6 Ağustos 2010 Cuma

Hazret-i Ya’kûb’un Gözlerinin Açılması

فَلَمَّا أَن جَاء الْبَشِيرُ أَلْقَاهُ عَلَى وَجْهِهِ فَارْتَدَّ بَصِيرًا قَالَ أَلَمْ أَقُل لَّكُمْ إِنِّي أَعْلَمُ مِنَ اللّهِ مَا لاَ تَعْلَمُونَ
(Fakat) müjdeci gelip de gömleği onun yüzüne koyar koymaz derhal eskisi gibi görmeye başladı.
(O zaman Ya’kûb):
«–Ben size, sizin bilemeyeceğiniz şeyleri Allâh tarafından (vahiy ile) muhakkak biliyorum, demedim mi?» dedi.” (Yûsuf, 96)
Gömleği getiren bu müjdeci Yehûda idi. Onun:
“–Kanlı gömleği babama ben götürmüş ve onu kedere boğmuştum. Şimdi de bu gömleği yine ben götüreyim de sevincine sebep olayım!” diyerek Mısır’dan Kenan iline kadar büyük bir heyecan içinde, başaçık, yalınayak yürüdüğü rivâyet edilir.
Bu gömlek, İbrâhîm -aleyhisselâm- ateşe atılacağı zaman Cebrâîl -aleyhisselâm- tarafından cennetten getirilmiş olan gömlekti.
Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, yukarıdaki mevzû ile alâkalı olarak; şöyle buyurur:
“Ya’kûb’un, Yûsuf’un yüzünde gördüğü fevkalâdelik, kendine mahsûs idi. O nûru görmek Yûsuf’un birâderlerine nasîb olmamıştı. Kardeşlerinin gönül âlemi Yûsuf’u (hakîkî vechesiyle) görmekten ve anlamaktan uzak idi.”
“Ya’kûb, kendi husûsiyetlerini Yûsuf’ta görünce gönlü O’na kaymıştı.”
“Ya’kûb’da Yûsuf’un bir câzibesi vardı. Bundan dolayı Yûsuf’un gömleğinin kokusu O’na çok uzak bir yerden dahî ulaştı. Gömleği taşıyan kardeşi ise o kokuyu duymaktan mahrûm idi.”
“Çünkü Yûsuf’un gömleği, kardeşinin elinde bir emânet idi. Kardeşi, gömleği götürüp Hazret-i Ya’kûb’a teslîm etmekle mükellefti. Yâni o gömlek, kardeşinin elinde, köle tüccarı elinde bulunan mûtenâ bir câriye gibiydi. Köle tüccarının nefsi için değildi. Satıcıdan başkasına âitti.”
“Çok âlim vardır ki, irfandan nasîbi yoktur. İlim hâfızı olmuştur da, Allâh’ın habîbi olamamıştır.”
Yûsuf -aleyhisselâm-’ın gömleği ile Ya’kûb -aleyhisselâm-’ın gözlerinin açılması, eşyâ ile olan teberrük ve istiâneye bir misâl niteliğindedir.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
قَالُواْ يَا أَبَانَا اسْتَغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا إِنَّا كُنَّا خَاطِئِينَ
(97)
قَالَ سَوْفَ أَسْتَغْفِرُ لَكُمْ رَبِّيَ إِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ
(98)
(Oğulları) dediler ki:
«–Ey babamız! (Allâh’tan) bizim günahlarımızın affını dile! Çünkü biz gerçekten günahkâr olduk.»
(Ya’kûb da):
«–Sizin için bir müddet sonra Rabbimden af dileyeceğim. Hakîkaten çok bağışlayan ve çok merhamet eden ancak O’dur.» dedi.” (Yûsuf, 97-98)
Ya’kûb -aleyhisselâm- «Sizin için bir müddet sonra istiğfâr edeceğim!» demek sûretiyle, önce mazlum tarafından affedilmeleri gerektiğine işâret etmiştir. Nitekim onlar için istiğfârı da, Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm- ile görüştükleri zamana kadar ertelemiştir.
Ya‘kûb -aleyhisselâm-’ın bu tavrını, duâ ve istiğfârı daha makbul olduğu bir vakte bıraktığı şeklinde îzâh edenler de bulunmaktadır.
Nitekim Muhârib bin Dessar’dan şöyle rivâyet edilmiştir:
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, bir seher vakti mescide geldiğinde birinin:
“–Allâh’ım çağırdın, icâbet ettim; emrettin, itaat ettim. İşte şu seher vakti beni bağışla!” dediğini işitti.
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- sese kulak verdi ve sesin, Abdullâh bin Mes’ûd -radıyallâhu anh-’dan geldiğini anladı. Durumu Abdullâh’a sorunca şöyle dedi:
“–Şüphesiz Ya’kûb -aleyhisselâm- oğullarına: «Sizin için bir müddet sonra istiğfâr edeceğim.» diyerek istiğfârını seher vaktine tehir etmiştir. Nitekim Allâh Teâlâ «Seherlerde istiğfâr edenler.» (Âl-i İmrân, 17) âyetiyle böylelerini medheder.” (Taberî, Tefsîr, XIII, 85)
Bir rivâyette de Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:
“Rabbimiz her gece dünyâ semâsında iner17 ve:
«Tevbe eden yok mu, onun tevbesini kabûl edeyim? İsteyen yok mu, ona istediğini vereyim? İstiğfâr eden yok mu, onu bağışlayayım?» diye nidâ eder.” (Müslim, Müsâfirîn, 168-170)
Diğer bir hadîs-i şerîfte ise:
“Hazret-i Ya’kûb, oğulları için istiğfâr etmeyi Cuma gecesine tehir etmiştir.” (Tirmizî, Deavât, 114) buyrulmaktadır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder