6 Ağustos 2010 Cuma

DİPNOTLAR

1. Hakikatte Allâh Teâlâ’nın helâl kıldığı hayvanların etinden yemenin hiçbir mahzuru yoktur. Burada bahsedilen, o kavmin kendisine mahsus bir tercihidir.
2. Yakîn: Şüpheden kurtulmuş, doğru, sağlam, kuvvetli ve kesin bilgi; mutlak kanaat ve tam bir itmi’nân.
3. Bu bölümde Yûsuf -aleyhisselâm- ile alâkalı rivâyetlerin pek çoğu İsmâil Hakkı Bursevî’nin Rûhu’l-Beyân isimli tefsîrinden alınmıştır.
4. Bkz. Buhârî, Deavât, 1.
5. Ahsenü’l-kasas: En güzel anlatış veya en güzel kıssa, hikâye, menkıbe mânâlarına gelir. Kıssa kelimesi, esâsen izi sürülmeye ve tâkip edilmeye değer hâl mânâsınadır. Bir haber veya hikâyenin kıssa adını alabilmesi, izlenmeye ve yazılmaya değer bir husûsiyet taşımasına bağlıdır.
6. Bkz. Yûsuf, 102.
7. Bkz. Yûsuf, 111.
8. Bkz. Kurtubî, el-Câmî, IX, 120.
9. Hadis şârihleri, “zamanın yaklaşması” ifâdesini, kıyâmete yakın ya da sabaha yakın (seher vakti) olarak açıklamışlardır.
10. Sâdık rüyânın, nübüvvetin kırk altıda biri olması husûsu şöyle açıklanmıştır: Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in peygamberliği 23 sene sürmüştür. Nübüvvetin ilk altı ayı, sâdık rüyâlar şeklinde gerçekleştiğinden, bu süre (altı ay) yirmi üç yılın “kırk altıda bir”ine tekâbül etmektedir. Rüyâ hakkında geniş bilgi için bkz. Osman Nûri TOPBAŞ, Îmândan İhsâna TASAVVUF, s. 389-395.
11. Allâh Teâlâ Yahyâ ve Îsâ -aleyhimesselâm-’a vahyi bülûğ çağlarından itibâren göndermiştir. Bunun gibi bazı kullarını önceden hazırlayıp dilediği vakit kendilerine nübüvvet kapılarını açmıştır. Allâh -celle celâlühû- bazı kullarına da, daha küçük yaşlarındayken velâyet kapısını açar. Velîlerden Sehl bin Abdullâh et-Tüsterî bunlardandır. Bu da gösteriyor ki, velâyet ve nübüvvet için bülûğ çağına veya kırk yaşına gelme şartı yoktur. Ancak enbiyânın ekserîsine sünnetullâh îcâbı kemâl devresi olan kırk yaşından sonra nübüvvet verilmiştir. Böylece tebliğ vazifesi umûmiyetle kırk yaşından sonra başlamıştır.

12. Önceki peygamberler ve ümmetlerinin her yerde ibâdet etmelerine şerîatleri müsâade etmemişti. İbâdetlerini ancak husûsî mekânlarda yapabiliyorlardı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hasâisinden, yâni mübârek zâtına mahsus keyfiyetlerden biri olarak bütün yeryüzü O’nun ümmeti için ibâdet mahalli kılınmış ve temiz sayılmıştır. Nitekim Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“…Yeryüzü benim için mescid ve temiz kılındı…” buyurmuştur. (Buhârî, Teyemmüm, 1)
13. Töhmet: Kesin delil ile ispatlanmadığı hâlde bir suç işlendiği sanılan veya böyle bir şüphe uyandıran durum.
14. Yûsuf Sûresi’nin 52 ve 53. âyetlerinin Züleyhâ’nın sözü olduğu da söylenmiştir. Bu durumda mânâ şöyle olur: “Bununla beraber ben kendimi temize çıkarmak, nefsimi tebrie etmek çabasında değilim. Yâni Yûsuf’un arkasından, kendisine hıyânet etmediğimi bilsin diye hakikati îtiraf ederken, kendimi büsbütün tezkiye ve tebrie edip, temize çıkarmıyorum. Ne yaptıysam onun gözü önünde yaptım, arkasından, yâni yokluğunda ona hâinlik etmedim.” İşte Aziz’in hanımı bu şekilde îtiraf ve istiğfâr ederek, gerçeği ikrâr etti. Hazret-i Yûsuf’un da Allâh katında bilinen iffeti ve nezâheti, halkın nazarında da böyle parlak bir şekilde ortaya çıkmış oldu.
15. Bkz. Seyyid Ali Hemedânî, Zahîratü’l-Mülûk, haz: Necdet Yılmaz, İstanbul, 2003, s. 118-119.
16. “Yemin ederiz ki Allâh, Sen’i hakîkaten bizden üstün kılmıştır.” (Yûsuf, 91)
17. Cenâb-ı Hak, zaman ve mekândan münezzehtir. Bu yüzden hâdîs-i şerîfteki “dünyâ semâsına iner” beyânı müteşâbihâttan kabûl edilmiş ve insanlara keyfiyeti meçhûl bir şekilde mânen yaklaşmayı ifâde sadedinde olduğu bildirilmiştir.
18. Tecliye: Kelime mânâsı “cilâlama” olan bu ıstılah, tasavvufta, gönül aynasının mâsivâ kirinden, yâni Allâh’tan gayrı matlub ve düşüncelerin kesâfetinden tamamen temizlenerek Allâh aşkının ve zikrullâhın nûruyla letâfete bürünmesi, saf, berrak ve parlak bir hâle gelmesi demektir.
19. Râbıta hakkında tafsîlatlı bilgi için bkz. Osman Nûri TOPBAŞ, Îmândan İhsâna TASAVVUF, s. 249-257.
20. Bu hususta tafsîlatlı bilgi için bkz. Osman Nûri TOPBAŞ, Îmândan İhsâna TASAVVUF, s. 411-414.
21. Bkz. Kelabâzî, Taarruf, Çev. S. Uludağ, s. 214. Tevessül ile alâkalı tafsîlatlı bilgi için bkz. Osman Nûri TOPBAŞ, Îmândan İhsâna TASAVVUF, s. 399-410.
22. Mevzuyla alâkalı tafsîlatlı bilgi için bkz. Osman Nûri TOPBAŞ, Îmândan İhsâna TASAVVUF, s. 255-257.
23. Bkz. Yâsîn Sûresi, 21.
24. Firavun, İsrâîloğullarını köle olarak kullandığı ve ağır işlerde onlardan istifâde ettiği için yeni doğan erkek çocuklarını bir sene keser, bir sene kesmezdi. Hârûn -aleyhisselâm- da işte bu kesilmeyen senede dünyâya gelmişti.
25. Fahr-i Râzî’nin beyânına göre, Mûsâ -aleyhisselâm- Kıptîyi öldürmeye kasdetmemişti. Diğer taraftan Kıptî bir müşrikti. Bu sebeple kısas lâzım gelmezdi. Aynı zamanda bu hâdise sehven meydana geldiği için de kısâs söz konusu olamazdı.
26. İşârî tefsîr, âyetlerin zâhir mânâlarının ötesinde ifâde ettikleri ince mânâları ortaya çıkarmak demektir. İşârî tefsirde üç vasfın bulunması şarttır.
a. Zâhirî mânâyı muhâfaza,
b. İşâret edilen mânâya delil teşkil edecek mazmunların (bir takım sembol- lerin) olması,
c. Yapılan açıklamanın, Kitâb ve Sünnet muhtevâsı içinde olması.
27. Cenâb-ı Hakk’ın kalben ve muhabbetle bilinmesi.
28. Daha önce de ifâde edildiği gibi, Mûsâ -aleyhisselâm- Kıptîye öldürmek kastıyla değil, tâzir maksadıyla vurmuştu. Fakat murâd-ı ilâhî olarak Kıptî ölüverdi.
29. Bkz. A‘râf Sûresi, 109-126; Yûnus Sûresi, 76-82; Tâhâ Sûresi, 56-73; Şuarâ Sûresi, 34-51. âyetler.
30. Bkz. en-Necm, 9.
31. Telvîn: Temkîne ulaşma yolunda geçirilen değişik hâller, bir hâlden diğer bir hâle geçiş.
Temkîn: İstikâmette derinleşmek, sâbitleşmek; Hakk’a erme hâlinin gönülde karar kılarak makâma dönüşmesi.
32. Bkz. el-Makdisî, Sırların Çözümü ve Hazînelerin Anahtarları, s. 58-59.
33. Bkz: Buhârî, Salât, 1; Müslim, Îmân, 263.
34. Bkz. Buhârî, Tefsîr, 18/2, 3, 4; Enbiyâ, 27; Müslim, Fedâil, 170/2380.
35. Hızır -aleyhisselâm- bu üç hâdisenin hikmetini anlatırken “Onu kusurlu hâle getirmek istedim”, “Böylece istedik ki”, “Rabbin istedi ki” diye üç farklı fâilden bahsetmiştir. Mutasavvıflar bu ifâdelerin, evliyânın üç değişik tasarruf şekline işâret ettiğini söylerler.
Birincisi, Cenâb-ı Hakk’ın velîsini tasarrufta serbest bırakması, onun istediği şeyi yaratmasıdır. Buna şu hadîs-i şerîf de delil getirilmiştir:
“Allâh Teâlâ’nın nice saçı-başı dağınık, kapılardan kovulan, îtibar görmeyen kulu vardır ki, bir şeyin olması için yemin etse, Allâh o şeyi tahakkuk ettirir.” (Müslim, Birr, 138/2622)
İkincisi, kulun irâdesinin Allâh’ın irâdesine uygun düşerek bir tasarrufun gerçekleştirilmesidir.
Üçüncüsü de Allâh’ın irâde buyurması ile tahakkuk eden tasarruflardır.
36. Bu mevzuyla ilgili olarak tafsîlâtlı bilgi için bkz. Osman Nûri Topbaş, Îmândan İhsâna TASAVVUF, s. 341-368.
37. Nedâmet kelimesi, son tercümelerde merhamet olarak çevrilmiştir.
38. Bkz. el-A’râf, 150; Tâhâ, 90-94.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder