yûsuf’un yüzünde gördüğü fevkalâdelik, kendine mahsûs idi. O nûru görmek, Yûsuf’un birâderlerine nasîb olmamıştı. Kardeşlerinin gönül âlemi, Yûsuf’un hakîkatini görmekten ve anlamaktan uzak idi.”
“Rûhun gıdâsı aşktır. Canlarınki ise açlıktır.”
“Ya’kûb’da Yûsuf’un bir câzibesi vardı. Bundan dolayı, Yûsuf’un gömleğinin kokusu, O’na çok uzak bir yerden dahî ulaştı. Gömleği taşıyan kardeşi ise, o kokuyu duymaktan mahrûm idi.”
“Çok âlim vardır ki, irfandan nasîbi yoktur. İlim hâfızı olmuştur da, Allâh’ın habîbi olamamıştır…”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder