6 Ağustos 2010 Cuma

Eykeliler

Eyke, sık ormanlık demektir. Coğrafî olarak bu yer, Kızıldeniz sâhilinden Medyen’e kadar uzanan bölgenin adıdır. Burada yaşayanlara da Eykeliler denmiştir.
Şuayb -aleyhisselâm-, Medyenliler gibi her türlü zenginlik, bolluk ve nîmetler içinde yaşayan, ancak tevhîd ve hidâyetten ayrılmış bulunan Eykeliler’e de doğru yolu göstermekle vazîfelendirilmişti.
Eykeliler de tıpkı Medyen halkı gibi Şuayb -aleyhisselâm-’ı yalanladılar.
Allâh Teâlâ âyet-i kerîmelerde şöyle buyurur:

كَذَّبَ أَصْحَابُ الْأَيْكَةِ الْمُرْسَلِينَ
“Eyke halkı da peygamberleri yalancılıkla suçladı.” (eş-Şuarâ, 176)
وَإِن كَانَ أَصْحَابُ الأَيْكَةِ لَظَالِمِينَ
“Eyke halkı da gerçekten zâlim idiler.” (el-Hicr, 78)
إِذْ قَالَ لَهُمْ شُعَيْبٌ أَلَا تَتَّقُونَ
(177)
إِنِّي لَكُمْ رَسُولٌ أَمِينٌ
(178)
فَاتَّقُوا اللَّهَ وَأَطِيعُونِ
(179)
وَمَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَى رَبِّ الْعَالَمِينَ
(180)
“Şuayb onlara şöyle demişti:
«(Allâh’a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız?
Bilin ki ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim.
Artık Allâh’a karşı gelmekten sakının ve bana itâat edin!
Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretimi verecek olan, ancak âlemlerin Rabbidir.” (eş-Şuarâ, 177-180)
Allâh’ın peygamberleri, insanların karşısına iki sıfatla çıkıyorlardı:
1. Onlardan hiçbir ücret ve menfaat istemiyorlar, ecir ve sevaplarının Allâh’a âit olduğunu bildiriyorlardı.
2. Bütün herkese bir üsve-i hasene, yâni bir fazîlet örneği oluyorlardı. Onların sözleriyle yaşayışları arasında tam bir mutâbakat vardı.
Bu iki sıfatın ehemmiyetine Yâsîn Sûresi’nde de dikkat çekilmektedir. Habîb-i Neccâr, “Ashâb-ı Karye”yi dâvete gelenler hakkında kavmine:
“Ey karye ashâbı! Size gelen bu kimseler, sizden bir ücret istiyorlar mı? Bu insanlar hidâyet üzere (üsve-i hasene) değiller mi?
Mâdem bu kimseler sizden bir ücret istemiyorlar, hidâyet ve istikâmet (yâni fazîletli bir hayat) üzeredirler, o hâlde siz de kendilerine itâat edin!” diyerek onları akl-ı selîme dâvet ediyordu.23
Hazret-i Şuayb -aleyhisselâm-, Eykelilere nasîhatine şöyle devâm etti:
أَوْفُوا الْكَيْلَ وَلَا تَكُونُوا مِنَ الْمُخْسِرِينَ
(181)
وَزِنُوا بِالْقِسْطَاسِ الْمُسْتَقِيمِ
(182)
وَلَا تَبْخَسُوا النَّاسَ أَشْيَاءهُمْ وَلَا تَعْثَوْا فِي الْأَرْضِ مُفْسِدِينَ
(183)
وَاتَّقُوا الَّذِي خَلَقَكُمْ وَالْجِبِلَّةَ الْأَوَّلِينَ
(184)
“Ölçüyü tastamam yapın, (insanların hakkını) eksik verenlerden olmayın!
Doğru terâzi ile tartın!
İnsanların hakkı olan şeyleri kısmayın! Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın!
Sizi ve önceki nesilleri yaratan (Allâh)’a karşı takvâlı olun!” (eş-Şuarâ, 181-184)
قَالُوا إِنَّمَا أَنتَ مِنَ الْمُسَحَّرِينَ
(185)
وَمَا أَنتَ إِلَّا بَشَرٌ مِّثْلُنَا وَإِن نَّظُنُّكَ لَمِنَ الْكَاذِبِينَ
(186)
فَأَسْقِطْ عَلَيْنَا كِسَفًا مِّنَ السَّمَاء إِن كُنتَ مِنَ الصَّادِقِينَ
(187)
“Onlar şöyle dediler:
«Sen olsa olsa iyice büyülenmiş birisin!
Sen de, ancak bizim gibi bir beşersin! Bil ki, biz Sen’i ancak yalancılardan biri sayıyoruz.
Şâyet doğru sözlülerden isen, üstümüze gökten azap yağdır!»” (eş-Şuarâ, 185-187)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder