6 Ağustos 2010 Cuma

Medyenliler

Medyen, Akabe körfezinden Humus vâdîsine kadar uzanan bölgedir. Medyen adını, burada yaşayan bir kabîleden almıştır.
Medyenliler, sapıklık ve isyan yollarına düşmüşler, Allâh’a ibâdet ve itâati terk etmişlerdi. Putlara ve heykellere tapıyorlardı. Medyen’in kervan yolları üzerinde bulunması sebebiyle halk, ticâretle meşguldü. Ancak hîle yaygınlaşmış, bir sanat ve mârifet hâline gelmişti. Halk, kendileri için bir alışverişte bulunduğunda tartıyı fazla tutarlar, aldıklarını az gösterirler; başkalarına bir şey satarken ise, fazla ücret alıp eksik mal verir, hîle ile azı çok olarak gösterirlerdi. Hattâ alış için ayrı, satış için ayrı terâzi kullanırlardı.
Yine bu azgın kavim, insanların yollarını keser, onların mallarından bir kısmına el koyarlardı. Özellikle yabancı ve gariplerin mallarını çeşitli entrikalarla ellerinden alırlardı. Beşerî münâsebetleri, tamamen hîle, eziyet ve zulüm üzerineydi. Hak Teâlâ’nın verdiği bol nîmetlerin kıymetini bilip şükürlerini edâ etmezler, Allâh’a isyan etmek ve putlara tapmak sûretiyle son derece nankörlük ederlerdi. Kısaca Medyenlilerin inancı putçuluk; alışveriş esasları hîlekârlık ve en gözde meslekleri de vurgunculuktu.
Bütün ulvî esasların yıkıldığı Medyen’de tam anlamıyla îtikâdî, siyâsî, iktisâdî ve ahlâkî bir çöküntü vardı.
Medyenliler, böyle sefîh bir hayat içinde gâfilâne yaşarken Allâh Teâlâ onlara Şuayb -aleyhisselâm-’ı gönderdi. Hazret-i Şuayb, kendilerine güzel nasîhatlerde bulundu. Allâh’ın emir ve nehiylerini anlattı. Cenâb-ı Hakk’a şirk koşmamalarını ve yalnız O’na ibâdet etmelerini; alışverişte, ölçü ve tartıda haksızlık yapmamalarını; âhiret gününe îmân etmelerini ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmamalarını söyledi. Yüce Allâh’ın azâbının çetin, nîmetinin sayısız olduğunu bildirdi.

Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
وَإِلَى مَدْيَنَ أَخَاهُمْ شُعَيْبًا قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُواْ اللّهَ مَا لَكُم مِّنْ إِلَـهٍ غَيْرُهُ وَلاَ تَنقُصُواْ الْمِكْيَالَ وَالْمِيزَانَ إِنِّيَ أَرَاكُم بِخَيْرٍ وَإِنِّيَ أَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ مُّحِيطٍ
“Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı gönderdik. Dedi ki:
«Ey kavmim! Allâh’a kulluk edin! Sizin için O’ndan başka ilâh yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayın. Zîrâ ben sizi hayır (refâh ve bolluk) içinde görüyorum. Ve ben, gerçekten sizin için kuşatıcı bir günün azâbından korkuyorum.»” (Hûd, 84)
وَإِلَى مَدْيَنَ أَخَاهُمْ شُعَيْبًا قَالَ يَا قَوْمِ اعْبُدُواْ اللّهَ مَا لَكُم مِّنْ إِلَـهٍ غَيْرُهُ قَدْ جَاءتْكُم بَيِّنَةٌ مِّن رَّبِّكُمْ فَأَوْفُواْ الْكَيْلَ وَالْمِيزَانَ وَلاَ تَبْخَسُواْ النَّاسَ أَشْيَاءهُمْ وَلاَ تُفْسِدُواْ فِي الأَرْضِ بَعْدَ إِصْلاَحِهَا ذَلِكُمْ خَيْرٌ لَّكُمْ إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ
“…Dedi ki:
«Ey kavmim! Allâh’a kulluk edin, sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir mûcize gelmiştir; artık ölçüyü, tartıyı tam yapın! İnsanların eşyâlarını eksik vermeyin! Islâhından sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın! Eğer inananlar iseniz, bunlar sizin için daha hayırlıdır.»” (el-A’râf, 85)
يَا قَوْمِ اعْبُدُوا اللَّهَ وَارْجُوا الْيَوْمَ الْآخِرَ
“…Ey kavmim! Allâh’a kulluk edin ve âhiret gününü bekleyin!..” (el-Ankebût, 36)
Hazret-i Şuayb -aleyhisselâm- bu şekilde Medyen halkına hakîkatleri tebliğ ediyordu. Onları, kıyâmet gününü ve ilâhî hesâbı tasdîk etmeye dâvet ediyor ve orada fayda verecek ameller işlemeye teşvik ediyordu.
Hazret-i Şuayb -aleyhisselâm-, bilhassa alışveriş ve ölçüp tartmada yapılan hîleler husûsunda halkını dâimâ îkâz etmekteydi. Ayrıca eğer bu davranışlarından vazgeçip tevbe etmezlerse, kendilerine verilen bütün nîmetlerin geri alınacağına dâir ihtarda bulunuyordu. Allâh Teâlâ, bu kavme pekçok mal ve nîmet ihsân etmişti. Onlar ise tevbe edip şükredecekleri yerde hîle yapıp haddi aşmaya devâm ediyorlardı.
Şuayb -aleyhisselâm- nasîhatlerine devamla şöyle dedi:
وَيَا قَوْمِ أَوْفُواْ الْمِكْيَالَ وَالْمِيزَانَ بِالْقِسْطِ وَلاَ تَبْخَسُواْ النَّاسَ أَشْيَاءهُمْ وَلاَ تَعْثَوْاْ فِي الأَرْضِ مُفْسِدِينَ
“Ve ey kavmim! Ölçüyü ve tartıyı adâletle yapın; insanlara malları husûsunda haksızlık etmeyin; yeryüzünde fesatçılık çıkararak fenâlık yapmayın!” (Hûd, 85)
Bundan sonra Şuayb -aleyhisselâm-, ticâretin esaslarını belirledi. Bu, ölçü ve tartıyı tam tutmak ve normal kâra râzı olmaktı. Normal kârda, iş ve ticâret emniyeti, Allâh katında da kul hakkına riâyetin yüz aklığı vardı. Şuayb -aleyhisselâm-, öğütlerine devâm etti:
بَقِيَّةُ اللّهِ خَيْرٌ لَّكُمْ إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ وَمَا أَنَاْ عَلَيْكُم بِحَفِيظٍ
“Eğer mü’min iseniz, Allâh’ın (helâlinden) bıraktığı (kâr) sizin için daha hayırlıdır. Bununla birlikte ben üzerinize bir bekçi de değilim.” (Hûd, 86)
“Yâni yaptığınız kötü işlerden dolayı size ne cezâ verebilirim ne de sâhip bulunduğunuz nîmetlerin, nankörlüğünüz sebebiyle elinizden çıkmasına mânî olabilirim! Ben ancak bana bildirileni tebliğ ederim!”
Yukarıdaki âyet-i kerîmelerde Şuayb -aleyhisselâm-, kavmini şu beş husûsa dâvet etmekteydi:
1. Tevhîd ve yalnızca Allâh’a ibâdet.
2. Kendisinin peygamberliğini tasdîk.
3. Terâziyi tam tutmak, doğru ölçmek; hîle yapmamak.
4. İnsanların bütün haklarına riâyet. Gasb, hırsızlık, rüşvet, yol kesme vb. açık ve gizli bütün kötü fiilleri terk etmek.
5. Din ve dünyâ işlerinde fesat çıkarmamak.
Şuayb -aleyhisselâm-’ın dâvet ettiği bu beş esas, «Hâlık’a tâzîm, mahlûkâta şefkat ve merhamet» şeklinde de hulâsâ edilebilir. Zîrâ bu ölçü, tevhîd ve peygamberleri tasdîk ile bütün kul hakları ve yeryüzünde fesat çıkarmamak gibi hususları da içine almaktadır.
Şuayb -aleyhisselâm-’ın dâveti hayli etkili oldu. Çevrede büyük tesir uyandırdı. İnsanlar gruplar hâlinde ziyâretine geliyor, kendisine îmân ediyor ve bildirdiklerini yerine getiriyorlardı. Allâh’a ibâdet ederek, ticârette doğruluktan ayrılmıyorlardı. Ancak inanmayanlar da çoktu.
İnanmayanlar, bu hâle öfkeleniyor, normal kârı az görüyorlardı. Birbirlerini: “Normal kârla kimse zengin olamaz!” diyerek haksızlığa ve bâtıla teşvîk ediyorlardı.
Azgın kavim, peygamberlerine:
قَالُواْ يَا شُعَيْبُ أَصَلاَتُكَ تَأْمُرُكَ أَن نَّتْرُكَ مَا يَعْبُدُ آبَاؤُنَا أَوْ أَن نَّفْعَلَ فِي أَمْوَالِنَا مَا نَشَاء إِنَّكَ لَأَنتَ الْحَلِيمُ الرَّشِيدُ
“Dediler ki:
«Ey Şuayb! Babalarımızın taptıkları (putları), yâhut mallarımız husûsunda dilediğimizi yapmayı terk etmemizi Sana namazın mı emrediyor? Oysa Sen yumuşak huylu ve çok akıllısın!»” (Hûd, 87)
Burada “namaz”dan maksad, dindir. Çünkü namaz, dînin en şümûllü ve en büyük ibâdeti olarak âdeta dîni temsîl eder. Bu bakımdan namaz son derece mühim bir ibâdettir.
قَالَ يَا قَوْمِ أَرَأَيْتُمْ إِن كُنتُ عَلَىَ بَيِّنَةٍ مِّن رَّبِّي وَرَزَقَنِي مِنْهُ رِزْقًا حَسَنًا وَمَا أُرِيدُ أَنْ أُخَالِفَكُمْ إِلَى مَا أَنْهَاكُمْ عَنْهُ إِنْ أُرِيدُ إِلاَّ الإِصْلاَحَ مَا اسْتَطَعْتُ وَمَا تَوْفِيقِي إِلاَّ بِاللّهِ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَإِلَيْهِ أُنِيبُ
(Şuayb) dedi ki:
«Ey kavmim! Eğer benim, Rabbim tarafından (verilmiş) apaçık bir delîlim varsa ve O, bana tarafından güzel bir rızık vermişse buna ne dersiniz? Size yasak ettiğim şeylerin aksini yaparak size aykırı davranmak istemiyorum. Ben sâdece gücümün yettiği kadar ıslâh etmek istiyorum. Fakat muvaffakıyyetim ancak Allâh’ın yardımı iledir. Yalnız O’na dayandım ve yalnız O’na yönelirim.»” (Hûd, 88)
Şuayb -aleyhisselâm-, bu âyet-i kerîmedeki:
Size yasak ettiğim şeylerin aksini yaparak size aykırı davranmak istemiyorum.” ifâdesiyle: “Size ancak yaptığım şeyleri emrediyorum. Eğer sizi bir şeyden men ediyorsam, onu ilk terk eden kişi ben olurum.” demiş olmaktadır.
Tebliğde bu hassâsiyete sâhip olmak, Cenâb-ı Hakk’ın medhettiği mühim bir haslettir. Aksi şekilde davranmak ise şiddetle yasaklanmış ve zemmedilmiştir. Nitekim son zamanlarında İsrâîloğulları ulemâsı bu kötü huya yakalanmışlardı. Bu sebeple Allâh Teâlâ onlara hitâben:
أَتَأْمُرُونَ النَّاسَ بِالْبِرِّ وَتَنسَوْنَ أَنفُسَكُمْ وَأَنتُمْ تَتْلُونَ الْكِتَابَ أَفَلاَ تَعْقِلُونَ
“Kitâbı (Tevrât’ı) okuduğunuz hâlde, kendinizi unutup insanlara iyiliği mi emrediyorsunuz? (Yaptığınız işin kötülüğünü) düşünmüyor musunuz?” (el-Bakara, 44) buyurmuştur.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de, bu hususta şöyle buyurmaktadır:
“Kıyâmet günü bir adam getirilir ve cehenneme atılır.
(Ateşin harâretiyle)
karın bölgesinde bulunan bütün muhteviyât
(bağırsaklar, böbrekler vs.)
dışarı çıkar. Bu adam eşeğin değirmen etrafında döndüğü gibi dönmeye başlar. Cehennem ehli toplanarak:
«–Ey falan, sana ne oluyor? Sen bize iyilikleri emredip kötülüklerden sakındırmaz mıydın?» derler.
Adam şöyle cevap verir:
«–Evet, ben size iyiliği emrederdim, fakat kendim yapmazdım. Sizi kötülüklerden sakındırırdım, ancak onları kendim yapardım.»” (Müslim, Zühd, 51/2989)
Şuayb -aleyhisselâm- bu ölçüler ışığında bıkmadan usanmadan tebliğine devâm ediyordu. Fakat azgın kavim, Şuayb      -aleyhisselâm-’ın bu tavsiye ve nasîhatlerini dinlemediler. Gittikçe azgınlıklarını daha da artırdılar. Hazret-i Şuayb’a, güçlü bir kabîleye mensûb olduğu için herhangi bir kötülük yapamasalar da, O’na îmân edenleri tehdîd etmekten geri kalmıyorlardı. Hazret-i Şuayb bu hususta da onları îkâz etti:
وَلاَ تَقْعُدُواْ بِكُلِّ صِرَاطٍ تُوعِدُونَ وَتَصُدُّونَ عَن سَبِيلِ اللّهِ مَنْ آمَنَ بِهِ وَتَبْغُونَهَا عِوَجًا وَاذْكُرُواْ إِذْ كُنتُمْ قَلِيلاً فَكَثَّرَكُمْ وَانظُرُواْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُفْسِدِينَ
“Tehdîd ederek, inananları Allâh yolundan alıkoyarak ve o yolu eğip bükmek isteyerek öyle her yolun başında oturmayın! Düşünün ki siz sayıca az idiniz de O sizi çoğalttı. Bakın ki, bozguncuların sonu nasıl olmuştur!” (el-A’râf, 86)
Şuayb -aleyhisselâm-, bütün sıkıntılara rağmen, kavmini hidâyete dâvet etmekteydi. İbrâhîm -aleyhisselâm-’a indirilen Hanîf dîninin hükümlerine göre amel ediyordu. Peygamberliği Şam’a kadar yayılmıştı. Allâh aşkı ile yanan mü’min gönüller, O’nu görmek için Medyen’e doğru sefer ediyorlardı. Medyen ahâlîsi de yollarda durup, Şuayb -aleyhisselâm-’ın ziyâretiyle şereflenmek isteyen mü’minlere mânî olmaya çalışıyorlardı. Bu ise şeytana tâbî olmanın açık bir tezâhürüydü. Çünkü şeytan, dergâh-ı ilâhîden kovulunca Cenâb-ı Hakk’a:
قَالَ فَبِمَا أَغْوَيْتَنِي لأَقْعُدَنَّ لَهُمْ صِرَاطَكَ الْمُسْتَقِيمَ
(16)
ثُمَّ لآتِيَنَّهُم مِّن بَيْنِ أَيْدِيهِمْ وَمِنْ خَلْفِهِمْ وَعَنْ أَيْمَانِهِمْ وَعَن شَمَآئِلِهِمْ وَلاَ تَجِدُ أَكْثَرَهُمْ شَاكِرِين
(17)
“«And olsun ki ben, onları (kullarını) saptırmak için Sen’in doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve Sen, onların pek çoğunu şükredenlerden bulmayacaksın!» dedi.” (el-A’râf, 16-17)
Nitekim Hazret-i Şuayb -aleyhisselâm- kavmini;
1. Yollar üzerinde oturup insanları tehdîd ederek onlara eziyette bulunmaktan,
2. İnsanların Allâh’a îmân etmelerine mânî olmaktan,
3. Mü’minleri ve yeni îmân edecek olanları çeşitli şüphelere ve tereddütlere sevk edip dalâlet yoluna saptırmaktan men etmeye çalışıyordu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder