30 Mayıs 2010 Pazar

RAHLE

Üzerinde yazı yazmak, kitap okumak ve özellikle Kur'an-ı Kerim'in tilâvetine uygun olması için yapılmış küçük ve dar masa.

Üzerine Kur'an-ı Kerim, kitap vs. konulmasına müsait ve yanına oturup okumak için iki yandaki ayakları oymalı, kenar pervazları ve üzeri düz tahtadan yapılmış masa veya küçük sıraya "rahle" adı verilmektedir. Sade ve basit olanların yanında sedefli ve işlemelilerine de rastlamak mümkündür. Biribirine geçmiş iki tahtadan yapılanlarına "geçme rahle" denilir. Günümüzde eski camilerde ve bazı evlerde bu rahleler bulunmaktadır (M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1983, III, 5).

Rahleler genelde iki çeşittir. Biri sabit ve üstü düz; diğeri açılıp kapanmaya uygun bir şekilde iki ayaktan oluşur ki, bu iki ayak açıldığında rahle, "X" şeklini alır. Osmanlılarda medreselerde müderrisler, muallimhanelerde de hocalar, yüksekçe bir minder üstüne oturarak ders verirler ve önlerinde, kitap koymak için düz bir rahle bulundururlardı.

RAHÎM

Çok merhametli, merhamet olunan; "rahmet, merhâmet ve ruhm" mastarından ism-i fail ve ism-i mef'ûl anlamlı bir sıfat. Kök anlamı, acımak, merhamet etmek ve bağışlamak demektir. Rahîm'in çoğulu "ruhamâ"dır. Merhamet, iyilik ve nimet anlamına da gelir. Aynı kökten "rahman" sözcüğü de merhameti bol olan demektir.

"Rahîm" ve "Rahman" isimleri Cenab-ı Hakk'ın esmâ-i husnâsındandır. Esmâ-i husnâ; en güzel isimler anlamına gelir ki, Yüce Allah kendisini bu nitelikteki isimlerle isimlendirdiğini Kur'an'da çeşitli yerlerde açıklamıştır (bk. el-A'râf, 7/180; el-İsrâ, 17/110; Tahâ, 20/7; el-Haşr, 59/24). Bu isimlerin sayısı 99 olup, başta "Allah" lafzı gelir. Allah'a bu güzel isimlerle dua edilmesi, duanın kabulüne sebep olur. Allah'ın güzel isimleri vardır. O halde Allah'a o güzel isimlerle dua edin” (el-A'râf, 7/180).

RAFİZİLİK

İslâm mezhebleri tarihinde ele alınan fırkaların biri. Rafizilik birden fazla isimle tanınmaktadır. Bunların başında da Şia ve kolları gelmektedir. Mesela, Şia'nın en yaygın kolu olan İmamiyye fırkası, inançlarının temeline "imam" anlayışını koymaları yönüyle İmamiyye adıyla tanınırken: On iki İmama inanmaları ve onları esas almaları yönüyle İsnâ Aşeriyye; On iki imamdan yedincisi olan Cafer-i Sadık'ı amelde ve itikatta esas almalarından dolayı da Caferiyye olarak bilinmektedirler. Rafizilik Fırkası da bunun örneklerinden birisidir. Bu fırkaya bu ismin verilmesi ve böyle bir fırkanın varlığı konusunda bazı farklı görüşlere rastlanmaktadır.

Rafizilik ismi, bazı müelliflere göre Şiiler için kullanılan isimlerden birisidir. Ebû Hasan el-Eşarî'ye göre, Rafizilik, İmamiyye'nin başka bir adıdır. Zira O, Rafiziliği Zeydiler ve Gulat fırkalarıyla birlikte Şia'nın üç fırkasından birisi olarak göstermektedir. el-Eşarî bu ismin verilmesine sebep olarak da, Zeyd b. Ali'nin terk edilmesi olayını göstermektedir (Eşari, Mukalatül-İslamiyyin, İstanbul 1928, s. 10, 29).

RABITA

Bağlantı, bağlantı vasıtası, bağlılık, tutarlılık, tertip, düzen, bağ, münâsebet, ilgi; müridin, şeyhini düşünerek, kalbinden dünya ile ilgili şeyleri çıkarması, şeyhi vasıtasiyle Hz. Peygamber (s.a.s)'e ve Allah'a kalbini bağlaması anlamında bir tasavvufî terim. "Rabıta" Arapça bir kelime olup, "r-b-t" kökünden türemiş bir isimdir. Çoğulu "revâtib"dir.

Kur'an'da "rabıta" kelimesi geçmemekle beraber, kökü olan "r.b.t" mazi fiili iki yerde, muzarisi olan "yerbitü" bir yerde, emri çoğul olarak "râbitü" şeklinde bir yerde ve aynı kökten gelen "ribât" ismi de bir yerde geçmektedir (Kehf, 18/14; el-Kasas 28/10; el-Enfâl 8/11; Âl-i İmran 3/200; el-Enfâl 8/60).

Bütün bu ayetlerde geçen bu kelimeler, birbirlerine yakın manalar ifâde etmektedirler. Hemen hemen hepsinde "bağ, bağlantı, bağlılık" manaları için kullanılmışlardır:

RABBANİYYÛN

Rabb'e mensûp olan kimseler. Rabbanî kelimesinin çoğuludur. Ulema "Rabbaniyyûn"un kim olduğu konusunda çeşitli tarifler yapmışlardır. Bunlardan bazıları şöyledir:

Müberrid: Rabbaniyyûn, ilim sahipleridir.

Ebû Rezin: Rabbanî, hikmet sahibi âlimdir.

Abdullah b. Mes'ud: Hikmet sahibi âlimlerdir.

İbn Cübeyr: Hikmet sahibi takva ehlidir.

Mücahid: Rabbaniler, ulemadan üstün kimselerdir.

İbn Zeyd: Rabbaniyyûn, idarecilerdir.

Hasan: Rabbanî, kendisinde ilim ile basiretli bir yöneticiliği toplamış kimsedir.

Ebû Ubeyde: Rabbanî, helâli, haramı, emirleri ve yasakları bilen kimsedir. Ümmetin durumuna, olanlara ve olacaklara vakıf olan kimsedir (Kurlubî, el-Cami li Ahkamil-Kur'an, IV, 121-122).

er-RABB

Yüce Allah'ın güzel isimlerinden biri. Sözlükte "Rabb" kelimesi mâlik, yaratıcı, sâhip, bir şeyi ıslâh eden, terbiye eden, efendi anlamlarını ifade etmektedir.

İbnul-Enbârî'ye göre Rabblık, yani bir şeyin Rabbi olmak üç mânâya gelir:

1. Mâlik olmak; yani tasarrufu, kudreti altında bulunan her şeyin yegane sahibi ve idarecisi olmak. İşte sadece o Rabb, bütün onların sahibi, yöneticisi ve istediği gibi, ilmine ve iradesine uygun olarak tasarrufta bulunandır.

2. Kendine itaat edilecek, boyun eğilecek efendi anlamım da ifade eden Rabb, Kur'an-ı Kerim'deki "Mevlâ" kelimesiyle eş anlamlıdır. Yine o Rabb, kendisine itaat edilecek, emirlerine uyulup, yasaklarından uzak durulacak yegâne, tek efendi anlamına da gelir.

RA'D SURESİ

Kur'an-ı Kerim'in on üçüncü suresi. Kırk üç ayet, sekiz yüz elli beş kelime ve üç bin beş yüz altı harften ibarettir. Fasılası "nun, be, dal, ra, lam, ayn ve kaf" harfleridir. Adını on üçüncü ayetinde geçen "er-ra'd" (gök gürültüsü) kelimesinden almış olup, bu adı alışının özel bir sebebi yoktur. Nerede nazil olduğu hakkında müfessirler arasında ihtilaf vardır. Bazılarına göre mekkî, diğer bazılarına göre medenî'dir. Alusî, İbn Abbas ve Ali b. Ebi Talib'den surenin Mekke'de nazil olduğunun rivâyet edildiğini ve Said b. Cübeyr'in de aynı kanaatte olduğunu zikrettikten sonra, Medine'de nâzil olduğu yolundaki rivâyetlere değinmekte ve bu konudaki görüş ayrılıklarının arasını "Bu sure, bazı ayetleri dışında Mekke'de nâzil olmuştur" diyerek telif etmektedir (Rühul-Meâni, Kahire VIII, 84). Surenin ele aldığı konular ve uslûbu incelendiği zaman mekkî olduğu kanaatının doğruluğu güç kazanmaktadır.

PUTPERESTLİK

İnsanların, Allah Teâlâya yapmaları gereken ibadet, göstermeleri gereken saygı, sevgi ve korkuyu, Onun dışında herhangi bir mahluku mabud kabul ederek ona yöneltmeleri hali. Put, ayet ve hadislerde "sanem” ve "vesen” şeklinde de isimlendirilmektedir. "Asnâm-putlar”, "sanem” kelimesinin çoğuludur. İbnul-Esîr, en-Nihâye, adlı kitabında "sanem" kelimesini; "Allah'dan başka ilâh edinilen şey" diye tanımlamaktadır. Bu da müşriklerin taptıkları putlar anlamına geldiği gibi, Allah'ın nizamına ve hâkimiyetine engel olan tüm tağutlar manasınadır. Allah'ın nizamına ne şekilde olursa olsun engel olan ve bu manada putlara, heykellere ve büstlere değer veren kimseler de aynen putperest müşrikler gibidirler. Namaz kılsalar, oruç tutsalar, hac yapsalar da, onlardan hiçbir farkları kalmaz.

PROTESTANLIK

Hristiyanlığın en büyük üç mezhebinden biri XVI.yy.da Martin Luther ve Jean Calvin'in öncülüğünde Katolik Kilisesi'ne ve Papa'nın otoritesine karşı girişilen Reform hareketi'nin sonucunda doğmuştur (1529). Protestanlar akla büyük yer vererek yerleşmiş kaideleri protesto ettikleri için bu adı almışlardır. Papazlara ihtiyaç duymaksızın İncil'i okuyabildikleri için Protestanlığa İncil kilisesi de denilmiştir. Çünkü onlar İncil'i Hristiyanlık için tek kaynak saymışlardır. Protestanlık, diğer hristiyan mezheplerinden bazı farklılıklar arzeder. Bunların Katolik ve Ortodokslar gibi ruhanî başkanları yoktur. Bir tek mezhep yerine çeşitli mezhepler halinde faaliyet gösterirler. Kiliselerinde resim, heykel ve tasvir bulundurmazlar. Katoliklerin aksine Protestan râhipleri evlenebilir. İncil'i kendi dillerinde okuyabilmek de Protestanlığın bir başka özelliğidir. Katoliklerle Ortodokslar ise İncili Yunanca ve Lâtince okumak zorundadırlar. Protestanlıkta azizlere de inanılmaz.

PROPAGANDA

Bir ideoloji, düşünce, inanç ve benzeri fikri, başkalarına tanıtmak, benimsetmek ya da daha ileri giderek, onları kazanmak amacını güden söz, yazı, simge, gösteri vb. iletişim araçlarıyla gerçekleştirilen örgütlü eylem.

Çok kapsamlı bir tanım yapılmak istendiğinde, bunun zıddını da göz önünde bulundurmak gerekir. Bu bağlamda bir ideoloji, düşünce veya inancı yıkmak; örgütü çözmek, sempatizanlarını dağıtmak amacını yine söz, yazı, simge, gösteri ve benzeri iletişim araçlarıyla gerçekleştiren örgütlü eyleme de propaganda denilmektedir.

Kullandığı iletişim araçlarıyla göze ve kulağa yönelik olmakla birlikte, zaman zaman sıralanan araçların dışında "zorlama" ve "menfaat sağlama" yollarından da yararlanıyor olması, propagandayı entellektüel düzeyde bir eylem türü olmanın ötesine taşımaktadır. Bir sapma olarak nitelense bile, bireyler "inandırılmak" yerine; "yılgınlığa düşürülmek veya menfaat sağlanarak satın alınmak" suretiyle kazanılmaktadır.

PEYGAMBERLERE İMAN

Tevhid inancının temellerinden biri. Peygamber farsça bir kelime olup; sözlükte, "haberci" demektir. Arapçadaki "Nebî" ve "Resul" kelimelerinin karşılığı olarak kullanılır. Bir terim olarak peygamber; Allah Teâlâ'nın, kullarına isteklerini bildirmek ve onlara hakkı, doğruyu ve yanlışı açıklamak üzere seçtiği ve görevlendirdiği insanı ifade eder. Yeni bir kitap ve şeriat getirmiş olan peygambere hem Nebî, hem de Resul denir. Yeni bir kitap getirmeyip kendinden önceki peygamberin şeriatını devam ettiren, onunla amel eden peygambere de sadece Nebî denir. Resulün çoğulu "rusûl"; Nebî'nin çoğulu ise "enbiyâ"dır. Ayet ve hadislerde Resul karşılığında "mürsel" ve çoğulu "mürselûn" de kullanılır.

Peygamberlere inanmak, iman esaslarındandır. Yüce Allah, insanlardan bazılarını, diğer insanlara müjdeleyici ve azabı haber verici elçiler olarak göndermiştir. Bu elçiler insanların ihtiyaç duyacakları her şeyi onlara açıklamışlardır. İlk peygamber, Hz. Âdem; son peygamber ise, Muhammed (s.a.s)'dir. Bu ikisi arasında sayısını ancak Allah'ın bildiği kadar peygamberler, gelip geçmiştir. Kur'an-ı Kerim'de yalnız yirmi beş peygamberin adı zikredilir. Âdem, İdris, Nuh, Hud, Salih, İbrahim, Lût, İsmail, İshak, Yakub, Yusuf, Eyyub, Şuayb, Musa, Harun, Davud, Süleyman, İlyas, El-Yesa', Zül-Kifl, Yunus, Zekeriyya, Yahya, İsa ve Muhammed (hepsine selâm olsun). Bir de Uzeyr, Lokman ve Zül-Karneyn'in isimleri geçer ki, bu üçünün peygamber mi yoksa velî mi oldukları ihtilaflıdır.

PEYGAMBER, PEYGAMBERLİK

Haber getiren kişi. Allahu Teâlâ'nın kullarına emir ve yasaklarını bildirmek ve onlara hakkı, doğruyu ve yanlışı açıklamak üzere seçip görevlendirdiği ilahî elçi. Kur'an-ı Kerim' de; "nebi" veya "enbiya", bazan da "resul" veya "rusul" diye geçer.

"Nebi", arapça bir kelime olup, "nebe' " kökünden türetilmiştir. Muhbir, yani "haber verici" anlamına gelir. Ancak nebe', herhangi bir haber değil; bize bildirilen fevkâlade değerde, çok önemli bir haber, bir tebliğ demektir. Nebe', yalnız, doğruluğunda hiç şüphe olmayan bir haber için kullanılabilir (Rağıb el-Isfahanî el-Müfredât, Nebi maddesi). Nebi'nin manası, Allah'ın, seçtiği kullarına ilâhî haberinin, vahiy yoluyla ulaşması ve vahyine muhatab olmasıdır. Kelime, Allah ile peygamberi arasındaki alâkayı, yani vahyi ve haber vermeyi açıklıyor (Saît Ramazan el-Butî, Kübrâ el- Yakîniyyât el-Kevniyye, s. 172).

PERUK

Başa giyilen saçlı serpuş. Saçları dökülen veya saç rengini yada şeklini beğenmeyen kimsenin başına kendi saçları imiş gibi görünen saçlı bir serpuşu örtmesine "peruk takma" denir.

Saç takma veya ekleme, kişinin tabiî şeklini değiştirme, genç görünme ve karşısındakini yanıltma amacıyla yapılır. İslâm bunu hoş görmemiştir. Hz. Peygamber saç takan kadınlara lanet etmiştir (Buhârî, Libâs, 83, 85; Tefsîru Süre, 59/4; Müslim, Libâs, 115, 117-119; Ebû Dâvud, Tereccül, 5; Tirmizî, Libâs, 25; Edeb, 33; Nesâî, Zîne, 22, 23, 24, 29; İbn Mâce, Nikâh, 52). Hadislerdeki "vâsıla"; saçı kısa veya az olduğu için başkalarının saçından saç ekleyen kadın, başka bir deyimle peruk takan kadın anlamına gelir.

PEÇE

Kadınların sokakta gezerken yüzlerine örttükleri seyrek dokunmuş örtü, nikab; kovandan bal alırken yüze geçirilen ince tel kafes. Peçe kelimesi İtalyanca "pezzeto"dan alınmıştır. Peçelemek, bir şeyi belli olmaması, seçilmemesi için örterek gizlemek demektir. Günümüzde ülkemizin bazı yörelerinde ve diğer bazı İslâm ülkelerinde özellikle genç kadınların sokakta yabancı erkeklere karşı yüzlerine baş örtülerinden ayrı olarak, yüzü göstermeyen fakat bunu takanın dışarıyı görebileceği bir tül taktıkları görülür. Kimi zaman da baş örtüsünün bir bölümü ile iki göz veya bir gözün dışında kalan yüz kısmı örtülür.

Kadının yüz kısmının sokakta veya yabancı erkeklerin yanında örtülüp örtülmemesi problemini İslâmî açıdan şu şekilde değerlendirmek mümkündür.

PATRİK-PATRİKHANE

Yunanca "patrikhis"den gelen, ortodoksların ve bazı doğu kiliselerinin ruhâni başkan (lider)larına verilen ad. Bir başka tarifle, büyük ve en önemli şehirlerin, otosefal (kendi kendini idare etme hakkına sahip) kiliselerin ruhâni reis (başkan)leri (A Dictionery of Religion and Ethies, London 1921, 327, "patriarch" md.; Annemarie Schimmel, Dinler Tarihine Giriş, Ankara 1955, 244; M.Z.Canan, Ansiklopedik Din ve İnanç Sözlüğü, İstanbul 1983, 180; Duden Zexikon, (Mannheim), Band, 3, 3. Auflage 1729, "patriarch" md.; The Ortodox Church, London 1964, 290).

Bu ünvan, önceleri Batı kiliseleri için de kullanılmakla beraber, daha sonra ve günümüzde Ortodoks Kilise'sinin başı olan dini lidere has bir durumda bulunmaktadır.

PARLAMENTO

Yasama ve yürütme ilişkisini, esnek kuvvetler ayrılığı ve dengesine dayanarak kurulmuş olan siyasal mekanizma.

Klâsik parlamentonun ana yurdu İngilteredir. Kıta Avrupa'sına XlX. yüzyılda geçmiştir. XlX. yüzyılın ikinci yarısına kadar bu klâsik tip parlamentolar mevcut iken, daha sonra modern parlamentolar klâsik parlamentoların yerini almaya başlamıştır.

Klâsik Parlamentonun yapısı: 1. Çoğulcu demokratik siyasal hayat (çok partililik), 2. Yasama-Yürütme arasında işbirliği, 3. Yasama-Yürütme arasında eşitlik ve denge, 4. Yasama-Yürütme arasında birbirini karşılıklı etkileme ve kontrol etme imkknı gibi dört unsurdan meydana gelir.

PARA

Eşyanın değerini ölçmeye ve serveti biriktirmeye yarayan ödeme vasıtası. Ödeme vasıtaları altın, gümüş, madenî veya kağıt para türünden olabileceği gibi; arpa, buğday, tuz, bakır ve demir gibi mislî mallar da ödeme aracı olarak belirlenebilir. Ancak bu sonuncular para sayılmaz (es-Serahsî, el-Mebsût, Beyrut 1398/1978).

İslâm iktisadına göre ekonomik değeri olan şeyler dört çeşittir. 1. Altın veya gümüşten basılan paralar, ya da ziynet eşyası. Bunlar yalnız satış bedeli olur. 2. Hem satış bedeli, hem de satılan mal olabilenler. Standart (mislî) mallar bu gruba girer. Buğday, arpa gibi. 3. Elbise, hayvan ve bina gibi kıyemî olan şeyler. Bunlar yalnız satılan mal olabilir. 4. Temelde satış bedeli olmadığı halde devlet veya halk tarafından kendisine verilen değer sebebiyle semen olarak kabul edilen şeyler. Bunların değeri itibarîdir. Fels adı verilen madenî paralarla kâğıt paralar bu niteliktedir (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', Beyrut 1394/1974, V, 185).

PAPAZ

Rum dini reisi; râhip, keşiş. Aslı Yunanca "pappas" olmakla beraber dilimizde "papaz" şeklinde kullanılışı daha yaygındır. Papaz "baba" anlamına gelir. Ortaçağ'daki din adamlarına da genellikle papaz denir. Dilimizde papaz kelimesinin geçtiği birçok deyim bulunmaktadır: Saçı sakalı uzun ve birbirine karışmış kişiler için "Papaz gibi" deyimi kullanılır. Başkasına öfkelenip sinirlenerek, kendisine zararı dokunacak bir iş yapmak karşılığında, "Papaza kızıp oruç bozmak" deyimi söylenir.

ÖZÜR

Bir işin olması veya olmaması, bir suçun affı için öne sürülen sebep; bir malda bulunan noksanlık veya kusur; daha fazla bir zarar meydana gelmeksizin, İslâm'ın hükümlerini yerine getirmek güç olan durumlar. İbâdet konusunda, abdesti bozan şeyin devam etmesine özür; buna müptela olan kimseye ise "özürlü" denir. Sonradan ortaya çıkan bazı özür halleri, akitleri de etkiler.

Devamlı gaz çıkaran, idrarı damlayan, burnu kanayan, yarasından kan gelen erkek ve kadınla, hayızda üç günden az veya on günden çok; nifasta kırk günden çok kan gelen kadın; henüz dokuz yaşına girmeyen kız çocuğundan ve elli beş yaşını geçen kadından kan gelmesi halinde bunlar "özürlü" sayılır. Erkeğe "ma'zur" kadına "ma'zure" denir.

ÖZEL MÜLKİYET

Bir şahsın elinde bulundurduğu malın kendisi ve menfaati ile birlikte ona ait olması, malın başka birisi ile ilişiğinin bulunmaması.

Özel mülkiyet, İslamın icad ettiği bir hak değildir. İslâm, doğuşu esnasında özel mülkiyetle karşılaşmış ve onu kaldırmak yerine, mülkiyeti elde etme yollarını ıslah etmiş ve özel mülkiyet hakkı yanında bir de amme (kamu) mülkiyetini müesseseleştirmiştir (Fahri Demir, İslâm Hukukunda Mülkiyet Hakkı ve Servet Dağılımı, Ankara 1986, s. 127).

Mutlak manada mülkiyetin sahibi Allah'tır. Allah malın yaratıcısı, hibe edeni ve rızık olarak vericisidir. Bu sebeple Kur'an-ı Kerim bu gerçeği Onlara Allah'ın size verdiği maldan verin..." (en-Nûr, 24/33); "Size rızık olarak verdiklerimizden infak edin" (el-Bakara, 2/254); Allah'ın bol olarak verdiği nimetinde cimrilik edenler, sakın bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar, bilakis bu onların kötülüğünedir. Cimrilik yaptıkları şey kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allahındır. Allah yaptıklarınızdan haberdardır" (Âl-i İmrân, 3/180) gibi ayetlerde malı, gerçek sahibi olan kendisine izafe etmek suretiyle veya "...Allahın sizi vâris (halef) kıldığı şeylerden infakta bulunun...” (el-Hadîd, 57/7) ayetinde olduğu gibi malda insanın bir vekil veya halef yahut hazine emini durumunda olduğunu açıklayarak vurgulamaktadır. Bununla beraber malın gerçek sahibi olan Allah malı insana izafe etmektedir. İnsanın bir şeye malik olması demek, malın kendisi veya menfaati ile faydalanmaya başkalarından daha haklı olması demektir. Bu haklılık da kazanma, akit, miras ve benzeri gibi meşru mal elde etme vasıtalarından biri ile mala sahip olmaktan kaynaklanmaktadır (Yusuf el-Kardâvî, Fıkhuz-Zekât, Beyrut 1389/1969, I,127-129).

ÖŞÜR

Ondalık; onda bir; toprak ürünlerinden veya diğer bazı kazançlardan alınan bir tür vergi anlamında bir İslâm hukuku terimi; vergilendirmede kullanılan ve müslüman vergi mükelleflerinden belirli sınıflar için, mahsulden alınan onda veya yirmide bir oranındaki verginin adı.

Bu kelimenin, Asurluların altın veya ayn olarak aldıkları "ışru-u" adlı vergiden veya İbranice "ma'şer" denilen, tapınak yahut krallara verilen onda bir oranındaki verginin adından geldiği ileri sürülmüştür. Bu duruma göre öşür, etimoloji bakımından, İslâm'ın çıkışından önceki bazı toplumların vergi statüsünü ifade etmektedir. İslâm, zekât yükümlülüğünü getirirken, bazı arazi mahsullerinden alınacak zekat miktarını da belirlemiş ve buna "öşür" adını vermiştir. Öşür vergisi daha sonra, mülk arazinin bir çeşidine ad olmuş ve müslümanların elindeki öşre tâbi araziye "öşür arazisi" denilmiştir (Ali Şafak, İslâm Arazi Hukuku, İstanbul 1977, s. 105).

ÖRF

İyilik, ihsan, bilme, tanıma, akıl ve dinin güzel gördüğü şey; itiraf; at yelesi; horoz ibiği; yüksek yer; dalga, sabır; aklın delâletiyle kişilerde yerleşen ve selim tabiatça benimsenip, kabul edilen söz ve fiiller anlamında bir İslâm hukuku terimi (Ebû Sünne, el-Urfu ve'l-Âde, Kahire 1947, s. 8; el-Cürcânî, Ta'rifât, Dersaadet 1283, s. 99, Urf mad.) Çoğulu "a'râf" ve "uref"tir. Bir de örf; kanunlarla sınırlanmaksızın, durumun gerektirdiği hüküm ve icraat anlamına gelir (Âsım Efendi, Kamus Tercemesi, İstanbul 1305, III, 674 "urf" maddesi; el-Mu'cemul-Vesît, II, 601 "urf" maddesi). Arapça'da "ö" harfi bulunmadığı için okunuşu "urf" şeklindedir. Yeni İslâm hukukçularından bazılarının tarifi şöyledir: "Örf, herkesin bildiği ve genellikle kendisine uyageldiği söz ve fiillerdir" (el-Hallaf el-Masâdır, Kuveyt 1390/1970, s. 145); "Örf; İslâm toplumunun benimsediği, alışageldiği ve günlük yaşayışında uymak zorunda bulunduğu söz veya fiillerdir" (Zeydân, el-Vecîz, Bağdat 1387/1967, s. 215); "Örf, insanların çoğunluğunun benimseyip alışkanlık haline getirdiği işler veya işittiğinde hatıra başka anlam gelmeyecek derecede özel bir anlamda kullanmayı alışkanlık haline getirdikleri lafızdır" (Zekiyüddin Şa'ban, Usûlül-Fıkh, Terceme. İbrahim Kafi Dönmez, Ankara 1990, s. 175). Bunlardan birincisine "amelî örf" denir. Bazı bilginler buna "âdet" de demiştir. Meselâ, bir çok kimselerin sözlü ifade kullanmaksızın parayı verip bedeli olan ekmek, dergi, gazete vb. teslim alması (beyu't-teâtî) ve kira bedelini peşin ödemeyi herkesin âdet haline getirmesi buna örnek verilebilir. İkincisi "kavlî örf" adını alır. Meselâ, "veled" kelimesi erkek ve kız çocuğunu kapsadığı halde, bunu bir belde halkı yalnız "erkek çocuğu" anlamında kullanmayı âdet haline getirmişse, bu çeşit örf söz konusu olur.

ÖLÜM İDDETİ

İddet, sözlükte; saymak, muayyen sayı, boşanan veya kocası ölen kadının bekleme süresi demektir. Bir terim olarak; evliliğin kocanın ölümü, boşanma veya fesih sebeplerinden birisiyle sona ermesi halinde, yeniden evlenebilmek için kadının beklemek zorunda olduğu süreyi ifade eder. Çoğulu "ideâ"tir. İddet süresi, genellikle aylar veya kadının hayız yahut temizlik günleri esas alınarak hesaplandığı için "sayma" ile ilgili bu terim kullanılmıştır.

Ölüm iddeti, kocası ölen kadının yeniden evlenebilmek için beklemek zorunda olduğu süredir. Bu süre, kamerî aylara göre 4 ay 10 gündür. Ayette şöyle buyurulur: "Sizden, ölen ve geride eş bırakan erkeklerin eşleri dört ay on gün iddet beklerler" (el-Bakara, 2/234).

ÖLÜM

Ruhun bedenden ayrılması olayı. Ölüm insan varlığı için bir âlemden diğerine intikal etmektir. Bu anlamda ölüm yok olmak değildir, kelâm bilginlerinin çoğunluğuna göre ruh, suyun yaş ağaca nüfuz etmesi gibi bedenle iç içe olan latif bir varlıktır. Ehli sünnete göre ruh bâkidir, yok olmaz. İslâm bilginleri; Allah, Ruhlar öldüklerinde onları vefat ettirir" (ez-Zümer, 39/42) ayetini "cesetleri ölünce" şeklinde anlamışlardır.

Her canlı varlık için ölüm kaçınılmaz bir gerçektir. Canlılar doğar, büyür ve ölürler. Kur'an-ı Kerim'de ölümle ilgili pek çok ayet vardır. Bazıları şunlardır: "Her can ölümü tadıcıdır" (Âl-i İmrân, 3/185); "Onlar için bir ecel tayin ettik ki onda hiç şüphe yoktur" (el-İsrâ, 17/99); Biz senden önce de hiçbir beşere dünyada ebedîlik vermedik. Şimdi sen ölürsen, onlar baki mi kalacaklardır?" (el-Enbiyâ, 21/34); "Yer yüzünde bulunan her canlı fanidir" (er-Rahmân, 55/26).

ÖLDÜRME

Canlı bir varlığın hayatına son verme işlemi; bir kimsenin hayatını haklı veya haksız, hukukî ve hukuk dışı olarak silahla veya başka bir şeyle sona erdirme; katletme; idam etme.

Bazan insanlar zulmen ve başkalarına haksızlık ederek ölümlere sebep olurlar. Haksız yere yapılan öldürme bir kaç çeşittir. Kasden öldürme, kasda benzer öldürme, yanlışlıkla öldürme, hatayla öldürme ve ölüme sebebiyet verme.

1) Kasden öldürme: Öldürülmesi meşru olmayan bir insanı, kılıç, bıçak, mızrak, kurşun ve bomba gibi öldürücü bir silahla kasden öldürmektir. Keskinleştirilmiş taş ve tahta ile ateş ve iğne de silah hükmündedir. Kasıt unsuru, katilin iç halinde gizli bir durum olduğu için, bunu ancak dış belirtilerinden bir delille anlamak mümkün olur. Bu da ancak öldürücü âletin kullanılması ile anlaşılır. Böylece, yolculuk, güçlüğün varlığına sebep sayıldığı gibi, öldürücü alet de kasdın varlığına bir delil sayılır. Kasden öldürmenin cezası kısas ve Cehennem azabıdır.

ÖLÜ

Hayatı sona ermiş, ölmüş kişi, cansız. Dünyevî hayatla ilişkisi kesilmiş kimse. İslâm hukukunda ölü, hüküm itibariyle iki şekilde ele alınmaktadır.

1. Hakîkî ölü; 2. Hükmî ölü.

Hakîkî ölü: Dünya hayatının son bulması demektir. Bu durumda ölüye terettüb eden hükümleri şu şekilde ele alabiliriz:

I- Dünya işlerine ait hükümler

ÖLÇÜ-TARTI

Sıvılar ve taneli bitkiler gibi bir hacim ölçülü veya belirli bir kapla ölçülerek alınıp satılan şeylere ölçü ile satılan (mekîlat)lar denir. Zeytin yağı, gaz, arpa, mısır gibi. Günümüzde sıvı maddeler "litre" ile; katı fakat içine konulduğu kabın şeklini alabilen maddeler de "hacmi belirli bir ölçekle" alınıp satılmaktadır.

Ağırlık ölçüleri ile alınıp satılan şeylere de "tartı ile satılanlar (mevzunu)" denir. Ağırlık ölçü birimleri dirhem, dinar ve miskal gibi İslam hukukunda ölçü alınan birimlerdir. Günümüzde bunların yerine gram, kilogram ve ton gibi ağırlık (vezn) ölçüsü birimleri kullanılmaktadır. Demir, kömür, çimento, şeker gibi şeyler tartı ile alınıp satılmaktadır.

ÖĞLE NAMAZI

Güneşin gök yüzünün tam ortasından batıya döndüğü andan, cisimlerin gölgesi bir veya iki katına çıkıncaya kadar kılınacak dört rekatlı bir namazın adı. Beş vakit namazın kılınma vakitleri, naslarla belirlenmiştir.

Kur'an-ı Kerim'de Namaz müminler üzerine belirli vakitlerde farz kılınmıştır” (en-Nisâ, 4/103) buyurulur. Öğle namazının başlangıcının, güneşin batıya dönmesi (zevâfi) olduğunda görüş birliği vardır: "Güneşin batıya kaymasından, gecenin karanlığına kadar geçen zaman içinde, namazları kıl" (el-İsrâ,17/78). Ebû Yusuf, Muhammed, Şâfiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'e göre öğle namazı vaktinin sonu, cisimlerin gölgesinin bir misline kadar uzadığı andır. Dayandıkları delil, Cebrâil aleyhisselâm'ın Hz. Peygamber'e imamlık yaparak namaz vakitlerini göstermesidir. Çünkü Cebrâil (a.s) birinci defasında öğle namazını güneşin zevâlinden hemen sonra kıldırmış; ikinci defasında ise, cisimlerin gölgesi bir misli olunca kıldırmıştır. Bununla öğle namazı vaktinin başlangıç ve son sınırlarını belirlemek istemiştir (Tirmizî, Mevâkît, l; Ahmed b. Hanbel, I, 383, III, 330; Ebû Dâvud, Salât, III; Nesâî, Mevâkît, VI, X, XV).

Ebû Hanîfe'ye göre ise öğle namazı vaktinin sonu, cisimlerin gölgesinin iki katına çıkmasıdır. Delil şu hadistir: "Öğle namazını serin zamana geciktiriniz. Şüphesiz sıcaklığın şiddeti, cehennemin kaynamasındandır" (Buhârî, Mevâkît, 9, 10; Bed'ül-Halk, 10; Ebû Dâvud Salât, IV; Tirmizî, Salât, V; Nesâî, Mevâkît, V). Hz. Peygamberin yaşadığı bölgede sıcağın en şiddetli zamanı, cisimlerin gölgesi bir katına ulaştığı zamandır. Diğer yandan Cebrâil (a.s) ikindi namazını cisimlerin gölgesi iki katına ulaşınca kıldırmıştır (Tirmizî, Mevâkît,1; Ahmed b. Hanbel III, 330).

OYUN

Beden veya zihin gücünün sadece zevk almak, dinlenmek ve eğlenmek maksadıyla yaptığı işler. İslâm'da şansa dayanan ve bir tarafın haksız kazancına, öbür tarafın kaybetmesine sebep olan oyunlar kumar sayılarak yasaklanmıştır. Kur'an-ı Kerim'de Ey iman edenler; içki, kumar, tapınmak için dikilen heykeller ve fal okları, şüphesiz şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan kaçının ki saadete eresiniz"buyurulur (el-Maide, 5/90).

Tavla ve gülbahar, kumardır. Nitekim Resulullah (s.a.s) Kim nerd şir (tavla ve gülbahar) oynarsa elini domuz etine ve kanına bulamış gibi olur" buyurmuştur. İmam Şafiî zekayı güçlendirdiği gerekçesiyle satrancı mekruh saymış, öteki mezhep imamları ise, kumar kabul ederek haram olduğunu söylemişlerdir. At, katır, eşek, deve yarışları, atıcılık müsabakaları caizdir. Savaş hazırlığı olan her şeyi öğrenmek, harp manevraları yapmak teşvik edilmiştir. Resulullah (s.a.s) yapmış olduğu bir yarışta birinci, Ebû Bekir ikinci, Hz. Ömer de üçüncü olmuşlardı. Hattâ atıcılık ve yarış oyunlarını meleklerin bile seyrettiği rivayet edilmiştir. Bu gibi yarışlarda taraflardan birinin veya üçüncü şahısların kazanana ödül vereceklerini şart koşmaları da caizdir. Çünkü bu şekilde harp ve harp aletlerinin öğretilmesi teşvik edilmiş olur. Fakat, ödüle karşılıklı olarak yarışan taraflarca şart koşulur, yarışı kazanan taraf öteki taraftan ödülü alır, o taraf kaybeder ve zararlı çıkarsa; bu, kumar olur ve haramdır. Spor yapmak amacıyla yarışlar, at yarışları ve atıcılık müsabakaları düzenlemek de menduptur. Ancak bu yarışlarda yarış yapan hayvanları bitkin hale getirmemek gerekir. Sırf eğlenmek için müsabaka yapmak mekruhtur. Ancak bu bayramlarda olursa, mübah ve hattâ menduptur.

OTUZ İKİ FARZ

Yapılması dinen kesin olarak emredilen işlere "farz" denir. Farzlar sübûtu ve delâleti kesin olan ayet ve hadis delillerine dayanır. Farzı ifa etmek sevabı; terketmek ise azabı gerektirir. Bu çeşit emirleri inkâr eden dinden çıkar. İman, temizlik ve ibadet konularında her ergin ve akıllı müslümanın fert olarak yerine getirmek zorunda olduğu farzların sayısı otuz iki olarak meşhur olmuştur. Ancak İslâm'ın bütün emirleri bunlardan ibaret olmayıp; medenî, borçlar, ticaret, ceza hukuku ve benzeri alanlarda da uyulması gereken prensipler vardır. Otuz iki farz; iman, İslâm, abdest, gusül, teyemmüm ve namaz konularına aittir. Bunları yedi maddede açıklamaya çalışacağız.

A. İmanın Şartları. Altı tane olup Cibril hadisinde şöyle ifade edilmiştir: "İmân; Allah'a, O'nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, hayır ve şerriyle kadere inanmaktır" (Buhârî, İmân, 37; Müslim, İmân, I).

ORUÇ

İslâmın dört temel ibadetinden ve beş esasından biri. Farsça'dan Türkçe'ye geçmiş bir isimdir. Kelimenin aslı "Ruze"dir. Önceleri "Oruze" (günlük) olarak kullanılmış; daha sonra "Oruç" şeklinde telaffuz edilmeye başlanmış ve bu şekliyle yaygınlaşmıştır. Arapça karşılığı "savm" veya "sıyam"dır. Savm kelimesinin lügat manası; yeyip-içmekten kendini tutmak, imsak, hareketsiz kalmak ve herşeyden el, etek çekmektir. Kur'an-ı Kerim'de bazan "susmak" manasına kullanılmıştır (Meryem, 19/26). İslâmi ıstılahta oruç, "İkinci fecirden (fecr-i sadık'tan)" itibaren, güneşin grubuna kadar yemekten, içmekten, cinsel ilişkiden ve orucu bozan diğer şeylerden, Allahü Teala (c.c)'ya kulluk niyetiyle nefsi alıkoymaya verilen isimdir. Bilindiği gibi oruç, yalnız bedenle yapılan ibadetlerden biridir. Dolayısiyle, her mükellefin kendi nefsi için farz-ı ayn'dır. Resul-u Ekrem (s.a.s)'in; "Bir kimse, başka bir mükellefin yerine oruç tutmaz. Yine bir kimse, başka bir mükellefin yerine namaz kılmaz" (İbnül-Hümam, Fethül-Kadir, Beyrut 1315, II, 85) buyurduğu bilinmektedir.

ORGAN NAKLİ (Transplantasyon)

Bir canlıdan bir doku veya organın, yerinden çıkartılarak başka bir canlıya nakledilmesi anlamında bir tıp terimi.

Nakledilen doku veya organa "greft" adı verilir. Doku veya organın alındığı canlıya verici (donör); nakledilen canlıya da alıcı (recipient) denir (Prof. Hakkı Akalın, Organ Nakli, Ankara 1988, s. 3-4; Doç. Dr. Ömer Türel, Organ Transplantasyonları, s. I).

Organ nakli konusu yenidir. Onun için bunun İslam hukuku açısından durumu konusunda yeterli araştırma yapılmamıştır. Konuyla ilgilenenlerin bir kısmı bunu caiz görürken bir kısım ise karşı çıkmaktadır. Bilhassa ölü birisinin organının diri birisine nakline cevaz verenler çoğunluktadır. Organı verenin durumuna göre konu iki hususta ele alınabilir:

ORTODOKS

Hristiyanlığın üç büyük mezhebinden biri.

Ortodoks (yunanca "orthos" doğru ve "doksa" inanç kelimelerinin birleşmesiyle meydana gelmiş "doğru inanç" anlamını ifade eder. "Doğu kilisesinin güttüğü mezhep, bu mezhebe uyan kişi" demektir. Ortodoksluk dışındaki diğer iki mezhep, Katoliklik ve Protestanlık'tır. Ortodoksluk 1054 yılında Roma'dan ayrılmıştır. Herhangi bir alanda geleneklere sıkı sıkıya bağlı olan, vahye ve meşru kilisenin kararlarına uygun doktrin ve düşüncelerin tümüne de Ortodoksluk adı verilir.

Batı dillerinde Sünnî Müslümanlar için de doğru inanç sahibi anlamında "ortodoks" terimi kullanılır. Hristiyan dünyasında hatalı olduğunu ve doğru görüşten saptığını kabul etmeyen hemen her kilise, bir bakıma kendisini "ortodoks" diye tanıtır (Bertholet, Wörterbuch der Religionen, Stuttgart 1962, s. 202).

ORDU

Bir toplumun devlet olabilmesini sağlayan, onu içi ve dış düşmanlara karşı koruyan, belirli bir disiplin içerisinde hareket eden silahlı güçlerin tamamı. Orduların varlığı, savaş gerçeğine dayanır. Bir fikri, bir ideali gerçekleştirmek için ona karşı duran kuvvetlerin yok edilmesi, tesirsiz hale getirilmesi zorunlu bir durumdur. Ayrıca kurulan düzenin ayakta kalabilmesi, kendini savunabilecek bir ordunun varlığıyla yakından ilgilidir. Bu çerçevede değerlendirildiğinde, ordu kavramının varlığı tarih öncesi devirlere kadar uzanır. Ordular değişik devirlerde, o devrin ihtiyaç ve teknik imkânlarına göre birbirinden farklılıklar arzetmektedir.

İslâmda ordu kavramı, diğer inanç ve ideolojilerin farklı bir konuma sahiptir. İslâm ordusu, müslümanlara düşmanlık eden, onları yeryüzünden söküp atmak için savaşan müşrik güçlere karşı İslâmı savunmak ve tebliğin önündeki engelleri kaldırmak için oluşturulmuş kuvvetlerdir. Ordu, Allah Teâlânın va'zetmiş olduğu cihat farizasını yerine getiren, İslâm Devletinin kurumlarından birisidir. Allah Teâlâ, Kuran-ı Kerimde iman edenlere şöyle hitab etmektedir:

Hoşunuza gitmese de, düşmanla savaşmak üzerinize farz kılındı” (el-Bakara, 2/216); Ey Müminler! Müşrikler sizinle nasıl topluca savaşıyorlarsa, siz de onlarla topluca savaşın” (et-Tevbe, 9/36); Fitne ortadan kalkıp, din yalnız Allahın oluncaya kadar onlarla savaşın” (el-Bakara, 2/193) Resulullah (s.a.s) de; Cihad kıyamete kadar sürecek bir farzıdr” (Ebû Dâvûd), Cihâd, 33) buyurmaktadır.

NÜZÛLÜL KURAN

Kur'an-ı Kerim'i toptan ve bir defada Levh-i Mahfuz'dan dünya göğüne, oradan da Kadir gecesinden itibaren ihtiyaca göre yirmi üç yılda parça parça Hz. Muhammed'in kalbine inmesi, Levh-i mahfuz'dan inmesine "inzal" dünya semasından inmesine de "tenzil" denilir. Kur'an-ı Kerim'in parça parça inmesi onun önemli bir özelliğidir. Zira önceki kitaplar toptan ve bir defa da inmişlerdir. Kur'an'ı Kerim'in yavaş yavaş ve kademeli olarak inmesinin iki maksadı ve hikmeti vardır.

Birincisi, her olaydan sonra ilgili ayetlerin inmiş olması, Kur'an'ı Resulullah'ın kalbine yerleştirmek ve zaman içerisinde Kur'an'ı ezberlemesini kolaylaştırmaktır. Kur'an-ı Kerim'in ayetleri her indikçe onu getiren melek de tabiatıyla daha çok inmiş olacaktır. Bu, Kur'an'ın kalbe yerleşmesinde daha etkin olduğu gibi; Resulullah (s.a.s)'e de öteki peygamberlere nazaran daha fazla önem verildiğini gösterir. Daha önceki peygamberler okur yazardı. Bu sayede bir defada ve toptan inse de, sonradan ezberlemeleri mümkündü, Ancak Resulullah (s.a.s)'in özelliklerinden birisi ümmî olması yani okur yazar olmamasıdır.

NÜZÛL

İnmek” anlamına gelen bir usul-ü tefsir terimi. Allah Teâlâ hakkında hadislerde "yenzilü: İner", Kur'an-ı Kerim'de ise, "cae:(geldi)" ve "ye'tî:(gelir)" lafızları kullanılmaktadır. Şöyle ki:

"Melekler sıra sıra olduğu halde Rabb'in geldi" (el-Fecr, 89/22)

"Onlar, buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve meleklerin gelmesini ve işin bitirilmesini bekliyorlar değil mi? Halbuki bütün işler tekrar Allah'a döndürülüp götürülecektir" (el-Bakara, 2/210).

Hadis-i şeriflerde de:"Yenzilürribana ilessemaiddünya..." "Rabbimiz dünya göğüne iner..." buyurulmaktadır (Buhârî, Teheccüd, 14; Müslim, Misafirîn,168-170; Ebû Davud Sünne,19; Tirmizî, Salâ, 211; İbn Mâce, İkame, 182; İbn Hanbel, Müsned II, 264, 266).

NÜŞÛZ

Geçimsizlik çıkarma; serkeşlik yapma; kocaya karşı itaatsizlik etme; Kadının kocasına karşı buğz edip asî olması anlamında bir İslam hukuk terimi. Arapça bir mastar olup, itaatsiz kadına "naşize" denir.

Evlilikte eşlerin karşılıklı uyum içinde olması gerekir. Ayet ve hadislerde karşılıklı hak ve görevler belirlenmiştir. Cenab-ı Hak şöyle buyurur: Erkeklerin kadınlar üzerinde meşru hakları gibi, kadınların da onlar üzerinde hakları vardır. Yalnız erkekler onlar üzerinde daha üstün bir dereceye sahiptirler" (el-Bakara, 2/228). Şu ayette, eşler arasında iyi geçim istenir:

"Onlarla iyi geçinir, eğer kendilerinden hoşlanmadınızsa olabilir ki bir şey sizin hoşunuza gitmez de, Allah Onda bir çok hayır takdir etmiş olur" (en-Nisâ, 4/19).

NÜSUK

Allah'a ait olan hak, O'nun rızası için yapılan her çeşit ibadet, hac, kurban vs; ibadetler anlamında bir fıkıh terimi. Arapça bir kelimedir. Neseke" kökünden gelir. "Nüsk" olarak da kullanılır. "Mensek" ve "mensik"le eş anlamlıdır. Kur'an-ı Kerimde iki yerde "nüsuk", iki yerde "mensek" ve iki yerde de "menâsik" kelimeleri geçmektedir.

Bütün bu kelimeler, birbirine yakın manalar ifâde etmektedirler. Bunların bulunduğu ayetlerdeki anlamlarına gelince; Hani bir zamanlar İbrahim, İsmaiL ile beraber Ev'in temellerini yükseltiyor; "Ey Rabbimiz! Bizden kabul buyur, şüphesiz sen işitensin, bilensin. Ey Rabbimiz! Bizi sana teslim olanlardan kıl, neslimizden de sana teslim olan bir ümmet çıkar; bize menâsik (ibadet yerler) imizi göster, tevbemizi kabul et; zira tevbeleri kabul eden, çok merhametli olan ancak sensin" diyorlardı. (el-Bakara, 2/127, 128).

NUSAYRİLİK

Çoğunluğu Suriye'de yaşayan aşırı bir Şiî-Batinî fırkası. Bunlara günümüzde Numeyrîler ismi de verilmektedir. Nusayrî isminin ise geçmişte kalan bir isim olduğunu ve fırka kurucusuna nisbeten bu ismin verildiğini ileri sürerler. Fırkanın ismini, kurucusu olan Muhammed b. Nusayr en-Nemiri'ye (270/883) nisbeten aldığı bilinmektedir. Zaten itikadi fırkaların hemen hemen bir çoğunun kurucularına nisbeten tanındıkları ve buna uygun isim aldıkları bilinen ve sık rastlanan bir durumdur.

Batinî karakterli fırkalarda ortak olarak görülen husus, bunların genel olarak çift hayatları olmasıdır. Yani birisi, kendi içlerinde ve çevrelerinde yaşadıkları ve yaşattıkları hayat seyri, diğeri de toplum içinde yaşamaları itibariyle toplumsal hayatlarıdır. İşte Nusayrilik de genel anlamda bu özellikleri taşımakla birlikte, batınî fırkalar arasında, önemli eserlerinden bir kısmı elde edilebilmiş ve dolayısıyla görüşlerine vakıf olunabilmiş fırkalardan birisi olma özelliğini taşımaktadır.

NÛR SURESİ

Kuran-ı Kerimin yirmi dördüncü suresi. Altmış dört ayet, bin üç yüz on altı kelime ve beş bin üç yüz otuz harften ibarettir. Fasılâsı be, râ, lâm, mim ve nun harfleridir. Medenî surelerden olup, Haşr suresinden sonra nâzil olmuştur. Adını Allah'ın nurunu tasvir eden otuz beşinci ayetinden almıştır.

Hârise b. Mudarrib, bu sure hakkmda; "Hz. Ömer bize Nisâ, Ahzâb ve Nûr surelerini öğrenin, diye yazılı emir gönderdi" demiştir (Şevkâni, Fethul-Kadir, IV, 3).

Allah semaların ve yerin nûrudur". Bu sure'yi celilede Nûr, kalplerde ve ruhlardaki belirtileriyle zikredilmektedir. Sure, bu belirtilerin meydana getirdiği edep ve ahlâk temellerine oturtulmuştur. Bunlar, kalbi ve hayatı aydınlatan ruhî, ailevî ve içtimaî ahlâklardır. Bu belirtiler cihanşümul nûra bağlanmaktadır. Bunlar ruhlardaki nûr, kalplerdeki aydınlık ve vicdanlardaki berraklıktır. Hepsi de bu büyük nurun parıltısıdır.

NÛR

Işık, aydınlık, ziya, parlaklık; şan, şeref; eşyayı ortaya çıkaran ve onun gerçekliğini gözler tarafından görünür kılan. Çoğulu "envâr"dır. Ziyâ kelimesiyle eş anlamlı olduğu kabul edilir. Ancak, bu iki kelime arasında ifade ettikleri şeyler açısından bazı farklılıklar ileri sürülmüştür. Parlaklığı bizzat kendinden olan cisimlerin yaydığı ışıklara ziyâ; başka bir ışık kaynağı vasıtasıyla parlak olan cisimlerin saçtığı ışığa ise nûr denilmektedir. Bu tanım, şu ayeti kerimeye dayandırılmaktadır: "Güneşi, ışıklı (ziyalı) ayı nurlu kılan... (Yunus,10/5). Bu ayeti esas alan bazıları, ziyanın, nurdan daha kuvvetli bir anlamı olduğunu iddia etmişlerdir.

Işık olarak nûr ile ziyâ arasında bir ayırım yapılmadan, Kozmoğrafya ve fizikle ilgilenen bilim adamları tarafından bir takım çalışmalar yapılmış ve ışığa has özellikler tesbit edilerek cisimlerle olan ilişkileri açıklanmaya çalışılmıştır. Bu konudaki çalışmaların en mühimi İbnul-Haysem'in optik ilminden bahseden Kitâbul-Menâzir'idır. İbnul-Haysem, ışık açısından cisimleri iki grup olarak değerlendirmektedir. Bunlardan biri, parlaklığının kaynağı bizzat kendisi olan cisimler (güneş, yıldızlar ve ateş gibi) ve karanlık olan cisimler. Karanlık cisimler ise kendi arasında saydam, yarı saydam ve saydam olmayanlar gibi bir tasnife tabi tutulurlar.

Aydınlığı bizzat kendisinden olan cisimlerin ışığı onların cevherî bir vasfıdır. Karanlık olup, başka bir kaynaktan gelen ışığı yansıtan ve bu yüzden parlak olan cisimlerin bu durumu, onlar için arazdır. Ancak ışık, her iki durumda da karşısında bulunan cisimleri aydınlatır.

NÛH SURESİ

Kur'an-ı Kerim'in yetmiş birinci suresi. Yirmi sekiz ayet, iki yüz yirmi bir kelime ve yedi yüz elli harften ibarettir. Mekkî surelerden olup Nahl Suresinden sonra nâzil olmuştur. Sure, bütünüyle Nûh (a.s)'ın kıssasından bahsettiği işin bu adı almıştır.

Nûh (as), "Ulûl-Azm" peygamberlerin ilkidir. Kendilerine gönderildiği kavim de, Allah'a kulluğu terkedip kendilerine putlar edinerek yeryüzünde fesad çıkartan ilk inşan topluluğudur. Allah Teâlâ insanlar için birer yol gösterici olan peygamberlerinden biri olan Nûh (a.s)'ı kavmine gönderdiğinde, onu yalanlamışlar, alaya almışlar ve onunla mücadeleye girişmişlerdi. Allah'a isyan edip, Resulünün davetine kulak asmayan bu kavim, aynı zamanda yeryüzünde helâk edilerek cezalandırılan ilk kavimdir. Bu cezalandırma daha sonraki kavimler için bir ibret kaynağı kılınmış ve Kur'an-ı Kerim'de teferruatlıca zikredilerek, bununla evvelki kavimlerin helâklerine sebeb olan davranışlardan kaçınılması için somut bir uyarıda bulunulmuştur.

NOEL

Hristiyanların Hz. İsa'nın doğum günü dolayısıyla kutladıkları bayram; bu bayramın kutlandığı zaman süresi; Miladi yılı Ocak ayının birinci gününün gecesi; Milad; Hz. İsa'nın doğumu kabul edilen gün. Bu günü esas alan takvime ise Milâdi takvim denir.

Hristiyan inancına göre evrenin nuru olan Hz. İsa'nın doğum gününü 25 Aralıkta kutlamanın, papaların kış gündönümü törenlerine bağlı bulunanları bundan vazgeçirmek amacına yönelik olduğu söylenir. 25 Aralık Hristiyan kiliselerinin hepsi tarafından Hz. İsa'nın doğum günü törenleri olarak kutlanır. Katolik (Latin) kilisesi 25 Aralık, Ortodoks kiliseleri ise IV. Yüzyıldan itibaren bu tarihi benimsemişlerdir. Katolik kilisesi bu günü, birincisi gece yarısı; ikincisi güneş doğarken; üçüncüsü ise sabah olmak üzere üç missa (ayin) tertipleyerek kutlar.

NİYET, NİYYET

Azim, kasıt, kesin irade; kalbin bir şeyi bilmesi; kalbin bir şeye karar verip, o işin niçin yapıldığını bilmesi anlamında bir fıkıh terimi. Çoğulu "niyyât"dır.

İslam'da yapılan amellerin değeri niyete göre belirlendiği için, niyetin önemli bir yeri vardır. Kuran-ı Kerim'de, dua ederken Cenab-ı Hakk'ın rızasını dileyen yoksulların bu özelliği şöyle övülür: "Sabah akşam Rabbine, sırf O'nun rızasını dileyerek dua edenleri huzurundan kovma. Sen kafirlere, kâfirler de sana hesap verecek değildir. Yoksulları kovarsan, zâlimlerden olursun" (el-En'âm, 7/52).

Kureyş'in ileri gelenleri, Hz. Peygamber'den yoksulları yanından uzaklaştırması şartıyla görüşebileceklerini bildirmişlerdi. Hz. Peygamber de sadece onlar gelmek istediklerinde bunu kabul edebileceğini bildirince bu ayet inmiş, yoksullar saf niyet ve ihlâsları sebebiyle Yüce Allah'ın yardımına mazhar olmuşlardır.

NİYÂBET

Birinin yerine geçme, vekillik. Hükümdar ile yönetilen yerlerde, hükümdarlık makamının boşalması veya hükümdarların küçük yaşta olması veyahut hastalık gibi sebepler dolayısıyla hükümdarlık görevinin başka birisi veya seçilen bir meclis heyeti tarafından görülmesi anlamında "niyâbet" tabiri kullanılmaktadır. Kısaca "herhangi bir görevde başkasına vekâlet etmek" demek olan "niyâbet", pek çok devlette makam ismi olmuştur. "Niyâbet-i Saltanat" adıyla bir makama Büyük Selçuklularda rastlanmamakta ise de, Anadolu Selçuklularında bu makam görülmektedir. Anadolu Selçukluları'nın bunu Eyyûbîler'den almış olmaları muhtemeldir. Bu makamda bulunan kişiye "Nâib-i saltanat" adı veriliyordu. Bu nâibin görevi, hükümdarın devlet merkezinde bulunmadığı durumlarda ona ait devlet işlerine bakmak idi. Saltanat nâiblerinin alâmeti olarak kendilerine altın kılıç verilirdi (İ.Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilâtına Medhal, Ankara 1984, s. 93).

29 Mayıs 2010 Cumartesi

NİŞAN, NİŞANLANMA

Evlenme isteği üzerine verilen söz ile yapılan akit ve merasimler.

Nişan merasimi nikah sayılmaz. Evlenecek kadınla erkeğin birbirini daha iyi tanımaları, eksiklerin tamamlanması, öğrenim ve askerlik gibi bir kısım engellerin aşılması, resmî bazı formalitelerin tamamlanması, belli bir zaman tahsisini gerekli kılar. Yani söz kesilir kesilmez, hemen nikâh akdi yapmak çoğu zaman mümkün olmaz. İşte, sözle nikâh arasında geçen bu döneme "sözlülük veya nişanlılık" denir. Arapçada "hutbe" kelimesiyle ifade edilen bu müessese, sözlükte; kız istemek, söz vermek, söz kesmek ve nişanlanmak anlamlarına gelir.

İslâm'da, ömür boyu beraber yaşayacak olan eşlerin, evliliğe karar vermeden önce gereken tedbirleri alması, iyi düşünmesi gerekmiş ve bunun için de evleneceklerin görüşmesi âdet hâline gelmiştir. Ancak nişanlıların nikâhtan önce birbirlerine haram olduklarından dolayı görüşüp konuşmaları, beraber gezmeleri veya sohbet etmeleri caiz değildir.

Evlenecek eşlerin daha önceden birbirlerini görmeleri mümkün ve caizdir. Bakılacak yerler ellerle, yüz ve ayaklardır. Muğîre (r.a) bir kadınla evlenmek istemiş, Hz. Peygamber (s.a.s) kendisine: "O kadına bak, çünkü bakmak yıldızınızın barışması için daha uygundur" buyurmuştur (Tirmizî, Nikâh, 5). Yine Allah'ın Elçisi, Ensar kadınlarından biriyle evlenmek isteyen bir sahâbiye; "Git ve ona bak, zira Ensar kadınlarının gözlerinde bazı göz kusurları bulunabilir" (Müslim, Mesâi)

NİSA SURESİ

Kur'an-ı Kerim'in dördüncü suresi. Yüz yetmiş altı ayet, üç bin yedi yüı kırk beş kelime ve on dört bin beşyüz otuz beş harften ibarettir. Fasılası elif, lâm, mim ve nun harfleridir. Medenî surelerden olup, nüzûl sırası Mümtehine suresinden sonra gelmektedir. Bazı bölümlerinde kadınlarla alakalı hükümlerden bahsedildiği için bu adı almıştır. Bakara suresinden sonra Kur'an'ın en uzun suresidir. Hz. Âişe'den rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: Kur'an'ın yedi uzun suresini kim öğrenip bellerse, o kişi bilgin sayılır" (Ahmed b. Hanbel, VI, 73, 82; Hakim, II, 305) buyurmuştur. Nisa suresi de bu sureler arasındadır.

Nisa suresi, Uhud savaşının peşinden başlayarak hicri sekizinci seneye kadar uzanan bir zaman zarfında bölüm bölüm nâzil olmuştur. Sureyi oluşturan bölümlerin nüzûl tarihlerinin tesbit edilmesi zor olmakla birlikte, ele aldığı konular ve bunların dayandığı sebepler gözönünde bulundurularak belirgin olmamakla birlikte nüzûl seyrini takibetmek mümkündür. Örneğin, şehitlerin miraslarının varislerine dağıtılması ve yetimlerin haklarının korunması problemi, Uhud savaşında yetmiş müslümanın şehadetinin peşinden ortaya çıkmış olduğuna göre, bu konuda düzenlemelerde bulunan surenin başından yirmi sekizinci ayetine kadar olan bölümün bu dönemde nazil olduğu söylenebilir.

NİSÂB

Sınır, işaret, miktar, pay; bir şeyin aslı; asıl, kök; servetin zekâtı gerektiren miktarı; oturumu açmak için yeterli üye sayısı; zekât gibi bazı yükümlülüklerin, hırsızlık haddi gibi bazı cezaların sabit olması için Allah veya Resulü tarafından belirlenen muayyen miktarlar anlamında bir İslam fıkhı terimi. Zekâtta nisap, zenginlik sınırım belirleyen miktarlardır. İslam'da nisap miktarı ve daha faıla mala sahip olan, zengin; daha azına sahip olan ise yoksul sayılır.

Bir kimsenin zekatla yükümlü olması için hür, ergin, müslüman olması; borçlarının ve aslî ihtiyaçlarının dışında yıllanmış nisap miktarı mala sahip bulunması gerekir. Zekâta tabi olan nakit para ve malların çeşidine göre nisap miktarları da farklıdır. Kendilerine zekât gereken mallar beş sınıftır. Nakitler; altın, gümüş ve nakit paralar bu sınıfa girer. Madenler ve defineler; ticaret malları; tarım ürünleri ve meyveler; çoğunluğa göre evcil sâime hayvanlar; Mâlikîlere göre ayrıca yılın yarıdan fazlasında ağılda beslenen hayvanlar. Bu malların kişiyi zekat yükümlüsü kılan nisapları şöyledir:

NİMET

İyilik, ihsan, lütûf, atiyye, in'âm, hayırlı mal, servet, varlık, yiyecek ve içecek şeyler ve ekmek gibi manâlar için kullanılan bir terim. Neime kökünden gelir, çoğulu "niem, en'um, ni'mât ve niemât" olarak gelir.

Kur'an'da kırk yedi yerde "nimet" kelimesi doksan yedi yerde de, "nimet"le aynı kökten gelen kelimeler geçmektedir.

Nimet, Kur'an'da rahmet ve rızk kelimeleri ile son derece ilgili ve yakın anlamlarda kullanılmıştır. Rızk, insan ve insanın dışındaki her canlı varlık için kullanılırken; nimet, yalnız insanlar için söz konusudur.

NİKÂH

Evlenme, kocaya gitme, cinsî temasta bulunma, sarhoş etme, evlenmeleri yasak olmayan bir erkekle bir kadın arasında yapılan ve müşterek hayat ve nesli sürdürmek için bir bağ meydana getiren akit.

Tarih boyunca, çeşitli milletlerde ve hukuk sistemlerindeki evlilik anlayışı ve tatbikatı aynı olmamıştır. ilâhî vahye dayanan semavî dinlerde erkekle kadının ortak bir yuva kurması ancak nikâh akdiyle mümkün kılınmıştır.

Nikâh akdi eşlerin veya temsilcilerinin serbest iradesiyle oluşur. Karı kocadan meydana gelen aile yuvasında tarih boyunca, çeşitli topluluklarda üç usul uygulanmıştır.

I) Koca hakimiyetine dayanan evlilik:

NİHİLİZM (Hiççilik, Yokçuluk)

Metafizik, ahlâkî güç ve kuvvetleri yok sayan, mevcut olan güçlere, değerlere ve düzene karşı çıkan, hiçbir iradeye boyun eğmeyi ilke olarak kabul etmeyen görüşlerin genel adıdır.

Herşeyi, her gerçeği ve değeri inkâr şeklinde ortaya çıkan Nihilizm, bilgi felsefesi, varlık açıklaması, ahlâk ve siyaset alanında kabul görmüş ve yayılma imkânı bulmuştur.

Bu görüş, varlığı her şekliyle şüpheyle karşılar; hatta yok sayar; buna bağlı olarak da her çeşit bilgi imkânını inkâr ederek hiçbir doğru, genel-geçer bilginin olamayacağını ileri sürer. Bu görüşün kökleri Antikçağ Yunan Felsefesine, özellikle Gorgias'ın inkârcılığına kadar geri gider. Gorgias, varlık ve bilgi ile ilgili nihilizmini şu üç önermede (hükümde) ortaya koyar: "Hiçbir şey yoktur". "Birşey olsaydı da bilemezdik". "Bilseydik de başkalarına bildiremezdik". Bu görüşleriyle Gorgias, hem varlığı, hem de bilgi elde etme imkânını inkâr eder. Ayrıca Sofistler ve Septikler, tenkit edilemeyen ve kendisinden şüphe edilemeyen hiçbir şeyin olmadığını ileri sürerek tenkitçi ve şüpheci bir nihilizmi ortaya koymuşlardır.

NESÎ'

Geri bırakmak, te'hir etmek. (Nesee-yenseu) fiilinden mastar. Nes'en-nesâen ve nesî'en olmak üzere üç çeşit mastarından birisi. "Geri bırakılmış" anlamında ism-i mef'ul anlamlı ism-i fail. Kameri aylardan haram ayları ertelemek.

Güneşin hareketleri esas alınarak hesaplanan aylara "şemsî aylar", ayın hareketlerine göre belirlenen aylara ise"kamerî aylar" denir. Oniki kamerî ay şunlardır: Muharrem, Safer, Rabîul-evvel, Rabîul-âhır, Cumâdel-ûlâ, Cumâdel-uhrâ, Recep, Şa'ban, Ramazan, Şevvâl, Zilka'de, Zilhicce. Bu ayların toplamı da "Kameri yılı" meydana getirir. Güneş yılı 365 gündür. Kameri yıl ise bundan on gün kısa olup, kamerî aylar her yıl on gün önce başlamış olur. İşte İslâm'da ve önceki semavî dinlerde günlük, aylık veya yıllık bir takım ibadet ve muâmelelerde kameri yıl ve aylar esas alınmıştır. Orucun Ramazan ayında tutulması, hac ibadetinin Zilhicce'de yapılması, yıllık zekatın kameri yıl sonundaki zenginlik durumuna göre hesaplanması gibi.

NESH

İzale, bertaraf, ibtal ve yok etme; izale edilen şeyin yerine başka birinin konulması veya konulmaması, nakletme, kaldırma, hükümsüz kılma, istinsah etme, değiştirme, tahvil etme (nesha) fiilinin mastarıdır. Nesh kelimesinin bu manâlardan hangisinde hakikat, hangilerinde mecaz olduğu konusu ihtilaflıdır. Bazı ilim adamları "izale ve iptal etme" manâsında hakikat, diğerlerinde mecaz olduğunu söylemektedirler.

Istılah âlimlerince nesh değişik şekillerde tarif edilmiştir. Neshin, ıstılâhî tariflerinin ortak noktaları alınmak suretiyle şu şekilde tarifi mümkündür: "Nesh, şer'î bir delil ile sabit şer'î ve fer'î bir hükmün daha sonra gelen yeni şer'î bir delille kaldırılması, ilgası, tebdil ve tağyîr edilmesidir." Bu şekilde kendinden önceki hükmü kaldıran delile "nâsih", hükmü kaldırılan delile de "mensûh" denilir.

NESEFÎ

Meşhur Hanefi fıkıh, kelam ve tefsir alimi.

Mâverâünnehir bölgesinin yetiştirdiği seçkin âlimlerden Hâfızuddîn Ebul-Berekât Abdullah İbn Ahmed en-Nesefi (öl. Ağustos 1310). Özbekistan'ın türkçe adıyla "Karşı" diye bilinen Nesef şehrinde dünyaya gelmiş ve orada yetişmiştir. Nesef şehrinin bulunduğu bölgeye "Soğd" adı verilmektedir. Nesefi'nin doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Birçok eserinin İslâm âleminde meşhur ve yaygın olması, medreselerde asırlar boyu okutulmuş olması yanında hayatı, tahsili ve yetişmesi hakkında da yeterli bilgi bulunmamaktadır. Ancak yazdığı eserlere bakarak onun, Fıkıh, Usûl-i fıkıh, Kelam (Usûlu'd-dîn), Hadis ve Tefsir'de çok iyi tahsil gördüğünü söylemek mümkündür.

NESEB, NESEP

Akrabalık, soy, baba tarafından olan soy bağlantısı; çocuğu ana-babasına ve ailesine bağlayan kan ve soy bağını ifade eden bir İslâm hukuku terimi.

Neseb, ailenin kendisine dayandığı en güçlü dayanaktır. Aile fertleri bununla birbirine hısımlık, kan, biri diğerinin cü'zü ve parçası olacak şekilde bağlanır. Çocuk babasının bir parçası, babası da onun bir bölümü olur. Neseb, insanlara Allah'ın büyük bir nimetidir. Fertler arasında merhamet, şefkat, yardım bu bağla zirveye ulaşır.

Allahü Teâlâ şöyle buyurur: "O, sudan bir beşer yaratıp onu soy sop yapandır (yani onu gerek kan ve gerekse evlilik bağı ile birbirine hısım yapandır). Rabbin herşeye kadirdir" (el-Furkân, 25/54).

NESEB, NESEP

Akrabalık, soy, baba tarafından olan soy bağlantısı; çocuğu ana-babasına ve ailesine bağlayan kan ve soy bağını ifade eden bir İslâm hukuku terimi.

Neseb, ailenin kendisine dayandığı en güçlü dayanaktır. Aile fertleri bununla birbirine hısımlık, kan, biri diğerinin cü'zü ve parçası olacak şekilde bağlanır. Çocuk babasının bir parçası, babası da onun bir bölümü olur. Neseb, insanlara Allah'ın büyük bir nimetidir. Fertler arasında merhamet, şefkat, yardım bu bağla zirveye ulaşır.

Allahü Teâlâ şöyle buyurur: "O, sudan bir beşer yaratıp onu soy sop yapandır (yani onu gerek kan ve gerekse evlilik bağı ile birbirine hısım yapandır). Rabbin herşeye kadirdir" (el-Furkân, 25/54).

NESÂÎ

Kütüb-ü sitte adı verilen hadis mecmualarının beşincisinin müellifi. Ahmed b. Şuayb b. Ali b. Bahr b.

Sinân b. Dinar (Ebu Abdi'r-Rahman) Horasan'da Nesâ denilen şehirde dünyaya gelmiştir (el-Cezerî, el-Lübâb fi Tehzîbil-Ensâb, III, 306).

Doğum tarihinin 214 veya 215 Hicri yılında olduğu konusunda ihtilâf vardır. İmam Suyûtî, Hüsnül-Muhadara isimli eserinde (I,197) doğum tarihini Hicri 225 olarak gösterir.

Nesâî on beş yaşında iken, küçük yaşında başladığı tahsilini, hadis öğrenmeye yöneltmiştir. İlk hadis derslerini, muammerinden olan, Enes b. Malik (r.a) de dahil pek çok Hadis otoritesine talebelik yapmış olan büyük muhaddis Kuteybe b. Saîd'den aldı. Bu zatın yanında kaldığı bir yıl iki aylık sürenin feyzini ömrü boyunca taşıdı.

NEMRUT

Hazreti İbrahim'in yaşadığı dönemde ülkenin hükümdarının veya makamının ismi.

Bunun böyle biliniyor olmasına, üstelik yer olarak da kimilerince Şanlıurfa, kimilerince de Ninova'nın zikredilmesine karşın, devletin bulunduğu coğrafya kesin olmadığı gibi, ülkenin hükümdarının "Nemrut" olduğuna ilişkin bilgiler de "rivayet"ler halindedir. Çoğu "İsrailiyyat" kökenli efsanevî rivayetleri bir yana bıraktığımızda, "Nemrut"a ilişkin bilgilerimiz kıttır. Ve bunlar da tek sağlam kaynak olan Kur'an-ı Kerim'deki kıssalardan ibarettir.

NEML SURESİ

Kur'an-ı Kerim'in yirmi yedinci suresi. Doksan üç ayet, bin yüz dokuz kelime ve dört bin altı yüz doksan dokuz harften ibarettir. Ayetlerinin sayısı, Basra ve Şamlılara göre doksan dört, Hicazlılara göre ise doksan beştir. Mekkî surelerden olup, Şuara suresinden sonra nazil olmuştur. Fasılası "mim" ve "nun" harfleridir. On sekizinci ayetinde Hz. Süleyman'ın ordusuna yol veren karıncalardan bahsedildiği için sureye, karınca anlamında "Neml" adı verilmiştir.

Diğer Mekkî surelerde olduğu gibi bu sure de, insanları çarpık inançlardan kurtarıp, onlara tevhidin gerçeğini kavratmayı hedef almaktadır: Allah'a İman, yalnız O'na ibadet, ahirete inanmak, vahye iman etmek, gaybın bütünüyle Allah'a ait olduğunu ve O'ndan başka kimsenin gayba muttali olamayacağını kabul etmek; Allah'ın hem yaratıcı, hem rızık verici olduğuna, nimetleri O'nun ihsan ettiğine inanmak; herşeyi yürütüp değiştirme gücünün Allah'a has olduğuna, buna Allah'tan başkasının gücü yetmeyeceğine iman etmek gibi.

NEMİRE MESCİDİ

"Nemire", kaplanın dişisine denir. Erkeğine de "nemir" denir. Çoğulu; enmur, enmâr, numur, numûr ve nimâr olarak gelir. Fakat Araplar, daha ziyade "numr" derler.

Üzerinde siyah beyaz çizgiler olan peştemal, örtü, ihram ve benzeri giysi ve kumaşlarla alacalı bulut parçalarına da Arap dilinde "nemire" denir. Bu tür eşyaya nemire denmesi, üzerlerindeki desenlerin kaplan derisi üzerindeki desene benzemesindendir (İbn Manzûr, Lisânül-Arab, Beyrut, 1375-1956, V, 234 vd.).

Nemire, aynı zamanda, Arafat Dağına yakın bir yerin adıdır, fakat Arafat'tan değildir. Hill ile Harem arasındadır (Mansur Ali Nâsıf, et-Tâc, Beyrut (t.y), II, 156).

NEMİME

Kırıcı, üzücü ve dargınlığa sebebiyet veren sözleri birinden diğerine taşıma. Halk arasında kovuculuk diye de nitelendirilir. Böyle yapanlara da kovucu (söz taşıyan) denir. Kovuculuk dinimizce kötü sayılan ve yapılması kesinlikle haram kılınan bir davranıştır. Kur'an-ı Kerim'de bu ve benzeri davranışlara sahip kimse şöyle tasvir edilmiştir: "Diliyle iğneleyen, kovuculuk eden, iyiliği daima önleyen, aşırı giden, suç işleyen, çok yemin eden alçak zorbaya, bütün bunlar dışında bir de soysuzlukla damgalanmış kimseye, mal ve oğulları vardır diye aldırış etmeyin!" (el-Kalem, 68/10-14).

NEHİY

"Nehâ" fıilinin mastarı; "ilâ" edatı ile ulaşma, varma; "an" edatı ile menetme, yasaklama; fiilden el çekme ve fiili terketme isteğine delalet eden sözcük anlamında bir fıkıh usulü terimi.

Bir fiilin yapılmamasını istemek şu şekillerden biri ile olur.

1. Nehiy sıygası ile şu ayetlerde olduğu gibi. Birbirinizin mallarını horam yollarla yemeyin. Ancak bu malların sizden karşılıklı rızaya dayanan bir ticaret malı olması durumu müstesnadır" (en-Nisâ', 4/29); Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymayın" (el-İsrâ; 17/33).

4.NEFS-İ RÂDİYE

Allah'tan razı ve hoşnud olan insan ruhu. Hayvani nefse (cana) ve insani ruha (nefs-i natıka'ya) da "nefis" denilir. Hayvani nefis, hayvanlarla insanlar arasında müşterektir. Hayvanlar kendilerinde insanî ruh olmadığı için nefislerinin gereğini yerine getirmek için yaşarlar. Nefis (can), tabiatının gereği olarak kendisini korumak, neslini devam ettirmek ve hayvanî lezzetleri tatmak için çalışıp çabalar. Hayvanî nefsin mantıkı, canlılık faaliyetlerine ait isteklerdir. Hayvanî nefis, haz ve zevk alma prensipleriyle hareket eder.

NEFS-İ MUTMAİNNE

Hiç bir şüphe ve tereddüt taşımadan, itmi'nân-ı kalple Allah'ı Rab kabul edip, O'nun peygamberlerinin getirdiği dini de hak din bilerek Allah'a teslim olan ve O'na ulaşan insanın nefsi (es-Seyyid eş-Şerif el-Cürcânî, et-Ta'rifât, İstanbul 1283, s. 165; el-Gazalî, İhya-u Ulumiddin, Beyrut (t.y.) III, 4).

Sufiler, Kur'an-ı Kerimin çeşitli ayetlerine dayanarak, insan nefsinin altı mertebesinin olduğunu ileri sürmüşler ve kendilerinden de yedincisi diye nefs-i kâmileyi ilave ederek yedi mertebeye çıkarmışlardır.

1- Nefs-i Emmâre: Allah'ın emirlerine uymayan, yasaklarını çekinmeden yapan ve zevkine tabi olan nefistir.

2. NEFS-İ LEVVÂME

Kendisini kınayan, işlediklerinden dolayı pişmanlık duyan ve kendini hesaba çeken nefis.

Allah Teâlâ, Kur'an-ı Kerim'de insan nefsini üç sınıf olarak değerlendirmektedir. Bunlardan biri insanı kötülük yapmaya teşvik eden nefs-i emmâre (Yusuf,12/53), ikincisi kötülüklerden dolayı kendini kınayan nefs-i levvâme (el-Kıyame, 75/2), üçüncüsü ise, Allah'ın şeriatından bir sapma göstermeden dosdoğru yürüyen ve bu halinden dolayı tatmin olan nefs-i mutmainne (el-Fecr, 89/27) dir.

Allah Teâlâ, Kıyamet suresinde kıyametin mutlaka gerçekleşeceğini ortaya koymak üzere kıyamet gününe, peşinden de nefs-i levvâme üzerine yemin etmektedir.

1.NEFS-İ EMMÂRE

Kötülüğü ve şerri şiddetle emreden nefis. Allah Teâlâ, Kur'an-ı Kerim'de Yusuf (a.s)'ın dilinden nefsin kötülükleri işlemeyi, heva ve hevesi doğrultusunda Allah'ın emirlerine muhalefet etmeyi arzuladığını ve sahibini buna yönelmek için zorladığını bildirmektedir: (Yusuf), nefsimi temize çıkaramam. Çünkü Rabbimin acıyıp koruduğu hariç, nefis aşırı şekilde kötülüğü emredicidir..." (Yusuf 12/53).

Gerçekte insan nefsi tek bir şeydir. Ancak o çeşitli sıfatlarla nitelenmektedir. Dünyaya olan bağlılıklardan kurtulup ilâhî âleme yöneldiği zaman nefis, "nefs-i mutmainne" olarak adlandırılır. Şehvete tabi olup üzerine gazap hakim olduğu zaman da nefis, sahibine kötülükleri işlemeyi emreder. Bu nefsin tabiatından olan bir durumdur (Fahreddin er-Râzî, Tefsirul Kebîr, XVIII, 157).

NEFS

Cahiliye dönemi Arap şiirinde daha çok birşeyin özünü, kendisini belirten zamir olarak kullanılan nefs kelimesi zamanla yirmiyi aşkın anlamı dile getirecek biçimde kullanılmaya başlandı. Ruh, can, kan, benlik, kalb, iç, kimse, büyüklük, yücelik, cevher, nefret, irade, kem göz, nefs kelimesinin dile getirdiği başlıca anlamlar arasındadır. Kur'an'da zamir biçiminden başka, ruh, can, iç ve kalb anlamlarında kullanıldığı da görülür. Felsefi düşüncenin yaygınlaşmaya başlamasından sonra kelime daha çok ruh karşılığında kullanılmaya başlandı; kelami, tasavvufi ve felsefi nazariyelerin konusu durumuna geldi.

Kur'an'da nefs kelimesi çoğulu olan enfüs ve nüfûs biçimleriyle birlikte genellikle çeşitli varlıkların kendilerini belirtmek üzere kullanılır. Ama zaman zaman hayat ilkesi anlamında ruh, kalb ve iç anlamlarında kullanıldığı da gö

NEFR GÜNÜ

"Nefr", lugatta kişiyi heyecanla harekete geçiren bir iş veya bir durumu üzerine bir yerden bir yere fırlayıp çıkmaktır. Ürkmek demek olan "nüfûr" da bu manadadır. Fakat nüfûr, mücerred kurtulmak için menfi bir harekete denildiği halde "nefr", düşmana karşı gaza için fırlayıp çıkmak anlamında kullanılır. Böyle çıkıp toplanan cemaate "nefir", her birine de "nefer" denilir.

Cahiliyye Arapları, işe yaramayan kimseleri, işe yaramadıklarını ifade etmek için, "Falanca ne iyrde ne de nefîrdedir" derlerdi (İyr ile Bedir günü Ebû Süfyan'ın yanında yer alıp ticaret kervanını koruyanları, "nefir" ile de Utbe b. Rabia komutasında savaşa katılanları kasdederlerdi).

NEFHA-İ ULA

Birinci üfleme, üfürüş, İsrafil (a.s)'ın Sur'a birinci üflemesi.

Kâinatta her şeyi bir sebebe bağlayan Yüce Allah, alemin nizamının bozulup kıyametin kopmasını da İsrafil (a.s)'ın Sur'a üflemesine bağlamıştır. Sur'un mahiyeti bizce malum değildir. Hz. Peygamber (s.a.s) tarafından borazan gibi üflenen bir boynuz diye belirtilmiştir (Tirmizî, Kıyame, 8). Ebû Saîd el-Hudrî (r.a)'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Sur'a üflemekle görevli melek, onu yutacak gibi ağzına almış, başını eğip kulak kesilerek üflemek için emir bekliyor. Bu halde ben (dünyadaki geçici) nimetlerle nasıl meşgul olabilirim. " Bu durum ashabına ağır gelmiş olacak ki: "Ya Resulullah! Nasıl dua edelim?" diye sordular. Efendimiz: "Hasbünallahu ve ni'mel-vekîl Alellâhi tevekkelnâ (Allah bize yeter, O ne güzel vekildir, Allaha tevekkül ettik)" diye dua ediniz" buyurdu (Tirmizi, Kıyame, 8).

Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur:

NEFHA-İ SANİYE

İkinci üfürüş, İsrafil (a.s)'ın Sur'a ikinci defa üfürmesi.

İsrafil (a.s) Sur'a iki defa üfürecektir.

1- Nefha-i Ûlâ (birinci üfürüş). Bununla Allah'ın diledikleri hariç göklerde ve yerde bulunanların hepsi ölecektir (bk. Nefha-i Ûlâ)

2- Nefha-i Sâniye (ikinci üfürüş). Buna nefha-i ba's (diriliş üfürüşü), nefha-i kıyam (kabirlerden kalkma üfürüşü) de denir. Bu nefha ile evvelce ölenlerin tamamı yerden ot biter gibi tekrar diriltilirler, dünyadaki hayatlarının hesaplarını vermek için mahşer yerinde toplanmak üzere Rablerine doğru koşarlar: "Sonra sura (ikinci) bir defa daha üfürülecektir. Birde ne görürsün kabirlerinden doğrulmuşlar bakışıyorlar" (ez-Zümer, 39/68);

NECM SURESİ

Kur'an-ı Kerim'in elli üçüncü suresi. Altmış iki ayet, üç yüz altmış kelime ve bin dört yüz beş harften ibarettir. Fâsılası "elif", "nun", "vav", "te" ve "ya" harfleridir. Mekkî surelerden olup, İhlâs suresinden sonra nâzil olmuştur. Otuz ikinci ayeti Medenîdir. Adını ilk ayetinde geçen "necm" kelimesinden almıştır. Ancak bu kelimenin surenin muhtevası ile doğrudan bir ilgisi yoktur.

İçinde secde ayeti bulunan ve Mekke'de Resulullah (s.a.s)'ın açıkça her kese karşı okuduğu ilk suredir. Buhârî'nin İbn Abbas (r.a)'dan rivayet ettiği bir hadiste şöyle denilmektedir: "Peygamber (s.a.s), Necm sûresini okudu ve sonra secde etti. Onunla birlikte müslümanlar, müşrikler ve cinler, hepsi birden secde ettiler. Sadece Umeyye bin Halef secde etmekten kaçındı ve yerden bir avuç toprak alıp alnına sürerek şöyle deki: "Bana bu yeter" (el-Kurtubî, el-Cami' Li Ahkâmil-Kur'an, Beyrut 1966, XVII, 81).

NECEŞ

Alış verişte satış bedelini arttırma, müşteri kızıştırma, iddia ile malı çoğaltma, yayma; bir kimsenin gerçek alıcı olmadığı halde, bir malın fiyatını yükseltmesi anlamında bir İslâm hukuku terimi. Bunu başka alıcıyı aldatmak amacıyla yapar (et-Tehânevî, Keşşâfu İstilâhâtil-Fünûn, tıbkı basım, İstanbul 1984, II, 1405; el-Cürcânî, et-Ta'rifât, s. 162).

İslâm'da, alış verişlere üçüncü bir şahsın müdahalesi, aldatma ve hilesi karışmaksızın oluşacak fiyatlar esas alınmıştır. Bir kimsenin kesinleşmek üzere olan satışına dışarıdan müdahale ederek fiyat teklif etmek, kardeşinin pazarlığı üzerine pazarlık yapmak, hadisle yasaklanmıştır (Buhârî, Büyû', 57; Müslim, Bûyû', 9; Nikâh, 38, 51, 54, 55;.Tirmizî, Büyû', 57; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 411). Tarafların aldanmasına yol açmayan açık arttırmalar ise serbest bırakılmıştır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s) yoksul bir sahâbeye iş imkânı sağlamak amacıyla, sahip olduğu bir kilimle kabı açık arttırmayla satışa arzetmiş; iki dirhem teklif yapan bir sahâbeye satmıştır. Bunlardan bir dirhemiyle evine yiyecek, diğeri ile bir balta veya kazma satın alınmıştır. On beş gün sonra Hz. Peygamber'in huzuruna gelen bu sahâbe, evini geçindirdiği gibi, on beş dirhem de tasarrufta bulunduğunu bildirmiştir (Nesâî, Büyü', 22; İbn Mâce, Ticârât, 25; Tirmizî, Büyû', 10).

NECÂSET

Pislik, kan, sidik ve dışkı gibi pis şey. Ruhsat olmaması halinde namazın sıhhatine engel olan pisliktir. Necâset, temizliğin; necis de temiz olanın zıddıdır. Necis, şer'an pis olan şeyi ifade eder. Hakikî veya hükmî necis için kullanılır. Hakikî necise "habes", hükmî olanına ise "hades" denir. Necis sıfat, neces şekli ise isim olarak kullanılır.

Necâset, hakikî ve hükmî olmak üzere ikiye ayrılır. Hakikî necâset, sözlükte kan, sidik ve dışkı gibi gerçek pislik olarak var olan şeyleri; terim olarak ise, namazın sıhhatine engel olan pisliği ifade eder. Hükmî necâset ise, insan bedeninde manevî olarak bulunan abdestsizlik veya cünüplük hâli için kullanılır.

NEBİZ

Kuru üzüm, hurma, bal, arpa, buğday vb. şeylerin suda bekletilerek onu tadlandırması yolu ile elde edilen bir içki çeşidi. Sarhoş etsin veya etmesin aynı adla anılır. Nitekim, nebize şarap (hamr) dendiği gibi, üzüm suyundan elde edilen şaraba da nebiz denmektedir (İbnül-Esir, en-Nihâye fî Garîbil-Hadis, 5, 8).

Nebiz, helâl ve haram olmak üzere iki kısma ayrılır:

a) Haram olan: "Çoğu sarhoş eden herşeyin azı da haramdır" genel prensibi çerçevesinde değerlendirildiğinde hububat, meyva vb. şeylerden elde edilen sarhoş edici içkiler, ister pişirilerek, isterse pişirilmeden imal edilsin haramdır. Bu, üzüm, buğday, arpa, arı sütü, vb. şeylerden elde edilen bütün içkiler için aynıdır. Sahabi, Tabiîn ve sonraki âlimlerden oluşan cumhurun görüşü budur.

NAZİAT

Arapça "bir şeyi olduğu yerden kuvvetle çekmek" anlamında "neze'e" fiilinden türetilmiş ism-i failin çoğulu. "Yayı çekti, elini çekti" şeklinde bilinen anlamında kullanıldığı gibi, "bir şey üzerinde çekiştiğiniz zaman onu Allah'a ve Resulüne götürün” (en-Nisa, 4/59) ayetinde olduğu üzere manevi bir kullanıma da sahiptir.

Allah Tealâ, Kur'an-ı Kerim'de bir çok şey üzerine kasem ettiği gibi, Naziat süresinde de "naziât" üzerine kasem etmektedir.

NEBİ

Allahın kendisine vahyettiği sözleri olduğu gibi en ince ayrıntısına kadar belleyip aynen toplumuna aktaran kişi. Batılı araştırıcılar, nebi kelimesinin İbranice "nabbi" kelimesinden geldiğini kabul ederler. Oysa "nebi" kelimesi hem şekil hem de kök anlamı itibarıyla tamamen Arapça bir kelimedir. "Ne.be.e" kökü, Arapçada "haber vermek", "duyurmak", "hafifçe seslenmek" anlamıyla da semitik döneme kadar uzanan bir geçmişe sahiptir.

NEBE' SURESİ

Kur'an-ı Kerim'in yetmiş sekizinci suresi. Kırk ayet, yüz yetmiş üç kelime ve yedi yüz yetmiş harften ibarettir. Fasılası "elif ', "mim" ve "nun" harfleridir. Mekkî surelerden olup, Mearic süresinden sonra nazil olmuştur. Adını "Kıyamet ve ahiret gününden haber" anlamındaki, "en-Nebe"' kelimesinden almıştır.

Mekke döneminde inen bütün surelerde olduğu gibi, bu surede de ahiret hayatından ve kıyametten şüphe içerisinde olan Mekkeli müşriklere, başlarına mutlaka gelecek olan o günün dehşetli anları tablolar halinde sunularak "ah keşke." dememeleri için şimdiden hakka dönüp Muhammed (s.a.s)'in getirdiği ilkelere uymaya çağrılmaktadırlar. Resulullah'ın tebliğinde üç ana ilke vardı: Allah'dan başka ilahlara tapmamak, Muhammed (s.a.s)'in O'nun kulu ve elçisi olduğunu kabul etmek, bu geçici dünya hayatının ardından ebedî bir ahiret yurdunun var olduğu ve insanların bu dünyada yaptıklarının karşılığını orada ceza veya mükâfat olarak görecekleri gerçeğine iman etmek. Mekkeliler bu üç ilkeye de karşı çıkıyorlardı. Onlar, Allah'ı yaratıcı, rızık verici, gören, bilen, gözeten olarak kabul etmelerine rağmen, dünyadaki hayatlarına yön vermesine tahammül edemiyorlar, bu konuda atalarının ve önde gelenlerin, tağutların yolunu izliyorlardı. Muhammed'in peygamberliğini de bir türlü anlamlandıramıyorlardı. Onların inancına göre bir peygamber ya melek olmalı ya hiç değilse toplumun ileri gelen zenginlerinden seçilmeliydi. Muhammed (s.a.s) onlar için iyi, ahlâklı dürüst biriydi ama, peygamber olacak kadar zengin değildi. Onlar, ölümün yokluk olduğuna inanıyor, ikinci bir hayatın varlığına akıl erdiremiyor, akılları bunu kavrayamıyor ve "Çürüyen vücudumuz toz-toprak olduktan sonra tekrar mı dirilecek" (el-Vâkıa, 56/97) diye peşin hükümler veriyorlardı. İşte sure, onların bu inançlarını değiştirmek için örnek üzerine örnek veriyor; onların gözlerini göğe, yeryüzüne, dağlara, geceye, gündüze, güneşe, yıldızlara, bulutlara, yağmurlara, kuru topraktan çıkan rengarenk bağ-bahçeye, çift çift canlılara çeviriyor; belki bunlardan kıyasla Allah'ın, ölümden sonra tekrar diriltmesinin, zannettikleri kadar zor olmadığını anlatmak istiyor:

NEBBÂŞ

Kabirleri kazıp kefen soyan kimse; nebş mastarından ism-i fâil. Nebbâşın hırsız sayılıp sayılamayacağı, başka bir deyimle hırsızlık cezasının ona uygulanıp uygulanmayacağı konusunda, İslâm hukukçuları arasında görüş ayrılığı vardır.

İslâm usul hukukunda ayet ve hadislerin lafızları anlamlarının kapalılık durumuna göre hafi, müşkil, mücmel ve müteşâbih çeşitlerine ayrılır. Hafi; sıygası dışında bir ârız sebebiyle mânâsı iyi anlaşılamayan, ne kastedildiği kapalı olan ve ancak araştırma sonucu kavranabilen lafızdır. İşte bu lafza usul bilginlerinin verdiği iki örnekten birisi nebbâş, diğeri tarrâr (yankesici)dir. İslâm hukukçuları tarrârın hırsız (sârık) hükmünde olduğunda görüş birliği hâlindedir.

NAZİAT SÛRESİ

Kur'an-ı Kerim'in yetmiş dokuzuncu suresi. Kırk altı ayet, yüz yetmiş kelime ve yedi yüz otuz harften ibarettir. Fasılası, elif, mim ve he harfleridir. Mekkî sûrelerden olup, Nebe' suresinden sonra nazil olmuştur. Adını ilk ayetinde geçen "Nâziât' kelimesinden almıştır. '

Sure, ahiret hayatını inkâr edenlerin bu inançlarında ne kadar dayanıksız olduklarını izah eden, özellikle kıyamet ve ahiret hayatını konu alan ve müşrikleri uyaran tehditkâr ayetlerden oluşmaktadır. İnkârda direnenlere, Hz. Musanın getirdiklerine inanmayıp düşmanlık yapan Firavunun acı sonu hatırlatılarak, onun akıbetinden ders almaları hedeflenmektedir.

NAZAR

Göz, bakma, bakış, fikir, düşünme, mülahaza, niyet, dikkat, iltifat, teveccüh. Arapça asıllı olan bu kelime, Türkçe'ye geçerken manâ değişikliğine uğramış ve "ayn göz" kelimesi karşılığında kullanılmaya başlanmıştır. Nitekim Araplar, göz değmesi için "isabetül-ayn" tabirini kullanırlar (İbn Manzûr, "Lisânül-Arab", Na.za.ra madd.).

Nazar kelimesi Türkçe'de kem göz manasına gelmekte ve daha ziyade "gelme", "uğrama", "değme" ve "etme" fiilleriyle birlikte; "nazara gelme", "nazara uğrama", "nazar değme" ve "nazar etme" şeklinde kullanılmaktadır.

"Nazarcılık" deyimi; nazarın zarar verebileceğini kabul eden düşüncenin adıdır.

NATÜRALİZM (Tabiatçılık)

Tabiatı tek gerçeklik, bilgi ve değer kaynağı olarak kabul eden ve insan zihnini doğal kavramlarla izah eden sistemlerin genel adıdır. Başka bir ifadeyle Natüralizm, felsefe, ilim, ahlâk ve sanattaki her çeşit yorumu tabiat ve tabiat ilkelerine göre yapan, bütün fizik ve metafizik gerçekleri tabiata ve maddeye indirgemeye çalışan bir doktrindir. Bunlara göre, gerek hayatta, gerek hayatın ötesinde olup ta tabiata indirgenemeyen hiçbir şey yoktur. Tabiatın dışında, varlığı ve eşyayı açıklamak için kullanılabilecek aşkın (müteal, transcendant) bir ilke de mevcut değildir.

NÂŞITÂT

Müminlerin ruhlarını eziyet vermeden kolaylıkla alan melekler anlamında kullanılan bir isim. Nâşıtât kelimesi Arapça "neşeta" fiilinden türetilmiş ismi failin çoğuludur. Allah Teâlâ, Naziât sûresinde naziâtın peşinden nâşıtât üzerine kasem etmektedir: "Şiddetle çekip alanlara (naziât), kolaylıkla çekip çıkaranlara (nâşıtât)" (en-Naziât, 79/1-2).

Müfessirler, naziâttan neyin kastedildiği hakkında ihtilaf ettikleri gibi (bk. Naziât mad.), nâşıtâtın anlamı hakkında da ihtilaf etmişlerdir. İbn Abbas ve el-Ferra, naşıtâtın, müminlerin ruhlarını, onlara eziyet vermeden kolay bir şekilde çekip alan melekler olduğunu kabul etmişlerdir (İbn Cerîr et-Taberî, Tefsir, XXX, 28; İbn Kayyım da bu anlamı tercih etmektedir. O, nâziât ve nâşıtât arasındaki farkın, şiddet ve yumuşaklık olduğunu; kâfirlerin ruhları şiddetle sökülüp alınırken, müminlere dostça ve yumuşak davranıldığını belirtmektedir (İbn Kayyım el-Cevziyye, et-Tıbyan fî Aksamil-Kuran, Beyrut 1988,174).

Mücahide göre naşıtât, bizzat ölümün kendisidir. Hasan ve Katade ise, bir ufuktan öteki ufka yüzüp akan yıldızlar anlamında kullanıldığını kabul etmişlerdir (Taberî, a.g.e., XXX, 28-29; İbn Kesîr, Tefsirul-Kur'anil-Azim, İstanbul 1985, VIII, 338).

NASR SÛRESİ

Kur'an-ı Kerim'in yüz onuncu suresi. Üç ayet, yirmi dokuz kelime ve doksan dokuz harften ibarettir. Fasılası "elif" ve "ha" harfleridir. Tevbe suresinden sonra nâzil olmuştur. Veda haccı esnasında inmiş olmakla birlikte Medenî surelerden sayılmaktadır. Adını ilk ayetinde geçen ve müminlere Allah'ın yardımını bildiren nasr kelimesinden almıştır. "İzâcâe" adı verildiği gibi, veda haccı esnasında nâzil olduğundan dolayı "Tevdi" adı da verilmektedir. Kur'an'ın en son indirilen suresidir.

Bir hadis-i şerifte sure hakkında; "Bu sure, Kur'an'ın dörtte birine denktir" buyurulmaktadır (Tirmizî, Fedâilul-Kur'an, 10).

NASS

Belirlemek, sınırlandırmak; yukarı kaldırmak; üst üste koymak; teşvik ve tahrik; müellifin kaleminden çıkan asıl ve metin; anlamı açık olan, ihtimalden uzak söz; son sınır; Kitap ve Sünnet.

Söz söyleyenin ifade ettiği mânâya, zahirde açıklık kazandıran şey; ancak bir tek mânâya ihtimali olan söz, te'vîle ihtimali olmayan şey. "Kur'an'ın nass'ı" veya "sünnetin nass'ı" sözleri ile, bu kaynaklardaki açık (zahir) sözler ile ifade olunan hükümler anlaşılır (İbn Manzûr, Lisânül-Arab, Beyrut t.s., VII, 97, 98; et-Tehânevî, Keşşâfu İstilâhâti'l-Fünûn, İstanbul 1404/1984, II,1405 vd.; Taftazanî, et-Ta'rifât, İstanbul h.1283, s.163). Şâfiî, er-Risâle'sinde, kitabın nass'ı, hükmün nass'ı gibi ifadeleri çokça kullanır ve bununla Kur'an'ın vazettiği hükümleri kasteder. Sünnetin nass'ı sözleriyle de bazı yerlerde hadis metnini ifade eder (er-Risâle, Kahire 1321, s. 7,16, 21, 24, 30, 50, 66).

NASİHAT

Bir şeyi yabancı maddelerden ayırma, dikiş dikme, samimi olma, samimi olan ve içinde kötülük bulunmayan bütün iyi söz ve işler. Öğüt verme, akıl ve yol gösterme. Nasihat, İslâm'ın pratik hayata aktarılması, ahlâkî prensiplerin yaşanması, insanî erdemliliklerin, görgü kurallarının öğretilmesi amacıyla bilenlerin bilmeyenlere öğretmesi ve hatırlatmada bulunması amacıyla yapılan öğütlerdir. Bu öğütler yapılırken asla bir ard niyet güdülmez, dünyevî çıkarlar düşünülmez. Nasihat eden kişi güvenilir olur. Onun yaptığı nasihat samimiyetle yapıldığı takdirde etkisini gösterir. Müminler sürekli olarak birbirine öğüt vermek sûretiyle yardımcı olurlar. Cenab-ı Allah; "Hatırlat, umulur ki bu hatırlatman müminlere yarar sağlar, (öğüt alırlar)" (ez-Zâriyat, 51/55) buyurmuştur.

Resulullah (s.a.s) da: Din nasihattir" buyurdu. Ashap; "Kimler için dediler. Resul-i Ekrem (s.a.s);

Allah, Resülu, Kitabı, müslümanların idarecileri ve bütün diğer müslümanlar için" buyurdu (Buhârî, İman, 42).

NAS SÛRESİ

Kur'an-ı Kerim'in yüz on dördüncü sûresi. Altı ayet, on altı kelime ve yetmiş dokuz harften ibarettir. Fasılâsı sin harfidir. Medenî sûrelerden olup, Felak sûresinden sonra nazil olmuştur. Mekkî olduğu da söylenmektedir. Muavvizeteyn sûreleri de denen bu iki surenin Mekkî mi yoksa Medenî mi oldukları tartışmalıdır.

Felak sûresi ile aynı konuyu işleyen sûre, bilinen ve bilinmeyen bir takım zararlı şeylerin şerrinden Allah Teâlâ'ya sığınmayı emretmektedir. Sûre, Mekkeli müşriklerin, İslam'ın mesajını boğup, yoketmek için, bütün güçleriyle Resulullah (s.a.s)'in başına üşüştükleri bir zamanda nâzil oldu. Müşrikler onu susturmak için kullandıkları zorbaca yöntemler yanında, sihir yoluna da başvurmaktan geri kalmıyorlardı. Allah Teâlâ, Resulunü ve kendine inanan bütün insanları, bu tip kötü insanların ve onların yardımcı ve yol göstericileri olan şeytanların vereceği zararlardan korumak için bu iki sûreyi gönderdi.

NÂS

İnsanlar. Nâs kelimesinin kökü ve anlamı hakkında çeşitli görüşler vardır. Nâs, hareket anlamına gelen "nevs" kökünden gelmiş olup "insân" ve "insâne" kelimelerinin çoğuludur. İns, insiy, ensiy kelimelerinin çoğulu veya kavm gibi ism-i cem olduğu da ileri sürülmüştür. Bir görüşe göre de nâs, unutmak manasına gelen "nesy" kelimesinden alınmıştır.

"Nesy" önce "neys" sonra "nâs" şeklini almıştır. İbn-i Abbas, "Allah'a verdiği sözü unuttuğu için Adem'e insan adı verildi" demiştir. Hz. Peygamber (s.a.s); "Adem unuttu bu yüzden nesli de unutuldu" buyurmuştur.

NARH

Fiyatların başı boş bir şekilde yükselmesinin önlenmesi, malların satış fiyatının önceden yetkili makamlarca belirlenmesi. Narh kelimesi Türkçe bir sözcük olup, Arapça "si'r" veya , sa'r" karşılığıdır. Ayni kökten "tes'ir" sözcüğü "tef'îl" babında bir mastar olup, sözlükte; bir mala narh koymak, fiyat takdir etmek, bir şeyin fiyatını sınırlamak demektir (İbn Manzûr, Lisanül-Arab, "Tes'îr" maddesi; Süleyman Sudî, Defter-i Muktesid, İstanbul 1307, III, 104). Narh, geniş olarak şu şekilde tarif edilir: İslâm devlet başkanının veya yetki verdiği memurların yahut da toplumun işlerini üzerine alan başka kimselerin, esnaf ve tüccara, mallarım belli bir fiyata satmalarını emretmesi ve onlara toplum yararı dışında, belirlenen fiyattan aşağı veya yukarı bir fiyata satış yapmayı yasaklamasıdır (eş-Şevkânî, Neylül-Evtâr, Mısır 1357, V, 219).

NANKÖRLÜK

Gördüğü iyiliğin, kadrini bilmeme, kendisine yapılan iyiliği veya eline geçen nimeti inkâr etme, nimeti verene karşı nankörce davranma (küfrân-ı nimet) gibi manaları içeren bir İslâm ahlakı kavramı.

Nankörlük kelimesi dilimize, Farsça'dan geçerek yerleşmiş bir kelimedir.

Gördüğü iyiliği unutan, tuz ekmek hakkı bilmeyen kimseye de nankör (kâfir-i nimet) denir.

Arap dilinde nankörlük; "küfrân" ya da "küfrânü'n-nimeti" kelimeleriyle ifade edilmekte ve şükrün karşıtı olarak kullanılmaktadır. Nankör kimseye de "kâfirü'n-nimeti" denilir.

NÂMUS

Saklanılan yer, avcı kulübesi, keşiş hücresi, kuvvetli bir ihtimalle de "vızıldamak" mânalarına gelen bir kelime. Kelimenin en çok kullanılan anlamlarından biri de ilâhi kanun veya sadece kanundur. Bu kanun, peygamberlere vahiy vasıtasıyla gelir ve onlar tarafından haber verilir. Yalnız peygamber mertebesindeki kimseler bu manâda vâzıu'n-nevâmis'tirler. Arapça'dan tercüme yoluyla bu kelime aynı zamanda ortaçağda İbranice'ye "kânun, dini kânun (başka milletlerin), ahlâk, edep ve erkân kâideleri" anlamında geçmiştir... Şurası kayda değer ki, kelime, bugünkü Mekke lehçesinde de böyle bir tekâmüle uğramıştır. Aynı zamanda nâmus, insanlar arasında lekesiz ve şerefli karşılığında da kullanılır. Müterâdifi (eşanlamlısı) "âr"dır.

NAMAZ

Dua, hayırla dua; müslümanların yaptıkları, bazı hareketleri de kapsayan bir ibadet türü. Arapçası "salât" olup, çoğulu "salavât"tır.

Namaz, tekbir ile başlayıp selâm ile son bulan, belli fiil ve sözleri içine alan bir ibadettir. Allah'a karşı tesbîh, ta'zîm ve şükrün ifadesidir.

Namaz, Kur'an'da doksandan fazla ayette zikredilir. Önceki şeriatlerde beş vakit namaz yoktu. Ancak vakitleri belirsiz genel anlamda namaz vardı. Namaz, hicretten bir buçuk yıl kadar önce Mi'rac (İsrâ) gecesinde farz kılınmıştır. Enes b. Mâlik'ten rivâyete göre özet olarak şöyle demiştir:

28 Mayıs 2010 Cuma

NAKLÎ DELİL

Delil; bir işi, bir hâli gösteren, irşad eden, yol gösteren, kendisiyle irşad yapılan şey demektir. Bir İslâm hukuku terimi olarak delil; üzerinde iyice düşünerek, haber cinsinden istenilene ulaşmayı mümkün kılan şeydir. Haber cinsinden istenilen şey ise "şer'î hüküm" adını alır. Bazı bilginler delilin, kesin bir şekilde şer'î hükme ulaştırıcı nitelikte olmasını şart koşarlar. Bu bilginlere göre, şer'î hükme zannî bir şekilde ulaştırıyorsa bu delil değil, "emâre" sayılır. Ancak çoğunluğun görüşüne göre, delil kesin olsun zannî (ihtimalli) bulunsun, kendisinden şer'î amelî (pratiğe ait) hükmün çıkarıldığı şeydir (el-Âmidî el-İhkâm fi Usûlil-Ahkâm, Mısır 1914, III, 11; el-Cürcânî, el-Tarifât, "Delil" mad.).

İslâm'da ibadet, muâmele ve cezâ hukuku ile ilgili amelî meseleleri ve akîde konularını hükme bağlamada kaynak teşkil eden delillere "Şer'î delil" denir. Kitap, Sünnet, İcmâ, Kıyas, İstihsan, Mesalih-i Mürsele gibi.

Deliller nakle ve re'ye (akla) dayanışına göre naklî ve aklî deliller olmak üzere ikiye ayrılır. Naklî deliller, Kitap ve Sünnet'ten ibarettir. Ancak icmâ, sahâbe görüşü ve bizden önceki şeriatlar da teşrî kaynağı olarak naklî delil sayılır. Bunların naklî delil olması, hiçbir kimsenin görüş ve düşüncesinin payı bulunmadan şâriin maksadını orijinal şekliyle aktarmasından dolayıdır.

NAKİD

Akçe, madenî para, para olarak bulunan servet, peşin para, altın ve gümüş için kullanılan bir İslâm hukuku terimi. Çoğulu nukud gelir. Vezni ve ayarı düzgün, gerekli özellikleri taşıyan paraya da nakid denir. Bir mastar olarak, paranın züyûfunu hâlisinden, sahtesini hakikisinden ayırma anlamında da kullanılır. Bir İslâm hukuku terimi olarak altın ve gümüşü ve bunların madrûb ve meskûkünü ifade eder. Diğer yandan İslâm hukukçuları altın ile gümüşten başka madenden basılıp kabul edilen fels ve kâğıt paralara, ancak kıyas ve benzetme yoluyla nakid tabirini kullanırlar.

İktisatçıları, alış-verişlerde mübâdele aracı olan her şeyi gerçek anlamda nakid saymışlardır. İslâm hukukçularına göre ise, satış bedelinin (semen) geçerli olması için, onun şer'an kullanımının caiz ve helâl olan eşyadan bulunması şarttır. Bu yüzden rakı, şarap gibi sarhoş edici şeylerin ve domuz etinin nakid yerinde mübâdele vâsıtası olarak kullanılması caiz değildir. Fakat ekonomi ilmi kendisini dinî bir kayıtla bağlı saymadığı takdirde eşyanın helal veya haramlığını dikkate almaz. Ancak İslâm'la, çağdaş egemen ekonominin birleştiği nokta şudur: Piyasada satış bedeli ve mübâdele aracı olarak kullanılan, toplum tarafından ittifakla kabul ve itibar olunan her şey altın ve gümüş gibi mübâdele aracı sayılır. Çünkü İslâmî açıdan ölçü, tartı veya standard olup sayı ile alınıp satılan şeylerin (misliyât) satış bedeli (semen) yapılması mümkün ve câizdir. Bir ton buğday karşılığında on tane koyun satın almak gibi (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sânayi', V, 234; İbnül-Hümâm, Fethul-Kadir, V, 368; el-Fetâvâ'l-Hindiyye, IV,12,13; K. Miras, Sahih-i Buhari Tecridi Sarîh Tercemesi, Ankara 1978, V, 71, 72).

NAKÎB, NAKÎBU'L-EŞRÂF

Hz. Muhammed (s.a.s)'in neslinden gelen kişilerle ilgili işleri gören kimse.

Pek çok anlamı içeren nakîb kelimesi, bir topluluğun veya kabilenin reisi veya vekili anlamlarına geldiği gibi, tekkelerde şeyhlerin yardımcısı konumundaki en kıdemli derviş veya dede manasına da gelir. Ancak bu kelimenin daha çok, Hz. Muhammed (s.a.s)'in soyundan gelen kişilerin işlerini görmek üzere içlerinden devlete tayin edilen memur anlamında kullanıldığı görülmektedir.

Bilindiği üzere Hz. Peygamber'in nesli, kızı Fâtımâtü'z-Zehrâ (r.an) ile damadı ve amca oğlu Hz. Ali (r.a)'den devam etmiştir. Hz. Ali'nin, büyüğü Hz. Hasan ve küçüğü Hz. Hüseyin o(an oğullarından gelen zürriyet zamanımıza kadar ulaşmıştır. Birbirlerinden farklı olduğunu göstermek için, Hz. Hasan'dan gelen kola "şerif", Hz. Hüseyin'den gelen kola ise "seyyid" denilmiştir. Ehl-i beytten olanlara, İslâm tarihinin ilk devirlerinden günümüze kadar, her devlet ve iktidar tarafından çok hürmet ve saygı gösterilmiştir. Nakîbül-eşrâf adı verilen kişi, bu soydan gelenler arasından seçilir ve Hz. Peygamber (s.a.s) neslinden gelenlerin işlerine bakar, neseplerini kaydeder, doğumlarını ve ölümlerini deftere geçirir, gelişigüzel mesleklere girmelerine engel olur, fey ve ganimetlerden kendilerine ait. paylarını alıp aralarında dağıtır, hanımların denkleri olmayan erkeklerle evlenmelerine mani olurdu. Bu açıdan nakîbül-eşrâf, Peygamber (s.a.s) hanedanı mensuplarının umumi bir vasisi hükmünde idi (Mehmet Z. Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1983, II, 647).

NÂİB

Vekil, birinin yerine geçen, kadı, kadı vekili, İslâm hukukuna göre hükmeden hâkim, nöbet bekleyen, nöbetle gelen kimse. Çoğulu nuvvâbtır.

Bu tabir genellikle memuriyette başkasına vekâlet eden şahıs için kullanılır. İslâm kültüründe idarî ve hukuki bir terimdir. Ayrıca İslâm tarihinin çeşitli dönemlerinde idarî bir ünvan, makam ve rütbe olarak kullanılagelmiştir.

Memlûklarda, Delhi sultanlarında, sultan vekili ya da sultan mümessili ve başlıca eyalet valilerine nâib denirdi. Memlûklarda sultanın nâibi en yüksek mevkiye sahip olup devlet idaresinde bütün işleri sultan adına o yürütürdü. Fakat bu memuriyet geçici idi. Sultanın bulunmadığı zaman ona vekâlet eden Kahire valisi ile sultanın nâibine vekâlet eden Dimaşk valisine Nâibul-Gayb denirdi. Suriye Eyyubilerinde Dimaşk, Halep, Trablusşam, Hama, Saf'âd ve el-Kerek olmak üzere altı nâiblik vardı. VIII. asrın sonlarında da Mısır, İskenderiye, Aşağı Mısır ve Yukarı Mısır olmak üzere üç nâibliğe bölünmüştür.

Sadece nâib ünvanı, valilerin emrindeki kale kumandanları ile daha aşağı rütbedeki kumandanlara verilirdi. Delhi sultanlığında nâib, sultana vekâlet eden en kuvvetli vezir demekti.

NAHL SÛRESİ

Kur'an-ı Kerim'in on altıncı sûresi. Yüz yirmi sekiz ayet, bin sekiz yüz kırk bir kelime ve yedi bin yedi yüz yedi harften ibarettir. Mekkî sûrelerden olup, Kehf sûresinden sonra nâzil olmuştur. Son üç ayeti Medenîdir. Fâsılası râ, mim ve nun harfleridir. Adını, altmış sekizinci ayetinde geçen, arı anlamındaki "Nahl" kelimesinden almıştır. Bu adı almasının özel bir sebebi yoktur. Buna Niam sûresi de denilmektedir. Genel üslubundan, Mekke döneminin sonlarına doğru nâzil olduğu anlaşılmaktadır.

"Bu sûre de, diğer Mekkî sûrelerde olduğu gibi, büyük itikadi konuları işlemektedir. Ulûhiyet mevzuuna dokunmakta, vahiy meselesine temas etmekte ve öldükten sonra dirilişi ele almaktadır. Ancak, bu belli başlı konuların yanısıra, konuyla yakından ilgili bir çok noktalara temas edilmektedir. Hz. İbrahim (a.s)'in getirdiği mesaj ile Hz. Muhammed (s.a.s)'in getirdiklerini birbirine bağlayan büyük vahdaniyet gerçeğine işaret etmekte, ilâhî irade üç beşerî iradenin; iman ve küfür, hidayet ve dalâlet konusundaki alâkasına dokunmaktadır. Peygamberlerin vazifesini göstererek onları yalanlayanlar hakkında Allah'ın kanununa temas etmektedir. Helâl ve haram konusunu ele almakta ve putperestlerin bu konudaki evham ve hurafelerini anlatmaktadır. Bir nebi, Allah yolunda hicret ve müslümanların dinlerinden döndürülmelerine işaret ettikten sonra, imana girip de tekrar küfre dalanlara temasla, bütün bunların Allah nezdindeki karşılığına işaret etmektedir. Daha sonra, itikadî konulara, muamelât ile ilgili hususlara, adalet, iyilik, infak ve ahde vefa mevzuunu işlemektedir. Bunların dışında da akide esası üzerine bina edilen bir çok ahlâkî konulara dokunmaktadır. Görüldüğü gibi bu sûre, ele aldığı konular itibariyle son derece yüklü ve doludur".

27 Mayıs 2010 Perşembe

NÂFİLE

Bağış, hibe, ganimet malı, zorunlu olmaksızın yapılan iş. Farz veya vacib namazlar dışında kalan ve Resûlullah (s.a.s)'ın kıldığına dair rivayet bulunan namazlar demektir. Bunlar da sünnet olan nâfileler ve mendup olan nafileler olmak üzere ikiye ayrılır. Sünnet olan nâfile, Allah elçisinin yapmağa devam ettiği ve ancak nâdir olarak yapmadığı kuvvetli işlerdir. Kimi zaman bu işleri yapmamasının sebebi insanlara farz olmadığını göstermektir. Mendup olan nâfile ise, Hz. Peygamber'in bazan yapıp, bazan yapmadığı, kuvvetli olmayan sünnetlerdir. Menduba müstehap da denir.

Fıkıh usûlünde nâfile, sünnet, tatavvu, müstehap ve ihsan terimleri "mendup"la eş anlamda kullanılır. Nâfile ibadetleri aşağıdaki şekilde tasnif etmek mümkündür:

NAFAKA

İnfak edilen şey, azık, yiyecek, ev reisinin sağlamak zorunda olduğu yiyecek, giyecek, mesken ve benzeri şeyler. "Nafaka" kökünden infâk; hayır yolunda mal sarfetmek demektir. Nafakanın çoğulu "nafakât"tır. Bir terim olarak yiyecek, giyecek ve meskenden kişiye yetecek miktarı ifade eder.

Nafaka genel olarak ikiye ayrılır: 1. Kişinin kendisine gerekli olan nafaka. Bu, başkasına vereceği nafakadan önde gelir. Çünkü Hz. Peygamber; "Önce kendi nefsine, sonra nafakası sana gerekli olan kimselere tasadduk et" buyurmuştur (Müslim, Zekât, 95, 97, 106; Ebû Dâvud, Zekât, 39, 40; Ahmed b. Hanbel, II, 94).

2. Kişinin başkalarına vermesi gereken nafaka. Bu çeşit nafakanın üç sebebi vardır. Evlilik, hısımlık ve mülkiyet bağı.

NÂDİRÜ'R-RİVÂYE

Hanefi imamlarından İmam Muhammedin, hocası İmam Azam Ebû Hanife ve İmam Ebû Yusuf'la kendisine ait kavilleri toplayıp yazdığı üç kitab grubundan ikinci grubunun müşterek adı. Bunlara "Nâdiru'r-rivâye" denilmesi, bu kitablardaki meselelerin rivayetinin "Zahiru'r-rivâye" grubundaki kitabların rivayetinden daha zayıf, âhâd tarikiyle olması sebebiyledir (İbn Abidîn Terc. I, 85; Abdülkerim Zeydan, el-Medhal li Dirasetiş-Şeriatil-İslâmiyye, s. 161 ).

Bu gruptaki kitaplara ayrıca "Kütübü'n-Nevâdir", "Mesâilû'n-Nevâdir", "Kütübü Gayri Zahirir-Rivâye" veya kısaca "en-Nevâdir" de denir (Zeydan, age., s. 161).

NADİROĞULLARI

İslâm'ın ilk yıllarında Medine'de yaşayan üç yahudi kabilesinden biri.

Nadir, birçok manâlarının yanısıra "yeşil ve çiçekli bir bitki" anlamına gelir. Bu kabile Medine ve çevresinde büyük hurma bahçelerinin sahibi olarak bilinir.

Arabistan yahudilerinin güvenilir vesikalara dayanan bir tarihi yoktur. Arabistan yahudilerinin geçmiş tarihine ışık tutacak herhangi bir yazı, kitap veya yazıt şeklinde bir bilgi de yoktur. Ayrıca Arabistan dışındaki Yahudiler de Arap dindaşlarıyla fazla ilgilenmemiş ve tarihçiler ile yazarları bunlardan hiç söz etmemişlerdir... Arap yahudilerinin tarihini incelerken ister istemez araplar arasında kulaktan kulağa anlatılan rivayetler ve söylenenlere itibar etme zorunluluğu vardır. Bu rivayetlerin pek çoğu da bizzat yahudiler tarafından ortaya atılmıştır (Mevdudi, Tarih Boyunca Tevhid, Mücadelesi ve Hz. Peygamber, Terc. N. Ahmet Asrar, İstanbul 1983, I, s. 526).

MÜZZEMMİL SÜRESİ

Kur'ân-ı Kerim'in yetmiş üçüncü sûresi. Yirmi âyet, iki yüz elli sekiz kelime ve sekiz yüz seksen sekiz harften ibarettir. Fasılâsı elif harfidir. Mekkî sûrelerden olup Kalem sûresinden sonra nazil olmuştur. On, onbir ve yirminci âyetleri Medine'de nazil oldu. Bu sûreyi Medineliler on sekiz, Basralılar on dokuz ve diğerleri de yirmi âyet olarak kabul ederler. Adını birinci âyetinde geçen ve Hz. Peygamber (s.a.s.)'i vasfeden, örtüye bürünen anlamındaki "Müzzemmil" kelimesinden almıştır.

Nüzûl sebebi olarak bir kaç rivayet zikredilmektedir. Bunlardan biri Darunnedve de toplanan müşriklerin sarfettikleri sözlerdir. Onlar Rasûlüllah (s.a.s.)'ın tevhide davet ederken okuduğu âyetlerin ilahî uslubu karşısında çaresiz kaldıklarından, Rasûlüllah (s.a.s.)'ın insanları etkilemesini önlemek için çareler aramaya başladılar. Darunnedve'de toplanan müşrikler, bu adama bir isim verelim ki insanlar ondan uzak dursun dediler. Bazısı kâhin, bazısı deli ve diğer bazısı da sihirbazdır diyelim dediler. Ancak bunların hiçbiri Hz. Peygamber için uygun olmadığından herhangi birinde karar kılamadılar. Ancak Rasûlüllah (s.a.s.) bu olayı duyunca çok üzüldü ve elbiselerine sarılarak uykuya daldı. Bu sırada Cebrail (a.s.); "Ey örtülere bürünen peygamber" hitabıyla seslenerek başlayan sûrenin ilk bölümünü getirdi (İbni Kesir, Tefsîru'l Kur'ani'l-Azim İstanbul,1985, VIII, 275).

MÜZDELİFE

Mekke'de, Arafat ile Mina arasında bulunan ve Hac'da Arafat'tan sonra vakfe yapılan yer. Müzdelife kelimesi, "yaklaşmak, yakınlaşmak" anlamındaki Arapca "zelefe" kökünden türetilmiş olup, "yaklaşılan, yakınlaşılan yer" anlamında, iftial babından ism-i mekân kalıbındadır. Ayrıca burası, "toplanma, bir araya gelme" anlamında cem adıyla da anılmaktadır. Burasının bu adlarla adlandırılması değişik şekillerde yorumlanmıştır. Hz. Adem (a.s.), Hz. Havva ile burada buluşmuş ve birbirine yaklaşmışlardı. Katade'den yapılan bir rivayette ise, akşam ile yatsı namazının bir arada kılınmasından dolayı Cem' adı verildiği söylenmektedir (İbn Hacer el-Askalânî, Fethu'l-Bâri, Mısır 1959, IV, 270). Yine, insanların burada toplanarak vakfe ile Allah Teâlâ'ya yaklaştıkları Hac esnasında insanların bir araya gelip toplanmaları yahut Mina'ya yaklaşmış olmaları veya buranın Allah Teâlâ'ya yaklaşılan bir yer olarak telakki edilmesi vb. sebeblerden dolayı bu adı almıştır (a.g.e., aynı yer). Bakara Sûresinin yüz doksan sekizinci ayetine istinaden buraya, Meş'aru'l-Haram da denilmektedir (Muhammed İbn Kudame, el-Muğnî, Mısır (t.y.), III, 421).

MÜZÂYEDE

Arttırma, başkasına karşı bir şeyin fiatını arttırma "Fâele" babından "zâyede" fiilinin masdarıdır.

Müzâyede bir satış akdi olup iki çeşittir. Biri Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından benimsenmiş ve bizzat uygulanmış diğeri ise yasaklanmıştır.

Enes b. Malik'ten rivayet edildiğine göre, Ensârdan biri Hz. Muhammed(s.a.s.)'e gelip dilenmiş, O'ndan bir şeyler istemiş, Hz. Peygamber (s.a.s.); "Evinde hiç birşey yok mu?" diye sorunca, adam, bir çul ile bir kap olduğunu söylemiş. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in emri üzerine adam onları getirmiş. Rasûlüllah (s.a.s.), çul ile kabı eline alarak; "Kim bunları satın alacak?" dedikten sonra, ashaptan biri: "Ben onları bir dirheme alacağım" demiş. Peygamber (s.a.s.) iki üç defâ; "Kim arttıracak? Artıran yok mu?"dedikten sonra bir başka sahabi iki dirhem vereceğini söylemiş. Hz. Peygamber (s.a.s.) malı ona satıp, parayı Ensâriye vermiş ve bu paranın bir kısmı ile evine yiyecek almasını, diğer kısmı ile bir balta alıp getirmesini emretmiştir. Adam baltayı alıp getirdikten sonra Hz. Peygamber (s.a.s.) kendi eliyle baltaya bir sap takmış ve adama onunla odun kesip pazarda satmasını söylemiş; bu şekilde rızkını kazanmasının dilenmekten daha hayırlı olduğunu buyurmuştur (Ebu Davud, Zekât, 26).