31 Mart 2010 Çarşamba

HAMİLE

"Yüklü" manasına gelen, örfen ve hukuken "gebe kadın" anlamında kullanılan bir tabir.
Tıbben ve hukuken Hamileliğin asgarî müddeti altı aydır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de, "Biz insana, ana-babasına iyilik etmesini tavsiye (emir) ettik. Anası zahmetle onu (karnında) taşıdı ve zahmetle doğurdu. (Ana karnında) taşınması ile sütten kesilmesi otuz aydır" (el-Ahkâf, 46/15), buyrulmuş ve hamilelik ile süt emzirme müddetlerinin toplam otuz ay olduğu ifade edilmiştir. Başka âyette ise: "anneler çocuklarını tam iki sene emzirirler" "Bu (hüküm) emzirmeyi, tamamlamak isteyenler içindir" (el-Bakara, 2/233), buyurulmuş ve emzirmenin iki yıl süreceği ifade edilmiştir. Böylece hamileliğin asgari süresinin altı ay olduğu Kur'ân-ı Kerîm'de açıkça belirtilmiştir.

HAMELE-İ ARŞ

Arşı taşıyan melekler. Allahu Teâlâ'nın Arş'ı taşımakla vazifelendirdiği sekiz müvekkel melek. Arşın mahiyetini bilmediğimiz gibi bu meleklerin arşı taşıma keyfiyetini de bilemiyoruz. "Gök yarılmış ve o gün bitkin bir hale gelmiştir. Melekler onun çevresindedir. Ve o gün Rabbının Arş'ını, onların da üstünde sekiz tanesi yüklenir" (el-Hâkka, 69/16,17). Bu âyette anlatılan olay müteşâbihdir. Nasıllığı hakkında izahlar, sahih rivâyetlerin ötesinde fazla bir kıymet taşımaz. Bu melekler "Subhanallahi ve bihamdihi" diyerek Arş'ı tavaf ederler.

HAMDELE

El-Hamdü Lillahi Rabbi'l-Âlemin (Hamd, alemlerin Rabbına mahsustur) cümlesinin kısaltılmış şekli.
"hamd" kelimesinden türemiştir. Eski eserlere besmele ile başlanırdı. Besmele ile Allah'ın adı anılırdı. Allah'ın adının anılmasından sonra yine Allah'a hamd edilir. Allah'ı hamd etme olayına "hamdele" adı verilir. hamdeleden sonra, peygambere, onun ashabına ve ehl-i beytine salat ve selam okunur.

HÂMÂN

Kur'ân-ı Kerim'de Fir'âvn'un yardımcılarından biri olarak adı geçen kişi. Hâmândan şöyle söz edilir:
"Biz, yeryüzünde mustaz'âflara iyilikte bulunmak, onları önderler yapmak ve vârisler kılmak ve yeryüzünde yerleştirmek; Fir'âvn'a, Hâmân'a ve askerlerine korkmakta oldukları şeyleri göstermek istiyorduk" (el-Kasas, 28/5-6).
"Fir'âvn, "ey ileri gelenler, sizin benden başka bir tanrınız olduğunu bilmiyorum. Ey Hâmân, çamura ateş yak (tuğla hazırlayıp) benim için yüksek bir kule yap; (çıkayım da) belki Musa'nın ilahına muttali olayım. Doğrusu ben onu yalancılardan sanıyorum' dedi" (el-Kasas, 28/38).

HAMAM

Yıkanmak maksadıyla yapılan yer ve bina, çok sıcak bir yer.
İslâm dini maddî ve ruhî temizliğin üzerinde titizlikle durmuştur. Bunun için namazda ve diğer bazı ibadetleri yapmakta bir tür maddî ve manevî temizlenme olan abdesti emretmiştir. Ayrıca dinimiz cünüplük, hayız ve nifâsın kesilmesi gibi hallerde de büyük temizlik olan guslü, yani bütün bedeni yıkamayı farz kılmıştır. Guslü gerektiren bir durum olmasa da temizlenmek için sık sık yıkanmak sünnettir. Yıkanmak, ya evde ya hamamlarda olur.

HAM

Cahiliye devrinde dölünden on batın doğan erkek deveye, veya dölünden olma bir erkek yavrusunun yetişip binme çağına gelen erkek deveye verilen isim.
Arapların câhiliye dönemi geleneklerine göre bazı koşullarda develer bir kutsallık statüsüne kavuşurlardı.

HALVETİYYE

Suhreverdiye'nin bir kolu, Kübreverdiyye'nin bir şubesi olan ve Şeyh Ebu: Abdullah Sirâcüddin tarafından kurulan tarikat. Sirâcüddin Ebu Abdullah'a Halvetiyye'nin birinci piri denilmektedir. Ebu Abdullah önceleri Tebriz yakınlarında "Hoy" şehrinde, sonra Mısır'da ve oradan da Hicaza giderek ilmî çalışmalarına başlamış; bir süre sonra Sultan Üveys'in dâveti üzerine Herât'a gelmiş orada 750/1349, diğer bir rivâyette 800/1397 yılında vefat etmitir.

HALVET

İki kişinin özellikle bir erkek ve bir kadının bir yerde başbaşa yalnız kalması. Bir isim olarak; yalnızlık köşesi anlamına gelir. Halvet, sahih ve fâsit olmak üzere ikiye ayrılır. Sahih halvet, eşlerin sahih bir nikâh akdinden sonra, kimsenin göremeyeceği ve istekleri dışında kimsenin giremeyeceği, ev veya kapısı kilitli oda gibi kapalı veya kapalı sayılan bir yerde yalnız başlarına kalmasıdır. Eşler, cadde, yol, mescid, umûmi hamam, kapı ve pencereleri açık ev, oda, büro veya kapısı olmayan bir bahçe yahut umuma açık park ve yeşil saha gibi yerlerde başbaşa kalsa, bununla sahîh halvet gerçekleşmez. Diğer yandan eşlerden birisinde cinsel birleşmeyi önleyecek tabiî, hissî veya şer'î engelin bulunmaması da gerekir. Sahih evlilikte cinsel birleşme hükmünde sayılan bu halvettir.
Sahih halvet engelleri üç tanedir:

HALKU'L-KUR'ÂN

Kur'ân'ın yaratılmış olması meselesi.
Halk sözlükte; Allah'ın mümkini yaratması, aslı ve modeli olmadan ve bir âlet kullanmadan var etmesi demektir. Halku'l- Kur'ân; Kur'ân'ın yaratılmış olması anlamında bir terkip olup, terim olarak, Kur'ân-ı Kerîm'in Cenâb-ı Hakk'ın ezelî ilmine mi dayandığı, yoksa sonradan mı yaratıldığı konusunda Hicrî 1. asırda çıkan fikir cereyanını ifade eder. Konu Allah'ın kelâm sıfatıyla yakından ilgilidir.

HALK (Avam)

İnsan topluluğu. Belirli ortak noktaları olan insan kütlesi.
Halk kelimesi arapça "ha-le-ka" kökünden gelmektedir. Genel olarak takdir etmek, birşeyi yoktan varetmek mânâlarında kullanılmıştır. Kur'ân-ı Kerîm'de genellikle dünyanın, insanın ve diğer varlıkların yaratılması beyan edilirken "halk etme" kavramı geçmektedir. Kelime "yaratılmışlar" anlamında ism-i mef'ul olarak kullanılmıştır. Ancak Arap dilindeki "halk etme" kavramı bugünkü mânâda "insan topluluğu" mânâsını ifade etmez. (Yûsuf Kerimoğlu, Mükellef mi, Halk mı?, Mektep Dergisi, İstanbul I986, SAYI. 4, s. 36).
Halk kelimesi Latince "Populus''tan gelmekte "people", "peuple" gibi diğer dillere geçmiş bulunmaktadır. Buna göre belirli bir toprakta oturan bir cinsten olan ve aynı dili kullanan insan kitlesine halk denmiştir. Bir halk kitlesi içinde çeşitli ırktan olanlar vardır. Bu bakımdan kavimden ayrılır. Ancak, ırz bakımından bir cinsten olan "halk kitleleri" de vardır.

ALLAH'IN HAKİMİYETİNİ KABUL ETMEMEK

İrâde sahibi ve tercih yetkisine sahip olan insan, kâinatın Allah'ın hükmüne boyun eğmekte olduğunu da görmektedir. Bu kâinat içerisinde böyle bir yetki yalnızca insan için sözkonusudur. İnsan, diğer yaratıklardan ayrı olarak, Allah'ın değer yargıları ile hukukî ve siyasal alandaki hâkimiyetini kabul etmekle de yükümlüdür. Allah'ın bu alanlarda hâkimiyeti karşısında mü'minin tavrı, Kur'ân-ı Kerîm'de şu şekilde belirlenmiştir:

HAKİMİYET ALLAH'IN OLMAYINCA – 2

b) Allah adına hükmetmeyenler, egemenlikleri altındakileri çeşitli gruplara böler; onları zaafa düşürür; yeryüzünde fesat çıkartır, bozgunculuk yaparlar.
"Firavun gerçekten o arzda azmış, halkını parça parça etmişti. Onlardan bir zümreyi güçsüz düşürüyor, oğullarını boğazlıyor, kızlarını ise sağ bırakıyordu. O gerçekten fesatçılardandı" (el-Kasas, 28/4).
c) Câhilî hükümlerle hükmeden tâğutlar; egemenlikleri altında bulunan kimselerin olayları sağlıklı bir şekilde değerlendirmelerine imkân bırakmayacak şartlar oluştururlar; gerçekleştirdikleri kültür yapısı ve eğitim ortamı ile insanları sağlam ve gerçekçi yargılarda bulunmak imkânından mahrum bırakırlar.

HAKİMİYET ALLAH'IN OLMAYINCA – 1

İlk peygamberden itibaren insanların bir bakıma Allah'ın hâkimiyetini kabul etmek üzere dâvet edileğeldikleri, Kur'ân'ın bize bildirdiği gerçeklerdendir. Ancak insanların zaman zaman birtakım tâğûtların câhilî egemenlikleri altında yaşadıkları, onların hükümlerine isteyerek ya da istemeyerek itâat ettikleri de bir gerçektir. Aynı vâkıa ile insanlık, günümüzde de karşı karşıya bulunmaktadır.

"ALLAH'IN HÂKİMİYETİ"NİN ÇEŞİTLİ YÖNLERİ – 6

Kısacası, anlaşmazlık konuları Allah'ın ve Rasûlü'nün hükümlerine havâle edilmedikçe ve bu hükümleri çerçevesine havâle edilmedikçe ve bu hükümlere razı olunup tam bir teslimiyetle uyulmadıkça, imanın varlığından söz edilemez (en-Nisâ, 4/65).

"ALLAH'IN HÂKİMİYETİ"NİN ÇEŞİTLİ YÖNLERİ – 5

d) Kanunî Hakimîyet:
Cenâb-ı Allah şu âyet-i kerimede ve benzerlerinde bütün kapsamı ve boyutlarıyla hâkimiyetin yalnızca kendisinin olduğunu dile getirmektedir
"Hüküm yalnız Allah'ındır, O kendisinden başkasına ibâdet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur" (Yûsuf, 12/40).

"ALLAH'IN HÂKİMİYETİ"NİN ÇEŞİTLİ YÖNLERİ – 4

Değer yargılarını belirleme ve koyma yetkisinin mutlak olarak yüce Rabbimize âit olduğunu vurgulayan bazı buyruklara işaret edelim:
Haram-helâl kılmak yetkisi yalnız Allâh'ındır:
"De ki: Allah'ın kulları için yarattığı süsü ve güzel rızkı kim haram kıldı?" (el-A'râf, 7/32).
"Ey iman edenler, Allah'ın size helâl kıldığı hoş ve temiz Şeyleri kendinize haram kılmayın ve haddi aşmayın, çünkü Allah haddi aşanları sevmez" (el-Mâide, 5/87).
Câhilî düzenlerde zamanla oluşan ve Allah'ın emir ve hükümlerine aykırı câhilî değer yargıları reddedilmiştir:

"ALLAH'IN HÂKİMİYETİ"NİN ÇEŞİTLİ YÖNLERİ – 3

b) Uhrevî Hâkimiyet:
Bütün olay, nimet ve cezalarıyla âhiret hayatı da Allah'ın mutlak hâkimiyeti içerisindedir. Kur'ân-ı Kerîm, yüce Allah'ın âhirette tecelli edecek olan mutlak hâkimiyetine dâir sayılamayacak kadar çok buyruk ihtivâ ettiğinden sadece iki yerdeki işaretlerini kaydetmekle yetineceğiz.

"ALLAH'IN HÂKİMİYETİ"NİN ÇEŞİTLİ YÖNLERİ – 2

Allah'ın âlemlerin Rabbi olması tabiîdir. Çünkü O'ndan başka yaratıcı yoktur:
"Size gökten ve yerden rızık veren Allah'tan başka bir yaratıcı var mıdır?" (el-Fatır, 35/3).
Bu gerçek o kadar açıktır ki, Allah'a başka şeyleri ortak koşanlara bile, "yaratıcı kim?" diye sorulacak olursa, cevapları "Allah" olur:

"ALLAH'IN HÂKİMİYETİ"NİN ÇEŞİTLİ YÖNLERİ – 1

"Allah'ın, Rasûlü Muhammed'e indirdiğinden başkası ile hüküm vermek helâl değildir: Çünkü hak yalnız odur. Onun dışında kalan bütün hükümler ise zulüm ve haksızlıktır. Bu zulüm ve haksızlıkla hükmetmek helâl değildir. Herhangi bir hâkim (yönetici veya kadı), bu helâl olmayan hükümle hükmedecek olursa verdiği bu hüküm ebediyyen geçersiz kılınır, onunla amel edilmez" diyen İbn Hazm, (el-Muhallâ, Kahire t.y., IX, 362) buna delil olarak da Kur'ân-ı Kerîm'deki: "Ve onlar arasında Allah'ın indirdiğiyle hükmet..." (el-Mâide, 5/49) âyetini göstermektedir.

İSLAM'IN HÂKİMİYET YORUMU

2-İslam'ın Hakimiyet Yorumu: İslâm'a göre mutlak ve sınırlandırılamaz hâkimiyet yalnızca Allah'ındır. Bu konuda bütün müslümanlar arasında tam bir fikir birliği vardır. Hûküm koymak Allah'a has bir yetkidir. Başkalarının bu konuda herhangi bir ortaklığı yoktur. (Şah Veliyullah ed-Dehlevî Hüccetu'llahi'l-Bâliğa, Beyrut (t.y), I, 62); Hiçbir kimsenin Allah ile birlikte hüküm koyması sözkonusu değildir. O hükmüne hiçbir kimseyi aslâ ortak etmez. (el-Kehf, 18/26)

CAHİLİ HAKİMİYET – 2

Görüldüğü gibi burada İbn Kesîr, İslâmî ve câhilî hükmün mahiyetini açıklamış; kendi döneminde câhiliye hâkimiyetine örnek olmak üzere de Cengiz Han Yasaları'nı göstermiş; Allah'ın hükümlerini bırakıp câhilî hükümlere, hevâlara yönelenlere karşı takınılacak tavrı da gayet açık bir şekilde belirlemiştir. Bundan şunu anlıyoruz: Hâkimiyet konusu teorik olup pratik ve hukukî bir takım sonuçları olmayan bir yorumdan ibaret değildir. Bu konu doğrudan doğruya Allah'ın hükümlerine iman ve bu hükümlere aykırı hiçbir hükmü kabul etmemek şeklinde bir uygulama ile, böylesini kabul etmeyenlere karşı hukukî bir takım uygulamaları beraberinde getiren bir anlayıştır.

CAHİLİ HAKİMİYET – 1

İslâmî anlamıyla hâkimiyetin dışında kalan her türlü hâkimiyet ve İslâm'ın değer yargıları dışında kalan her türlü değerlendirmeye ad olan "câhilî hakimiyet"in mahiyeti hakkında İbn Kesîr sözkonusu âyet ile ilgili olarak şöyle der:

KUR'ÂN'A GÖRE HÂKİMİYET

Hâkimiyetin nasıl yorumlandığına ve genel çerçevesine bu şekilde kısaca değindikten sonra, İslam'ın ya da Kur'ân-ı Kerîm'in bu konuyu genel çizgileriyle nasıl çerçevelediğine, nasıl yorumladığına bir göz atalım:
1- Kur'ân'a Göre Hâkimiyet Türleri:

MEVDUDİ’YE GÖRE HAKİMİYET

Mevdudi, hâkimiyeti tanımlarken şunları söylemektedir:

HUKUKÇULARA VE SİYASET BİLİMCİLERİNE GÖRE HÂKİMİYET

Hâkimiyeti hukukçular ve siyaset bilimcileri genel olarak şu şekillerde tanımlarlar:
J. Bodin'e göre hâkimiyet; "yurttaşlar ve uyruklar üstünde yasayla kısıtlanmamış en yüksek iktidar" (G. Sabine, Siyasal Düşünceler Tarihi, II, 82); J.J. Rousseau'ya göre genel iradenin uygulanması" (İçtimaî Mukavele, İstanbul, 1967, 137); İbn Haldun'a göre sahibinin gücü üstünde bir gücün bulunmaması (Mukaddime, Mısır, (t.y), 188) anlamındadır.

HÂKİMİYET

Arapça'da "el-Hukm" kelimesi sözlükte yargı ve yargıda bulunmak anlamındadır. Kelime bütün kökleriyle, taraflar arasında ister anlaşmazlık bulunsun isterse bulunmasın belirli bir konunun gerçek değerinin anlaşılması için, bu konuda yetkili kabul edilen bir makama başvurma mânâsını ihtiva etmektedir: Kur'ân-ı Kerîm'de de -kelimenin bu anlamı göz önünde bulundurularak- kullanıldığı görülmektedir.
Bu kelimenin Türkçe'de "egemenlik" anlamında kullanılan "hâkimiyet" şeklindeki söylenişi ise, hüküm koyma, hüküm verme yetkisi, yüksek egemenlik (sovereignty) anlamıyla Arapça'da da yenidir.

el-HAKÎM – 2

el-Hakîm vasfının, Kur'ân'da daha çok el-Alîm vasfıyla birlikte kullanılması insan zihnine hemen şunu hatırlatmaktadır: Allah, kayıt, sınır tanımayan bilgisi sayesinde insan için neyin yararlı, neyin zararlı olduğunu bilir. O halde inananlara neyi emrediyorsa onların yararına, onları nelerden sakındırıyorsa, o şeyler onların zararınadır.

el-HAKÎM – 1

Hikmet sahibi, Allah'ın isimlerinden biri. Arapça Ha-ke-me fiilinden türemiştir. Bu fiil, kötülüğe engel olmak, sağlam kılmak gibi anlamlara gelir. Hüküm, hikmet, hakim, hakem gibi kelimelerle, hâkimlerin hâkimi (ahkâmü'l-hâkimîn) (et-Tîn, 95/8); hükmedenlerin en hayırlısı (hayru'lhâkimîn); el-Hakîm (el-Fâtır, 35/2; es-Sebe', 34/ 1; Hûd, 11/1; Yûnus, 10/1; el-Hucûrot, 49/8); ve el-Hakem kelimeleri de ha-ke-me fiilinden türemiştir. Kur'ân'ın pekçok âyetinin sonunda kullanılan el-Hakîm ve diğer türevleri Alîyy, Tevvâb, Vâsi', Azîz, Alîm isimleriyle birlikte yanyana geçmektedir.

HAKEM OLAYI – 8

Bu kararı cemaate açıklamak üzere Ebû Musa minbere çıktı ve Allah'a hamd ve senadan sonra "Ey nas! Biz ümmetin durumunu düşünüp bir formül bulmakta epey zorlandık. Hem benim, hem de Amr'ın görüşü şudur: Hz. Ali ve Muâviye'yi hilâfetten uzaklaştırmak ve ümmetin kendisinin istediği birisini hafife tayin etmelerini sağlamak gerekir. Bundan dolayı ben, Hz. Ali ve Muâviyeyi hilâfet görevinden alıyorum" dedi. Sıra Amr'a gelince O da minbere çıktı ve şöyle konuştu; "Şüphesiz Ebû Musa'nın söylediklerini duydunuz. O Ali'yi görevden almıştır. Ben de onun yerine Muâviye'yi halife tayin ettim" deyince herkes şaşkınlıktan ne yapacağını, ne diyeceğini bilemedi. Bu karara Ebû Musa derhal itiraz ederek " Sana ne oluyor ki anlaşmaya ihanet ediyorsun, sen facir oldun. Allah seni başarıya ulaştırmasın" diyerek orayı terketti. (İbnü'l-Esîr a.g.e 340).

HAKEM OLAYI – 7

Ali ve Muâviye, Allah'a karşı ahid ve misak içindedirler. Her biri derler ki: "Ben bu sahifedeki şeye razıyım." Abdullah b. Kays el-Eş'arî ve Amr b. el-Âs, Allah adına yemin etmişlerdir. Karârı Ramazan ayına ertelemişlerdi. Sonra ikisi, bu sayfada olan şey üzerine: bu husuta zulüm ve saptırmak isteyen ve bu sahifede olan şeyi terkeden kimseye karşı şâhitlerin yardımcı olacaklarına dair şehadetlerini yazarlar.

HAKEM OLAYI – 6

Hakemlerin seçimi konusunda Muâviyenin tayin edeceği kişi belli idi ki bu Amr b. el-Âs'dan başkası olamazdı. Ancak Hz. Ali taraftarlarından Eş'as ve ona tabi olanlar da "biz Ebû Musa el-Eşâri'ye razıyız" dediler. Bunun üzerine Hz. Ali "siz daha işin başında bana isyan ettiniz, şu an bana karşı gelmeyiniz" diyerek Ebû Musa hakkındaki endişesini açıkladı ve onlara ihtarda bulundu.

HAKEM OLAYI – 5

Böylece sulhun akdedilmesi konusunda, Kurrâ ehlinin büyük tesiri olmuştur. Kurrâ ehli, müslümanların arasındaki sorunun çözümünde Kur'ân'ı hakem olarak kabul ve tavsiye ediyorlar, herkesi de bu görüşe göre yönlendirerek Hz. Ali'nin de bu görüşü benimsemesi için ona baskı yapıyorlardı. Sonunda Hz. Ali, Muâviye'ye elçi olarak gönderdiği komutanı Eşter'i geri çağırarak; "yazıklar olsun! Eşter'e söyleyin geri gelsin. Zira fitne çıktı: Artık harbi bırakmaktan başka çare yok" diyerek sulhe ister istemez razı oldu...

HAKEM OLAYI – 4

Bunun üzerine Hz. Ali "Ey Allah'ın kulları: Hakkınızı almaya ve doğru olan işinizi yapmaya devam edin. Zirâ Mu'âviye, Amr bin-Ass, İbni Ebi Muaye, Habib b. Mesleme, ibni Ebi Seher ve Dahak b. Kays dine ve Kur'ân'a sahip ciddi ve samimi insanlar değillerdir. Ben onları sizden daha iyi bilirim..." Fakat bu tür konuşmaları bir fayda vermedi. Askerler: "Biz Kur'ân'a karşı kendimizi ortaya atıp meydan okuyamayız, Hz. Ali'nin sözlerini kabul edemeyiz" diyerek savaşmaktan vazgeçtiler (İbnu'l-Esîr a.g.e. 321, 322, Doğuştan günümüze büyük İslâm tarihi, II, s. 244; İrfan Abdulhamit, İslâm'da itikâdî mezhepler ve Akaid esasları, tıc. M. Saim Yeprem s., 82).

HAKEM OLAYI – 3

Yüzon gün boyunca devam eden bu bekleyiş, safer ayının dördüncü günü başlayan savaşla son bularak Hz. Ali taraftarlarının saldırısıyla alevlenmişti. Eşter en-Nehâî'nin başarısı Hz. Ati taraftarlarının Muaviye'nin karargâhına kadar varmalarını sağlamış ve beyat edenleri üstün bir duruma geçirmişti. Bu sırada Ammâr b. Yâsir Şehid düşmüş, bunu Veysel el-Karanî izlemişti.

HAKEM OLAYI – 2

Cemel Vak'asından sonra Hz. Ali, Cerir b. Abdullah el-Becili'yi, kendisine bey'at etmeyen Muaviye'ye beyat almak amacıyla göndermiş ve müslümanların Cemel vak'asındaki durumundan örnekler vererek kan dökülmemesini istemiştir. Muaviye, Cerir'i bir süre oyalayarak Şam halkının görüşlerine başvurdu. Şamlılar Hz. Osman'ın kanını dökenlerle savaşıncaya kadar uyumayacaklarına ve intikam almaya dair yemin etmiş olduklarını söylediler. Diğer taraftan Muaviye Hz. Osman'ın kanlı gömleğini Dimaşk'ta mescide asarak halka teşhir etti. Muâviye, danışmanı Amr b. el-Ass ve Şam ileri gelenleriyle görüşerek Hz. Ali'ye beyat etmeyeceğini söylemiş ve Cerir b. Abdullah'ı geri göndermişti (İbn Kesîr, el-Bidâye, VII, 254).

HAKEM OLAYI – 1

Hz. Ali ve Hz. Muaviye taraftarları arasında meydana gelen Sıffin savaşında daha fazla müslüman kanının akıtılmaması amacıyla düşünülen, Hz. Ali'nin Ebû Musa el-Eş'âriyi Hz. Muaviye'nin ise Amr b. el-Âs hakem olarak tayin ettikleri ve adı geçenlerin H. Ramazan 37/M. Şubat 657 tarihinde ortak bir karara varmak amacıyla biraraya gelip bu konuda hüküm vermek üzere anlaştıkları olayın adı.

30 Mart 2010 Salı

HALK (TIRAŞ OLMAK)

Saç ve kılları gidermek. İslâm'da tırnakları kesmek, koltuk altındaki kılları yolmak, kasık ve bıyıkları tıraş etmek sünnettir. Bıyıkları kısaltma tıraş etmekten daha iyidir. Bu sünnetleri ilk yapanın İbrahim (a.s) olduğu rivâyet olunur.
Bıyıklar tıraş edilmeyip de bırakıldığı zaman üst dudağa sarkan ve yanlara doğru fazla uzanan kısımlar kesilir. Çünkü bıyıkların içilen suya, yenen yemeğe dokunması mekruhtur.
Sakalları kestirmek haramdır. Sünnet olan; sakal avuçlandığı zaman fazla gelen kısımları kesmektir.

HALK (YARATMA)

Yaratma, doğru takdir etme, yoktan varetme, bir şeyi başka bir şeyden meydana getirme. "Allah gökleri ve yeri altı günde yaratmıştır" (el-Hadîd, 57/4)
Halk, masdar olmasına rağmen ism-i mef'ûl anlamında da kullanılır. O takdirde yaratılan manasındadır. Kelime yoktan varetme "ibdâ" ile eş anlamlı olduğunda, yalnızca Allah (c.c) için hâlık denilir. Bir başka şeyden meydana getirme, takdir etme anlamıyla hâlık Allah'tan başka varlıklar için de hâlık kelimesi kullanılabilir.

HALÎMETÜ'S-SA'DİYYE

Peygamber efendimizin süt annesi. Tam adı, Halîme bint Ebî Züeyb şeklindedir. Hevâzin kabîlesinin Benû Bekr kolundan Sa'd oğulları boyuna mensup idi. Sa'doğulları, Mekke yakınlarında Hudeybiye civarında bâdiyede yaşıyordu.
Havası ve suyu güzel bâdiyelerde yaşayan kadınlar, bir geçim kaynağı olarak büyük şehirlere gelip süt annelik yapmak üzere yeni doğan çocukları alıp bâdiyeye götürürlerdi. Mekke'de de zengin eşrâf aileleri çocuklarını böyle bir süt anneye vermeyi âdet edinmişlerdi.

HALÎM

Yüce Allah'ın güzel isimlerinden biri. "İnsanın kendisini veya yaratılışında mevcud olan öfke ve kızgınlığı kontrol altına alması ve öfke anında, nefse hâkim olup aşırı gitmemesi" manalarına gelen "hilim" kelimesinden türemiştir.
Sıfat olan "Halîm" kelimesi, Kur'an-ı Kerim'de hem Allah Tealâ hakkında, hem de bazı peygamberler hakkında kullanılmıştır. Mesela Allah Tealâ'nın sıfatı olarak bu kelimenin geçtiği iki ayet şöyledir. "Güzel bir söz (söylemek) ve affetmek, peşinden eziyet gelen sadakadan iyidir. Allah herşeyden müstağnî ve halîmdir (ceza vermekte acele etmez) (el-Bakara, 2/263). "Yedi gök, arz ve bunların içinde bulunanlar, O'nu tesbih ederler. O'nu (Allah'ı) övgü ile (hamd ile) tesbih etmeyen hiç bir şey yoktur. Ama siz onların tesbihlerini anlamazsınız. O halîmdir, çok bağışlayıcıdır (el İsrâ,17/44). Bunun gibi diğer ayeti kerimelerde yüce Allah bazı konuları açıklayıp, kullarını inzar ettikten sonra, onların her türlü işlerine vakıf olduğunu, kalplerinden geçenleri bile bildiği halde (el-Ahzâb, 33/51), kullarına olan bağış ve merhameti sebebiyle onları hemen cezalandırmadığını, tevbe etmeleri için fırsat vererek kıyamete kadar mühlet verdiğine işaretle kendisinin halim olduğunu hatırlatmaktadır.

HAKKU'Ş-ŞUF'A

Bir şeyi diğer bir şeye ilâve etmek. Satın alınan bir mülkü müşteriye, kaça mal oldu ise o miktar ile temellük etme hakkı. Satılan bir gayr-i menkulde ortaklık hissesi bulunan veya gayr-i menkule âit yol, sulama kanalı gibi şeylerde hakkı bulunan, ya da gayr-i menkule komşuluğu bulunan şahıs, bu özelliklerinden dolayı o malı almaya diğer insanlardan daha çok hak sahibidir. Böylece başkasının almasıyla ileride ortak veya komşu için gelmesi muhtemel zarar önlenmiş olacak veya bu akardan faydalanma hakkı öncelikle ortak veya komşuya tahsis edilmiş olacaktır.

HAKKIN HÜKÜMLERİ – 5

e) Hakkın sona ermesi. Hakkın sona erme sebepleri, hakkın çeşidine göre değişir. Nikâh akdi talâkla, çocuğun babası üzerindeki nafaka hakkı ise, kazanacak çağa ulaşmasıyla son bulur. Yine mülkiyet hakkı satımla, intifa hakkı icâre akdinin feshi veya kira süresinin bitmesi yahut da akdin bazı özürler veya evin yıkılması gibi sebeplerle sona erer. Alacak hakkı; edâ, takas, sulh, hibe, iskat veya ibrâ yollarıyla ortadan kalkar.
Sonuç olarak İslâm hukuku açısın dan hakların asıl kaynağı İslam'dır. Durum böyle olunca, hakkın doğması, kullanılması, korunması ve sona ermesi ile ilgili hükümleri de İslâm'ın belirlemesi tabiîdir.
Hamdi DÖNDÜREN

HAKKIN HÜKÜMLERİ – 4

b) Hakkın himâyesi. İslâm, kendi tanıdığı hakları hem dünyevî, hem de uhrevî müeyyidelerle koruma altına almıştır. Allah hakkı olan ibadetlerin uhrevî ecir veya terki halinde azaba sebep olması, dünyevî bakımdan da "iyiliği emir ve kötülükten nehiy" çerçevesinde müeyyide bağlanması koruyucu niteliktedir. Kul hakları içinde herkes birbirinin mal, can ve ırz gibi temel haklarına saygı göstermek zorundadır. Aksi halde Devlet gücü devreye girer ve saldırıyı önler.

HAKKIN HÜKÜMLERİ – 3

Sonuç olarak, başkasının yanında bir hakkını mal veya ticaret eşyası (urûz) olarak bulan kimsenin borçlu, ödemede gevşek davranıyor veya borcu inkâr ediyorsa, bunu mahkeme kararı olmaksızın, zarûret sebebiyle, diyâneten almasının mübah olduğu konusunda, görüş birliği vardır (İbnü'l-Humâm, a. g. e. IV, 219-265; ez-Zühaylî, a.g.e, IV, 25, 26).
Borçların ifasında, adâlet ilkesine uyulur. Ancak hakkın çeşit veya miktarı belirli değilse, insanlar arasındaki ortalama ölçüsü esas alınır.

HAKKIN HÜKÜMLERİ – 2

Hanefilere göre, mal, alanın elinde, hak cinsinden bir mal olarak mevcut olur ve bizzat alınmasında fitne ve zarar tehlikesi bulunmazsa, hak sahibi bunu hâkim kararı olmaksızın bizzat alabilir. Hatta İbn Âbîdîn (Ö. 1252/1836) insanların borçlarını ödemede gevşek davranmaları ve teminatların bozulması sebebiyle, borçlunun elindeki malın hak cinsinden olup olmamasına bakılmaksızın, bunun alacaklı tarafından bizzat alınabileceğini söyler. Şâfiîlerin görüşü de böyledir: " Kötülüğün cezası benzeri bir kötülükle mukabeledir" (eş-Şûrâ, 42/40). "Ceza verirken, size verilenin aynıyla karşılık verin "(en-Nah/, 16/ 126). Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

HAKKIN HÜKÜMLERİ – 1

Bir hak, sahibi için sâbit olduktan sonra aşağıdaki hükümler cereyan eder.
a) Hakkın ifası. Hak sahibi hakkını meşrû şekilde kullanma yetkisine sahiptir.
Allah hakkı olan ibadetleri, normal zamanlarda azîmete; acz, hastalık veya yolculuk hallerinde ise ruhsata uyarak ifa etmek mü'min için bir hak ve görevdir. Mukîmin namazı tam kılması, oruç tutması, yolcunun ise namazı kısa kılması, orucu kazaya bırakabilmesi gibi. Müslüman, zekât gibi mâli bir ibadeti yerine getirmezse, hâkim zekâtı ondan zorla alır ve İslâm'a göre verilmesi gereken yerlere (bk. et-Tevbe, 9/60) dağıtır. Mâlî olmayan ibadetleri açıkça terkederse, hâkim sahip olduğu çarelere başvurur. Gizli terk varsa, Allah'ın bu kimseleri dünyada elem, belâ ve musîbetlerle, âhirette ise elem verici bir azapla cezalandırılmasından korkulur.

HAKLARIN KAZAYA TABİ OLUP OLMAMASI BAKIMINDAN ÇEŞİTLERİ

Haklar, kazaya tabi olup olmaması bakımından dînî ve kazaî olmak üzere ikiye ayrılır:
1. Diyanî haklar. Bunlar kaza velâyeti altına girmeyen haklar olup mahkeme yolu ile takibi mümkün olmaz. Kişi sadece Rabbi ve vicdanı önünde sorumlu olur. Meselâ, bir kimse, alacağını hâkim önünde ispat etmekten aciz kalsa, buna hak kazanmış olmaz. Belki borçlunun diyâneten (vicdanen) borcunu ödemesi gerekir. Resmi makamlarca tescil edilmiş dinî rıikâh akitleri diyâneten sabit sayılır ve bunlara nafâka, çocukların nesebinin subutî gibi şer'i hükümler lâzım gelir.

MÜCERRED OLAN VE OLMAYAN HAKLAR.

Sulh veya ibra yoluyla düşürülünce hiç bir sonuç bırakmayan haklara mücerred hak denir. Şüf'â hakkı sahibinin şüf'â hakkinı düşürmesi gibi. Düşürüldüğü zaman bir iz (sonuç) bırakan haklarda mücerred olmayan haklarda Kocanın boşanmakla karısının cinsî yönlerinden yararlanma hakkını düşürmesi gibi. Bu takdirde kadın serbest kalır ve dilediği ile evlenebilir (Alî el-Hafıf, Ahkâmü'l-Muâmelâtiş-Şeriyye, s. 38 vd; ez-Zuhaylî, a.g.e. IV, 16 vd).

ŞAHSÎ VE AYNÎ HAKLAR

Şahsî hak; İslâm'ın bir kimse için başkasının üzerine koyduğu haklardır. Bu, bir işi yapmak veya birbirinden kaçınmak tarzında olabilir. Satıcının semeni, alıcının mebi'i teslim hakkı, insanın borç veya telef edilen yahut gasb edilen şeylerin bedeli üzerindeki hakkı, karının veya diğer hısımların nafaka hakkı ile emanete mal verenin, bu malın kullanılmaması konusunda emanetçi üzerindeki hakkı gibi.
Aynî Hak: İslâm'ın belirli bir şahsa ait kıldığı haklardır. Hak sahibi ile belli bir maddi eşya arasındaki ilişki böyledir. Belirli bir gayri menkul üzerindeki, geçit, su geçirme gibi irtifak hakları gibi.

HAKLARIN KONUSUNA GÖRE ÇEŞİTLERİ

Haklar konusuna göre mâlî olan ve olmayan şahsî ve aynî, mücerred olan veya olmayan diye üçe ayrılır.
1. Mali olup olmamasına göre ikiye ayrılır.
Mali Haklar: Konusu mal veya menfaat olan haklar: Satıcının semende, alıcının mebi' (satılan) ya da hakkı şufâ hakkı, irtifak hakları, muhayyerlik hakkı ve kiracının kiralanandaki hakkı gibi.
Malî olmayan Haklar: Bunlar mali yönü bulunmayan haklardır. Kısas hakkı, Nafaka yokluğunda kadının boşanma veya tefrik (ayrılma hakkı, hidâne ve şahıs üzerinde velayet hakkı gibi). Siyâsî, temel hak ve hürriyetlerde bu guruba girer.

HAKLARIN MİRASLA İNTİKAL EDİP ETMEMESİ BAKIMINDAN ÇEŞİTLERİ

Haklar mirasla intikal edip etmemesi bakımından da ikiye ayrılır:
İslâm hukukçuları teminat veya irtifak yahut ta'yin ve ayıp muhayyerliği haklarının miras yoluyla intikal edeceği konusunda görüş birliği halindedir. Borcu alabilmek için, rehni, satış bedelini alabilmek için de mebi (satılan malı);hapsetmek ve borca kefil isteme hakkı, teminat kabilindendir. Hakku'l-Mecra ve Hakku'l-Mesil yani sulama ve geçiş hakkı ise irtifak haklarındandır. Şart ve görme muhayyerliği, borcun vadesi ve ganimet üzerindeki hakkın taksimden önce mirasçılara geçip geçmeyeceği ihtilaflıdır.

KUL HAKKI’NIN ÇEŞİTLERİ

Gerçek kişiye ait kul hakları, hak sahibi dikkate alınarak, düşürmeye (iskat) elverişli olup olmaması bakımından ikiye ayrılır.
l. İskata elverişli haklar. Şahıs haklarının hepsi, aynî (eşya) hakların aksine iskata elverişlidir. Kısas, şuf'a ve muhayyerlik hakkı gibi. Hakkı düşürmek ivazlı (bedel karşılığında) veya ivazsız olabilir.

HAKKIN ÇEŞİTLERİ – MÜŞTEREK HAK – 2

Kul hakkı üstün olan hakların başında kısas ve diyet gelir. Toplumu katl suçundan temizlemek Allah hakkı, maktûlün velisinin kinini dindirmek ve onun gönlünü hoş etmek ise kulun hakkıdır. Bu hak daha üstündür. Çünkü kısas mümâselet (benzerlik) üzerine bina edilmiştir. Âyette şöyle buyrulur: "Biz Tevrat'la göze göze, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ile kısas yapılır" (el-Mâide, 5/45). Kısasta kul hakkı üstün olduğu için kişinin bu gibi cezaları affetme yetkisi vardır. Hatta bu konuda af teşvik edilmiştir. Kur'ân'da şöyle buyrulur:

HAKKIN ÇEŞİTLERİ – MÜŞTEREK HAK – 1

Allah ve insan hakkı, ikisi bir arada bulunan haklara müşterek hak denir. Ancak bunları bazılarında kul hakkı üslün olur. Meselâ; boşanan kadının iddetinde bu iki hakkı bir arada görmek mümkündür. Onda Allah hakkı vardır, çünkü amaç neseplerin karışmasını önlemektir. Kul hakkı yönü vardır, çünkü, çocuğun nesebini korumak da söz konusudur. Ancak Allah hakkı daha üstündür. Ç

HAKKIN ÇEŞİTLERİ - İNSAN HAKKI(HUKUKU'L-İBÂD):

Bunlar, özel olarak fertlerin maslahatını korumayı hedef alan haklar olup, bazı hallerde hak sahibine bir bedel verilir veya düşebilir. Kul hakları ya genel olur. Kişinin sağlığını, çocukları ve malları korumak, güvenliği sağlamak, suç ve düşmanlıklara engel olmak ve devlete ait genel irtifak haklarından yararlanmak gibi.

HAKKIN ÇEŞİTLERİ – ALLAH HAKKI – 2

Allah haklarının hükümleri şunlardır: Allah haklarının af, sulh veya kaldırma ile düşürülmesi yahut değiştirilmesi caiz değildir. Meselâ; hırsızlık cezası, iş hâkime intikal ettikten sonra, çalınan malın sahibinin affetmesi veya onun hırsızla anlaşması hâlinde bile düşmez. Ancak bazı Hanefî fakihleri hırsızlık cezasının tatbikini husûmet ve davanın varlığına bağlamıştır. Bu ise, tamamen kul hakkına ait bir özelliktir. Yine zina cezası,

HAKKIN ÇEŞİTLERİ – ALLAH HAKKI – 1

Hak, çeşitli bakımlardan kısımlara ayrılır. Hak sahibi açısından üçtür. Allah hakkı, insan hakkı ve müşterek hak.
1. Allah hakkı (hukukullah): Allah hakkı; kendisiyle Allah'a yaklaşmak, O'nu yüceltmek ve dininin prensiplerini veya topluma ait menfaatlerin gerçekleştirilmesi kastedilen haklardır. Bunlar, karşılığının büyüklüğü ve yararının geniş olması yüzünden Allah'a nisbet edilmiştir. Allah hakkı sayılan başlıca fiil ve ibadetler şunlardır: Namaz, oruç, hac, zekât, cihâd, emr-i bi'l ma'ruf ve nehy-i ani'l münker (iyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamak), adak, yemin, hayvan keserken veya her iyi işe başlarken besmele çekmek gibi ibadetler. Suçlardan sakınmak, zina, zina iftirası (kazf), hırsızlık, yol kesme ve içki içme cezası gibi hadlerle; diğer ta'zir cezalarını uygulamak; nehir, yol, mescid gibi genel irtifak (ortak kullanım) haklarını korumak.

HAK, HAKLAR – 3

İslâm nazarında, hakkın kaynağı ilâhi iradedir. Bu yüzden İslâm'da haklar, kendisinden şer'î hükümlerin çıkarıldığı kaynaklara (kitap, sünnet, icmâ, kıyas) dayanan ilâhi ihsanlardır. Bir delile dayanmayan şer'î haktan söz edilemez. Hakkın kaynağı Allâhü Teâlâ'dır, çünkü ondan başka hâkim yoktur.

HAK, HAKLAR – 2

Bazan genel anlamda şu şekilde tarif edildiği görülür: "Şerîatın yetki veya yükümlülük olarak tesbit ettiği şahsa ait haklardır. Bu tarif, hakkın dînî, medenî, te'dib, genel, mâli olan veya olmayan bütün çeşitlerini kapsamına alır. Namaz, oruç gibi Allah'ın kul üzerindeki hakları dînî; mülk edinme gibi haklar medenî; babanın çocuğunu, kocanın karısını terbiye etmesi gibi haklar te'dip; Devlet başkanının tebeayı yönetmesi gibi haklar amme; eşin-küçük çocukların ve yoksul hısımların nafakası gibi haklar mâlî; şahıs üzerinde velâyet gibi haklarda mâlî yönü bulunmayan hak niteliğindedir (Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletühu, Dımaşk 1985-IV, 9).

HAK, HAKLAR – 1

Allâhu Teâlâ'nın isimlerinden biri. Kur'ân-ı Kerim, yakîn, sâbit ve şüphe olmayan şey. Hüküm, fasıl ve kaza olunmuş iş, adâlet, İslâm, mal, mülk, vâcip, sâdık, lâyık, yaraşır, şans ve hisse. Çoğulu; hukuk ve hıkâk'tır. Hakkın, bu çeşitli anlamları, "kesin olarak sâbit olma ve gerekli olma (sübût ve vücûb) "kavramında toplanır. Kur'ân-ı Kerim'de Hakk kelimesi ve türevleri 285 kadar âyette geçer.

HAFSA BİNTİ ÖMER İBN EL-HATTAB (R.A) – 3

Hz. Hafsa, Rasûlullah (s.a.s)'in irtihalinden sonra son derece mütevâzî ve dindarca bir hayat sürmüştür. Kendisinden, bir kısmını doğrudan Rasûlullah'tan, bir kısmını da babasından aldığı altmış hadîs rivâyet edilmiştir. Okuma yazma bilen Hz. Hafsa hicretin kırbeşinci yılında vefat etmiş ve cenaze namazını zamanın Medine valisi Mervân kıldırmıştır. Bir rivâyete göre kırk birinci hicrî yılda vefat etmiştir.
Hz. Hafsa Peygamberimiz (s.a:s.)'den şu hadisi rivâyet etmiştir: "Müezzin sabah ezanını okuyup susunca, Hz. Peygamber (s.a.s) namaza çıkmadan iki rekat hafif namaz kılardı"(İbnü'l-Esir, Üsdü'l-Ğâbe, VII, 65, 67).
Şâmil İA

HAFSA BİNTİ ÖMER İBN EL-HATTAB (R.A) – 2

Gerçek bir müslümana yakışacak bir davranışla kızını salih bir mü'mine nikâhlamak için çaba harcayan Hz. Ömer, neticeye ulaşamayınca büyük bir üzüntü içinde Hz. Peygamber'e gitti. Söz arasında "Ya Rasûlullah, Osman'a şaşıyorum. Hafsayı nikahlamayı teklif ettim, yanaşmadı" diye dert yanınca Hz. Peygamber, "Sana Osman'dan daha hayırlı bir damad, Osman'a da senden daha hayırlı bir kaynata tavsiye edeyim mi?" dedi. Hz. Ömer, "evet ya Rasûlullah" deyince Sen kızın Hafsa'yı bana nikâhlarsın, ben de kızım Ümmü Gülsüm'ü Osman'a nikahlarım" buyurdu.

HAFSA BİNTİ ÖMER İBN EL-HATTAB (R.A) – 1

Mü'minlerin annesi, Rasûlullah (s.a.s) ın eşi, Hz. Ömer'in kızı. Hz. Hafsa, Hz. Peygamber'in risaletinden beş sene önce doğdu. Annesi büyük sahabî Osmân b. Maz'un'un kız kardeşi Zeyneb'tir.
Hz. Hafsa'nın İslâm'ı ne zaman kabul ettiği bilinmemektedir. Hz. Ömer'in İslâm'ı kabulünden sonra bütün aile ve yakınlarının müslüman olduğu bilgisinde yola çıkılarak onun da babası ile birlikte müslüman olduğu söylenebilir.

HÂFIZ – 3

Hâfız kelimesi, Kur'ân'ı ezberleyen kişileri duyulan yakınlık nedeniyle bazılarına isim olarak verilmiş, bazı insanların da adlarının başına ünvan olarak eklenmiştir. Şâirler de bu kelimeyi mahlas olarak kullanmışlardır.
Halk arasında câmi görevlilerine genellikle hâfız denilmektedir. İki gözü görmeyen kimseler de bazı yörelerde bu adla anılmaktadır. Bunların Kur'ân ve hadis hâfızlığıyla ilgisi yoktur.
Hâfızlığın güçlü olması gerektiğine dikkat çeken Muallim Naci, bir beytinde şöyle demektedir:
"Yedi yüz kerre yanılmak ne demek bir cüzde,
Böyle olmaz a benim hâfızım ezber dediğin."
Cemil ÇİFTÇİ

HÂFIZ – 2

Celâleddin el-Mizzî: "Hâfız, bildiği râvîlerin sayısı bilmediğinden çok olandır" şeklinde tarif eder.
İbn Seyyidi'n-Nâs' ise şöyle tanımlar: "Kendi üstadlarını ve üstadlarının üstadlarını tabaka tabaka bilen ve her tabakada bildiği bilmediğinden çok olandır."

HÂFIZ – 1

Koruyan, saklayan, muhâfaza eden anlamında Allah'ın güzel isimlerinden birisi. Koruyan, himâye eden, gözeten anlamlarına gelmek üzere Allahu
Teâlâ hakkında kullanılır. Kur'ân-ı Kerîm'de, "Allah, hâfızların (koruyanların) en hayırlısıdır" (Yusuf, 12/64) ve "O zikri (Kur'ân'ı) biz indirdik biz' ve Onun koruyucusu da el bette biziz!"(el-Hicr,15/9) buyurulmaktadır.

HAFİ - 2

Yankesici ittifakla hırsız kabul edilmiştir. Kefen soyucu ise İmam Ebû Hanife ve İmam Muhammed tarafından hırsız kabul edilmemiş ve onlar, kefen soyucuya hırsızlık cezasını veremeyiz demişlerdir. Onlar bu neticeye varırken, kefen soyuculuğun, hırsızlık şartlarını taşımadığından hareket etmişlerdir. Fakat başta İmam Ebû Yusuf olmak üzere diğer mezheb imamları kefen soyucuyu hırsız kabul etmişlerdir.

HAFİ - 1

Gizli, saklı şey. Kendisinde değil de tatbik sahasında kapalılık bulunan ve bu kapalılığı ictihadla giderebilen lafız anlamında bir fıkıh usulü ıstılahı.

HAFAZA MELEKLERİ – 4

Hz. Peygamber (s.a.s): "Allahu Teâla şöyle buyurmuştur: "Kulum bir günah işlemeye karar verirse onun cezasını yazmayın. Şayet o kötülüğü işlerse ona bir günah yazın. Bir iyilik yapmaya karar verirse yapmasa bile ona bir iyilik yazın. Yaparsa on iyilik yazın " der (Müslim, İmân, 203).

HAFAZA MELEKLERİ – 3

Bazı âlimler kâfirlerin hafaza meleklerinin olmayacağını, çünkü onların durumunun belli olduğunu, amellerin yalnızca kötülük olduğunu, sağlarında bulunan meleklerin mü'min olmadıklarından hayır yapamayacağını ileri sürmüşlerdir. Nitekim Allahu Teâlâ şöyle buyurur: "Mü'minler alemetlerinden tanınırlar" (er-Rahman, 55/41).

HAFAZA MELEKLERİ – 2

Rasûlullah (s.a.s) hafaza meleklerinin vazifelerini anlattığı bir hadiste şöyle buyurur: "Bir müslüman bir rahatsızlığa düşünce Allah onu koruyan hafaza meleklerine şöyle emreder: " Kulumun her gün ve gecede yaptığı iyiliklerin sevabını ona bu hastalık müddetince yazın" (Dârimî, Rikâk, 56).

HAFAZA MELEKLERİ – 1

İyi ve kötü her yapılanı gözetip hıfz etmek ve korumakla görevli melekler. Hafaza ve hâfızîn, hâfız kelimesinin çoğuludur.
Gözetlemeye memur melekler insandan hiç ayrılmaksızın her an onu murakabe etmekte ve her hareketini yazmaktadırlar. Bütünüyle bu işin nasıl olduğunu da bilemediğimiz gibi keyfiyetini bilmekle de mükellef değiliz.
"Muhakkak sizin üzerinizde hafız (gözetleyici) melekler var. Kiram (değerli) kâtipler var. Her ne yaparsanız bilirler" (el-İnfitâr, 82/ 10, 11, 12).
"Hafızın" gözetleyici, amelleri ezberleyen, muhafaza eden ve koruyan anlamında tefsîr edilmiştir. Âyette hafaza melekleri "kirâmen" değerli, şerefli sıfatlarıyla anılmıştır. Melekler Allah katında şerefli ve değerlidirler (Taberî, Tefsîr, XXX, 88). Bu suretle kalplerde o şerefli meleklerin yanında utanma ve toparlanma hissi uyarılmak istenmiştir. Zira insanoğlu yüksek mevkide bulunanların huzurunda söz, hareket ve davranış bakımından bir hata yapmamak hususunda son derece dikkatli ve itinalı hareket eder. "Kirâmen" vasfıyla anlatılan meleklerin her an ve her durumda kendilerini gözetlediğini bilen kimselerde huy ve davranışlarını dikkatle ve güzel bir şekilde yapmalarıdır.
Yaptığınız bütün işler melekler tarafından muhafaza edilmektedir.
"Yaptığınız bütün hileleri meleklerimiz kaydediyor" (Yûnus, 10/21).
"İnsanın arkasında ve önünde, Allah'ın emriyle onu koruyan ve yaptıklarınızı kaydeden melekler vardır" (er-Ra'd, 13/11).

HADİS KİTAPLARININ DERECELERİ

İhtiva ettikleri hadislerin güvenilir olup-olmamalarına göre hadis kitapları şu derecelere ayrılır:
Birinci Tabaka: Mütevâtir, meşhûr, sahîh ve hasen hadisler. Buhârî ve Müslim'in "Sahih"leri ile İmam Mâlik'in " Muvatta"adlı eserleri. Bu kitaplardaki hadislerle amel edilir.

HADİSLER GÜNÜMÜZE NASIL İNTİKAL ETMİŞTİR?

Kur'ân âyetleri nâzil oldukça onları vahiy kâtiplerine bizzat yazdıran Hz. Peygamber, önceleri kendi hadislerinin yazılmasını yasaklamış, fakat hadisleri birbirlerine rivâyet etmelerine izin vermişti. Bu yasağın sebebi, ashâbın Kur'ân'la hadisleri birbirine karıştırma tehlikesiyle Arap yazısının henüz gelişmemiş olması, okuma-yazma bilenlerin azlığı, yazı malzemesinin kıtlığı gibi sebepler olabilir.

HADİSLE İLGİLİ BAZI İLİM DALLARI – 2

5. Hadislerin Vürûd Sebepleri İlmi: Hadislerin söyleniş sebeplerini tesbit etmeye çalışan ilim dalıdır. Hadislerin daha iyi anlaşılmasını sağlayan bu dalda, Suyûtî'nin "el-Lüma" isimli bir eseri vardır.

HADİSLE İLGİLİ BAZI İLİM DALLARI – 1

Hadis ilmi üzerinde devamlı gelişen çalışmalar, bazı konularının bağımsız araştırma alanına dönüşmesine yol açmıştır. Bu ilim dalları şunlardır:
1. Rivâyetü'l-Hadis İlmi: Hz. Peygamber'in sünnetini (hadisler) toplayan, nakleden ilim. Hadislerin yazılı şekillerini ihtivâ eden bütün hadis kitapları (Sahihler, Câmiler, Sünenler, Müsnedler...)'bu ilme âit malzemeyi oluştururlar.

KUDSİ HADİSLERİN SAYISI

Diğer hadislere göre kutsî hadislerin sayısı çok azdır.
Hadisin dindeki önemli yeri zamanla müstakil bir ilim hâline dönüşmesine sebep olmuştur. Hadis âlimleri, İslâm'da Kur'ân'dan sonra en önemli yeri işgal eden bu ilim dalını, sahih olanlarını sahih olmayanlardan ayırmak için, hadîsin sened ve metninin araştırılmasını konu edinen bir ilim olarak tanımlamışlardır.

HADİSLERİN SINIFLANDIRILMASI – KUDSİ VE NEBEVİ HADİS

Kudsi ve Nebevi Hadis: Mânâsı Allah'a, lâfızları Hz. Peygamber'e âit olan hadislere kudsi hadis; mânâ ve lâfzı Hz. Peygamber'e âit olan hadislere de nebevî hadis denir. "İlâhî hadis" ve "Rabbânî hadis" diye de adlandırılan kudsî hadis: Ha. Peygamber'in, anlam bakımından Allah'a dayandırdığı, başka bir deyişle O'ndan nakiller yaparak söylediği sözdür. Kur'ân ile nebevî hadis arasında yeralan bu tür hadislerin "kutsal"lığı, mânâsının Allah'a âit olmasından; "hadis" diye adlandırılması ise, Hz. Peygamber tarafından dile getirilmiş olmasından kaynaklanmaktadır.

HADİSLERİN SINIFLANDIRILMASI – ZAYIF HADİS – 1

3. Zayıf Hadis: Zayıf hadis, sahih veya hasen hadîsin taşıdığı şartların birini veya birkaçını taşımayan hadistir. Bu şartların bulunup bulunmadığı, hadisin çeşitli yönlerden tetkik ve tenkide tâbi tutulmasıyla anlaşılır. Sözgelimi, hadîsin râvîsi adâletindeki kusur sebebiyle, zabtının zayıflığı, seneddeki kopukluk, râvînin kendindan daha sikâ bir râvî veya râvilere aykırı rivâyeti... sebepleriyle hadîsin Hz. Peygamber'e âit olduğu zayıf kabul edilir. Hadis bilginleri, zayıf hadisleri çeşitli yönleriyle pek çok kısma ayırmışlardır.
Hadis âlimleri, zayıf hadisle amel edilip edilemeyeceği konusunda üç görüş ileri sürmüşlerdir.

HADİSLERİN SINIFLANDIRILMASI – HASEN HADİS

2. Hasen hadis: Sözlükte "güzel" anlamına gelen "hasen" kelimesi, hadis ıstılahında sahih hadisle zayıf hadis arasında yer alan, fakat sahih hadîse daha yakın olan hadis türüne verilen addır. Daha açık bir ifade ile, hasen hadisle sahih hadis arısındaki fark, hasen hadîsin râvîlerinin durumu kesin olarak bilinmemekle birlikte, yalancılıkla suçlanmamış, dürüst ve güvenilir olmalarına rağmen, titizlikleri (itkân) ve hâfızalarının sağlamlığı (zabt) açısından sahih hadis râvîlerinden daha aşağı derecede bulunmasıdır. Hasen hadis, bu iki özellik dışında sahih hadîsin bütün özelliklerini taşır. Bir de, hasen hadislerin mütâbi'teri olmalıdır. Mütâbi', bir râvînin naklettiği hadîsin başka râvîler vasıtasıyla da rivâyet edilmesidir. Böylece hasen hadis râvîlerindeki zabt eksikliği takviye edilmiş olur.

HADİSLERİN SINIFLANDIRILMASI – SAHİH HADİS – 2

b) Râvîler, rivâyet edecekleri hadisleri, doğru bir şekilde öğrenme, aradan uzun bir zaman geçse bile aynen hatırlayabileck ölçüde "öğrendiğini koruma" (zabt) yeteneğine sahip olmalıdır. Öğrenme ve öğrendiğini koruma yeteneğine sahip olamayan râvîlerin naklettikleri hadisler de "sahih" kabul edilmez.

HADİSLERİN SINIFLANDIRILMASI – SAHİH HADİS – 1

Sağlamlık yönünden hadisler üç kısma ayrılır: Sahih, hasen, zayıf. Hadislerin çeşitli yönlerden değerlendirilmesi yapılmıştır. Bu değerlendirmelerde doğruluğu (sıhhati) araştırılan, hadîsin Hz. Peygamber'e âit olan metin kısmı değil; metnin Rasûlullah (s.a.s)'e âit olup olmadığını gösteren sened kısmıdır. Bu durumda değerlendirme sonunda bir hadîse sahih, hasen veya zayıf denildiğinde bu, Hz. Peygamber'in söz veya fiilinin sahih veya zayıf olduğu anlamında değil, hadis metnindeki ifadenin Rasûlullah'a (s.a.s) âit oluşunun sahih veya zayıf olduğu anlamındadır.

HADİSİN YAPISI

Hadisler yakından incelendiği zaman, birbirinden farklı iki ana kısımdan oluştuğu görülür: Sened ve metin.
Sened: Güvenmek, dayanmak anlamın gelen "sened" kelimesi, bir hadis terimi olarak, metnin başında yeralan ve biri diğerinden almak ve nakletmek suretiyle hadîsi rivâyet eden kişilerin, Rasûlüllah'a varıncaya kadar sayıldığı kısımdır. Başka bir deyişle, râvîler zincirinin adı olup bu zincir, hadîsin Hz. Peygamber'den kimler aracılığıyla ve hangi yollarla bize ulaştığını gösterir: Meselâ:

VAHYE DAYALI BİR FIKIH KAYNAĞI OLARAK HADİS – 2

Rasûlullah (s.a.s) da bir hadîsinde: "Şunu kesin olarak biliniz ki, bana Kur'ân ve onunla beraber onun bir benzeri (sünnet) daha verilmiştir. Karnı tok bir halde rahat koltuğuna oturarak;' Şu Kur'an'a sarılın; O'nda neyi helâl görürseniz onu helâl, neyi koram görürseniz onu da haram kabul ediniz' diyecek bazı kimseler gelmesi yakındır. Şüphesiz ki, Allah Rasûlünün haram kıldığı şey de Allah'ın haram kıldığı gibidir" (Ebû Davûd Sünnet, 5; İbni Mace, Mukaddime, 2; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV,131) buyurarak, sünnetini küçümseyip dinden ayırmak isteyenlere karşı müslümanları uyarmış ve dinin sünnetsiz düşünülemeyeceğini vurgulamıştır. Nitekim, Hz. Peygamber'in burada geleceğini ikaz ettiği kişi ve gruplar Hicri birinci ve ikinci asırlarda ve bir de XIX-XX. asırlarda müsteşriklerin etkisiyle, Hindistan (Ehl-i Kur'an Cemiyeti) ve Mısır'da (Tevlik Sıdkı, Mahmud Ebû Reyye..) ortaya çıkmış, fakat bunların hadis ve sünnete hiçbir etkisi olmamıştır.

VAHYE DAYALI BİR FIKIH KAYNAĞI OLARAK HADİS – 1

Vahye dayalı bir fıkıh kaynağı olarak hadis, Kur'ân karşısındaki durumu ve getirdiği hükümler açısından şu şekillerde bulunur:
1. Bazı hadisler, Kur'ân'ın getirdiği hükümleri teyid ve tekit eder. ana-babaya itâatsizliği, yalancı şâhitliği, cana kıymayı yasaklayan hadisler böyledir.

HADİSİN DİNDEKİ YERİ VE ÖNEMİ – 2

Yukarıda zikredilen âyet ve haberlerden de anlaşılacağı gibi, Kur'ân ve hadîs (daha geniş ifadesiyle sünnet), Allah (c.c.) tarafından Rasûlullah (s.a.s.)'a gönderilmiş birer vahiy olmak bakımından aynıdırlar. Şu kadar var ki; Kur'ân, hadîsin aksine, anlam ve lâfız yönünden bir benzerinin meydana getirilmezliği (i'câz) ve Levh-i Mahfûz'da yazı ile tesbit edildiği için, ne Cibrîl (a.s.)'in ve ne de Hz. Peygamber'in, üzerinde hiçbir tasarrufları bulunmaması noktasında hadîsten ayrılır. Hadîs ise, lâfız olarak vahyedilmediği için, Kur'ân lâfzı gibi mu'ciz olmayıp, ifade ettiği anlama bağlı kalmak şartıyla sadece mânâ yönüyle nakledilmesi câizdir.

HADİSİN DİNDEKİ YERİ VE ÖNEMİ – 1

Rasûlullah (s.a.s), Allah'tan aldığı vahyi yalnızca insanlara aktarmakla kalmamış, aynı zamanda onları açıklamış ve kendi hayatında da tatbik ederek müşahhas örnekler hâline getirmiştir. Bu nedenle O'na "yaşayan Kur'ân" da denilmiştir.

HADÎS

Hz. Peygamber (s.a.s)'in sözleri, fiilleri, takrirleri ile ahlâkî ve beşerî vasıflarındarı oluşan sünnetinin söz veya yazı ile ifade edilmiş şekli. Bu mânâda hadis, sünnet ile eş anlamlıdır.
Hadis kelimesi, "eski"nin zıddı "yeni" anlamına geldiği gibi, söz ve haber anlamlarına da gelir. Bu kelimeden türeyen bazı fiiller ise haber vermek, nakletmek gibi anlamlar ifade eder. Hadis kelimesi, Kur'ân'da bu anlamları ifade edecek biçimde kullanılmıştır. Sözgelimi, "Demek onlar bu söze (hadis) inanmazlarsa, onların peşinde kendini üzüntüyle helâk edeceksin" (el-Kehf, 18/6) âyetinde "söz" (Kur'ân); " Musa'nın haberi (hadîsu Mûsa) sana gelmedi mi?" (Tâhâ, 20/9) ayetinde "haber" anlamına gelmektedir. "Ve Rabbinin nimetini anlat (fehaddis)" fiili de "anlat, haber ver, tebliğ et" anlamında kullanılmıştır.

HÂDİS ÇEŞİTLERİ

İki türlü hâdis vardır. Bunlar, yaratılmış olan, yok iken sonradan var olan, öncesi zaman itibariyle yokluk olan zamanî hudûs ile, varlığı kendinden olmayan, var olmak için başkasına muhtaç olan zâtî hudûs'tur. Zâtî hudûs, zamanî hudûstan daha umûmîdir. Her ikisinin zıddı da, her iki şekliyle zamanî ve zâtî kıdemdir (Curcânî, Ta'rîfât, Beyrut,1983, s. 81-82).
Fahreddin er-Râzî, cisimlerin hâdis olması konusunda ihtilâfın söz konusu olduğunu, ancak bu hususta mümkün olan görüşlerin şu dört ihtimali aşmadığını söyler:

HÂDİS – 2

Buradan hareketle kelâm ilminde fazlaca kullanılan hudûs delilinde âlemin mümkün varlık olması dolayısıyla hâdis olduğu kabul edilerek, buradan, Allah'ın varlığının isbâtına gidilmektedir. Bu delili ilk defa kullanan, Ca'd b. Dirhem (ö. 118/736)'dir. Ancak İslâm aleminde sistemli bir şekilde ilk olarak bu delilden bahseden el-Kindî (ö. 252/866) olmuştur.

HÂDİS – 1

Varlığının başlangıcı olmayan, varlığı kendinden olan; kadîm'in zıddı.
Lügatte; vâki olmak, yok iken var olmak, yeniden meydana gelmek anlamına gelen (ha-de-se) kökünden ism-i fâil.

29 Mart 2010 Pazartesi

HADİD SÛRESİ – 3

Bütün bunların arasında tarih boyunca gönderilen peygamberlerin hangi amaçla gönderildiğine değiniliyor: "...İnsanlar adâleti ayakta tutsunlar diye, apaçık âyetlerle gönderdiğimiz Peygamberle birlikte, kitabı ve mizanı da indirdik. (âyetlerden, haktan, adâletten yüz çeviren, nasihat ve uyarının yola getiremediği insan için de) kendisinde çetin bir sertlik ve insanlar için çeşitli yorarlar bulunan demiri indirdik" (25) buyurarak peygamberlerin aynı zamanda adâleti ayakta tutacak siyasî ve askerî güçle donanmaları gerektiği beyan edilmekte ve sonraki âyetlerde bu peygamberlere Nuh, İbrahim, İsa, örnek verilmekte, onlara uyanların sonradan fâsıklâr olup kendilerine gelen dini bozan ruhbanlar gibi olmamaları konusunda mü'minler uyarılmaktadır:

HADİD SÛRESİ – 2

Yedi ilâ on birinci âyetler arası mü'minleri Allah yolunda infak etmeye ve gerçekten iman etmeye çağırıyor: "Size ne oluyor ki Allah yolunda infak etmiyorsunuz" (10) tehditvari emrinin ardından Allah'a güzel bir borç verecek olanın bunu âhirette kat kat geri alacağı müjdesi verilmektedir. On üçüncü âyette bu vasıftaki mü'minlerin nurlu yüzlerle cennete gireceği haberi verildikten sonra, müslümanlardan görünüp de onları arkadan çekiştiren münâfıklara dönülüyor ve on üç ilâ onbeşinci âyetle de onlar başlarına gelecekler konusunda uyarılıyorlar: "Artık bu gün sizden herhangi bir fidye alınmaz. Barınma yeriniz ateştir..."(15).

HADİD SÛRESİ – 1

Kur'ân-ı Kerîm'in elli yedinci sûresi. Yirmi dokuz âyet, beş yüz kırk dört kelime, bin dört yüz yetmiş dört harften meydana gelir. Fâsılası, be, dal, ra, ze, mim ve nun harfleridir. Sûre adını yirmi beşinci âyetinde geçen demir anlamındaki "hadid" kelimesinden almıştır. Mekkî mi Medenî mi olduğu konusunda ihtilâf olmasına rağmen sûrenin Medenî olduğuna dair görüş daha kuvvetlidir, ulemânın çoğunluğu da bu görüştedir.

HZ. HADİCE, HATİCE (R.A) – 4

Bir gün Cebrâil (a.s.) Rasûlullah (s.a.s.)'e gelerek şöyle buyurdu: "Hatice'ye Allah'ın selâmlarını söyle." Rasûlullah (s.a.s.): "Ya Hatice, bu Cebrâil'dir, sana Allah'tan selam getirdi" deyince, Hz. Hatice, Allah'ın selamını büyük bir memnuniyetle kabul etti ve Cebrâil'e de iadei selâmda bulundu (İbn Hişâm, es-Sîre,, I, 257).
Allah'ın rızasını, yuvasının mutluluğunu, dünya ve âhiretin huzur ve saadetini düşünen bütün anneler için en güzel örneği teşkil eden Hz. Hatice (r.a.), nübüvvetin onuncu yılında, Ramazan ayında vefât etti ve Mekke'deki Hacun kabristanına defn edildi (M. Asım Köksal, a.g.e. s. 302).
Nureddin TURGAY

HZ. HADİCE, HATİCE (R.A) – 3

Hz. Hatice(r.anha), Rasûlullah (s.a.s.)'e, Peygamberliğinden evvel son derece saygı gösterip onu mutlu ettiği gibi, Peygamberliği döneminde de, ona ilk inanan, onunla beraber namaz kılıp ona ilk cemaat olan kişi vasfını kazandı. Daima Hz. Muhammed (s.a.s.)'e destek oldu, ona moral verdi, son derece güzel davranış ve sözleri ile, onun başarılarına katkıda bulunmaya çalıştı.

HZ. HADİCE, HATİCE (R.A) – 2

Hz. Peygamber (s.a.s.) durumu amcası Ebu Talib'e anlattı. Ebu Talib Hz. Hatice'yi Hz. Muhammed (s.a.s.) için istedi. İki aile anlaştı. Düğünleri o zamanın örf ve adetlerine göre, Hz. Hatice'nin evinde yapıldı. düğünde Ebû Talib ve Hz. Hatice'nin amcası Amr b. Esed birer konuşma yaptılar. İkisi de konuşmalarında hikmetli ifadelerde bulundular ve evlenecekler hakkında güzel şeyler söylediler. Ondan sonra misafirlere ikram yapıldı, yemekler yenildi. Ebû Talib nikâhlarını kıydı. Mehir olarak 500 dirhem altın tesbit edildi (İbn, Sa'd Tabakat, VIII, 9).

HZ. HADİCE, HATİCE (R.A) – 1

Hz. Hatice, Hz. Muhammed (s.a.s)'in temiz, iffetli ve yüce ahlâk sahibi olan hanımlarının ilki.
O, Arapların en asil kavmi olan Kureyş kavminden ve Kureyş kavminin de, en asil, pak ailelerinden idi. Babası Huveylid, annesi Fâtıma'dır (İbn İshak, es-Sîre, Neşr. Muhammed Hamidullah, s. 60).
Hz. Hatice'nin baba tarafından soyu Kusay'da Peygamberimizin baba tarafından soyu ile birleştiği gibi, annesi tarafından da soyu yine Peygamberimizin baba tarafından dedesi olan Lüey'de bileşmektedir (M. Asım köksal, İslâm Tarihi, Mekke Devri, 96).
Hz. Hatice, ticaretle uğraşan zengin, haysiyetli, şerefli bir kadındı. Ücretle tuttuğu adamlarla Şam'a ticaret kervanları düzenlerdi. Hz. Muhammed (s.a.s.)'in doğru sözlü, güzel ahlâklı ve son derece kendisine güvenilen bir insan olduğunu öğrenince, O'na ticaret ortaklığı önerdi. Hz. Muhammed (s.a.s) Hz. Hatice'nin bu teklifini kabul etti. Hz. Hatice O'nun başkanlığında bir ticaret kervanını Şam'a gönderdi. Aynı zamanda kölesi Meysere'yi de O'nunla beraber gönderdi. Meysere, yolculuk sırasında Hz. Muhammed (s.a.s.)'de harikulade hallere şâhid oldu. Gittikleri yerde, Peygamberimiz (s.a.s.) satacaklarını sattı ve alacaklarını da aldı. Ondan sonra geri döndüler. Hz. Hatice bu ticaret kervanından çok memnun oldu. Daha önce gönderdiği ticaret kervanlarına nazaran, bu sefer daha fazla kâr elde etti. Hz. Peygamber (s.a.s.) hakkında Meysere'yi de dinleyince, O'na olan itimadı ve sevgisi daha da arttı. O'na anlaştıkları ücretten fazlasını verdi ve Hz. Muhammed (s.a.s)'e evlenme teklifinde bulundu (İbn İshak, a.g.e., 59).

EL-HÂDÎ - 2

"İnsan (bir kere) yiyeceğine baksın. (Nasıl) biz suyu döktükçe döktük. Sonra toprağı güzelce yardık, orada bitirdik;' tâne(ler), üzümler, yoncalar, zeytinler, hurmalar, iri ve sık ağaçlı bahçeler, meyvalar ve çayırları sizin ve hayvanlarınızın geçimi için"(Abese, 80/24-32). " Allah gökten bir su indirdi, onunla yeri ölümünden sonra diriltti. Şüphesiz bunda işiten bir kavim için bir âyet (Allah'ın kudretine işaret) vardır. Hayvanlarda da sizin için ibret (alınacak dersler) vardır. Onların karınlarından, fers (yarı sindirilmiş gıdalar) ile kan arasından (çıkardığımız) hâlis, içenlere (içimi) kolay süt içiriyoruz" (en-Nahl, 16/65-66).
Yüce Allah bu delilleri gözler önüne sererek insanlara yol göstermektedir.

EL-HÂDÎ - 1

Allah'ın Esma-i Hüsnâ'sından biri, Hâdî, doğru yolu gösteren, demektir. Allah'ın, kendisini tanıma yollarını kullarına gösterip tanıtması, yaratıklarına hayatlarını devam ettirme yollarını öğretmesi ve onları buna yöneltmesi anlamına gelir. O, bu yönüyle insanlara kurtuluş yolunu; dünya ve âhiret mutluluğunun yollarını gösterir.

HADES

Sonradan meydana gelme; pislik, necâset; abdestin bozulması anlamında fıkhî bir terim.
Abdest, boy abdesti veya teyemmümle giderilen ve varlığı hükmen kabul edile" pislik. Ayrıca buna "necâset-i hükmiyye" de denir. Namazın altı şartından birincisi hadesten tahârettir.
Hades; hades-i asğar (küçük hades) ve hades-i ekber (büyük hades) diye ikiye ayrılır.
Küçük hades; abdestsizliktir. Büyük hades (hades-i ekber), boy abdestidir; yani guslü gerektiren hallerdir. bunlar cünüblük, aybaşı (hayız) ve lohusalık halleridir.
Kendisinde büyük hades meydana gelen kimse; namaz kılamaz, camiye giremez, Kur'ân-ı Kerîm okuyamaz. Kur'ân-ı Kerîm'i tutamaz. Kur'ân âyetlerine el süremez, hayızlı ve lohusa ise eşiyle çiftleşemez.

İSLAM CEZA HUKUKUNDA “HAD”LER – 7

Hadis-i Şerifte: "Şüphelerden dolayı hadleri kaldırınız (uygulamayanız)" " (Ebû Dâvud, Salât,14; Tirmizî, Hudûd, 2) buyurulmuştur. İslâm ceza hukukunda bu önemli bir prensiptir. Bu prensibe göre, Hz. Ömer'in tatbikatıyla, kıtlık yılında hırsızlık yapanın eli kesilmemiş; efendisinin veya akrabasının malından çalan kimseye de, o malda hakkı olabileceği şüphesiyle, bu had uygulanmamıştır. Aşağıdaki örnekler de bu prensiple ilgilidir:
- Dört kişi bir şahsın zina ettiğine şehâdette bulunur; ancak bunlardan ikisi gönüllü diğer ikisi ise gönülsüz olarak şahitlik yaparlarsa Ebû Hanife'ye göre, bunların hiçbirine yani erkeğe, kadına ve şahitlere had tatbik edilmez.

İSLAM CEZA HUKUKUNDA “HAD”LER – 6

İslâm'ın koyduğu bu cezaları uygulamakta titiz davranılması ve kesinlikle taviz verilmemesi gerektiği birçok hadis-i şerifle bildirilmiştir. Bu konuda acıma duygusuna kapılınmaması uyarısı da yukarıda ilgili âyet meâlinde geçmiştir.
Hadlerin uygulanması konusunda bazı hadisler:
"Allah'ın hadlerini yakında ve uzakta yerine getiriniz. Hiçbir kınayanın kınaması sizi Allah'ın hakkını yerine getirmekten alıkoymasın. "

İSLAM CEZA HUKUKUNDA “HAD”LER – 5

5. Yol kesme cezası. Yoldan geçenlerin önünü kesmek, kuvvet kullanarak geçişi engellemek ve yolcuları soymak. Yol kesme suç, tek kişi veya topluluk, silah veya silahsız, meskun alanda veya kırda yahut şehir içinde ya da şehir dışında işlenmiş olabilir. Bütün bu durumlarda suç işlenmiş sayılır ve şu âyette belirlenen ceza uygulanabilir: "Allah ve Rasûlüne karşı savaşan ve yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanların cezası, ancak öldürülmeleri veya asılmaları, yahut ayak ve ellerinin çaprazlama kesilmesi ya da yeryüzünde başka bir yere sürgün edilmeleridir. Bu dünyada onlar için bir zillettir. Âhirette ise, onlar için büyük bir azap vardır. Ancak kendilerini yakalamanızdan önce tevbe edenler olursa, bilin ki, Allah, "Gafûr'dur, Rahîmdir" çok bağışlayan ve çok merhamet edendir" (el-Mâide, 5/33, 34).

İSLAM CEZA HUKUKUNDA “HAD”LER – 4

İçki içme cezası uygulanabilmesi için içen kimsenin akıllı, ergin müslüman ve konuşabilen bir kimse olması lâzımdır. Sarhoş olarak yakalanan ve içki içtiği şahidler vasıtasıyla tesbit edilen kimseye bu ceza uygulanır.
"Rasûlullah (s.a.s)'a şarab içmiş bir adam getirdiler. Rasûl-i Ekrem: "Ona hadd vurunuz" buyurdu. Ebu Hüreyre demiştir ki: Bizden bir kısmı eliyle, (bazıları da) ayakkabısı ve elbisesiyle dövdüler. (Dayaktan sonra) çekilip gidince: Allah seni rüsvay etsin!' dediler. Peygamber (s.a.s): "Böyle söylemeyiniz, ona karşı şeytana yardım etmeyiniz' buyurdu" (Buhârî, Hudûd, 4; Müslim, Hudûd, 35; Ebû Dâvud, 35, 36; Tirmizî, Hudûd,14,. 15).
4. Zina iftirası cezası (hadd-i kazf): Namuslu (muhsan) kadınlara zina iftirasında bulunmanın cezası Nûr suresinde açıklanmıştır: "Namuslu kadınlara (zina suçu) atıp da sonra (bu suçlamalarını ispat için) dört şahid getirmeyenlere seksen değnek vurun ve artık onların şahitliğini asla kabul etmeyin. Onlar yoldan çıkmış kimselerdir" (en-Nûr, 24/4).
Namuslu bir erkeğe yapılan zina iftirası da 80 değnekle cezalandırılır. Namuslu olmanın şartları şunlardır.
Hür olmak, akıllı ve ergin olmak, müslüman olmak, iffetli olmak.

İSLAM CEZA HUKUKUNDA “HAD”LER – 3

El kesme cezası tatbikatına örnek olarak ve Allah hakkı olan bu cezada herhangi bir şefaatçının kabul edilemeyeceği konusunda şu hadisi zikredebiliriz: " Mahzum kabilesine mensub bir kadının hali Kureyş (kabilesin)i üzdü. Onlar: Kim Rasûlullah'a (gidip de) bu kadın (a şefaat) için konuşacak' dediler.

İSLAM CEZA HUKUKUNDA “HAD”LER – 2

Zina cezasının tatbik edilebilmesi için dört âdil erkek şahidin hakim huzurunda açıkça şahitlikte bulunması ve zina eden kişinin zinanın haram olduğunu bilmesi gerekir.
2. Hırsızlık cezası (hadd-i sirkat):
"Akıllı ve ergin (baliğ) bir kimsenin nisab miktarı bir malı bulunduğu yerden çalması"na hırsızlık denir. Cezası Kur'ân-ı Kerîm'de bildirilmiştir: "Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık Allah'tan bir ceza olarak ellerini kesin! Allah daima üstündür, hikmet sahibidir" (el-Mâide, 5/38).

İSLAM CEZA HUKUKUNDA “HAD”LER – 1

İslâm ceza hukukunda "had"ler "Allah hakkı" olarak kabul edilmiştir. Yani haddi (İslâm'ın tesbit ettiği cezayı) gerektiren suçlar amme hukukuna tecavüz anlamı taşımaktadır. Kısas kul hakkı olduğu için buna had denilmemiştir. Haddin dışında kalan yani Kur'an ve Sünnetle tayin edilmeyip hâkimin takdirine bırakılmış cezalara ta'zir cezaları denir. Hapis, teşhir, sürgün vb. (ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletüh, 2. baskı, Dimaşk 1405/1985, IV, 284 vd.).

ALLAH’IN YASAK SINIRLARI

Allah'ın yasak sınırları, şüphesiz O'nun haram kıldığı işlerdir. Allah'ın haram kıldığı fiiller yani günahlar, büyük ve küçük olmak üzere ikiye ayrılır (bkz. en-Necm, 53/32; el-Kehf, 18/49).
Büyük günahların sayısı hakkında kesin bir rakam yoktur. Doğruya en yakın olanının 125 olduğunu ifade eden A. Ziyaeddin Gümüşhânevî (v. 1311/ 1893) kitabında bunları tek tek açıklamıştır (bkz. Gafillerin Kurtuluş yolu. Terc. Ali Kemal Saran, İkbal Yayınları, Ankara, (Tarihsiz).

ŞERÎ HADLERİN GENEL ANLAMI

Şer'î hadlerin genel anlamı Allah'ın koyduğu helâl-haram ölçüleridir. Bu mana aşağıdaki âyet ve hadislerden anlaşılmaktadır: Nisâ suresi 12. âyette mirasla ilgili hükümler açıklandıktan sonra şöyle buyurulmaktadır: "Bunlar Allah'ın sınırlarıdır, Kim Allah'a ve elçisine itaat ederse Allah onu, altından ırmaklar akan cennetlere sokar, orada ebedî kalırlar. İşte büyük kurtuluş budur. Kim de Allah'â ve O'nun Elçisine karşı gelir, O'nun sınırlarını aşarsa, Allah onu ebedi kalacağı ateşe sokar. Onun için alçaltıcı bir azab vardır" (en-Nisa, 4/ 13, 14). Burada Allah'ın emirleri "O'nun sınırları' olarak ifade edilmiş, bu sınırları aşanların ceza ile karşılaşacakları haber verilmiştir.

HAD, HADLER – 1

Sınır çekmek, bilemek dikkatle bakmak, ayırmak ve ceza tatbik etmek. Bir isim olarak; sınır, son, bıçak vb. ağzı, tarif ve şer'î ceza. Çoğulu hudûd gelir. Bir hukuk terimi olarak hadler; İslâmî ölçüler, İslâm Dininin ortaya koyduğu helâl-haram sınırları, miktarı ve niteliği nasslarda belirlenmiş olan şer'î cezalar demektir.

9. UMUMA ZARAR VERENLER

Bunlar aslında kavlî tasarruflarından alıkonmaz, fakat hacir olarak meslekten men edilirler. Topluma zararlı kimselerden bazıları şunlardır: Sapık Müftî; Böyle müftîler halkı saptırmamaları için fetva vermekten men edilirler. Câhil tabipler; Bunlar halkın sağlığını tehlikeye sokacakları için meslekten men edilirler. Bu gibi yasaklamalar, "İyiliği emir ve kötülüğü nehiy" türündendir. Mecellenin 26. maddesinde "Zarar-ı ümmü def için zarar-ı has ihtiyar olunur" denilmektedir (es-Serahsî, a.g.e., XXIV,157; el-Merginânî, a.g.e:, III, 205; İbn Âbidîn, a.g.e., V, 101).

8. BORÇLULUK

Borçlular üçe ayrılır: Mâlî durumu iyi olduğu halde borcunu vermek istemeyen ve onu sürekli geciktiren kimse. Malı borcuna denk veya borcundan daha az olanlar. Ödeme güçlüğü çeken ve elinde hiçbir karşılığı bulunmayan kimse.

7. APTALLIK (BELEH)

Alış-verişlerinde, ellerinde olmaksızın fâhiş bir şekilde aldanan iyi kalbli ve şuuru bozuk kimselerdir. Bunlar hüküm bakımından, malı telef ve israftan ötürü hacredilen sefihlerin aynıdır. Hâkim isterse bunları hacreder (el Merginânî, a.g.e., III, 207; Mecelle, mad. 946).

6. SEFÂHET

Sefih; aklı başında, temyiz gücü tam olmasına rağmen malı üzerinde akıl ve mantık dışı tasarruflarda bulunan kimsedir. Malını yerli yersiz saçıp savurur. Ebû Hanife bunların hacrini câiz görmez. Ebû Yusuf, İmam Muhammed, İmam Şâfiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'e göre, bunların, mallarını telef etmelerini önlemek için hacredilmeleri gerekir. Uygulama bu sonuncu görüşe göre olmuştur. İmam Muhammed, bunların hacrinde hâkimin hükmünü gerekli görmez.
Sefihler, her türlü ibadet ve tekliflere muhataptırlar. Evlenme, boşanma gibi, rucû edilmeyen kavlî tasarrufları geçerlidir. Bunun dışındaki tasarrufları mümeyyiz küçüğün tasarrufları gibidir (es-Serahsî, el-Mebsût, Kahire 1324, 1331, XXIV, 168; İbn Abidîn, a.g.e., V, 101, 102).

5. ÖLÜMLE SONUÇLANAN HASTALIK (MARADU'L-MEVT)

Bir hastalığın, ölümle sonuçlanan hastalık sayılması için, genellikle ölüme götüren cinsten olması ve ölümün araya sağlık girmeden bu hastalığa bağlı olarak meydana gelmesi gereklidir (Mecelle, mad.1595). Bir hastalık, temyiz gücü devam ettiği sürece aslında ehliyetleri ortadan kaldırmaz. Ne Allah ve ne de kul hakları düşmez. Namaz, Zekât ve borçların düşmemesi gibi. Ancak Allah hakkı olan yükümlülükler kudretle sınırlı olduğu için, meselâ hasta, namazını ayakta kılmazsa, oturarak veya ima ile kılar. Oruç tutamazsa iyileşince kaza eder, iyileşme ümidi yoksa tutamadığı oruçların yerine fidye verilir.
Mirasçıların hakkını korumak için, ölüm hastasını hacr altına almanın cevazında mezhep imamları görüş birliği içindedir.

4. KÖLELİK

Köleliğin sebebi savaş ve esirliktir. Kölelik arizi bir haldir. İslâm, çeşitli yollarla köle azadını teşvik eder. Köle cezaların yarısını çeker. Köle ve cariyenin efendisinin izni ile evlenme hakkı vardır. Akrabalık ile kölelik bağdaşamaz. Köle, namaz, oruç, gibi bedenî ibadetlerle yükümlüdür. Fakat hacla yükümlü değildir. Kölelik, mal edinmeye, mirasa, şehâdet, velâyet, kaza ve hilâfet gibi tasarruflara engeldir (Bilmen, İstilâhât-ı Fıkhiyye Kâmusu, İstanbul 1967, I, 232, 233).

3. BUNAKLIK

Bunak (ma'tuh); akıl ve şuuru bozulmuş, anlayışsız ve konuşması karışık olmakla birlikte, akıl hastası gibi rast geldiğine sövüp sataşmayan kimsedir. Bunaklık doğuştan veya sonradan olabilir. Bunama, ileri derecede ise, bunak gayri mümeyyiz sayılır ve akıl hastası gibi olur. Bütün tasarrufları geçersizdir. Bunama hafif olur ve bunak temyiz gücüne sahip bulunursa, Hanefî ve Mâlikîlere göre, zararlı tasarrufları bâtıl, yararlı olanlar sahîh, zararla yarar arasında yeralanlar ise velisinin icâzetine bağlı (mevkûf) bulunur. Bu, mümeyyiz küçük gibi olur (el-Kâsânî, a.g.e., VII,170; İbnü'l-Hümam, a.g.e., VII, 310, 313; el-Meydânî, a.g.e., II, 66 vd; İbn Abidîn, a.g.e., V,100 vd; Molla Hüsrev Daru'l-Hukkâm, İstanbul 1317, II, 275).

2. AKIL HASTALIĞI

Akıl ve temyiz kabiliyeti arızalanınca edâ ehliyeti dayanaksız kalır ve ortadan kalkar. Burada önemli olan husus, tasarruf sırasında temyiz kabiliyetinin bulunup bulunmadığıdır. Bu yüzden akıl hastalığı sürekli ve süreksiz diye ikiye ayrılır.

RÜŞD

Rüşd sözlükte; ma'kul davranmak, doğru yolu bulmak anlamına gelir. Mecelle'deki tarifi şöyledir: "Rüşd, malın muhafaza hususunda takayyüd ederek sefeh ve tebzirden tevakki eden kimsenin vasfıdır" (mad. 946. 947). Küçük, büluğa reşid olarak ulaşırsa; malı kendisine verilir ve üzerinden hacr kalkar. Ancak mal teslim edilirken şahit bulundurmak, daha sonra çıkabilecek anlaşmazlıkları önler. Âyette şöyle buyurulur: "Mallarını kendilerine verdiğiniz zaman, verdiğinize dair şahit tutun" (en-Nisâ, 4/6). Çoğunluğa göre, böyle bir kimseden hacrin kalkması hâkim kararını gerektirmez (el-Kâsânî, a.g.e., 170; İbn Rüşd, a.g.e., II, 277; İbn Kudâme, a.g.e., IV, 457 vd).

ŞAFİİ VE HANBELİLERE GÖRE KÜÇÜĞÜN TASARRUFLARI

Şâfiî ve Hanbelîlere göre ise, mümeyyiz veya gayr-i mümeyyiz küçüğün mâlî tasarrufları bâtıldır. Ancak Şâfiîlere göre, mümeyyiz küçüğün tasarrufları, velî izin verse bile geçerli olmaz. Hanbelîler aksi görüştedir. Velinin izin verdiği konularda, mümeyyiz küçük üzerinde hacr kalkar.

MÜMEYYİZ KÜÇÜĞÜN TASARRUFLARI

Mümeyyiz küçüğün tasarrufları üçe ayrılır:
a) Tamamen yararına olan tasarruflar geçerlidir. Hibbe, sadaka ve vasiyeti kabulü veya mübah malları mülk edinmesi gibi. Başkasına vekil sıfatıyla alış-veriş, nikâh, talâk, dava ve tesellüm gibi tasarrufları da geçerlidir. Bunlar, çocuğun yetişmesine yardımcı olur ve muhtemel zarar müvekkile aittir.

1. KÜÇÜKLÜK

Hanefi ve Malikîlere göre küçükler, mümeyyiz ve gayri mümeyyiz olmak üzere ikiye ayrılır. Gayri mümeyyiz çocuk yedi yaşından küçük olanlar, mümeyyiz de yedi yaşla büluğ çağı arasındaki çocuklardır: "Yedi yaşına girdikleri zaman çocuklarınıza namaz emredin"(Ebû Dâvûd, Salât, 26; Ahmed b. Hanbel, II,180,187). Mümeyyiz iyi ile kötüyü, almakla vermeyi, satmakla satın almayı birbirinden ayırdedebilen bir fikrî, zihnî ve beden olgunluğuna ulaşan kimsedir. Yukarıdaki hadis, bunun yedi yaşından itibaren başladığına işaret eder. Beşerî hukukta, mahkemelerde küçüklerin herhangi bir haksız fiilden sorumlu olup olmadıklarını tayin için, doktora muayene ettirilmesi, özellikle fakir ve mümeyyiz olup olmadıklarının adlî tıp müessesinden sorulması yoluna gidilmektedir.

1. KÜÇÜKLÜK

Hanefi ve Malikîlere göre küçükler, mümeyyiz ve gayri mümeyyiz olmak üzere ikiye ayrılır. Gayri mümeyyiz çocuk yedi yaşından küçük olanlar, mümeyyiz de yedi yaşla büluğ çağı arasındaki çocuklardır: "Yedi yaşına girdikleri zaman çocuklarınıza namaz emredin"(Ebû Dâvûd, Salât, 26; Ahmed b. Hanbel, II,180,187). Mümeyyiz iyi ile kötüyü, almakla vermeyi, satmakla satın almayı birbirinden ayırdedebilen bir fikrî, zihnî ve beden olgunluğuna ulaşan kimsedir. Yukarıdaki hadis, bunun yedi yaşından itibaren başladığına işaret eder. Beşerî hukukta, mahkemelerde küçüklerin herhangi bir haksız fiilden sorumlu olup olmadıklarını tayin için, doktora muayene ettirilmesi, özellikle fakir ve mümeyyiz olup olmadıklarının adlî tıp müessesinden sorulması yoluna gidilmektedir.

HACR – 4

Tasarruflar fiille veya sözlü olur. Gasb veya itlaf gibi fiillerin küçük ve akıl hastasının hacr altına alınmasında bir etkisi olmaz. Telef edilen şeyin tazmini gerekir. Çünkü hacr, fiiller üzerinde değil, yalnız sözler üzerindedir. Bu sebeple, gayri mümeyyiz küçüğün bütün tasarrufları bâtıldır. Onun eda veya tasarruf ehliyeti yoktur. Çünkü akıl ve temyiz gücüne sahip değildir. Bu yüzden, onun rıza ve kastı söz konusu olmaz. Tasarruf; küçüğe yararlı olsun veya zararlı bulunsun yahut da yararla zarar arasında bir özelliğe sahip olsun hüküm değişmez.

HACR – 3

Hacr'i gerektiren sebeplerin bir bölümü üzerinde İslâm hukukçularının görüş birliği vardır. Bir bölümü ise tartışmalıdır.
İslâm hukukçuları tarafından ittifakla kabul edilen hacr sebepleri şunlardır: Küçüklük (sığâr, sabâvet), Âkıl hastalığı (cünûn), bunaklık (ateh), kölelik (rikk), umuma zarar verme (zarar-ı ûmm), ölüm hastalığı (maradu'l-mevt).
Ebû Hanife (ö. 15/767) ve diğer bazı hukukçulara göre, sefihlik (sefeh, sefâhet), aptallık (beleh, belahat, gaflet) ve borç (deyn) hacr sebebi değildir. Bu sonuçları hacr sebebi sayanlara göre, bunun ayrıca hâkim kararına dayanması gereklidir. Umûma zarar verenlerin durumu da aynı hükme tabidir. Küçüklük, akıl hastalığı, bunaklık ve kölelik ise, hâkim kararına gerek olmaksızın, kendiliğinden hacr sebebi olarak ortaya çıkar.

HACR – 2

Kişiyi hacr altına almanın meşrûluğu Kitap ve Sünnete dayanır. Âyetlerde şöyle buyurulur: "Allah'ın sizi başına diktiği mallarınızı beyinsizlere vermeyin. Kendilerine bunlardan yedirin, giydirin onlara güzel söyleyin" (en-Nisâ, 4/5). Cenab-i Hak bu âyette, velîlere mallarını sefîhlere vermelerini yasaklamaktadır., Bu, onları mallarında tasarruftan alıkoymak anlamına gelir. Başka bir âyette şöyle buyurulur: "Yetimleri nikâh çağına erdikleri zamana kadar gözetip deneyin. Kendilerinde bir olgunluk (rüşd) görürseniz, mallarını onlara teslim edin" (en-Nisâ, 4/6). Burada, yetimlerin mallarını koruyup koruyamayacaklarını anlamak için onların denenmesi istenmektedir: Âyet, rüşd'ten önce malların onlara teslimini yasaklamaktadır.

HACR – 1

Men etmek ve kısıtlamak. Aynı. kökten hicr; akıl, yakınlık, hısımlık, men etmek ve himaye anlamına gelir. Terim olarak hacr; İnsanı maldan tasarruftan men etmektir. Hanefîlerin tarifi şöyledir: Hacr; bir kimseyi belli sebeplerden ötürü kavlî tasarruflarından ve yaptığı akitlerin bağlayıcı olmasından alıkoymaktır. Hacr altında bulunan kimseye "kısıtlı (mahcûr)" denilir. Kısıtlı kimse satım veya hibe gibi bir akdi veya kavlî tasarrufu bizzat yapsa, bu bağlayıcı olmaz. Buna bir hüküm gerekmez ve kabzla mala mâlik olunmaz. Kısıtlık daha çok sözlü tasarruflarda etkisini gösterir. Fiillerde hacr tasavvur olunmaz. Çünkü vuku bulmuş olan fiili kaldırmak mümkün değildir.

GÜNÜMÜZÜN HAÇLI SEFERLERİ

Günümüze kadar devam eden Batılıların saldırıları I. Dünya savaşında Osmanlıyı yıkarak daha sonraları Kuzey Afrika ve Ortadoğu'yu istila edip birçok küçük devletçikler kurarak emperyalist bir ruhla sömürmeye başlamışlardır. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi İslâm dünyasının merkezinde mukaddes Kudüs çevresinde Yahudi devletini kurmakla veya bu devletin kurulması için en büyük yardımı sağlamakla haçlı zihniyetlerini bir kez daha ortaya koydular. Filistin, Keşmir ve Afganistan'ın işgali Kıbrıs konusundaki tutumları haçlı zihniyetinin bir devamı olarak yaşanırlığını sürdürmektedir.

Abdülkerim ÖZAYDIN

SEKİZİNCİ HAÇLI SEFERİ

Moğolları Aynicâlut'ta ağır bir bozguna uğrattıktan sonra Kutuz'u öldürerek tahta geçen Baybars Haçlılara karşı yoğun bir kampanya başlattı. 1265'te Kaysâriyye, Hayfa ve Arsuf'u, ertesi yıl Galilea'yı, 1268'de Antakya'yı ele geçirdi ve 1271'de Haspitalier şövalyelerinin karargâhını zaptetti. Bu gelişmeler Avrupa'da büyük yankı uyandırdı. IX. Louis yeni bir sefer için hazırlığa başladı ve 1270'de Tunus'u işgal etmek gayesiyle harekete geçti. Onun yolda ölümü üzerine Prens Edward kumandasındaki haçlılar başarı sağlayamadılar. 1289'da Trablusşam, 1291'de de haçlıların son kalesi Akkâ düştü. Papa IV. Nicholaus ve halefleri doğudaki hristiyanlara yardımcı olmak amacıyla teşebbüse geçtilerse de sonuç alamadılar. Fransa ile İngiltere aralarındaki çekişmeler yüzünden bu hareketi yeterince destekleyemediler. Üstelik Avrupa ekonomik açıdan da giderek zayıf düşmüştü.

YEDİNCİ HAÇLI SEFERİ:

Fransa kralı IX. Louis yeni bir sefer arzusundaydı. Papa IV. İnnocentius da onu destekledi ve 1245'te hristiyanlara yeni bir çağrıda bulundu. Kral Louis Fransız ve İngilizlerden oluşan bir orduyla yola çıktı (1248). Eylül ayında Kıbrıs'ı alıp Mısır'a doğru yola çıktı. 1249'da Dimyat'ı zaptettiler. Robert de Artois adlı haçlı kumandanı Mansûra'ya bir sefer düzenlediyse de yenilip geri çekildi. Daha sonra bizzat Kral Louis Kahire üzeri ne yürüdü fakat İslâm ordusuna yenilerek Turanşah'a esir düştüyse de serbest bırakıldı.

ALTINCI HAÇLI SEFERİ:

Bu haçlı seferi karakter bakımından diğerlerinden farklıydı. Papa, III. Honorius Kutsal Roma Germen imparatoru II. Friedrich'i Kudüs'ü elegeçirerek orada krallık tacını giymeye teşvik etti. 1227 yılında sefere çıkılmak üzereyken salgın bir hastalık yüzünden bundan vazgeçildi ve geri dönüldü. Yeni Papa IX. Gregorius imparatorun hastalığı bahane ederek geri dönmesinden hoşlanmadı ve onu aforoz etti. Bunun üzerine II. Friedrich papalıktan ayrı olarak kendi başına Mısır'a hareket etti. Eyyûbi hükümdarı dahili mücadeleler yüzünden haçlılarla ciddi olarak mücadele edemedi. II. Friedrich ile anlaşarak Kudüs, Nâsıra ve Beytüllahm'ı haçlılara teslim etti (1229). el-Melikü'l-Kâmil'in bu davranışı İslâm alemini üzüntüye boğdu. Salâhaddin-i Eyyûbi'nin binlerce şehit vererek fethettiği bu mukaddes beldeyi onlara teslim etmesi ihanet olarak kabul edildi. Nihayet el-Melikü's-Salih devrinde şehir yeniden müslümanlar eline geçti (1246).

DÖRDÜNCÜ HAÇLI SEFERİ

Dördüncü haçlı seferinin amacından saptırıldığını gören Papa bu düşüncenin bütün Hristiyan alemine yayılmasından korkarak yeni bir sefer için kolları sıvadı. Halk arasında haçlı seferlerine katılma arzusu bütün şiddetiyle devam ediyordu. 1212 yılında binlerce çocuk aynı düşüncelerle sefere katılmıştı. Bunun üzerine Papa III. İnnocentius 1215 tarihinde yeni bir sefer için çağrıda bulundu. Kutsal Roma Germen İmparatoru II. Friedrich de bu sefere katılmaya söz vermişti ancak daha sonra ülkesinde kalması uygun bulundu. Papa'nın bu seferi gerçekleştirebilmesi için önemli miktarda paraya ihtiyacı vardı. Venedik ve Cenova'ya müracaat ederek yardım istedi.

ÜÇÜNCÜ HAÇLI SEFERİ – 2

Kudüs'ün fethi ve Haçlı hakimiyetindeki bir çok şehrin müslümanların eline geçmesi Avrupa'da tepkiyle karşılandı ve Papa VII. Gregorius'un çağrısıyla Kudüs'ü kurtarmak amacıyla yeni bir sefer için hazırlıklara başlandı. Çağrıya ilk katılan Sicilya kralı Guglielmo 1189'da başlatılan sefere katılamadan öldü. Papalığın tahrikiyle Alman imparatoru Friedrich Barbarossa, Fransa kralı Phlippe Auguste ve İngiltere kralı Arslan Yürekli Richard ile İtalyan şehir devletleri de gemileriyle bu sefere katıldılar. Haçlılar bu seferde sahip oldukları muazzam donanma sayesinde Selahaddin'e karşı uzun süre mukavemet edebildiler.

ÜÇÜNCÜ HAÇLI SEFERİ – 1

Büyük İslâm mücahidi Salâhaddîn-i Eyyûbî'nin Mısır'da hâkimiyeti ele geçirerek Fâtımi devletine son vermesi haçlılar için de ağır bir darbe olmuştu. Salahaddin 1187'de Hittin'de kral Guy de Lussignan'ı mağlup etmiş ve Gerçek Haç'ı ele geçirmişti. Haçlılar İslâm dünyasına geldikleri tarihten beri böyle ağır bir darbeye maruz kalmamışlardı. Salâhaddin-i Eyyubî bu savaşta Kudüs haçlı krallığına bağlı kuvvetlerin büyük bir kısmını imha etmiş olduğu için ciddi bir mukavemetle karşılaşmadan Taberiyye, Nâsıra, Nablus, Akkâ, Hayfa, Sayda, Cübeyl ve Beyrut'u, 4 Eylül 1187'de de Askalan'ı zaptetti. 20 Eylül 1187'de Kudüs'ü muhasara etmeye başladı ve 2 Ekim 1187 Cuma günü (27 Receb 583) Mirac gecesinde fethetti.

İKİNCİ HAÇLI SEFERİ

Atabeg İmadeddin Zengi'nin 1144'te Urfa'yı fethi bütün Avrupa'da çok büyük yankı uyandırdı. İslâm dünyasının bağrına bir kama gibi saplanan Urfa Haçlı Kontluğu'nun yıkılması ve Urfa'nın tekrar İslâm topraklarına katılması müslümanları büyük bir sevince boğarken hristiyanları da aynı şekilde üzüntüye sevketti. Urfa'yı üs olarak kullanıp el-Cezire ve Suriye'deki müslüman halka zulüm ve işkence eden hristiyanlar Aziz Bernard'ın teşvikleri ve Papa III. Eugenius'un 1145 tarihli fermanıyla yeni bir haçlı seferi için hazırlıklara başladılar.

BİRİNCİ HAÇLI SEFERİ – 4

Bu müslüman katliamı karşısında Kadı Ebu Sa'd el-Herevî başkanlığında Suriye'den gelen heyet müslümanların acıklı vaziyetlerini gözler önüne serip yardım diledi. Halife gözleri yaşartan ve gönülleri ürperten bu durum karşısında Kadı Ebu Muhammed ed-Damağânî, Ebu Bekr eş-Şasî, Ebu'l-Kasım ez-Zencânî, Ebu'l-Vefâ b. Ukayl, Ebû Sa'd el-Hulvânî, Ebu'l-Hüseyn b. Semmâk'ı emirleri ve mü'minleri cihada teşvik etsinler diye gönderdi ise de çoğu yaşlılık ve hastalığım bahane etti. Bunlardan Ebu'l-Vefâ, Ebû Sa'd el-Hulvânî ve Ebu'l-Hüseyn Hulvân'a geldiklerinde Sultan Berkyaruk'un veziri Mecdu'l-Mülk'ün katledildiğini duyup geri döndüler. Böylece bu hayırlı teşebbüsten de hiç bir şey elde edilemedi. Sultan Berkyaruk ve diğerleri taht kavgalarından fırsat bulup da bu konularla ilgilenemediler.
Hz. Ömer'in Kudüs'ü fethettiği zaman hristiyan halka can ve mal emniyeti, din ve vicdan hürriyeti tanıdığını ve onlara nasıl İslâmî ve insanî bir muamelede bulunduğunu bilenlerin onun bu âlicenap hareketiyle hristiyanların Kudüs'ü işgal ettikleri zaman sergiledikleri vahşice davranışları birbirleriyle mukayese ederek Hz. Ömer'in bu asilce davranışı karşısında saygı ile eğilmeleri gerekir. Ama bu gibi olaylar İslam'ın ve müslümanların merhametli davranışları ile İslâm düşmanlarının gaddarca tavırlarının karşılaştırmak arasında son derece önemlidir.

BİRİNCİ HAÇLI SEFERİ – 3

Haçlıların Suriye bölgesine inmeleri ve müslümanların mallarına ve canlarına kastetmeleri sebebiyle beliren hoşnutsuzluk üzerine halife Mustazhir Sultan Berkyaruk'a bir elçi gönderdi ve ordularının gücü kuvveti artmadan haçlılara karşı cihad için gerekli hazırlıklarda bulunmasını istedi. Berkyaruk da askerlerine "Amîdu'd Devle ile birlikte cihada çıkmalarını emretti (491/1097-1098). Hille Arap emîri Sadaka da aynı maksatla harekete geçti ve öncü birliklerini Enbar'a gönderdi. Fakat haçlıların çok büyük bir orduya sahip olduğu duyulunca müslümanların cesareti kırıldı. Bu durum Frankların Suriye'de iyice yerleşmeleri ve daha ileri bir harekâta devam ederek Kudüs'ü işgal etmeleriyle neticelenecektir.

BİRİNCİ HAÇLI SEFERİ – 2

Kılıç Arslan böylece yalnız başkentin değil oradaki asker ve hazinelerini de kaybederken haçlı kuvvetleri de Eskişehir istikametinde ileri harekâta devam ettiler. 30 Haziran 1097'de Eskişehir ovasında Haçlıları tekrar sıkıştıran Kılıç Arslan arkadan yetişen zırhlı birlikler karşısında geri çekilmek zorunda kaldı. Anadolu içlerine çekilirken de muhtelif yörelerdeki Türk birliklerini kendisine katılmaya çağırdı. Bu arada Danişmend Gazi ve Kayseri bölgesi emiri Hasan ile ittifak yaptı.

BİRİNCİ HAÇLI SEFERİ – 1

Papa II. Urbanus 18-28 Kasım 1095 tarihleri arasında bütün Batı Avrupa'nın ileri gelen din adamlarının katıldığı bir toplantıda bu büyük harekâta süratle hazırlanmaları gerektiğini hatırlattıktan sonra ilk büyük haçlı kafilesinin harekete geçmesini temin etmiştir. Ertesi yıl yani 1096'da Pierre L'Ermitte adlı bir keşişin idaresinde heyecanlı fakat disiplinsiz bir haçlı kitlesi düzensiz bir vaziyette Belgrat, Niş, Sofya, Filibe ve Edirne yoluyla İstanbul'a gelmiş ve 6 Ağustos 1096'da Bizans İmparatoru Alexios Kommenos tarafından Anadolu yakasına geçirilmiştir. Savaş disiplininden uzak bu haçlı kitlesi Eylül 1096'da Anadolu Selçuklu Sultanı I. Kılıç Arslan tarafından bozguna uğratılmıştır.

HAÇLI SEFERLERİ


İslâm düşmanı papaların Kudüs'ü müslümanları hakimiyetinden kurtarmak ve müslümanları Anadolu ve Avrupa'dan atmak gayesiyle başlattıkları seferlere verilen âd.
İslâmiyetin hristiyanlığın aksine büyük bir süratle yayılması, müslümanların Suriye, Filistin ve Anadolu'ya hakim olarak İznik'in başkent olduğu yeni bir devleti kurmaları, hristiyan aleminin dini lideri papayı ve hristiyanlığın hâmîsi olarak kabul edilen Bizans imparatorunu ciddi bir şekilde endişelendiriyordu. Bu yüzden hem İslâmiyetin yayılışını durdurmak hem de sosyal ve ekonomik sıkıntı içinde olan Avrupa'yı bu durumdan kurtarmak için Batı Avrupa'da Vatikan kilisesinin önderliğinde yoğun bir faaliyet başlatıldı.

28 Mart 2010 Pazar

HAKKU'Ş-ŞİRB

Su içme hakkı. Şirb; içilecek su, su hissesi, su sırası, su içme zamanı. Bir İslâm hukuku terimi olarak; genel veya özel bir nehirden bir tarlayı, bağ veya bahçeyi yahut hayvanları sulamak için zamanı veya miktarı belirlenmiş su hissesi demektir. İnsan, hayvan ve ev ihtiyacı için su kullanma hakkına ise "hakku'ş-şefeh" denir. Şefeh dudak demektir. Su normal olarak dudaklar yardımıyla içildiği için bu ad verilmiştir. Şefeh ve şirb hakkı aynı hükümlere tâbidir. Bu haklara göre sular dört kısma ayrılır:

HAKKU'L-YAKÎN

Hakta (gerçek) ilim, müşahade ve hal ile fani olma. Yalnızca ilim ile değil, görerek ve hali yaşayarak gerçeği bilme ve bu durumu devam ettirme. Bilgi edinme merhalelerinin son ve kâmil şekli "hakkü'l-yakîn" bilmedir.
Bir yoruma göre İlmü'l-yakîn; Şerîat'ın zâhiri; aynü'l-yakîn, ihlâs; hakku'l-yakîn, Şerîatın ahkâmını ihlâs ile tatbik ederek yaşama, hakikatine nüfuz etmedir.
Aklı yerinde her insanın ölümün varlığını bilmesi ilmü'l-yakîndir. Ölüm meleği geldiğinde ölüm ile karşılaşması ise aynu'l-yakîndir. Ölüm meydana gelip ölüm tadıldığında ise hakku'l-yakîn gerçekleşmiş olur (Seyyîd Şerif Cürcânî, et-Ta'rifât, s. 90).

HAKKU'L-MÜRÛR

Geçiş hakkı.
Mürûr, merre fiilinin mastarı olup, geçmek, gitmek ve uğramak demektir. Mürûr hakkı, bir kimsenin kendi ev, arsa, bahçe ve arazi gibi gayr-i menkulüne ulaşabilmek için, başkasına âit bir gayri menkuldeki yoldan geçiş hakkını ifade eder. Bu yol, ya umûmî, ya da kendisine veya üçüncü şahsa âit özel bir yol olabilir. Geçiş hakkı, irtifak haklarından olup, bir gayr-i menkul lehine başkasına âit bir gayr-i menkul üzerinde kurulmuş bir yararlanma hakkıdır (bk. Hakku'l-İrtifâk)."

HAKKU'L-MESÎL

Başkasına âit arsa, bahçe veya araziden, kullanılmış veya ihtiyaç fazlâsı suyun geçeceği kanal veya kanalizasyon geçirme hakkı. Bir kimsenin ev, bahçe veya arazisindeki ihtiyaç fazlası saçak, tuvalet ve benzeri yerlerin temiz veya pis sularını, ev veya fabrikasının sıvı artıklarını kendi mülkü dışına akıtma hakkı vardır. Bu sıvıların en kolay geçebileceği komşu gayr-i menkul sahipleri buna katlanmak zorundadır. Artık sulan geçirme, ya toprak zeminine açılacak kanalla, ya dâ toprak altına döşenecek boru, kanalizasyon gibi altyapı tesisleriyle olur. Bu, bir gayr-i menkul lehine, diğer gayr-i menkul aleyhine bir irtifak hakkıdır.

HAKKU'L-MECRÂ

Su geçirme hakkı.
Sulanacak akarı, suyun geçtiği yerden uzak olan kimsenin, komşu akarlardan kendi akarına kadar suyu geçirme ve akıtma hakkı. Tarım ürünlerini sulamak için başkasının arazisi üzerinden kanal açarak, boru veya künk döşeyerek sulama suyunun geçirilmesi irtifak haklarından birisidir.

HAKKU'L-İRTİFAK

Gayr-i menkullerdeki yararlanma hakkı. İrtifak; bir şeyden yararlanmak demektir. İslâm hukuku terimi olarak irtifak hakkı; bir gayr-i menkul lehine, başkasına ait gayri menkul üzerinde kurulmuş bir yararlanma hakkıdır.
İslâm hukukuna göre mülkiyet tam ve eksik olmak üzere ikiye ayrılır. Bir şeyin hem kendisi ve hem de yararlanma hakkı üzerinde sabit olan mülk, tam mülktür. Böyle bir mülke sahip olan kimse, bu mülkle ilgili bütün meşrû haklardan yararlanabilir; satış, hibe, miras ve vasiyet gibi hükümler cereyan eder. Bu hak, mal var olduğu sürece var olur, kendiliğinden düşmez. Sahibi onu telef etse, tazmin etmesi gerekmez. Çünkü mülk sahibi olma ve tazmin bir kişide toplanmaz. Ancak malı gereksiz olarak telef etmek haram olduğu için bu kimse dinî bakımdan sorumlu tutulur. Ehliyetsizlik varsa, mahkemece kısıtlanması da mümkündür.

HAKKU'L-İNTİFÂ

Bir şeyden yararlanma, faydalanma hakkı, bir İslâm hukuku terimi olarak, kendisine veya başkasına ait bir mülk üzerindeki yararlanma hakkı.
İntifa hakkı bir mülke bağlı olarak ortaya çıkar. Bazan da kişiye bağlı olabilir. İslâm hukukuna göre, mülk tam ve eksik olmak üzere ikiye ayrılır.

HAKKI TAVSİYE

Başkasına iyiyi, doğruyu söylemek. Allah'ın emir ve yasalarını insanlara tavsiye etmek. Bu, müslümanın önemli bir prensibidir. "Âsr'a yemin olsun ki insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip salih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır" (el-Asr, 103/1-3).
İnsan, kendisini yaratan yüce Allah'ın emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından kaçınmakla mükelleftir. Kişi bu emir ve yasaklar karşısında birinci derecede kendi nefsinden sorumludur. Ancak insanın "nemelâzımcılık" ruhuyla ve "bana dokunmayan yılan bin sene yaşasın" zihniyetiyle bu ilahî emir ve yasakları sadece kendi nefsinde yaşayıp, diğer insanların bunları uygulayıp uygulamamalarına seyirci kalması İslâm'a göre câiz değildir. Aksine bu emirlerin, başta aile fertleri olmak üzere diğer insanlar arasında da tatbik edilmesine var gücüyle çalışması ve yasakların işlenmesine engel olması gerekir. Bunu yaptığı takdirde ancak âyet-i kerimede belirtilen hakkı tavsiye görevini yerine getirmiş sayılır.

el-HAKKA SÜRESİ



Kur'ân-ı Kerîm'in altmış dokuzuncu sûresi. Mekke döneminin sonlarına doğru nâzil olmuştur. Elli iki âyet, dörtyüz seksen kelime ve bin dörtyüz elli harften ibarettir. Fasılası te, he, mim, nun ve lâm'dır. Sûre, adını birinci ve ikinci âyette geçen "el-Hakka" kelimesinden almıştır. el-Hakka, kıyamet veya o vakit hadise mutlaka vuku bulacaktır ve bu haktır' demektir.
Sûrenin içeriğinden Rasûlullah (s.a.s.)'e yapılan muhalefetin başladığı bir zamanda ve Hz. Ömer müslüman olmadan önce nâzil olduğu tahmin edilmektedir.
Sûrenin birinci bölümünde âhiret hakkında bilgi verilmekte, ikinci bölümünde ise; Kur'ân-ı Kerîm'in Allah tarafından gönderildiği ve Peygamber (s.a.s.)'in yine Allah'ın görevlendirdiği son elçi olduğu açıklanmaktadır.

HACİZ, HACZ – 6

Alacaklılar haczedilip satılan malların bedellerinden alacakları nisbetinde mal alırlar. Sonradan ortaya çıkan alacaklı, alacaklılara başvurarak onlardan hakkını alır. Bir alacaklı, sattığı malı, vasfı değişmemiş olduğu halde borçlunun elinde mevcut olursa; ya satış akdini feshederek malının aynısını alır, ya da diğer alacaklılar arasına katılarak alacağı nisbetinde hakkını alır.

HACİZ, HACZ – 5

Malikî hukukçular, ikinci bir görüşte yalnız ödeme tarihi gelmiş borç, malını aştığında hacre gerekli gördüğü gibi, vadesi gelmiş ve gelmemiş borçlar toplamı, mal varlığını aştığı zaman da borçlunun hacrini câiz görüyor. Ancak borçlu temerrütte bulunmazsa yani imkân nisbetinde borcunu ödemekten kaçınmazsa hacrine karar verilmez.
Şâfiî hukukçular borçlunun gideri gelirinden fazla olunca ve iflâs âlametleri belirince, malı, vadesi gelmiş borçlarını ödemeye yeterli olan borçlunun dahi hacredilmesini câiz görüyor. Aynı mezhebe göre borçlu, hâkime başvurarak kendini hacrettirebilir.

HACİZ, HACZ – 4

Hacr müddetince borçluya ve bakmakla görevli olduğu şahıslara kendi malından, yeme içme hakkı ve imkânı verilir. Hacr hâli borçlunun hacredildiği andaki mülkiyeti üzerinde geçerlidir.
Mâlikiler de borçlunun hacri hususunda Hanefiler gibi düşünürler. İflasına hükmedildiği zaman borçlunun mevcut malları, hâkim tarafından, borçlunun huzurunda imkân nisbetinde en yüksek fiyatla satılır; elde edilen bedel, alacaklılara hisseleri oranında paylaştırılır. Bu işlemin sonunda borçlu hacr hâlinden kurtulur. Bu halden sonra borçlunun miras, hibe, vasiyyet yoluyla elde ettiği yeni mallar üzerinde eski hacr kararı geçerli olmaz. Gerekirse yeniden dava açmak icap eder. Borçlu borcunu ödemek için çalışmaya zorlanmaz; iş ve zanaatı ile ilgili aletleri, kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kişilerin nafakası ve elbiseleri haczedilerek satılamaz.

HACİZ, HACZ – 3

Genel olarak, borçlunun yaptığı tasarruflar, alacaklılarına tesir etmektedir. Mesela borçlu arsasını satıp mülkiyetinden çıkarınca alacaklının bu arsa üzerinde herhangi bir tasarrufta bulunması mümkün olamaz... Bunun aksine borçlu, bir mülk edindiği zaman alacaklının, alacağı nisbetinde bu mülk üzerinde de tasarruf hakkı doğar. Borçlunun, ölümle neticelenen son hastalığı döneminde yaptığı teberru cinsinden tasarrufu vasiyyet hükmüne girmektedir. Bu durumda vasiyyet, borçların ödenmesinden sonra kalan malın üzerinde geçerli olmaktadır. Dolayısıyla teberru cinsinden yapılan tasarruf, alacaklının alacağını almasına engel teşkil etmez, yani teberrunun borç karşılığı olan kısmı geçersiz sayılır. Ancak sağlıklı döneminde yaptığı tasarruflar borçluyu iflâs durumuna getirmedikçe ve alacaklıyı zarara uğratmadığı ölçüde geçerli olur.

HACİZ, HACZ – 2

Borçlanmanın, hacrin sebebi olduğu İslâm hukukunda belirtilmiş olmakla birlikte borçluya genişlik verilmesi ve ödemek kastıyla borçlanana Allah'ın yardım edeceği hususunda Allah ve Rasûlü şöyle buyurmaktadır:
"Eğer (borçlu) darlık içinde ise, bir kolaylığa çıkıncaya kadar beklemek (lâzımdır). Eğer bilirseniz (verdiğiniz borcu, eli darda olan borçluya) sadaka olarak bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır" (el-Bakara, 2/280, 282,, 283. Ayrıca bk. en-Nisâ, 4/11,12, et-Tevbe, 9/60, 88, et-Tur, 52/40, el-Vâkıa, 56/66, el-Kalem, 68/46).

HACİZ, HACZ – 1

Ayırmak, bölmek; İslâm hukukuna göre, borçlunun malına hâkim kararı ile el koymak.
Fıtratının gereği olarak yaptığı işlerde iradesine göre hareket etme serbestisinde bulunan insan bu serbestisini aklî yetenekleri var olduğu sürece devam ettirir. Ancak akıl ve şuur ile ilgili bir kısım noksanlıklarında şahsın adına faaliyette bulunması hem kendine hem de ilgili bulunan bir başkasına zararı olacağı nedenle İslâm hukuku bu şahsı "hacr" altına alır.
Hacr, lügatta engel olmak demektir. İslâm hukukunda hacr, bir kimseyi sözle olan tasarruflarından alıkoymaktır. Hukukî ifadeyle "bir muayyen şahsı tasarruf-ı kavlîsinden men etmektir ki, o şahsa bu hacr'den sonra "mahcur" denir. Tasarruf-ı kavlîden men, o tasarrufu hükümsüz, gayrı sâbit ve gayr-ı nâfiz addetmektir (Mecelle, mad, 942). Bir şahsın "hacr" altına alınması için çocukluk, cinnet hâli, bunama hâli ve kölelik gibi gerekli sebepler olmalıdır. Bu grup insanlar, hâkimin kararına gerek olmaksızın aslında hacr altında kabul edilir ve kendiliklerinden yaptıkları muâmeleler hükümsüz sayılır. Hâkim kararı ile hacr altına alınanlar ise: a) Borçlu olanlar; b) belâhet (ahmaklık, düşüncesizlik, ne yaptığını iyi bilmemek); c) sefâhet (zevk ve eğlenceye ve yasak şeylere düşkünlük, akılsızlık edip lüzumsuz yere sonunu düşünmeden, hazz-ı nefs için masraf etmek); d) amme zararına çalışma (câhil olan tabîbin tedavide bulunması, insanlara müctehidlerin ictihadlarına aykırı birtakım bâtıl hileleri öğreten, bilmediği halde fetvâ vermeye kalkışan "müftî-i macin" ve kendisinin muntazam nakil vasıtaları ve parası olmadığı halde yolcuların naklini deruhte eden ve nakil zamanı ortadan kaybolarak yolcuları aldatan "Mükari-i müflis" gibi kimseler) gibi haller, bu icraatta bulunan şahısları hâkimin kararı ile hacr altına almayı gerekli kılan sebeplerdir.

HÂCET NAMAZI MENDUBDUR

Hâcet namazı mendubdur (Fetâvây-i Hindiyye, Beyrut 1400, I, 112). Hz. Peygamber (s.a.s.)'den rivâyet edilen bir başka hâcet duası ise şöyledir: "Hiçbir ilâh yoktur (bütün putları ve tağutları reddederim). Yalnız ve yalnız halîm ve kerîm olan Allahü Teâlâ vardır. Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allahu Teâlâ'ya mahsustur. Allah'ım, senden rahmetinin işlerini, mağfiretinin hasletlerini ve her iyiliğinin ihsânını taleb ederim. Her günahtan da selâmetimi, kurtuluşumu istirham ederim. Bağışlanmamış bir günah ve giderilmemiş bir kederi benden bırakma. Bir de kendisinde senin rızan olan bir işi yerine getirilmemiş bırakma, ey merhamet edenlerin merhametlisi..." (Tirmizî, Sünen, Hadis No: 479). Mâlum olduğu üzere günümüzde mü'minlerin en büyük hâceti; İslâm ahkâmının yeryüzünde galip gelmesidir.
Ahmet ÖZALP

HÂCET NAMAZI – 2

Hâcet namazı bitince Allah'a hamd ve senâ, Rasûlullah'a salât ve selâmdan sonra bir hâcet duası okunması sünnettir. Çeşitli hâcet duaları vardır. Bunlardan birisi, "Allah'ım, senden hidâyet ehlinin başarısını, yakîn ehlinin amellerini, tövbe ehlinin öğütleşmesini, sabır ehlinin azmini, korku ehlinin ibâdetini, ilim ehlinin irfânını isterim ki, senden gereği gibi korkayım. Allah'ım, senden öyle bir korku isterim ki, o beni sana isyandan menetsin; tâ ki, sana itâat ile öyle amel edeyim ki, onunla senin rızana ereyim; senden korkarak içtenlikle sana döneyim; sırf senin sevgini kazanmak için hâlis nasihat edeyim; her işte sana güvenip sana dayanayım; sana güzel zan besleyeyim. Nûrun yaratıcısı Allah'ı tesbih ederim" anlamındaki "Allahümme innî es eluke tevfîka ehlil-hudâ ve amele ehli'l-yakîni ve munâsehete ehli't-tevbeti ve azme ehli-s-sabri ve cidde ehli'l-haşyeti ve talebi ehli'r-rağbeti ve teabbude ehli'l-vera'i ve irfâne ehli'l-ilmi hattâ ehâfek. Allahume innî es'eluke mehâfeten tahcizuni an masiyetike hatta a'mele bi ta'atike amelen estehikku bihi rıdâke ve hattâ unâsihake bi't-tevbeti havfen minke ve hattâ uhlise leke'n-nasîhate hubben leke ve hattâ etevekkele aleyke fi'l-umûri ve husni zannin bike. Subhâne hâliki'n-nûr" duasıdır. Hâcet duası okunduktan sonra Allah'tan ihtiyacın giderilmesi yolunda dilekte bulunulur.

HÂCET NAMAZI – 1

Herhangi bir ihtiyacı olan kişinin, bu ihtiyacının giderilmesini Allah'tan dilemeden önce kıldığı namaz. Kur'ân, "Sabırla ve namazla Allah'tan yardım dileyin"(el-Bakara, 2/45) buyurur. Mü'minler; yalnız Allah'a kulluk etmek ve yalnız O'ndan yardım dilemekle yükümlüdürler (el-Fâtiha, 1/4). Bu nedenle bir ihtiyaç içindeki insanın namaz ve dua ile Allah'a yönelmesinden, O'ndan yardım dilemesinden daha mâkul birşey olamaz. Hâcet namazı bu yöneliş ve dilemenin bir mukaddimesi niteliğindedir.
Mendûb olan hâcet namazı, yatsı namazından sonra iki, dört ya da on iki rekât olarak kılınır. Hz. Peygamber'den gelen bir rivâyete göre hâcet namazının ilk rekâtında Fâtiha'dan sonra üç defa Âyetel-Kürsî, diğer rekâtta (ya da rekâtlarda) da Fâtiha'dan sonra birer defa İhlâs ve Muavvizeteyn (Felâk ve Nâs) sûreleri okunur.

HACERÜ'L-ESVED – 6

Hacerü'l-Esved'i değerli kılan, haccın menâsikinden olması ve Rasûlullah'ın onu öpmesi nedeniyledir. Hac'da tavâfa Hacerü'l-Esved'den başlanır ve yine onunla bitirilir. Tavâf esnasında Hacerü'l-Esved öpülür, bu imkân olmadığı takdirde elle, bu da mümkün olmazsa uzaktan selâmlanır. Onu öpmek sünnet olduğu için öpülmediği takdirde hac yine yerine gelmiş olur. Ayrıca Hacerü'l- Esved'in öpülme imkânı bulunmadığı zaman Kâbe'de ikinci bir taş olan Yemame taşına elle dokunmak da onun yerine geçer. Bu taşın bulunduğu yere "Rüknü'l-Yemanî" denir.

HACERÜ'L-ESVED – 5

Daha sonraları Abbâsî hükümdarı el-Mutî'lillah zamanında Karmatîlerin saldırısına uğrayan Kâbe tekrar tahrip edildi. Tavaf sırasında hacıları kılıçtan geçiren Karmatîler Hacerü'l-Esved'i alıp Kufe'ye götürdüler (M. 929). Taş onların yaptırdığı bir tapınağa kondu. Karmatîlerin reisi, vücudunda birtakım yaraların çıkmasını yaptığı işin uğursuzluğuna yorunca yirmi iki yıllık bir aradan sonra taş, Karmatîlerle bir müşterekliği olan Mısır Fatımi emirinin ricası üzerine yeniden Kâbe'ye geri getirildi.

HACERÜ'L-ESVED – 4

Hz. Peygamber nübüvvetle görevlendirildikten sonra putlardan arındırılan Kâbe, Yezid İbn Muâviye'nin ordusu tarafından mancınıklarla taşa tutularak tahrip edildi (hicri 63). Yezid'i halife olarak kabul etmeyen Mekkeliler Abdullah b. Zübeyr'e bey'at ettiler. Mekke'yi muhâsara eden Yezid'in ordusu yağlı fitiller atıp mancınıklarla taşa tutarak Kâbe'yi tahrip etti. Atılan bu taşlardan biri Hacerü'l-Esved'i üç parçaya böldü. Yezid'in Ordu'suna teslim olmayan Mekkeliler Abdullah b. Zübeyr'i halife olarak tanımaya devam etti. Daha sonra Abdullah b. Zübeyr kırılan bu parçaları bir gümüş çerçeve içine koyarak biraraya getirmek istediyse de etrafındaki taşlar yanıp kireçlenmiş olduğundan Hacerü'l-Esved'in parçaları birbirine yapıştırılmakla yetinildi. Kâbe'ye ilk örtü de onun emriyle bu dönemde örtüldü. Abdullah b. Zübeyr hacca gelenlerin Yezid'in vahşetini görüp gerçeği anlaması için hac mevsimine kadar tamir ettirmediği Kâbe'yi bu dönemden sonra halkla yaptığı istişare neticesinde yıkıp yeniden inşa ettirdi.

HACERÜ'L-ESVED – 3

Kusay'dan önce Kâbe yakınına ev yapıp yerleşmek saygısızlık olarak kabul edildiğinden yerleşim birimi değilken Kusay, Beytullah'ın yanına evler kurulmasını ve buranın şenlendirilmesini emretti. Ayrıca, bir başka rivâyete göre Kâbe'yi yıkıp yeniden inşa etti. Daha sonra Mekke'nin parlamento binası olacak olan " Daru'n-Nedve" Kusay'dan kalan evdi. Kusay Kâbe'nin bütün hizmetlerini kendi kabîlesinde topladı. Diğer kabîleler bu hizmet yarışı nedeniyle ona düşman oldular ve aralarında uzun süre ayrılıklar devam etti. Hz. Peygamber zamanında, duvarları alçak olan Kâbe'nin değerli eşyaları çalınmaya başlamış, bu yüzden Kureyş Kâbe'yi daha korunaklı bir şekle dönüştürmeye karar vermişti.

HACERÜ'L-ESVED – 1

Kâbe'nin güney doğu köşesinde yerden bir buçuk metre yüksekliğinde, yumurta biçiminde hafif kırmızı ve san damarcıkları bulunan otuz cm. çapında oldukça parlak siyah bir taş. Bir saygınlık ve kutsiyeti olan ve hac sırasında Hz. Peygamber'in izinden giderek sünneti gereğince "öpülmek" suretiyle hürmet edilen bu taş, câhiliye Arapları arasında da kutsal sayılıyordu. Bu yüzden Hz. İbrahim'den sonra geçen yüzyıllar boyunca gelip, geçen bütün kuşaklar bu taşı özenle korudu.

HACERÜ'L-ESVED – 2

Hz. İsmail'den sonra Cürhümîlerin eline geçen ve bir süre onların yönetimi altında kalan Kâbe zamanla ilgisizlikten harabe hâline geldi. Ardından meydana gelen ve tarihe "Seylü'l farre" adıyla geçen bir sel felaketiyle duvarları tümden yıkılan Kâbe'den geriye boş bir arazi kaldı. Bu dönemde Hacerü'l-Esved'in nasıl muhâfaza edildiği bilinmiyor. Daha sonra güçlü Amalika kabîlesinin eline geçen bu bölge ve Kâbe onlar tarafından tekrar ihya edildi; bu kez Kâbe'nin duvarları eskisinden daha yüksek yapıldı.

HÂCER

Hz. İbrahim'in eşi ve Hz. İsmail'in annesi.
Hâcer, Sâre'nin cariyesidir. Sâre kendisinin çocuğa olmadığı için çocukları olur ümidi ile onu Hz. İbrahim'e hediye etti. İşte bundan sonra Hz. İbrahim'in Hâcer'den ilk oğlu Hz. İsmail doğmuştur.
İsmail'in doğumu üzerine Sâre, hem çocuğu, hem de annesi Hâcer'i kıskanmaya başlayınca Hz. İbrahim, Cenâb-ı Hak'tan aldığı bir emirle Hâcer'i ve oğlunu alıp Mekke vadisine bıraktı. Onları bıraktığı yerde ne ekili bir şey, ne de bir su vardı. Hâcer, oğlu. İsmail'e su bulmak üzere Safâ ile Merve tepeleri arasında sa'y ederken İsmail'in ayakları dibinden Zemzem kaynamaya başladı.